MİLLET Mİ? KAVİM Mİ?

Kadir Cengizbay
Birgün Gazetesi

Bir iki hafta önce Hürriyet Gazetesi’nin bir reklam kampanyası olmuştu. Kullanılan sloganlardan biri de, “Hürriyet bazen de kendi dilinde şarkı söylemektir” idi; konu mankeni ise 9-10 yaşlarında bir kız çocuğu.

Kürşat adlı bir ‘vatan evladı’, okuyucu köşesine yazmış: Çok üzülmüş, devletin dili Türkçe iken acaba Hürriyet de mi o belli çevrelere yaltaklanmaya çalışıyor deyip. ‘Vatan evladı’ değil, tam bir ‘devlet tosuncuğu’, geleceğin -belki de şimdiden- Çatlı/Kırcı’sı; türkü çığıran Kürt çocuğunu ‘terörist’ ilan edip, sağlanan sıcak temas sonucu ölü olarak ele geçirdikten sonra, o bölücü dilini de kesip göğsüne zafer/kahramanlık madalyası diye asacaklardan. Ama bu ülkenin rektörleri de (Üniversiteler Arası Kurul), bildiri yayınladıydı, beş yıl kadar önce Kayseri’de, evvelki yıl da yeniden, “Türk milletinin anadili Türkçe’dir” diye.

Milletlerin değil, kavimlerin anadili olur. Kavim temelinde millet kurmaya kalkarsan, sürekli bir çatışmayı da mukadder kılarsın. Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu raporunda var ama ben de en az on yıl önce yazmıştım, kavim adından millet adı çıkartılmaz diye. Örneğim de Fransız kelimesiydi: Fransa’da, bizdeki deyimiyle 72 millet (kavim) var, bir tek Fransız hariç; zira, o belirli bir kavmin değil, milletin adı. Geçenlerde gömdüler, hocaların hocası diye; aslında, gelmiş geçmiş en hassas burunlu ‘komünist’ detektörlerinden. O da Fransızca bilirdi ama “Fransız’a Fransalı mı diyoruz ki” diye itiraz etmişti on-on beş yıl kadar önce, Türkiyeli tabirine.

Oysa Fransız derken, tam tamına Fransalı (France-ais/aise) diyoruz zaten ama Fransızca olarak. İspanyol için de öyle: İspanya’da bir sürü kavim var -Katalan, Bask, Kastilyan vb…- ve de İspanyol İspanya’da yaşayanların ortak adı; yoksa oradaki kavimlerden herhangi birinin değil. Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti, Osmanlı bürokrasisinin bir ürünü. Millet homojen olsun, yani “imtiyazsız sınıfsız bir kitle”ymiş varsayılalım ki, onlar da tüm milleti tek başlarına -tek parti olarak- temsil etsinler, onun adına/için doğru olanı bilip de söyleyebilsinler/yapabilsinler. Ellerinden gelse ısmarlama bir ‘devlet kavmi’ imal edecekler ve bunu denememiş de değiller: Halkevlerine ve Köy Enstitülerine bir de bu açıdan bakmakta yarar var. Farklılıkların inkarı/farklıların imhası, ideolojik bir sapkınlığın, siyasal bir yanılgının ürünü değil, kendi egemenlikleri açısından varlıksal bir zorunluluk.

Şöyle de söyleyebiliriz: Varlık bilginin değil, bilgi varlığın fonksiyonunda biçimlenir. Damak tadı en incelmiş, mutfağı en gelişkin diye bilinen milletin, yani Fransızların en sevdiği yiyeceklerin başında salyangoz gelir ve ben bunu bilirim/biliyorum ama, bu bilgim beni salyangoz yemeye heves ettirtmek bir yana, razı bile edemez: Birilerinin -hele ki Fransızların- ağzının suyunu akıttığına göre, mutlaka lezizdir ama ben yemem/yiyemem. Açımdır, önüme de salyangoz getiriyorlar: Fransız’sam hiçbir sorun yok; ama, ben bensem, yani Türk’sem, Türklük Fransızlıktan daha iyi ya da daha kötü olmaksızın ve de salyangozun birileri için pekala leziz olduğunu bilip bilmememden bağımsız olarak bayağı bir sorun var demektir.

Bilginin, varlığı doğrudan belirleme gücü yoktur ve herhangi bir sorunun çözülememiş/çözülemiyor ve belki hiçbir zaman çözülemeyecek olması da sadece bilgi eksikliği/yanlışlığı ile açıklanamaz. Bu noktada “ah keşke Türk değil de Fransız olsaydım” da diyebilirim ama bir kere olan olmuş, daha doğrusu yapan -bana kötülük olsun diye değil, fakat kendisi de başka türlü yapamayacak olduğundan- yapacağını yapmış ve ben Türk, salyangoz da -benim gözümde- iğrenç olmuşuzdur ki, bu durumu değiştirmeye, beni ben olmaktan çıkartmaksızın en mahir psikolog ya da psikiyatrın bile gücü yetmez. İnsan her sorununu çözebilse Tanrı, hiçbir şeyi sorun edinmese hayvan olurdu.