DÜNYA EDEBİYATINDAN BİLGİLER

Metin Devrim

Latin Amerika Edebiyatı

Latin Amerika’da İspanyolca ve Portekizce yazılmış edebiyat yapıtlarını kapsar. İlk yazılı metinler Yenidünya’nın İspanyol fatihlerinin İspanya’ya gönderdikleri raporlardı. İspanyolların atılganlığı ve Amerika Yerlilerinin yiğitliği pek çok yazıya ve şiire esin kaynağı olmuştur.

Bunların en ünlüsü İspanyol Alonso de Ercilay Zúñiga’nın (1533-1594), Şili Yerlilerinin soylu direnişini ve şairin bu dönemdeki acılarını dile getiren ‘La Araucana’dır. 20 binin üstünde koşuktan oluşan bu şiir yeni topraklardan fışkıran ilk gerçek edebiyat ürünüdür.

1600’de artık fetihler sona ermiştir. Avrupalı işgalciler efendi, Yerliler ise çoğunlukla köleydi. Zenginler hâlâ İspanya ve Portekiz’i anayurtları olarak görüyordu. Yazılanlar ise Amerika’yla ilgili olmakla birlikte Portekiz ve İspanyol edebiyatının kötü bir taklidi olmaktan öteye geçemiyordu ama bunlar içinde Meksikalı bir rahibe olan Juana Inés de la Cruz (1651-1695) gerçekten edebiyat değeri olan şiirler ve oyunlar yazdı. Portekiz sömürgesi olan Brezilya’nın en ünlü yazarı José Basilio da Gama (1740-1795) ilk kez şiirlerinde Yerlilerin yaşamını işledi.

Özgürlük ve Romantizm

İspanyol sömürgelerinin özgürlük mücadelesi aynı zamanda kültürel bağımsızlık mücadelesinin de başlangıcıdır. Bu tarihten başlayarak yazarlar İspanyol ve Portekizlilerin torunları olarak değil Latin Amerikalı bilinciyle yazdılar. Yapıtlarında toplumsal sorunlara eğildiler. Baskıcı ve acımasız yönetimler altında özgürce yazmaları hiç de kolay olmadı. Savaş yılları sırasında siyasal ve yurtsever edebiyat öne çıktı. Ekvatorlu José Joaquín de Olmedo’nun (1780-11847) La victoria de Junin: Canto a Bolivar (1825) adlı kahramanlık destanı Simón Bolívar önderliğindeki güçlerin İspanyollara karşı kazandığı zaferin anısına yazılmıştır ve bugün hâlâ değerini korumaktadır.


José Joaquín Fernández de Lizardi

Latin Amerika’nın gerçek anlamda ilk romancısı Meksikalı José Joaquín Fernández de Lizardi (1776-1827), 19. yüzyıl başındaki Meksika toplumunu canlı bir biçimde anlatan El periquillo sarniento’yu (1816) yayımladı. Kitabın baş kişisi bir picaro ya da serseridir. Lizardi bu yapıtında toplumun gelenek ve törelerini eleştirir. Bu kitap Meksika’da bugün de en çok okunan kitaplar arasındadır.

Latin Amerika’da savaşlar ve askeri diktatörlükler birbirini izliyordu. Bunların içinde en çok nefret toplayanlardan biri Arjantin diktatörü Juan Manuel de Rosas idi. Kanlı yönetimi sırasında birçok yazar sürgüne gönderildi. Bu yazarlar, kalemleriyle komşu ülkelerden Rosa’a savaş açtılar. José Pedro Crisólogo Mármol’un (1817-1871) ilk Arjantin romanı kabul edilen ünlü yapıtı Amalia (1851) Rosas yönetiminin korkunçluğunu sergiler. Domingo Faustino Sarmiento (1811-1888) ise Facundo (1845) adlı uzun denemesinde, altüstlüklerin yaşandığı toplumların, diktatörlüklere yol açtığını anlatır.

Sarmiento ve Mármol, Avrupa’daki Romantizm Akımı’ndan etkilenen yazarlar arasındadır. Bu yazarlar çoğunlukla konularını ülkelerinin tarihinden ve sıradan insanların yaşamlarından seçtiler. Tarihsel romanların en güzellerinden biri Dominik Cumhuriyeti’nden Manuel de Jesús Galván’ın (1834-1911), Amerika Yerlilerine İspanyolların uyguladıkları kıyımı anlatan Enriquillo (1882) adlı yapıtıdır. Amerika Yerlilerinin destanlarından ve sınır savaşlarından esinlenilerek pek çok öykü ve şiir yazılmıştır.

Latin Amerika Romantizmi pampalarda sığır güden goşo’ları şiirlerde ele aldı. Arjantinli José Hernández’in (1834-1886) en ünlü yapıtı, özgürlüğünü yok eden topluma karşı başkaldıran goşonun mücadelesini anlatan El gaucho Martin Fierro (1872) adlı şiiridir.

Gerçeklik ve Doğalcılık

Avrupa’da olduğu gibi Latin Amerika’da da gerçekçi ve doğalcı yazarlar çıktı. Yapıtlarında kent yaşamını, toplumsal değişimleri ve insanı anlattılar. Romantikler gibi gerçekçi yazarlar da halk kültürünün tiplerinden yararlandılar. Bu yapıtlarda yasalar ve düzen, orta sınıf değerleri, onurlu ve güvenilir olmak el üstünde tutulurken, açgözlülük ve yalancılık yerildi. Doğalcı yazarlardan Arjantinli Eugenio Cambaceres (1843-1888) çağdaş değerleri, Sin rumbo (1885) adlı yapıtında kıyasıya yerer. Brezilya’da yayımlanan ilk önemli doğalcı roman, Rio de Janeiro sokaklarındaki yaşamı anlatan, Manuel Antônio de Almeida’nın (1831-1861) Memorias de um Sargento de Milicias (1854) adlı kitapıdır. Brezilyalı gerçekçi romancı ve öykü yazarları içinde belki de en önemlisi olan Joaquim Maria Machado de Assis’in (1839-1908) en güzel romanı Dom Casmurro’dur (1899). Euclydes da Cunha (1866-1909) kuzeydoğunun çorak topraklarında hayvancılıkla geçinen insanların unutulmuşluğu üzerine bir protesto niteliğinde olan Os Sertoes i (1902) yazdı.


Eugenio Cambaceres

1888’de Nikaragualı şair Rubén Darío’nun düzyazı ve şiirlerden oluşan Azul (1888) adlı kitabı büyük yankılara yol açtı. Bu, Modernizmi tam anlamıyla içeren bir kitaptı. Yeni biçim arayışları, dilin yeni ve heyecan verici bir biçimde kullanılması, yeni bir bilinci ve duyarlılığı gerektiriyordu. Modernizm, çeşitlilik gösteren bir akımdı. Kolombiyalı yazar José Asunción Silva (1865-1896) ve Meksikalı Manuel Gutiérrez Nájera (1859-1895) bu akımın içinde yer aldılar ama bu alanda en başarılı yapıtları, çok işlek bir dille yazan Rubén Darío, Arjantinli Leopoldo Lugones (1874-1938) ve Uruguaylı Delmira Agustini (1886-1914) verdiler.

Başlangıçta şairler duygularını ince ve müzikli bir dille şiire döktüler. 1898 İspanya Amerika Savaşı’ndan sonra ise, kendi ülkelerinin güzelliklerinden ve sorunlarından söz etmeye başladılar.

20. yüzyılda toplumsal adaletsizlikler ve Amerika Yerlileri’nin uğradıkları haksızlıklar Latin Amerika edebiyatının temel konuları oldu. Mariano Azuela (1873-1952) Meksika Devrimi’nin acılarını ve dehşetini anlatan Los de abajoyu (1916) yazdı. Kolombiyalı yazar José Eustasio Rivera (1889-1928) La vorágine’de (1924) Amazon ormanlarında çalışan kauçuk işçilerinin yürekler acısı, çetin yaşamlarını anlattı.

Venezuelalı Rómulo Gallegos (1884-1969), büyük çiftlik sahibi acımasız bir kadını konu alan Doña Bárbara (1929) adlı yapıtıyla Amerika’nın önde gelen romancıları arasına katıldı. Uruguaylı Horacio Quiroga (1878-1937), Arjantin’in kuzeyindeki tropikal bölgede geçen öykülerinde, doğa güçleri karşısındaki insanı konu aldı.

İlgi çekici bir roman olan Don Segundo Sombra (1926) Arjantinli Ricardo Güiraldes (1886-1927) bir taşra kasabasından kaçan öksüz bir çocuğun öyküsünü anlattı. Arjantin’in ulusal simgesi goşo’yu efsanevi bir halk kahramanı olarak ele aldı.

Brezilyalı yazarlar çok geniş olan ülkelerinin çeşitli bölgelerinde, özellikle de kuzeydoğuda, kültürlerini korumanın önemini vurguladılar. José Lins do Rego Cavalcanti (1901-1957) Ciclo de Cana de Açucar adını taşıyan roman dizisinde, plantasyon yaşamından kesitler verir. Érico Lopes Veríssimo (1905-1975) O Tempo e o Vento (1949-1962) adlı üçlü romanında, Rio Grande do Sul yöresinin tarihini olağanüstü bir sevecenlikle yeniden yaşatır. João Guimarães Rosa (1908-1967), Grande Sertao: Veredas (1956) adlı epik romanında Brezilya’nın kuzeydoğusundaki uzak, barınmaya elverişsiz ve çorak topraklardaki yaşamı anlattı.

Şiir

Modernizm Akımı’nın ardından çok yetenekli şairler yetişti. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Şilili kadın şair Gabriela Mistral (1889-1957) sade ve dolaysız anlatımıyla ilgi çekti. Çocuklarına olan özlemini dile getiren güldestesi Desolación (1922), etkileyici bir duyarlılık taşır. César Vallejo (1892-1938) İspanyol dilinin en büyük ustalarından biridir. Şiirleri insanın çektiği acılarla yüklüdür. Ölümünden sonra, 1939’da yayımlanan Poemas humanos’ta, daha güzel bir geleceğe olan umudunu yansıtır. Vallejo, İspanyolca’yı cesur ve şaşırtıcı biçimlerde kullandı. 1930’larda Peru’nun bir taşra kentindeki kapalı aile yaşamını terk ederek, komünistlerin safında İspanya İç Savaşı’na katıldı.


Gabriela Mistral

Şilili şair Pablo Neruda da komünistti (1904-1973). Şiirleri, özellikle de büyük epik yapıtı Canto General (1938) yaşam deneylerinin coşkulu bir anlatımıdır. Neruda ezilenlerin ve sömürülenlerin şairidir. Meksikalı Octavio Paz (1914) çok yönlü bir yazardır. Libertad bajo palabra (1968) adını taşıyan yapıtında, şiirin bir uyanış olduğu ve insanlığın kurtuluşunun önünü açtığı görüşünü savunur.

Portekizce konuşulan Brezilya’da Modernizm Akımı 1920’lerde başladı. En çok Sao Paulo’da kök salan bu akımın öncüsü şair ve romancılar, Portekiz ile bağlarını koparmaktan yanaydılar. Oswald de Andrade’nin (1890-1954) Memorias Sentimentais de Joao Miramar (1924) adlı romanı bu akımın tipik bir örneğidir. Jorge de Lima (1895-1953) ise Avrupa geleceğinden koparak Kuzeydoğu Brezilya’nın bölgeci şiir hareketine katıldı.

Roman

Yenilikleri denemekten korkmayan Latin Amerikalı yazarlar, edebiyat alanında uluslararası üne ulaştılar. Edebiyat yaşamına 1920’lerde, Buenos Aires’in aydın çevresi içinde başlayan Jorge Luis Borges (1899-1986), öykü ve denemelerinde insanın doğasını keşfetmeye çalıştı. Çağdaş Arjantin edebiyatında çok önemli bir yeri olan Borges, İspanyol dilinin en usta yazarlarından biridir. Guatemalalı Miguel Angel Asturias (1899-1974), başyapıtı Sayın Başkan da (El senor presidente; 1946) diktatörlüklerin neden olduğu yıkım ve acıları anlatır. Paraguaylı Augusto Roa Bastos (1917) Hiji de hombre da (1960) benzer bir konuyu irdeler, ama daha yumuşak ve dokunaklı bir üslubu vardır.

Meksikalı Juan Perez Rulfo’nun (1918-1986) Pedro Paramo (1955) adlı bir kısa romanı ve Kızgın Ova (El Ilano en Ilamas; 1953) adında, öykülerini topladığı bir kitabı vardır. Kitaplarındaki olaylar ıssız ve sıcak bir vadide geçmektedir.

Kolombiyalı roman ve öykü yazarı Gabriel Garcia Marquez (1928), 1982 Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir. Ünlü romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ta (Cien anos de soledad; 1967) küçük bir kasabanın tarihiyle sınırlı kalmayıp Güney Amerika’nın, dünyanın, hatta evrenin geçmişini gözler önüne serer. Kitabın kahramanları sevgi, tutku, savaş, devrim, bolluk ve yoksulluk içinde yuvarlanır. Anlatılanlar düşsel olduğu kadar gülünç ve acıklıdır.


Gabriel Garcia Marquez

Meksikalı Carlos Fuentes’in (1928) romanları ve öyküleri büyük, büyüleyici bir ülkenin insanlarının derinlemesine incelemesidir. Terra Nostra adlı romanında ülkenin kültür mirasını keşfetmeye çalışır. Perulu romancı Mario Vargas Llosa (1936) Kent ve Köpekler (La ciudad y los perros; 1963) adlı kitabında bir askeri akademideki insanlıktan uzak yaşamı anlatırken, Peru toplumunun zayıflıklarını irdeler.

Brezilya edebiyatı, yerel gelenekler ile modernleşme arasındaki çatışmayı yansıtır. Graciliano Ramos (1892-1953) Infancia (1945) adlı anı kitabında yoksulluk koşullarında kendini nasıl yetişdirdiğini anlatır. João Cabral de Melo Neto (1920) ise Morte e Vida Severina şiirinde, geleneksel kökler ile çağdaş yaşam arasındaki çelişkileri sergiler.

ARAP EDEBİYATI

Anadili Arapça olan kavim ve ulusların ortaya koymuş oldukları edebiyat yapıtlarını kapsar. Arapça Arap Yarımadası’nda ilkçağlardan beri kullanılan bir dildir. İslam dininin ortaya çıkışından sonra yayılarak İspanya ‘Cahiliye Dönemi’ adı da verilen İslam Öncesi Dönem’de Arap edebiyatında şiirin özel bir yeri vardı. Devesinin sırtında uzun çöl yolculuklarına çıkan Bedevilerin söyledikleri türküler Arap şiirinin kaynağını oluşturur. Yiğitliği, sevgiyi, çöl yaşamını anlatan bu türkülere deveci türküsü anlamına gelen hida denir. Göçer çöl insanının söylediği bu türküler kentlerde söylenmeye başlanınca belli değişikliklere uğrayarak kesin ölçüler kazanmıştır.

İslam öncesi Arap şiirinden günümüze kalan en önemli örnek el-Muallakatü’s-Seb’a’dır (Yedi Askı). Bu şiirler Ukaz panayırında düzenlenen bir şiir yarışmasında beğenilerek Mısır ketenine yazılmış ve Kâbe’ye asılmıştı. Hidalarla benzer konuları işleyen bu şiirlerde gelişmiş bir dil ve anlatım görülür. Hangi yıllarda yazıldığı kesin olarak bilinmeyen Yedi Askı şiirlerini İmruü’l-Kays, Tarafe ibnü’l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza, Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad, Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid adlı şairler yazmıştır.

Yedi Askı şairleri dışında ünü günümüze kadar gelmiş başka şairler de vardır. Koltuğunun altında uzun bir bıçak taşıdığı için Teabata Şarran adıyla bilinen şair bunlardandır. Şiirlerinde üstüne binerek dolaştığı koçundan, hayal ettiği korkunç yaratıklardan söz eder. Kurnazlığı ve savaşçılığı üzerine birçok öykü anlatılan Şanfara, karşılıklı söyledikleri yergilerle ün kazanmış Evs el-Hadıra ile Zebban İslam öncesi dönemin başlıca şairlerindendir.

Bu dönemde muamma (bilmece), hayvan masalları, efsane ve halk öyküleri gibi düzyazı türleri de gelişmiştir. Samar adı verilen ve kent dolaşılarak anlatılan söylence ve öyküler daha sonra yazıya geçirilmiştir.

İslam’ın İlk Dönemi ve Emeviler [değiştir]İslamiyet’in kurucusu Muhammed’in döneminde, ölçülü ve uyaklı bir dili olan Kuran’ın özel bir yeri vardı. Seci denen uyaklı Kuran dili özellikle ilk surelerde şiir düzeninde, çok duygulu ve etkileyicidir. Önceleri şairlere karşı tavır içinde olan Muhammed daha sonra toplumdaki etkilerini görerek onlarla iyi ilişkiler içine girmiş, İslamiyet’in savunuculuğunu yapan şairlerle dostluk kurmuştur. Bunlardan Hassan bin Sabit Peygamber’in şairi sanını almıştır.

Emeviler döneminde şiir dinsel konuların dışına çıkarak gündelik yaşamla da ilgilenmeye başladı. Ömer bin Abdullah, Haris bin Halid, Abdullah bin Ömer Cerir ve Ferezdak gibi şairler günlük yaşamla ilgili şiir ve yergileriyle ün kazandılar.

Abbasiler Dönemi

Abbasiler döneminde Bağdat bir kültür ve sanat merkezi oldu. Arapça çok geniş bir alana yayılarak kültür dili haline geldi. Halife ve zenginler bilgin ve sanatçıları desteklediler. Zenginlerin koruması altına giren şairler efendilerini öven şiirler yazıyordu. Şairlerin bir araya gelerek aralarında yarışmalar düzenlemeleri de şiirin gelişmesinde katkıda bulundu. Beşşar bin Bürd ve Ebu Nuvas zevk ve eğlenceyi konu alan şairlerin önde gelen temsilcileridir. Halid ve Sibeveyhi gibi dilciler Arapça’nın dilbilgisi kurallarını saptadılar. Yunanca’dan yapılan çeviriler yabancı kültürlerle ilişki kurulmasını sağladı.

Bu dönemde, Bağdat dışında da önemli şairler yetişti. Çoğunlukla geleneğe bağlı olan şairlerden Mütenebbi (905-965) şan ve şöhret duygularını dile getiren şiirler yazdı. Ebu Temmam (804-845), kendinden önceki şairler üzerine Hamse adlı büyük bir derleme hazırladı.

Araplar’ın yazın gözde şairlerinden biri olan Ebu’l-Âlâ el-Maarri (973-1057) Suriye’de yaşadı, saray şiirine karşı bir şiir anlayışı geliştirdi. Şiirlerinde dönemin toplumsal adaletsizlik, acı ve ölüm gibi sorunlarını ele aldı. Bilgiye ulaşmanın yolu olarak iman yerine aklı savundu. İslam’ın cennet-cehennem anlayışını yergi diliyle eleştirdi ve saray şairlerini cennet-cehennem bekçileri diyerek alaya aldı.

Türk edebiyatını da etkileyen Tasavvuf şiiri de bu dönemde doğdu. Dinsel kurallar karşısında hoşgörü ve inanç özgürlüğünü savunan Tasavvufçular, halifelerce hoş görülmeyerek cezalandırıldılar. Tasavvuf şairlerinin en ünlülerinden Hallac-ı Mansur (858-922) Tanrı’nın kendisinde yansıdığını söylediği için öldürülerek derisi yüzüldü.


Hallac-ı Mansur

Abbasiler döneminde seci denen ölçülü, uyaklı düzyazı yapıtları da hızla çoğaldı. Öncelikle Kuran ayetlerini ve hadisleri yorumlamak amacıyla yazılan düzyazı, savaşları anlatan yapıtlarla gelişti. Bu dönem yazarlarının en tanınmışları Ebubekir el-Harizmi (935-993) ve Hemedani’dir (969-1008). Hariri (1054-1122) makale türünün Arap edebiyatına girmesini sağladı. Bu dönemde Basra ve Kûfe okulları ile Nizamiye medreselerinde dilbilim çalışmaları yapıldı. İlk Arapça dilbilgisi kitabı bu dönemde yazıldı. Dilbilim alanında çalışmalarıyla ünlü yazar Ebu Hayyan Türkçe üzerine de dört kitap yazdı. bunlardan bir tanesi Farabi idi.

GERMAN EDEBİYATI

Birinci Altın Çağ (1150-1250)

Alman Destanları: Alman destanları birinci altın çağdaki ana edebi ürünlerdir. Bunların en ünlüsü 12 bin dizelik intikam ihanet ve sadakati anlatan büyük olasılıkla Passau Avusturya’da yazılan Nibelungların Şarkıları’dır (Nibelungenlied).

Romans: Kahramanlar ve asıl gerçekleri anlatan Romans (Romance) bu dönemdeki başka bir ana edebi yazın biçimidir. Antik edebiyatın başyapıtları olarak sayılan önemli romanslar Wolfram von Eschenbach’in Parzival’i (1200-1210) Gottfried von Strassburg’un Tristan ve Izolde’sidir (13.yy başları). Parzival uzun süre şövalye olmak için uğrasan ama bunun için uzun yargılamalardan geçen ve sonunda Kutsal Toprakların kralı olan birisidir. Tristan ve Izolde’de Gottlieb aşkları ölümleriyle biten iki gencin aşkını anlatır.


Walther von der Vogelweide

Şövalye Edebiyatı ve Minnesang: Eski Alman Edebiyatı dönemine damgasını vuran bir başka şey de Şövalye Edebiyatı’dır.Bir şövalyenin tek özelliği savaşması değildi. Şövalye beğenisi yüksek olan sanat ve edebiyatla uğraşan bir insandı. Minnesanglar onların elinden çıkmıştır. Bu Minnelerin çoğu aşk ve kavalyeliği anlatan Fransız troubadorların şarklılarının lirik şairlerini taklit etmişlerdir. Kadına duyulan aşk anlatılmaktadır. Burada anlatılan kadın saray kadınıdır. En ünlü troubador Walther von der Vogelweide’dir. Şair traubadorların samimiyetsiz ve soğuk şiirlerini sıcak ve orijinal aşk yorumlamalarına çevirmiştir. Walther’in aynı zamanda o dönemde Papalıkla uzun süren güç savasına giren Orta Avrupa’daki Germen asıllı Kutsal Roma İmparatoru’nu öven ve savunan eserleri de vardır.

Altın Çağlar Arası (1250-1750)

Popüler Edebiyat Dönemi: 1250’den 1600’e kadarki bu dönem Alman şehirlerine artan ticari büyüme ve zenginlik getirmişti ve yeni bir ekonomik-sosyal sınıf olan Orta-sınıf ortaya çıkmıştı. Orta-sınıf kültürel liderliği ele geçirmişti. Bu aşkın aristokrat tanımı orta sınıf gerçekliği taslaması ve ciddiyetine yol açmıştır. Bahçıvan Wernherin Meier Helmbrecht’i (yaklaşık 1250-1280) gibi destanlar şövalyeliğin düşüşünü anlatmaktaydılar. Pratik dersleri öğretmek için fabllar önem kazandı ki, bunları satirik destan Tilki Reynard (1487) Sebastian Brant’in ahlaki ve satirik şiiri Aptallar Gemisi (1494) ve komik hikayeleriyle Till Eulenspiegel’de görürüz (1500). Nüremberg’li ayakkabı ustası Hans Sachs antik şarkıcıları taklit ederek yüzlerce oyun ve şarkı yazmıştır. Redentin Easter Play (1464) ve Oberammergau Passion Play (1634) gibi dini oyunlar dinsel duyguları saf mizahla birleştirmiştir.

Rönesans Almanya’ya insanların dünyevi yeri ve doğasını anlama vurgusunu getirdi. Bu entelektüel alim hümanizm olarak bilinir. Alman Rönesansı’nın hümanizmi Avrupa tarihindeki en önemli değişim hareketlerinden birine Reform’a yol açmıştır.

Alman Hümanizmi: 1350 yılında üniversitelerin kurulmasıyla Bohemya’da başlamıştı. Bu dönemim en bilinen Alman eseri Johannes von Tepl (Johannes von Salz olarak da bilinir) tarafından yazılan ve ölümle vasat bir çiftçi arasındaki diyalogu anlatan ”Bohemyalı Çiftçi”dir (1400). Hümanizm doruk noktasına 1480’den 1530’a kadar geçen süre içindedir. İnsanlık için yeni idealler arayışı içinde hümanistler Eski Yunan’ın tarih ve felsefesini keşfe çıktılar. Eserlerinin çoğunu Almanca’dan çok Latince yazdılar. En ünlü Alman hümanistleri İbranice’nin önde gelen ustalarından Johannes Reuchlin ve Reform’u başlatmada Martin Luther’in baş yardımcısı Philipp Melanchton’dur.


Martin Luther

Reform: 1517’de başlayan Reform Hareketi Alman kültür ve yaşamında hala etkisini gösteren bir etki bırakmıştır. Reformca etkilenen edebiyatın çoğu dinsel yazınlar ve bildirgelerdi. Reform lideri Martin Luther İncil’i Saksonya Almanca’sına çevirmişti. Luther’in 1534’de bitirdiği İncil çevirisi Alman edebiyatının en etkileyici olaylarından biridir. İncil’in Kral James versiyonu İngiliz yazarları ne kadar etkilemişse Luther’in Almanca versiyonu da Alman yazarları o derece etkilemişti. Bu çevirisinin yanı sıra Luther daha birçok dini ve politik metinler yazmıştı.

Barok Edebiyatı: Barok edebiyatı genellikle fazla şişirilmiş ve abartılarla doludur. Barok şiiri ise inanç ve çaresizlik maddecilik ve maneviyat şiddet ve erdem arasında gidip gelmiştir. Andreas Griphius Alman barok çağının en büyük lirik sairi olarak tanımlanır. İlahi yazarları ise en ünlü Alman ilahilerini bu dönemde yazmıştır.

Hans Jakob Christoffel von Grimmelshausen’ın Simplicissimus (1668)’u çok canlı ve gerçekçi bir romandır. Alman nüfusunun üçte birinin yaşamını yitirdiği Otuz Yıl Savaşları’ndaki (1618-1648) acıyı resmeder. Romanın kahramanı Simplicius Simplicissimus en başta aptaldır ancak acı deneyimlerle zamanla erdem kazanır ve en sonunda dini bir keşiş olarak yaşamak için dünyadan elini çeker.

İkinci Altın Çağ (1750-1830): 1700’lerin sonuyla 1800l’erin başı Germen dünyasında “Alimler Çağı” olarak bilinir. Wolfgang Amadeus Mozart ve Ludwig van Beethoven gibi besteciler ve Immanuel Kant ve G. W. F. Hegel gibi filozofların çalışmalarıyla felsefe ve müzikte ilerleme kaydedilmiştir.
Diğer Avrupa yazarlarının ötesinde Alman yazarlar sanatı eğitime giden bir yol olarak gördüler. Büyük Alman dramatisti Friedrich Schiller görüşlerini sanatın kişiyi ve toplumu değiştirme gücüyle ifade eden Mektup Serilerinde İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine (1795)’de belirtmiştir. Aynı ruhla Immanuel Kant da modern estetiğin kuruluş yazını olarak kabul gören Yargılamanın Kritiği’nde (1790) bu şekilde davranmıştır.


Friedrich Schiller

Neden Çağı (Aydınlanma): Neden Çağı ya da Aydınlanma gerçeği anlamanın en iyi yolunun nedenleri kullanma ve sorgulama olduğuna vurgu yapan tarihsel dönemdir. Bu çağ Almanya’da Fransa ve İngiltere’de olduğundan daha kısa sürdü (1700’lerin ortası). Aydınlanmış reformların ruhu Alman edebiyatının milli gururu yükselttiği gibi onu Fransız etkisinden de çıkarmıştır.

Almanya’nın ilk önemli edebiyat eleştirmeni Gotthold Efraim Lessing 1700’lerin sonunda başlayan Alman milli edebiyatının hızlı gelişiminin temellerini atmıştır. Lessing ilk önce antik Yunan ve Roma klasiklerini taklit eden Fransız Neoklasizm fikirlerini reddederek ise başlamıştı. Bunun yerine kendi oyunlarını İngiliz oyun yazarı William Shakespeare’in dramları üzerine modelledi. Lessing’in en bilinen oyunu -Bilge Nathan (1779)- dinsel toleransı tartışmaya açmıştı.

Alman Preromantizmi:
Alman Preromantizmi ya da daha iyi bilinen tanımıyla Fırtına ve Baskı Hareketi 1770’de başladı ve otoriteye karşı güçlü arzu orijinallik ve başkaldırıya vurgu yaptı. İsa Mesih’in yaşamını anlatan Friedrich Klopstock’un Mesih (1748-1773) adlı dini destanı bir başyapıttır.
Fırtına ve Baskı orta sınıf sosyal değerlerine geleneğine ve politika siyaset ve teolojideki otoritesine karşı isyankar genelde kaotik bir hareketti. Genç Schiller ve Johann Wolfgang von Goethe bu akimin iki önemli dramatistiydi. Schiller’in ilk romani Soyguncu (1781) iki kardeşin hikayesini anlatır. Kardeşlerden biri babasını öldürmeyi hedefler diğeri ise bir soyguncu çetesi kurar ve ormanları gezer. Schiller’in diğer gençlik romanları baskıcı sosyal kuralları tiranlığı ve politik yozlaşmayı anlatır. Bir fahişeyi seven asilin hikayesini anlatan Merak ve Aşk (1784) bir İspanyol prensinin babası Krala karşı duyduğu nefreti anlatan Don Carlos (1787) bu eserlerdendir. Goethe’nin melankolik ilk romanı Genc Werther´in Acıları (1774-1787’de tekrar gözden geçirildi) Avrupa’da fırtınalar estirdi. Romanın çoğunluğu Werther adındaki genç bir adamın evli bir kadına yazdığı umutsuz aşk mektuplarından oluşmaktaydı.

Bu akımın felsefi ilham kaynağı Goethe’nin de hocası büyük filozof ve tarihçi Johann Gottfried Herder idi. Herder Alman yazarlarını eski Yunan trajedilerini taklit eden Fransız Neoklasistlerin’in etkisinden çıkarmaya çalışmıştı. Shakespeare’nin doğanın kanunlarını anlayan bir alim olduğunu düşünüyordu. Herder tüm dünyadan şiirler toplayıp onları Almanca’ya çevirip her birinin kendi essiz gücünü kanıtlamasına yardımcı olmuştur.

Alman Klasizmi: Alman Klasizmi Goethe Schiller ve Almanya’nın en büyük lirik şairi Friedrich Hölderlin tarafından idare ediliyordu. Klasizm yaklaşık 30 sene boyunca gelişti; ta ki, 1787’de Goethe’nin İtalyan klasik antiklerini incelemek icin yaptığı iki senelik bir geziye kadar.


Friedrich Hölderlin

Goethe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklığı (1795-1796) romanı aktör ve oyun yazarı olarak doyuma ulaşmaya çalışan Wilhelm üzerine yoğunlaşır. Kitap Wilhelm’in olgunluk kendini tanıma ve sosyal sorumluluk bilinci kazanması yolunda geçirdiği yavaş ve bazen sancılı süreci anlatır. Bu çalışma kişisel gelişim romanlarının ilk örneği sayılır.

Shakespeare’in yapıtları İngiliz edebiyatında ne ise Schiller’in büyük tarihsel dramları da Alman edebiyatında Klasik tarz olarak sahneden kalmıştır. Schiller’in sonraki oyunları çok tartışılan felsefi konuları Avrupa tarihinin çalışmalarının karmaşık anlamasını arı düşünceleri ve büyük bir edebi tarzı birleştirmişti. En ünlü oyunları tarihsel dramalardır: İskoç hükümdarı Mary İskoç Kraliçesi’ni anlatan Mary Stuart (1800); Fransız kahramanı Joan d’Arc’i anlatan Orleans Kızı (1801); ve efsanevi İsviçreli kahramanı anlatan William Tell (1804).

Hölderlin’in şiiri şiirsel güzelliği felsefi derinlikle birleştirir. Ekmek ve Şarap (1800-1801, yeniden düzenlemesi ölümünden sonra 1894’te yapılmıştır) ve Patmos (1801-1803) gibi klasik güfte ve ağıtları eski Yunan stilini ve ruhunu canlandırmıştır.

Romantizm: Romantizm 1790’ların sonunda önemli ve etkileyici bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Romantikler düş gücünü ve güçlü duyguları konu alıp edebi ifadenin daha özgür biçimlerini ele aldılar. Belki de Romantiklerin en iyisi Novalis takma adıyla yazan Friedrich von Hardenberg idi. Yardımcısı Friedrich Schlegel ile beraber Novalis insani imgeleminin gücünü keşfe çıkmışlardı. Geceye İlahiler (1800) şiirlerinde geceyi ölen nişanlısı ve Tanrı arasındaki ruhani birliğe giden eşik olarak gördüğü ölüm ve sonsuzluk sembolü olarak görüyordu.


Friedrich von Hardenberg

Diğer romantik yazarlar özellikle Friedrich Tieck ve E.T.A. Hoffmann da bilinçsizlik dünyasını irdeliyorlardı. Bu iki yazar 1800’lerin sonunda ortaya çıkan modern psikanalizin Avusturyalı babası Sigmund Freud’un öncelleri olarak kabul edilirler.

Çoğu romantik lirik şiirler yazdı. Novalis’ten sonra bu şairlerin en ses getireni Joseph von Eichendorf’tu. Yüzeyde şiirleri çok basitti ancak dikkatli incelendiğinde oldukça derindi. Eichendorf’unkilerin yanı sıra Wilhelm Müller gibi romantiklerin diğer romantiklerin şiirleri içlerinde Franz Schubert’in de bulunduğu Alman romantik bestecilerince sıklıkla müziğe geçirilmiştir. Bu sanat şarkıları günümüzde de hala popülerdir.

Alman romantizminin önemli bir özelliği de yazarların tümünde görülen sıkı bir milliyetçiliktir. 1800’lerin başında Jakob Grimm ve Wilhelm Grimm tarafından derlenen Alman efsaneleri yalnızca Alman milliyetçiliğini değil aynı zamanda romantiklerin efsaneler ve folklora ilgisini de ifade etmiştir. Grimm kardeşler aynı zamanda linguistik (dil bilimi) çalışmalarının da kurucuları olarak kabul edilen bilgelerdi.

Diğer Yazarlar: 1800’lerin başlarındaki bazı yazarlar öylesine kişisel yazılar yazmışlardı ki, onları belli bir sınıflandırmanın içine koymak çok da mümkün değildir. Bu yazarların içinde Goethe Heinrich von Kleist ve Georg Büchner de vardır. 1808’de Goethe başyapıtı Faust’un ilk bölümünü bitirmişti. İkinci bölümü ise öldüğü 1832’de bitirmiştir. Faust 1500’lerde ruhunu şeytana sihirli güçler karşılığında satan bir teolog efsanesinin Goethe versiyonudur.

Goethe aynı zamanda iki zor roman da yazmıştı: Evli bir çiftle iki arkadaşları arasındaki trajik ilişkiyi inceleyen Seçme Yatkınlık (1809) ve Wilhelm Meister’in Ciragi’nin devamı olan Wilhelm Meister’in Seyyahlık Yılları (1821 1829’da gözden geçirildi).

Kleist felsefi yansımanın psikolojik derinlikle biçimsel mükemmellikle birleştirilmiş dramalar da yazmıştır. Penthesilea (1808) Amazonların kraliçesi Penthesilea ile antik Yunan’ın en cesur savaşçısı Archilles’in arasındaki aşk hikayesini resmeder. Kleist’in Homburg’lu Prens Friedrich (1810) dramının kahramanı askeri emirlere uymayı reddederek idama mahkum edilen bir prensin hikayesidir. Kleist intikam pesindeki üçkağıtçı bir at tüccarının hikayesi Michael Kolhaas (1808) ve nasıl olduğunu bilmeden hamile kalan bir asil kadını anlatan Fahişe Markizi (1808) gibi oldukça kısa romanlar da yazmıştır. Buchner’in draması Danton’un ölümü (1835) Fransız Devrimi’ni resmeder. Woyzeck (1835-1837) romanı ise üstlerince aşağılanan ve bu nedenle deliren bir ordu komutanını anlatır.
Yükselen Alman milliyetçiliğinin aksine Goethe yaşamının son yıllarında Asya edebiyatına dönmüştür. Çin romanlarını takdir etmiş ve eski Pers şairi Hafız’ın şiirlerini taklit eden şiirler derlemesi Doğu-Batı Divani’ni (1819) yazmıştır.

1830’dan 1880’e Alman Edebiyatı

Genç Almanya: Genç Almanya hareketi 1830’larda etkin hale gelen ve edebiyatı politik düşünceleri ifade etmede kullanan radikal Almanlarca oluşturulmuştu. Bu yazarlar dönemin muhafazakar prensi Klemens von Matternich’in politikalarını şiddetle eleştiriyorlardı. Birçok Genç Alman başarısız 1830 ve 1848 devrimlerinde rol almıştı. 1848’de kurulan ve Almanya’yı birleşik ve liberal bir demokrasi yapmak isteyen seçilmiş konsey Frankfurt Birliği’ni desteklemişlerdi. Bu birlik sonradan dağıtılmıştır.
Bu dönemin en tanınan şairi Heinrich Heine’dir. Alman kültürünü o kadar aşağılık görüyordu ki, yaşamının çoğunu Paris’te geçirmişti. Heine Almanya’yı Almanya: Bir Kış Masalı (1844) gibi genişçe okunan ve tercüme edilen çalışmalarında şiddetle eleştirmiştir. Heine aynı zamanda mükemmel bir lirik şairdi.


Heinrich Heine

Gerçekçilik: Gerçekçilik (Realizm) günlük yaşamı inanılır kişiler ve her zamanki olaylar aracılığıyla olduğu gibi resmetmeyi amaçlar. Alman edebiyatında gerçekçilik çoğunlukla Şiirsel Gerçekçilik biçimini almış ve günlük yaşamın sanatsal görünümünü yaratmayı amaçlamıştır.

Avrupa’nın diğer yerlerinde gerçekçilik özellikle kent toplumlarının gerilim ve çelişkilerini yakalamayı hedeflemişti. Alman Gerçekçiliği ise geniş ölçüde kırsal ve bölgesel kalmıştır. Gerçekçiler Adalbert Stifter’in bilim adamı olmayı hedefleyen bir gencin hikayesi olan Hint Yazı (1857) gibi romanlarla Bildungsroman’a devam etmişlerdi. Bir diğer gerçekçi Bildungsroman Gottfried Keller’in İsviçreli bir ressamın mücadelesi ve gelişimini anlatan Yeşil Henry’dir (1854-1855). Bu dönemin tipik güçlü bölgeciliğine atıfla Stifler ve Keller’in romanları sırasıyla Avusturya ve İsviçre köylerinde geçer.

1890’dan 1945’e kadar Alman Edebiyatı

Naturalizm [değiştir]1890’dan sonra gerçekçilik sosyal adaletsizlik suç varoş koşulları ve kalıtımın insani gelişimindeki rolünü konu alan edebi hareket olan Naturalizm’e yol vermiştir. Gerhart Hauptman’in Dokumacılar (1893) romanı belki de bu dönemdeki Naturalist dramın en iyi yapıtıdır.

Empresyonizm Neoromantizm Sembolizm: Empresyonizm (İzlenimcilik) Neoromantizm (Yeni romantizm) ve Sembolizm gibi resimde daha çok bilinen kavramlar aynı zamanda yazın biçimlerini tanımlamada da kullanılmıştır. Empresyonistler nesnelerin ve olayların izleyici üzerinde yarattığı etkilenimlere baskı yaparak bir tavır ve beyin hali yaratmaya çalışmışlardı. Neoromantikler insani duyguları ve tutkularını takdir eden Romantik hareketi yeniden canlandırmışlardı. Sembolistler ise şiirsel semboller fanteziler ve psikanalizden büyülenmişlerdi. Doğrunun mantıksal düşünüşle resmedilemeyeceğini ancak sembollerle önerilebileceğini öne sürmüşlerdir. Bu dönemin terimleri bulanıktır ve yazarları ise eleştirmenlerce yalnızca bir kategoriye konamamaktadır.

Huge von Hoffmansthal ve Rainer Maria Rilke’nin şiirleri o atmosferi çağrıştırdığı için empresyonisttir. Hoffmansthal aynı zamanda bir neoromantik olarak kabul edilir çünkü naturalizme karşı çıkmıştır.
Hoffmansthal büyük ölçüde Alman besteci Richard Strauss’un yazdığı opera -özellikle Der Rosenkavalier (1911)- librettoları (söz) ile tanınır.

Thomas Mann’ın romanları geniş ölçekli biçimler ve temaları sunar. İlk sosyal romanlarından Buddenbrooks (1901) tüccar bir ailenin yaşamını anlatmasıyla tamamen gerçekçidir. Mann’ın Bildingsromani Sihirli Dağ (1924) daha felsefidir ve hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900’lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder.

Arthur Schnitzler’in Viyana’da yazdığı empresyonist dram ve hikayeler kısa romanı Rüya Hikayesi’nde (1926) cinsel kıskançlığı anlattığı gibi insani hislerinin psikolojisini keşfe çıkar. Schnitzler’in çalışmaları Freud psikanalizinin derinliklerini edebiyata ithal etme denemelerini temsil eder.


Arthur Schnitzler

Ekspresyonizm: Ekspresyonizm tüm sanat dallarındaki ana bir hareketti. Ekspresyonistler yaşamı gerçeğin kendi kişisel yorumlamalarınca değiştirilmiş olarak resmetmeye çalışmışlardı. Ekspresyonizm Birinci Dünya Savaşı’na (1914-1918) ve geleneksel sosyal ve politik yapıların çözülmesi sonucu ortaya çıkan kaosa tepki olarak sahneye çıkmıştı.

Expresyonist eserlerin çoğu kabus gibi bir niteliğe sahipti. Her şeyin ötesinde Ekspresyonizm tüm geleneksel sanat standartlarının reddedildiği radikal bir deneysellik hareketiydi.

Belki de en büyük ekspresyonist yazar Franz Kafka’ydı. Onun hayalsi stili garip görüntüler kılık değiştirmiş referanslar ve psikolojik işkence ile yanıltıcı basitlikteki betimlemeleri harmanlar. Sonuç ise edebiyat tarihindeki essiz bir stil olmuştu. Kafka’nın Duruşma (1925) romanında bir adam gizemli bir mahkeme tarafından tutuklanır suçlanır ve idam edilir.

Bertold Brecht bir kitap kapağında görülüyor.Ekspresyonist dramların en iyi örneklerinden bazıları da Bertolt Brecht’in özellikle 1940’larda yazdığı piyesleridir. Bunların içinde Otuz Yıl Savaşları’nın tarihi kaydı niteliğindeki Cesaret Ana ve Çocukları (1941) ve İtalyan astronom Galileo ile onun bilimsel teorilerini dini temelde suçlayan Roma Katolik kilisesi arasındaki savaşımı anlatan Galileo’nun Yaşamı da (1943)  vardır. Brecht’in yanı sıra Georg Kaiser ve Ernst Toller de önde gelen ekspresyonistlerdendir. Bu dönemin şairlerinden Georg Trakl ve Gottfried Benn’de sahiptir.

Nazi Döneminde Edebiyat: Adolf Hitler’in Nazi Partisi Almanya’daki iktidarı 1933’te ele geçirdi. Naziler hiç zaman geçirmeden ahlaksız ve siyasetin güvenilmez buldukları ekspresyonistleri yargılamaya giriştiler. Yaptıkları ilk islerden biri ekspresyonist kitapları Berlin’de bir kütüphanenin avlusunda halkın gözleri önünde yakmak oldu.

Hitler’in Üçüncü Reich’i (1933-1945) bitmek tükenmek bilmeyen propagandanın yanında çok az değerli edebi eser üretebilmiştir. Özellikle bu dönemde Leo Weisgerber düşünceleri en çok tutulan ve Nazilerce yüceltilen dil bilimci ve edebiyatçıdır. Bertolt Brecht ve Thomas Mann gibi önemli yazarlar ABD’ye göç ettiler ve Almanca yazmaya orada devam ettiler. Diğerleri ise yakalandılar ve toplama kamplarında katledildiler.

Savaş Sonrası Alman Edebiyatı (1945-1990):
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1939-1945) Alman edebiyatı ana olarak savaşla yerle bir edilen Almanya’nın psikolojik travmalarla dolu yaşamı ile ilgilendi. Savaştan sonra Almanya SSCB tarafından kontrol edilen Doğu Almanya ve Batı ve özellikle Amerika güdümündeki Batı Almanya olmak üzere iki devlete bölünmüştü. Dönemin en önde gelen Alman yazarları Heinrich Böll ve Günter Grass’ti. Böll’un romanları Bayanla Grup Resmi (1971) ve Katharina Blum’un Kayıp Onuru (1974) toplumdaki itibarların kaybetmiş kadınları anlatır. Grass ise edebi biçimlerdeki korkusuz yorumlarıyla öne çıkmıştı. Teneke Tekerlek (1959) Kedi ve Fare (1961) ve Köpek Yılları’ndan (1963) oluşan Danzig üçlemesi şimdiki adı Gdansk olan Alman-Leh şehrindeki savaş sonrası zenginlik ve Nazi iktidarının bir taşlamasıdır.


Heinrich Böll
Savaş sonrası edebiyat Almanya’nın Nazi tarihiyle yüzleşmek için çaba sarfetmişti. Faust efsanesinin Thomas Mann versiyonu Doktor Faustus’ta (1947) bir bestecinin aşk ve ahlaki sorumluluğu sanatsal yaratıcılık uğruna reddedişini anlatır. Hikayeleri Alman edebiyatının tüm geçmişinin Nazilerin ortaya çıkmasında sorumlu olduğunu anlatmaya çalışır. Carl Zuckmayer’in Şeytan’ın Generali (1946) dramı Nazi rejiminde suçlanan Alman ordu kahramanı Ernst Udet’in yaşamı üzerineydi. Rolf Hochhuth’un piyesi Vekil (1963) Papa 12. Pius’u Nazilerin Yahudileri katletmesine göz yummakla suçlar.

Savaş sonrası drama yazarlarının en önemlileri Almanlar değil İsviçreli Friedrich Durrenmatt ve Max Frisch ile Avusturyalı Thomas Bernhard ve Peter Handke’dir. İsviçreli yazarlar Brecht tarzındaki sosyal eleştiriyi devam ettirdiler. İki Avusturyalı ise daha çok psikolojik dramlar yazmıştı.
Doğu Alman edebiyatı Batı’dakinden farklıydı. Doğu yazarları genelde sosyalist bakış açısına sahiptiler ve Batı’nın değerlerini eleştiriyorlardı. Christina Wolf’un romanı Cassandra (1983) savaştan bitap olmuş şehri Doğu Almanya’ya benzeterek Troya’nın düşüşünü yeniden anlatır. 1959’da Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya geçen Uwe Johnson politik olarak bölünmüş Almanya’nın yorgunluklarına işaret ediyordu. Johnson’un romanı Jakop Hakkındaki Dedikodular (1959) Sovyet ajanlarıyla işbirliği yapmayı reddeden bir adamın öldürülmesini konu eder.


Christa Wolf

Günümüz Alman Edebiyatı: 1989’da toplum baskısı nedeniyle Doğu Alman hükümeti çöktü. 1990’da Doğu ve Batı Almanya tekrar birleşti. Birleşmeden sonra Wolfgang Hilbig Erich Loest Monika Maron ve Christa Wolf gibi eski Doğu Alman yazarları otobiyografiler romanlar ve denemelerle geçmişleriyle hesaplaşma içine girdiler. Maron’un Küllerin Uçuşması (1981) romanında bir güç santralinin çevreyi kirlettiğini keşfettikten sonra bir gazetecinin yüz yüze kaldığı ahlaki açmaz konu edilir. Romanya’nın Almanca konuşan azınlığından Herta Müller Komünist rejimdeki yaşamı romanları Yeşil Eriklerin Ülkesi (1994) ve Randevu’da (1997) anlatır. Christoph Hein’in romanları Tango Dansçısı (1989) ve Willenbrock (2000) kendilerini bir kabusun içinde bulan normal insanları kaleme alır.