UZUNYAYLA’DA DOĞMAK-BÜYÜMEK

WORDIM Müzeyyen
27.01.2009

İnsan doğduktan belli bir yaşa kadar kadar hatırlamıyor. Benim de anlatacaklarım, bu yaşlardan sonrası ama o yaşa kadar olanını bana anlatılanlardan yazacağım.

Annem Kabaktepe’de dayılarımın evinde rahatsızlanınca bir şekilde şehre gitmek zorunda kalmış. Kayseri‘de dünyaya geldim. İsmimi de büyüklerime fırsat kalmadan görevli hemşire koydu.

7 aylıkken dünyaya geldiğim söylenir. Ailenin beşinci çocuğu olduğum için elden ele dolaşacak kadar kıymetli değildim. Tahtadan yapılmış beşiğimiz vardı. Kardeşler, hepimiz onun içinde büyüdük, hatta amca çocukları da. Bazen de aynı beşik köyde birilerince emanet alınır pek boş kalmazdı. Doğan çocuk bahsettiğim beşik evdeyse ona, yoksa ipleri tavandaki kalın merteklerden asılmış bez salıncağın içine yatırılırdı. Doğduğum ay için annem mevsim iyice ”güz” derdi! Artık Ekim-Kasım ayı. Orası da çok belli değil. Haftanın hangi günü doğduğumu hatırlayan yoktu ama çocukluğumda “bereje guşe yurabike” (Çarşamba günü mu doğdun) diye sık sık söylendiğini hatırlıyorum.

Köyümüzün adı Beyazköy ama çocukların kundağına konan toprak oldukça karaydı. İri taneli toprak sobanın kuzinesinde ısıtılır, beyazın az diğer renklerin daha çok hakim olduğu kundak bezlerine sarılırdı. Ağladıkça abla veya ağabey tarafından beşiğini sallayacak birine emanet edilirdi. Bebek, annesinin; evin misafirine, ırgatına, çobanına yemek-ekmek pişirmesinden ötürü günde iki belki üç kez ancak görürdü. Annenin eli değmezdi, bebeğine pek vakit ayıramazdı. İhtiyacı halinde değil de arada fırsat bulduğunda kundağımızın toprağı değiştirilir, karnımız da doyarsa sorun biterdi. Bütün bir gün annemize olan sıkıntımız o kadardı. Annenin en büyük yardımcısı bebeğin birkaç yaş büyük ablasıydı. Anne kadar emeği geçer, bebeğin bakıcısı sayılırdı.

Denir ya toprağın içinde büyüdük, aynen şartlar öyleydi. Sağlıklıydık. İlk kez doktora gittiğimde on üç, on dört yaşındaydım. Çocuk ölümleri yok denecek kadar azdı.

Dedenin, babaannenin, iki amcanın; kısacası, ailenin on birinci nüfusu olarak yavaş yavaş kalabalık aile ortamının bir ferdi olmaya başladım. Dört, beş yaşındayım artık. Olan-biteni anlıyor gözlemliyordum. Sanıyorum ki Kabardeyce’den başka konuşulan dil yoktu.

Dedemin otoritesinin farkındayım. Aile fertleriyle yemek yemiyor, ayrı ve herkesten önce ona yemek veriliyor olması özellikle dikkatimi çekiyordu. Anneme benden önceki kardeşlerim nasıl hitap ettiyse ben de gelinlik ismi Özcan olan ismi Kabardey aksanıyla Uzcan diyorum, babama da baba diye hitap etmiyorum. Yani günümüz anlamında bir baba sevgisi, yakınlığı görmüyorum ama babam olduğunun farkına varıyordum.

Büyüklerin olduğu ortamlarda babam oldukça mesafeli ve soğuk davranıyor, duruşuyla bize birçok mesaj veriyordu. Büyüklerin yanında bana yaklaşmayın, beni büyüklerimin huzurunda mahcup etmeyin düşüncesiyle gözlerinin altından sert bir ifadeyle bakardı. Çoğu kez aklım almazdı! Hiçbir suçumuz da yok, neden babam bize böyle sert ifadelerle bakıyor diye bir anlam veremezdim. Geleneklerimiz öğrendikçe, neden böyle olduğunu anlıyordum. Ben de ona sıcak bakmıyordum, yani geleneklerin gerektirdiği gibi çocuklar olmuştuk. Babam büyüklerin ortamında adımızla da hiç hitap etmezdi. Bizden bir şey isteyecek olsa adımızı anmadan seslenirdi. Bu durumu da çok garip bulurdum. Çocuklarına çok mesafeli davranması ve soğuk durmasına bir anlam veremiyor, kabullenemiyordum ama görünür hiç bir tepkim de yoktu. Nadiren bazen göz göze gelirsek gözünün altından hafif gülümsediğini hatırlıyorum.

Bizim jenerasyonumuzdan olanlar bilir. Zamanla büyüdükten sonra bu mesafeyi kapatmak çok güç oldu. İleriki yıllarda aradaki mesafeyi kapatamıyorsun. O çocukluk günlerinden izler kalıyor. Bazen sarılmak onu kucaklamak istiyorum ama bir şey engel oluyor ne olduğunu bilemediğim. Aynı duyguları babamın da biz çocuklarına karşı hissettiğinin farkındayım. Çünkü gözleri doluyor. Neyse ki yıllar sonra da olsa birbirimizi anlıyoruz.

O zamanlar, aile varlıklı da olsa kurallar katıydı. Bir yerde yokluk çekilmek zorunluluğu var gibiydi. Ayrıca herkes öyleydi özenilecek bir ortam veya kişi de yoktu. Dedem Uzunyayla’da ekonomik durumu iyi olanların içinde sayılırdı. Evin çocuğuna gelenek ve görenekler anca bu kadarına izin veriyordu. Genelde kardeşler birbirimizin eskileriyle büyüdük. Yeni şeyler yılda iki kez alınırdı, ilkbahar ve sonbahar da. İlkbahar da renkli naylon ayakkabılar, sonbaharda da içi tüylü dışı lastik bot-ayakkabı alınırdı. Bu iki ihtiyaç, bu iki mevsimde asla ihmal edilmezdi. Ailenin varlığı, imkanları aile fertlerinden ziyade en çok misafir için kullanılırdı. Misafir için aile seferber olur, kusursuz ağırlanmaya çalışılır bu arada ailenin fertleri özellikle de çocuklar unutulur ihtiyaçları gözardı edilirdi.

Çocuklar fazla önemsenmezdi. Akşam olunca annemin etrafında ayağına dolanırdık, açıktık, uykumuz geldi, diye. Oturun da bekleyin, biraz sonra yemeğinizi vereceğim derdi. Özellikle yaz günleri akşam yemeklerinde misafir ”haceş”de yemeğini yiyecek, sofra dönecek ondan sonra evin çocukları en son yemeğini yiyecekti. Tabi evin çocuğu o saatte kadar bir köşede, yer minderinin üstünde uyuya kalmadıysa. Yaz günleri evimizde misafirin olmadığı bir akşam pek hatırlamıyorum. Belki bir belki iki gün ev misafirsiz olurdu. Yalnız aile fertlerinin olduğu bir akşam ortamının, bana çok değişik geldiği hafızalarımda kalmıştır.

Fakat; -bugünkü anlamda- beslenme konusunda veya giyinme konusunda ihmal edildiğimiz, çok önemsenmediğimiz söylenebilir ama aile büyüklerimizin sevgilerinden emindik, kuşku duymazdık. Sağlam bir kişilikle yetiştirildiğimiz inancındayım. Her birimizin Kabardeyce özel isimlerimiz olur, o isimlerle aile içinde hitap edilmesi bizi yüreklendirirdi. Davranışlar ailenin mevcut ilgisi tamamen geleneklerin bir parçası olduğunu kabullenir, ihmal edildiğimiz anlamında algılamazdık. Babaannem bazen köyün içinde yemekli davetlere gitmiş olurdu. Yemek sırasında bizi görmesi halinde, bir dilim ekmeğin üstünde bir parça eti bize uzatır, o anda bir dilim ekmekle de olsa yemeğini bizimle paylaşırdı. Büyüklerin bu tür davranışları çok hoşumuza gider, sevinirdik. Yemekli davet ortamında büyüklerimizle aynı masada oturup, yemek yemeyi hiç aklımızdan bile geçirmezdik.

Çocuklarla anne-baba değil de diğer aile büyükleri daha çok ilgilenirdi. Anne babasına çok düşkün çocuklarda büyükler tarafından pek tasvip edilmez, hatta biraz diğer çocuklara göre dışlanırlardı. Benim küçüğüm anneme-babama daha yakındı. Dedem o kardeşimi bizler kadar sevmezdi, kardeşimde dedemin olduğu ortamlara gitmez ona görünmek istemezdi.

Dedem bazen haftanın bazı günleri -özellikle cuma- Pınarbaşı’na giderdi. Dönüşünde köyün dolmuşu (minibüs) çocuklar tarafından meraklı gözlerle beklenirdi. Dedem arabadan inince, hepimiz koştururduk. Kargaşa içinde kimimiz bir iki alırken diğerinin eli boş kalırdı. Amca çocuklarımız da aramıza katılır hediyeleri eve taşırdık.

Bazen ağabeylerimiz el arabasıyla taşımak isterlerdi. Çocuklar için için sormuk şekeri mutlaka alınmış olurdu. Çünkü çocuklar tarafından karşılama törenleri bilinir kaçınılmazdı. Arada o anı kaçırdığımız şekeri almak için kapının eşiğinde beklediğimiz olurdu, fark edilirsek şekerimizi almak isteriz gibilerinden.

Şehirden (Pınarbaşı’ndan) getirilen meyvelerden bize tane olarak düşmesi her seferinde pek mümkün olmuyordu. Yenilirken rastlarsak bir-iki dilim verilirse yeterli oluyordu. Evin en büyük çocuğu her zaman ayrıcalıklıydı. Şehirden ablama özel, ayrı hediyeler almış olurdu (terlik, saat gibi). Haksızlık olarak düşünürdüm, sanki biz torunu değil miyiz diye ama evin küçüğü olmak yok mu (!) avantajlarından çok dezavantajları vardı dile getirmek ne mümkün!

Dedeme ait Hamberej denen günümüzün kilerine benzer oda büyüklüğünde bir yeri vardı. Orası oldukça serin ve insanlardan uzak bir yerde tahminen bir, iki kilo ağırlığında büyük bir asma kilidi de vardı. Penceresi küçük demirli ayrıca da telliydi, meyveler orda saklanırdı. Bazen o pencereden içeri bakardık. Tavana asılmış elma sepetleri olurdu ama istediğimizde girip alamazdık. Köyün içinde herhangi biri hastalanırsa bir limonunuz var mı diye gelenler olurdu veya hastayı sormaya kim giderse cebinde bir elma, bir portakalla giderdi. Hastanın bir adet meyveyle sorulmasında hiçbir zorunluluk duyulmazdı.

Şartlar böyle olmasına rağmen aç gözlü değildik. Tam tersi; çocukta olsak uzatılmadıkça, ikram edilmedikçe asla almıyorduk. Sıkı terbiye edilirdik, bazen misafirliğe giderken büyüklerimiz tembih ederlerdi! Sakın ha misafirlikte sofraya oturduğunuz da hiç yemek görmemiş gibi yemeğe saldırmayın, bir yere gitmemiz gerektiğinde evden çıkarken çok aç çıkmayın, bir şeyler atıştırıp öyle gidin denirdi.