VURSUN, KAFASINI PATLATSIN

Kuban Paul Seauhmann
13.10.2007

Bir ilk okulun önündeyim.

Oğlum ilk kez okula başlıyor.

Öğretmeni bir gün önce rica etmişti.

– Sizin mesleğiniz televizyon yöneticiliği, sınıfımıza alınan yeni televizyonu kurar mısınız?
– ?

Yapılacak iş basit. Televizyonu elektrik fişine takacaksınız. Anten ve video kablosunu da televizyona.

Elbette kabul ettim. Gerçi televizyon yöneticilerinin, televizyonu sınıfa kurmaları arasındaki bağlantıyı anlamadım ama olsun… Önemli olan karınca kararınca yardımcı olmak.

Ertesi gün sözleştiğimiz saatte okulun kapısında bekliyorum. 13 yaşında bir çocukla babası da kapının önünde. Okulun hizmetlisi geldi. Zil çalana kadar beklememizi sonra televizyonu sınıfa kuracağımızı söyledi. Beklemeye başladık.

Hizmetli, çocuğuyla kapıda bekleyen adama döndü.

– Senin oğlan kavgaya karıştı. Müdür sizi onun için çağırdı.

Adam sinirlendi. Döndü oğluna burada yazamayacağım bir küfür savurdu. Sonra bana döndü.

– Beyefendi devir değişti. Evvelden böyle miydi? Hep suç öğretmenlerde. Vursun, kafasını patlatsın bak bakalım kavga edebiliyor mu? Bizim zamanımızda…

Sözünü kestim.

Öğretmenlerden oğlunuzu eğitmeleri için yöntem olarak dayak atmalarını mı istiyorsunuz, dedim. Önce afalladı. Sonra tabi ki, dedi. Biz az mı dayak yedik, diye isteğinin sağlamasını da yaptı.

Hizmetli söze girdi.

– Dayak şart. Yoksa bunları adam edemezsiniz…

Yıl 2007. Ekim ayı. Bir ilk okul bahçesinde konuştuğumuz konu bu. İstanbul’un göbeğinde üstelik…

Yani 60 yıl önce neyse şimdi de o…

Çocukları asker ocağındaki gibi sıraya dizip, rahat hazırol komutlarıyla ayakta diken, sonra marş marş diyerek sınıflara sokan bir kültürün yetiştirdiği baba, elbette dayakla eğitimi doğru bulacak.

Zor. Şark toplumunun her alanında yaşamak zor.

Eti benim kemiği senin, diyen babaların, annelerin; kemikleri kırılmış çocuklarını hastane kapılarına götürdüklerine çokça tanık olduk, oluyoruz. Soruyorsun bu anne babaya; ne düşünüyorsun?

– Öğretmenin vurduğu yerde gül biter…

İlk okulda dayak… 2007 yılının Ekim ayında… İstanbul’un göbeğinde…

Sonra ne oluyor?

Bu çocuk büyüyor, sorunlarını şiddetle çözeceğine inanarak yaşamını idame ettiriyor. Tek çözüm şiddet. Başka çözüm yok.

Geçenlerde 10-15 yiğit kardeşimiz Rus Büyükelçiliği önünde protesto eylemi yaptı. Düşünün olayı izleyen gazetecilerin sayısı kendilerinden fazla.

İşte bu kahraman kardeşlerimiz ilk okulda dayak yiyerek, rahat hazırollarla büyüdüler. Bunun bir sonucu olarak; ”şiddeti pompalarsam sonuca ulaşırım” mantığı gelişiyor. Alıyor eline pankartı gidiyor.

Bunlar orada slogan atarken, Abhazya Devlet Başkanı Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmak istiyor. Dış İşleri Bakanı Abhazya Devlet Başkanı’na koşullar sürüyor: ”Eğer Gürcü yetkilerle bir araya gelirseniz sizi resmi olarak karşılarız.” Sergey Bagapsh ret ediyor ve yalnız hemşehrilerine ziyarete gelme kararı alıyor.

Peki Rus Elçiliği önündeki yiğit kardeşlerimiz, oradan Dış İşleri Bakanlığı’nın önüne gidebiliyor mu?

Ne gezer? Çıt yok…

İşte dayakla terbiye edilen bireyin geleceği son nokta bu.

Çünkü gücü gücüne yetene!

Öğrencilik zamanında dayak yersin. Öğretmen olduğunda sen dayak atarsın. Milli Eğitim Müdürü de gelir sana dayak atar, ona da onun üstü.

Yaşamı dayak yeme ve dayak atma üzerine kurulu bir düzende sonuç ne olur?

Ne olacak? Rus Büyük Elçiliği önünde efelenirsin, Dış İşleri Bakanlığı’nın önünden süt dökmüş kedi gibi geçersin…

Ah xabze neden bıraktın bizi…

SonSöz
Çerkes, yiğitliği her yerde gösterebilendir. (Kuban)