ARAF’TA KALMAK

BABUG Ergun Yıldız
04.02.2006

Şöyle diasporada yaşayan Kafkasyalıları bir düşünün uzun uzun.

Suriye’den girin, Ürdün, İsrail, Türkiye turu yapın. Osmanlı sonrası Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni yapıları inceleyin ve bu ülkelerin tarihlerine göz atın yapabildiğiniz kadar.

Devletleşme süreçlerini gözden geçirin.

Göreceksiniz ki, Çerkesler bulundukları her coğrafyaya göz ardı edilemeyecek derecede önemli katkılar sağlamışlardır.

Yaşadıkları her ülkede önemli görevler  üstlenen, nüfus oranları ile kıyaslandığında şaşkınlık yaratacak derecede etkin olan Çerkesler bu güne kadar hiçbir halkı arkadan vurmamışlar, hiçbir ülkede ayrılıkçı taleplerle ortaya çıkmamışlardır.

Tüm bunların yanı sıra, Çerkeslerin yaşadıkları ülkelerde ulus devletlere sağladıkları uyum bir taraftan da sosyolojik açıdan ortaya konulan teorilerle çelişmektedir.

Çünkü Çerkes halkı nerede yaşarsa yaşasın, her zaman kendisini anayurdu Kafkasya’ya ait hisseden; kültürünü ve sosyal yapısını korumak için, kararlılıkla direnen bir özelliğe sahiptir.

Oysa genel olarak ulus devletler, kültürel anlamda farklı ve azınlık olan grupları kendi içerisinde eritmeye meyillidir.

Bu süreç, kimliklerini ve kültürlerini korumak isteyen azınlıklar için sorunlar doğurur doğal olarak.

Neticede, ulus devletlerdeki egemen otorite ile azınlıkların örtülü veya açık bir çatışması kaçınılmaz olur.

XX. yüzyıla damgasını vuran ve ulus devletlerin en önemli problemlerinden biri olarak karşımıza çıkan bu olgu, teorik açıdan  ulus devlet ile azınlıklar arasında çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır.

Fakat sosyolojik olarak doğruluğu sınanmış olan bu teori Çerkesler söz konusu olduğunda doğru işlememektedir.

O nedenle bu güne kadar yaşadıkları ülkelerde bu tür keskin çatışmaların tarafı olmayan, fakat ulus devletin yeni yapısına da tam olarak entegre olmayan Çerkeslerin diaspora yaşamı bu yönü ile de ayrıca incelenmesi gereken kendine has bir özellik taşır.

Öte yandan mücadelecilikleri, çalışkanlıkları, yaşadıkları ülkelerdeki başarıları ve yaşadıkları topraklara bağlılıkları ile örnek olan halkımız; her ne hikmetse kendi anayurdumuz söz konusu olduğunda aynı başarıyı ve kararlılığı gösterememektedir.

Çerkesler, Fransızlara karşı Suriye halkının, Osmanlı’nın parçalanma sürecinde Türkiye halkının, Ürdün’de Arap halkının  mücadelesine katılan, önderlik eden, yaşadıkları toprak için mücadelede bir an bile tereddüt etmeyen gözü pek bir halktır.

Gelin görün ki; başkaları için göz kırpmadan ölen, esarete sefalete katlanan, mücadelelere atılan bir halk, kendi anayurdu söz konusu olduğunda aynı tavrı sergileyememekte, kararlı ve net politikalar ortaya koyamamaktadır.

Kendi anayurdumuzda devletleşme sürecini başarı ile tamamlayamadık.

Kendi anayurdumuzda güçlü ve hakim unsur olmaya, belirleyici güç olmaya çalışmadık. Yaşadığımız ülkeler için verdiğimiz mücadelelerin, girdiğimiz kavgaların çok az bir kısmına kendi anayurdumuz için katlanmadık.

Kafkasya ile ilişkimizi bitirmek gibi bir düşüncemiz  hiçbir zaman olmadı.

Bu birlikte yaşadığımız halkların içerisinde eriyip gitmeye de asla rıza göstermeyeceğiz demek oluyor aynı zamanda.

O halde; neden başkaları için yaptıklarımızın, yapabildiklerimizin çok az bir kısmını kendi anayurdumuz için yapamıyoruz?

Bu sorumluluğu göstermekten bizi alıkoyan şey nedir?

Niçin 140 yıldan bu yana yürüdüğümüz halde hedefimize varamıyoruz?

Bizim önümüze düşüp yol gösterenlerde mi hata?

Yoksa bizim hedefe yürüyüşümüzde mi bir sakatlık var?

Sanırım bir şeyleri yeniden sorgulamak gerekiyor.