AİDİYETİNİ YİTİRMİŞ YURTTAŞLAR CUMHURİYETİ

Enver Aysever
Cumhuriyet Gazetesi,  13 Nisan 2008

‘Milliyetçilik’ toplumları ayrıştıran, üstelik kalıcı kin ve öfke doğuran, ilkel bir hastalıktır.

Büyük savlarla ortaya çıkan, içi boş ve genellikle cehaletten beslenerek yandaş bulan bu hastalık, toplumların ruhsal çöküntüsünün bir göstergesidir. Kendine güveni olmayan toplumların, hamaset yoluyla bir arada olma gayretinin bir sonucudur.

Herhangi bir takımı tutmak, bir fan-kulüp üyesi olmak kadar bile önemi, değeri yoktur. Bir takım tutmak için birini diğerine yeğlemek; örneğin bir sanatçının kulübünde yer almak için, o kişinin diğerlerinden farklı olduğunu kavrayacak bir bilince, beğeniye sahip olmak gerekir. Oysa bir milletin üyesi olmak doğuştan gelir, üstelik hiçbir çaba gösterme gereksinimi olmaksızın edinilir.

Ernest Gellner, milliyetçiliğin politik bir tanım, tercih olduğunu ortaya koyar. Buna göre; milletler Tanrı vergisi, doğal oluşumlar, tasnifler değildir. Sonradan oluşturulan politik bir konumlandırmadır. Kimi zaman milletler ortak kültürlerden oluşur, çoğu zaman icat edilmek zorunda kalınır. Sanıldığı gibi millet ve milliyetçilik kavramlarının tarihi eski değildir. Söz konusu olan genç ve pek çok zaafı olan bir öğretidir.

Aslında doğuştan edinilen bir millete ait olma durumu, sonradan kurgulanmış bir siyasi tasarımın ürünüdür. Kutsiyet atfedilen bu durum, gülünç hallere düşürmektedir insanlığı. Doğaya şöyle bir baktığımızda hayvanlar arasında ne bayraktan, ne sınırlardan, ne de herhangi bir kutsal duygudaşlıktan söz edilemez. Söz konusu olan Hobsbawm’ın dediği gibi; politik, teknik, idari, ekonomik ve diğer gerekçelerden oluşan bir sınıflandırmadır.

Hobsbawm milletlerin ağırlıklı olarak tepeden oluşturulmuş bir kurgu olduğuna işaret eder. Sıradan insanın milli olması gerekmemektedir. Ona bu sorumluluğu, rolü ve görevi yükleyen bir büyük toplumsal tasarım peşinde olan gücün tercihidir.

Bizim ülkemiz aidiyet duygusunu büyük ölçüde yitiren insanlardan oluşmakta, bu durum giderek kökten ayrışmaları doğurmaktadır. Modern ve ekonomiyi biçimlendiren orta sınıf, beyaz yakalılar; kendi yaşam alanlarının daraldığını, laik devlet yapısının yerini muhafazakâr ve dindarlaşmış bir biçime terk ettiğini görmekte ve bu yeni oluşan devlet fotoğrafının içine kendilerini koyamamaktadırlar.

Büyük oranda dindar ve az okumuş insanlardan oluşan; belki esnaf, zanaatkâr diyebileceğimiz ve yeni bir sermaye oluşumuyla birlikte gündeme gelen bir diğer insan topluluğu da bu aidiyet duygusunu ya hiç taşımamış ya da çoktan yitirmiştir. Modern-laik yapıdaki Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman onları ifade etmemiştir. Üstelik bugün çoğunluk olarak iktidar olmuşlar, ancak bir türlü muktedir olmayı başaramamışlardır.

Çok zamandır dillerini, kültürlerini yaşama noktasında zalimce engellemelere maruz kalmış Kürt nüfus, dünyanın değişen dengeleriyle birlikte ait olma duygusunu artık hepten yitirmiştir. Geçmişte pek çok örneğini gördüğümüz köy yakmalar, bok yedirmeler, dayak, işkence uygulamaları bu insanları temelsiz bir terör örgütünün kucağına atmıştır. Bölgesel gelişmeler, küresel kapitalizmin ürünü olacak bir başka milliyetçi devletin, Kürt devletinin oluşmasına olanak vermekte ve bu insanlar yanılgıyla bir milliyetçi baskı öğretisinden, diğerine geçiş yapma eğilimindedirler.

Aynı sözleri kolaylıkla inançları gereği ötekileşmiş, dışlanmış Alevi toplumu için söylemek olanaklıdır. Tuhaf olan; bu büyük, hatırı sayılır kitlenin Osmanlı zulmüne tepkiyle, yeni kurulan Cumhuriyete büyük inançla sarılmış olmasına karşın; genç Cumhuriyetin baskıcı Sünni-Hanefi uygulamalarıyla ezilmiş olmasıdır. Şimdilerde iktidarlaşan Nakşi geleneği bu insanların aidiyet duygusunu derinden zedelemiştir.

Kimsenin kendisini sahibi, mutlu ve ait hissetmediği bir devlet aygıtının dik durması, ilelebet payidar kalması olanaklı mıdır?

Bu sorunun yanıtı için yine küresel zırvaların yanıtlarını bulmak gerekir. Tüm bu insanların bir arada yaşama iradesine sahip olması için çok önemli gerekçeler bulunmaktadır.

Ekonomist Friedrich List, geniş kaynaklarla donatılmış, büyük nüfuslu ve geniş bir toprak parçasına sahip olmanın, milliyetin esas gereği olduğuna dikkat çekiyor. Küçük devletlerin ayrı bir dili olsa bile sanatın ve bilimin gelişmesi için derme çatma kurumlara sahip olabileceğini söylüyor ve ekliyor; “küçük bir devlet kendi toprakları içinde üretimin çeşitli dallarında asla tam anlamıyla yetkinleşemez.”

Hobsbawm ulus-devlet yapısını eleştirmekten geri durmamış; yine de Leninist-Wilsoncu bir yaklaşımın, toplumların kendi yazgılarını tayin etme hakkının yirmi birinci yüzyıla çözüm üretmekte sağlıklı sonuçlar vermeyeceğine işaret etmiştir.

Tek kutuplu, küresel kapitalizmin kucağındaki dünya sosyalistleri ulus-devletleri yeniden kurgulayarak yola çıkmak zorunda kalmışlardır. Ulus-devletler henüz ömrünü doldurmamış, tersine küresel şiddete karşı bir direnç noktası olarak yeniden güçlenmiştir.

Çokdilliliğin, çokkültürlülüğün, çokdinliliğin önemini kavrayarak; ortak yazgıya mahkûm insanlar olmanın, aynı coğrafyaya ayak basmaktan kaynaklı olduğunu tüm gruplar yeniden kavramak zorundadır.

Hangi milletten olduğumuzun öneminin kalmayacağı şiddet günleri kapımıza dayanmıştır.