THAMADE ŞUAYİP’İN ÖYKÜSÜ

KEC-I Süleyman Yavuz

Şuayip seksenine merdiven dayamıştı. Artık dizleri eskisi kadar güçlü taşıyamıyordu zayıf ve uzun bedenini. Bu yaşta bu denli çöküntü belki birçok insan için normal olabilirdi. Lakin Şuayip için öyle olmamalıydı. Bir yerlerde, bir şeyler yaşamının içinde ters gidiyordu, bu denli çökebilmek için.

Çınara yıldırım düşmesi misali çökmüştü Şuayip.

Onu yiyip bitiren şeyler vardı.

Onlarca yıl anlaşılamamak bitirmişti belki de. Ta ki, Şhafit misafirliğe gelene ve kendinde konuk olana dek sürmüştü bu sıkıntı. Gagasını, tüylerini, pençelerini kırk, kırk beşinden sonra yenileyen kartal gibi hissetti kendini bu ziyaret sonrasında, çok değişmişti lakin baharın sonuydu artık.

Kuruyup düşen yaprak gibi düşmesi yakındı toprağa.

Devamında yaşadığı altı yıl boyunca çok mutlu oldu ve terk etti yeryüzünü. İnsanlar böylesine gülümseyen bir naaş görmediklerini yıllarca anlattılar biri birilerine. Gel gelelim nedeni hakkında yorum yapabilen pek çıkmadı. Yapsa yapsa bir tek Şhafit yapardı ‘’neden’’, ‘’niçin’’, yorumunu.

Şuayip’i çökerten sebep neydi?

Öncelikle Şuayip’i bir tanıyalım, kim ola bu huysuz ihtiyar!

Çok güçlü bir pehlivandı gençliğinde. Yağlısından değil tabiî ki. Zeytin ne gezer Adige kültüründe ve coğrafyasında. Gömlek ya da kuyruk yağıyla güreş olmayacağına göre, karakucaktı aslolanı.

Çok da iyi oyuncuydu. Benim diyen delikanlılar ikinci, bilemedin üçüncü kızda leperuj pes ederken, ‘’imdat’’ der gibi bir erkeğin oyuna girmesini gözlerken, o beşinci altıncıda girenler için (!) acaba bu kız bunun kaşenimi de (!) hemen daldı deyyus, diye düşünürdü.

Yalçın kayalardan yuvarlanan kaya parçası gibiydi, sürüklüyordu peşinden birçoğunu beraberinde oyuna.

Doyamazdı leperuj ve kafe oynamaya.

Bir de;

Haluj ya da bal ile haluğur jetepaç yemeye.

Kendini bulutların üzerinde uçuyor gibi mutlu hissediyordu yerken. Lığuru didiklemek kadar zevkliydi haluğur zetepeçı didiklemek. Sonrada bal ya da reçele bandırıp ya Allah, bismillah deyip hop…

Hele de;

Şips pasteyi buldu mu (!) onun bulunduğu sofradan yeme fırsat bulup tok kalkabilmek mümkün değildi diğerleri için.

Çatal geç kalmadıysa eğer, bunca yediği nereye gidiyor anlayabilmek mümkün değildi. Kuban nehri kadar olmalı sindirim sistemindeki donatılar, kıvrımlar ve uzunluk, diye düşünüyordur mutlaka diğer sofradakiler…

Şuayip;

Şımafe gibi bir dedenin torunu olarak onun öğretileriyle filizlenme şansını yakalamış, Hacmuz gibi bir amcanın öğretilerinden faydalanmış, Kasım gibi bir köy thamadesinden dersler almış, ender bir insandı. Her insana nasip olmasa gerek böylesi bir şans. Hele ki, hele Bigaph neneden öğrendikleri cabası, ya saraylı Çakır gelinden öğrendiklerine ne buyrulur!

O denli sindirmişti ki çevresindeki büyüklerden kültürü sinesine, ancak bir kültür bu denli kavranabilirdi. Bilgeliği ve xabzeye olan bağlılığı insanları ürküttüğü kadar kendine hayranda bıraktırıyordu.

Pasteyi üç parmak kavrarken diğerleri, o çatal diye diretirdi. En büyük handikabı yer sofrasına bir türlü ayak uyduramayışıydı. Sorun boyunda değil çocukluğundan beri gelen masa kültüründeydi.

Yer sofrasında ayakları ve kendi şekilden şekile girerdi. Denizci düğümü gibi kilitlenmek içten değil bu yer sofrasında diye hayıflanırdı.

Diğer pratikleri de ilginçti! Pantolon ve gömleği geceden yatağın altına koyup hoooop üstüne yattı mıydı sabaha ütülüydü her biri.

Bir kelebek kadar zarifti giyim kuşamıyla.

Bilginin ve bilgeliğin sonsuzluğuna o denli saygılıydı ki, küçücük insanlardan büyük düşünceler çıkabileceği inancına yaşamı boyu hiç saygısızlık etmedi. İyi bir dinleyiciydi. En saçma konuları dahi can kulağıyla dinlerdi ve konulara açıklık getirilmesi gerekiyorsa küçümsemeden, üşenmeden anlatırdı bildiklerini.

Henüz delikanlılık yıllarındaydı. Bir köy büyüğü kendisini yanına çağırıp, ‘’bak bakalım şu gördüğün inek mi daha güzel yanındaki boğa mı? İlerideki horoz mu güzel, arkasındaki tavuk mu?’’ diye sorduğunda hiç düşünmeden; ‘’sevgili büyüğüm boğanın güzellik ihtişam ve gücüne bir lafım olamaz, ancak beni besleyen süttür. Horozun ihtişam ve görünümüne de bir lafım yok. Lakin yumurta katığımdır’’ diye cevap verip, büyüğünün daha ileri gitmesini kibar bir biçimde engelleyecek kadar olgunlaşmıştır.

Dedenin yediği ekşi elma torununun dişini kamaştırır.

Söylemi, hem ailesinin yüzyıllardır hassasiyetle üzerinde durduğu bir yaşam felsefesiydi, hem Şuayip’in yaşam biçimiydi. Bundan daha önemli bir felsefesi yoktu.

Tüm sorunlar kendisi ve ailesinin diğer erkek ve kızlarının geç evlenmesi ya da hiç evlenmemesi sonrasında yaşanmaya başlandı. Yıllar içinde çoğu tükendi gitti. Şuayip koca ailede geriye kalan son neferdi artık. Bu da sorunların başlangıcı olmuştu artık.

Bu da sorunların başlangıç noktasıydı artık, kocamış huysuz ve aksi bir ihtiyar olmuştu.

Kızdığında; haya, şuur, haysiyet, hüsnüniyet kalmamış defol deyyus deyip kovmasıydı konu komşuyu. Böyle böyle derken artık ne kapısı çalınır, ne de hali hatrı sorulur olmuştu. Hiçte umur etmiyordu, böylesi olacağına hiç olmasın diyordu.

Bir sabah kapısı çalınıp, kapıyı açtığında karşısında bir delikanlı görüp buyur edene değin.

Konuk Şhafit’tir.

Öykünün sonu için sizin yazılarınızı bekliyoruz… Nasıl bir son düşünüyorsanız bize yazın lütfen…

E-mail adresim:
kecsyavuz@circassiancanada.com

Yazan: M. Emin Yaşar

Şhafit, büyük şehirde hayatını kazanmak üzere genç yaşta evinden rıza almadan kaçan bir Abzegh babanın ve aşkının peşinden sıkıntı çekme pahasına rıza almadan kaçan bir Shapsugh annenin 6 çocuğunun ilkidir. Anlaşıldığı üzere aykırı olma cesareti bu ailenin varoluş sebebi ve daha sonra Şhafit’in de karakterine yansıyacak bir özelliktir.

Şhafit 13-14 yaşlarında yaşadığı toplumundan farklı olduklarını kabul etmek ve anlamakta zorlansa da gerek anne ve babasının gizli konuları konuştukları farklı dilden, gerek yaz tatillerinde gelen babaannesinin kafasını gözünü kırarak konuşmaya çalıştığı Türkçe’den ayrımına varmış ve çok paniklemiştir.

‘’Peki biz kimiz?’’, ‘’Neden biz farklıyız?’’, ‘’Farklı isek neden buralardayız ya da diğer bizim gibi olanlar neredeler?’’ sorularına sürekli cevap aramaya başlamış olmasına rağmen ilk yıllarda sadece kendilerine Çerkes ya da Adige dendiğini öğrenmiştir. Bunun cevabını ne annesinden ne babasından alabilmiştir. Zira annesinden ‘’biz Müslüman’dık ve bütün Müslümanlar kardeştir’’i, babasından ise ‘’Türkiyeli ve milliyetçi olmalı’’yı öğrendi. Babası DP, AP, DYP diye giden siyasi bir çizgide ama DISK Maden İş Sendikası’nda da yetkin bir işçi temsilcisiydi. Ailenin geleneksel aykırılığı burada da mevcuttu.

Şhafit bütün bunların sorularını ararken yaşadığı toplum ve ortam bugünkü tabiri ile varoş mahalleri eski tabiriyle işçi semtlerinde doğruyu yanlışı arama işine sorgulama ile beraber deneme yanılma yolunu da ekleyerek devam eder. Etrafındaki belirgin karakterler babasının yakın arkadaşları, Berber Musa (ülkücü), Tsegosh Ekrem (dindar), Beyazıt Hoca (İmam Hatip Lisesi hocası ve ilk rabıta misyonunda görevli) ve etrafındaki Laz ülkücüler, Kürt ve Türk devrimciler arasında sorularına cevap bulmak yerine, sorular eklenerek yaşamaya devam eder. Ülkücüler, Akıncılar, Nurcular, Nakşiler, devrimciler arasında hayatın anlamı ve yaşama sebebini ararken lise yıllarında bir arkadaşının önerisi üzerine Sultanahmet’te bulunan bir Kafkas derneğine giderler ve o gün içeri girdiklerinde akordeon ve dolinin büyülü sesi ile sanki daha önce biliyormuş ama hafıza kaybına uğramışçasına heyecanlı bir şekilde aradığı yerin ya da ait olduğu yerin burası olduğunu düşünür ve her şeyin donum noktası orasıdır. Aradığı birçok sorunun cevabını ve hissettiklerini nasıl sorması gerektiğini burada öğrenir. Gerçek hikayeyi şehirli Çerkeslerin ağzından o farklılığın biraz yavanda olsa dinler. Kah mutlu olur kah üzüntü duyar. Bazı kendi yaşıtları anne ve babasının gizli konuları konuştukları dili bilmekteydi ve o dili her Adige’nin bilmesi gereken Adigabze olduğunu öğrenir. O coşku ile 2 yıl kesintisiz akordeonun büyülü müziği, dolinin kamçılayan ritmi ile geceleri durmaksızın dans eder, her boş kaldığında da sorularına cevaplar arar. Bu babasının ve annesinin de dikkatini çeker. Her akşam döndüğünde babasının isteği ile Diduh Şuayip’in yerel müzikleri ile öğrendiklerini annesi ile dans ederek babasına gösterir. O dans eder onlar mutlu olur, onlar mutlu oldukça o dans eder.

“Çalınan hava Tleperush, Calan Diduh Şuayip.”

Şhafit artık ne olduğunu bilen farklı ve aykırı olmaktan mutlu olan aynı zamanda çok iyi dans eden bir Çerkes delikanlısıdır. Ancak bir ciddi eksikle o kendilerine ait dili bilmemekte ve Çerkes olduğunu herkese dans ederek gösteremeyeceğini düşünmektedir. O yaz tatilinde dayısının yanında pazarlarda ayakkabı satarak kazandığı paralar ve dayısının da desteği ile o yaz babasının köyüne gider. A dhetsuk, a sechal, a dehesurat diye her seferinde sevgi ve mutluluğunu gösteren Türkçe bilmeyen babaannenin yanında anlaşmaya, anlamaya çalışmaya başlar. İşi kolaylaştıran babaannenin Adigece’den başka bildiği ve evrensel bir dil olan “tatlı dil” sayesinde her şeyi anlamaya başlar. O kadar anlamaya başlar ki babasının köydeki arkadaşları “sen shidi misin eşek misin’’ takılmalarına ‘’shidiyim’’ diyerek doğru cevap verir. Ancak hiç kimse Şhafit’in neler yapabileceğini bilmemekteydi. Ta ki, bir akşam komsu köyden gelen gençler için organize edilen bir yaz eğlencesinde yapılan AdigeJegu’ya kadar.

Jegu alanına geldiğinde babasını Hatyako ile konuştuğunu bir ara görür ama bir anda kaybeder. Babası da gelmiştir ama düğün meydanında değildir. İçinden ‘’ahh simdi ben bir çıksam evde bana el çaldığı gibi beni coştursa ve döktürsem’’ diye iç geçirir. Derken müzik ve phacheclar susar alanda bir hareketlenme vardır, önüne gelene Adigabze azarlar gibi bağırıp çağıran bir yaşlı bir adam girer, herkes ayaklanmıştır, yanına gelen herkes sanki ona yakin olmak ve azarlanmak için yarışıyor gibidir. Homurdana homurdana phacechlarin başındaki pshinavonun sandalyesine kurularak, Hohner marka psineye dokunduğunda çıkan sesten şaşkına döner Şhafit… ‘’Bu o… Bu o… Plaktaki Diduh Şuayip’tir.’’

Hatyako hemen ortalığa düzen verir ve hemen Şhafit’in yakasından tuttuğu gibi ortaya fırlatır. Bütün kızların arasından en güzel oynayanlar birer birer piste çıkartılır. Şhafit’in ayakları kanatlanmış gibi, meydanda bütün hünerlerini sergilemeye başlar. Tleperush, Kumuk, Zefaql Diduh Suayip’in potpurilerine aynı kıvraklıkla cevap verir. Parmakların ve dizlerinin kanamasını hissetmeden meydanı ve pshinevoyu coşturmakta kendide damarlarındaki akan kanın coşkusu ile tanımı mümkünsüz bir haz almaktadır ve sonunda selama vererek dansını bitirir. Ancak Diduh Şuayip’te susmuştur. Çekinerek alandan tam çıkmak üzereyken herkese azarlar yağdıran o ses ‘’aaaa chle mu kako’’ diye Şhafit’i çağırır. ‘’Vore shidirer’’ diye sorar. ‘’Bunu duyması ne kadar güzel’’ diye sevinerek babaannesinden öğrendiği 3-5 kelime Çerkesce’si ile gururla “seri” der. (Shidi kelimesinin anlamını babaannesinden öğrenememesinin sebebi Türkçe karşılığını bilmemesidir.) Şhafit’in Çerkesce bilmediğini anlayan Diduh Şuayip ‘’senin adın Shidi değil Kafkas Ji’’ der. Başka çalmadan geldiği gibi homurdana homurdana meydani terk eder. Diğer pshinavolarla da dans etse de müzik ve ritmin tadını alamaz Şhafit.

Eğlence sabahın erken saatlerine kadar sürer. Şhafit çok mutludur. O aidiyet duygusunun ait olduğu toplumun tüm estetik ve güzelliğini o akşam görmüştür. Her şey çok farklıdır ertesi gün kalktığında. Babasına sormasına rağmen aksam için hiçbir yorum yapmamıştır babası. Hatta orada olmasına ve onun dans etmesini seyretmesini çok sevmesine rağmen hiçbir yorum yapmamış sadece babaannesine yardım etmesi için tembihlemiştir sadece.

Ertesi gün çeşme başına inerken önünden geçtiği bir evin bahçesinde meraya hayvanları otlamaya çıkaran çocuğa bağırıp çağıran sese döner. Bu Diduh Şuayip’tir. Yalnızca ayakları ve içindeki hisse kulak vererek eve doğru yönelir ve kapıyı çalar…

İçerdeki ses “sed xuo chle del” diye homurdanarak kapıyı açar. “Haaa Kafkas Ji vore? Kako sechal, vocje photqguo shi, ar kashtey kako” der avludaki asmaya yönelir…

Şuayip tütün sararken bir yandan da bir gıbze mırıldanıyordu.
– Varayda varirayda…
– Biliyor musun delikanlı sen rahmetli büyük amcana çok benziyorsun. Zaten dedende onun için onun adını verdi sana. Ehhh zamanuga… Dedenle biz çok sevişirdik, o benim ahretliğimdi. Hemen her günümüz beraberdi, ta ki o evlenene kadar. Dünya iyisi bir kadın buldu Fatimat, mekanı Cennet olsun. Seni görür görmez o günler geldi aklıma. Bak chele bu dedenden onun çocuklarına ve onların çocuklarına nasihati. Bunu o anlatmak isterdi ama nasip bana imiş. Ben sürgün yolunda o Hequ’da doğmuştu ama ikimizi de bir araya getiren anamız olmadığı için bizi evlatlık alan analığımız oldu. İkimizin de ailesi o çetin yolda öldü. Akrabalarımızın bir kısmı Hequ’da kaldı bir kısmı Arap diyarlarına gittiler. Analığımız bizi çok kollamasına rağmen despottu. Hayatın çetin şartları herhalde onu bu hale getiren ama o despotluğun içinde dahi bizi sevdiğini bilirdik. İkimizde bütün çocukluğumuz boyunca cheraholarımızla Cevahir anamızın bize anlattığı javir ve vrusleri öldürerek büyüdük oyunlarımızda. Hep büyüyünce önce Arap diyarlarına gidip akrabaların hepsini toparlayıp, Xequ’ya geri dönme planları yapardık. Cevahir ananında kardeşlerini getirip onları da alacaktık ama onları başka bir köye yerleştirecektik. O askere gitti ben bekledim, ben askere gittim döndüğümde o Fatimat’la evlenmişti. Garibim o da evlatlıktı. Çok yakışırlardı birbirlerine. Döndüğümde Fatimat rahmetli amcana hamileydi ve amcan doğdu senin gibi kara kaşlı, kara gözlüydü. Ben hazırdım gitmeye ama o bırakıp gidemedi. Ben çok kızdım, önce İstanbul, oradan Suriye, Ürdün derken savaş sonrası bir Ürdünlü Adige grupla Amerika’ya gittim. Oralarda yıllarca inşaatlarda, çiftliklerde çalıştım. Sonra özledim, en çok dedeni, Cevahir anayı özledim. Ancak döndüğümde ikisi de ölmüştü.

Şuayip’in gözleri dolmuştu, sesi titriyordu. Bir anda toparladı kendini her zamanki azarlayan ses tonu ile “a chle pchoumpshej vo Adyg, vo vuner Xequ”.

Daha çok söyleyecek sözü olgunu hissetti Şhafit ama sesi düğümlenmişti Şuayip’in.

Sanki zor durumu kurtarmak için gelmiş gibi bir ses…

Oooo… Delekanexer, selam selam…

Gelen Şuayip’in yaşlarında köyün bakkalını işleten herkesin Nech dediği ama Nachlarden olan Hasan’dı. Yanında yılların yüzünde oluşturduğu tüm çizgilere rağmen güzelliği gözlerinin derinliğinden anlaşılan bir nivojde vardı.

Sese dönen Şuayip gelenleri görünce gözleri parladı… Shukeblage shukeblage, diye davet etti. Ayaklandık yer gösterdik. Hatırlar soruldu ama gelen ikisi de Şuayip sanki küçük bir çocukmuş gibi ”ne yer, ne içer”i sordular. Konuşulanların çoğunu anlamayan Şhafit kelimelerin arasında tanıdık kelime duyduğunda mutlu oluyordu ama ne konuştuklarını anlayamıyordu. Fedeqabze, diyerek hepsi Şhafit’e bakarak gülümsediler. Sohbet sonrası neqoj seni de bırakalım, diye Şhafit’e de gitme vaktinin geldiğini ima ederek hep beraber kalktılar. Şuayip, Şhafit’in sırtını asifleyerek gitmeden bana uğra, dedi ve onları kapıya kadar uğurladı. Anadolu marka arabayla çeşme başına bıraktıkları Şhafit’e dönerek Nach Hasan eve giderken aksam bana uğra, babaannenin siparişleri onları vereyim, dedi…

Çeşmenin başında yalnız kalan Şhafit ne kadar düşünürse düşünsün bildiği kelimelerle hissettiklerini tanımlayamıyordu. Çok tuhaf bir duyguydu. Hüzün, saygı, onur, acı harmanlaması birbirinden ayrılmayan tek bir duygu gibiydi. Ayrıştıramadı…

Çeşmenin dibindeki dev meşe ağacının dibinde uyuyakaldı düşünürken.

Yüzüne damlayan suyun soğukluğu ile irkildi Şhafit, köyün bucun gençleri ve kızları oradaydı. Utandı biraz ama doğruldu yerinden. Delikanlıların ve kızların farklı farklı süzmelerinde rahatsız olup merhaba ve tanışma faslından sonra çeşmeden eğilip su içmek için eğildiğinde bir ses, tuhaf bir aksanla (ki, daha sonra Şhafit köyde yetişen gençlerin hepsinin Türkçe konuşmalarının komik bir aksanı olduğunu ve kurulan cümlelerin çoğunun devrik olduğunu düşünüyordu) ”sen güreş biliyor musun?” dedi.

Etraflarındaki herkesin “yavuju uch” demelerine rağmen köyün deli fişeklerinden Selahattin, Şhafit’in dans ettiği kadar dövüşebildiğini sınamak istiyordu. Bu meydan okumaya çok şaşıran Şhafit hayır diyemedi. Kızlar kendi aralarında kaldılar ama gençlerin hepsi eğlenceyi kaçırmamak için harmana doğru yürüdüler. Şhafit düşünüyordu. Ne yapmalıydı? Güreşebilir ama Selahattin de güçlü ve kendinde emindi. Şhafit’te mahallesinde IGD’li Kürt Cengiz’in karate kursunda öğrendiği bir kaç numarasına güveniyordu ama olacakları kestirmek zordu.

Güreş başladı. Rakibi güçlüydü Şhafit’in ama o da boş değildi. Epey bir süre yenişemediler ama Şhafit’in kolları ve tüm vücudu titriyordu. Kendinden emin rakibi verdiği açığı iyi yakalayan Şhafit yakasından yakaladığı gibi ters çevirip kalçasının üzerinden rakibini yere atarken gömleği elinde kaldı. Çok sinirlenen Selahattin, küfür ederek bu sefer kavga etmek için doğruldu ama diğer gençler müdahale ederek durdurdular. Ara bulundu şakalaşarak kızların yanına döndüler. Kızlar hiç oralı değil gibiydiler ama sonucu öğrenince Selahattin kızarak çeşmeden ayrıldı.

Çeşme başında isminin Armağan olduğunu söyleyen kız, emayesi yer yer dökülmüş çeşme tası ile su verdi Şhafit’e gülümseyerek. Ensesine hızlıca inen bir tokatla sersemleyen Şhafit ilk tanıştığı Mahmut’u görünce bir şey diyemedi. Şaşkındı. “Wu fayme Kashen sy fechen” dedi. Ancak ne olduğunu anlayamadığı için kıza söylenmiş gibi oldu ve o da cevap verdi. “Sfay ade…”

Mahmut bak bu Armağan, bu Şhafit siz kaşensiniz artık dedi gülerek. Daha ismini dahi yeni öğrendiği kız “ne zaman istersen kaçarım senle” dedi. Kekelemeye başlayan Şhafit içinde bulunduğu durumdan utandığını anlayan herkes takılmaya başladılar.
– Bak güzledir ama pasaklıdır, yemek yapmasını bilmez.
– Vase parası çok ister babası
– Cok gevezedir…

Karşılıklı şakalar ve atışmalar sonrası rahatlayan Şhafit her şeyin semerko olduğunu anladı. Çok tuhaf bir gündü onun için. Her şey yeni, duygular yeni, havası yeni… Sanki her şeyi, hayatı yeniden yorumlar gibiydi ve o gece eve biraz geç gitti. Daha sonra hep beraber zexese gittiler. Komşu köyden misafir gençlerde vardı. Hatta biri de Armağan’ın kaşeniydi. Armağan’ın çenesi ve dili ikisine yetti ve hep beraber çok güldüler…

Eve dönerken Nach Hasan’ın dükkanı açıktı. Selam verdi girdi. ”Neredesin sen yahu, seni bekliyorum” dedi. Gerçekten onu beklemişti. Utandı…

Nach Hasan paketleri ve tüpü hazırlarken, ”size bir şey soracağım” dedi Şhafit. Tasdikler gibi hatta soracağını bekliyormuş gibi baktı yüzüne..
– Diduh Şuayip’in hiç çocuğu yok mu?

Gülümsedi Nach Hasan.
– Evlenmedi ki, nereden olsun. Dedene kızıp gittiğinde bugün gördüğün Asiyet benim kız kardeşim Diduh ve deden benden büyüktür bayağı, Diduh Asiyet’in kaşeniydi. ”Gideceğim döndüğümde seni kaçıracağım” dedi ve Asiyet onu 30 yıl bekledi. Ancak Diduh’un hiç parası yoktu. Döndüğünde ikisi de gururuna yediremedi. Utandı diyemedi. Kaçıramadı da. İkisi de sustu aşklarını. Arkadaş kaldık hep… İşte böyle onların hikayesi. Eğer onlar Xequ’ya dönseydi benim yaşıtlarım 30 kişi oluyorduk. Bizde gidecektik onlarla. Onlar kaldı bizde…

Bu nasıl bir kaderdi, nasıl bir gururdu anlayamadı Şhafit, aşkını, özlemini kalbine gömmek, bir yanda vatan, bir yanda kaşeni…

Bir ay inanılmaz çabuk geçti. Şhafit’in dönme saati gelmişti. Önce tüm akrabalar ziyaret edildi vedalaştı. Her gittiği evden mutlaka daha önceden hazırlanmış paketleri verdiler. Peynir, kuru fasulye, nohut, hacega, kundopsu vs vs…

Şhafit Şuayip’e mutlaka uğramalıydı. Verilen paketleri bir koşuda eve bıraktıktan sonra Şuayip’in kapısını çaldı. Şuayip onu gördüğüne mutlu olduğunu sadece gözlerinden anladı. İçeri davet etti.
– Seni bekliyorum chle
– Şimdi sana bu söyleyeceklerim dedenin ve onun ahretliğinin sözleridir.
– Adigage, Adigexabze, Abgabze’yi asla unutma.
– Dun Vris ti, javir di. Düşman bugün başkası olabilir ailen, toprağın, evin için ölmekten korkma. O en iyisidir.
– Tha’dan da korkma. O saygı ve şükürü hak eder.
– Geçmişini, atalarını unutma… Tha’ya onlar içinde arada bir dua fısılda..
– Aklın seni yönetsin, ruhun ve ayakların seni taşısın…

Köyün derisinde yapılmış sehpanın üzerinde duran pakete uzanan Şuayip paketi itina ile açarak,
– Bunlar dedenden sana emanet, diyerek gres yağı içinde muhafaza edilen bir Cold toplu tabanca, kınlarından yıllardır çıkmadığını anladığı iki kama ve bir büyük kılıcı uzatarak; Tham ome! Bunları kullanmak sana nasip olmaz ama hep yanında olsun çok yakınında….

Emanetlere hayran hayran bakan Şhafit yaşananları adeta görür gibi oldu. Tam bir şey diyecekteki…. Durakladı…

Şuayip ”bu da benden sana emanet” dedi ve havluya sarılmış Hohner marka pşineyi Şhafit’e uzatarak, ”veredlerin çok gıbzelerin az olsun a secal” dedi.

Ashif yaparak dışarı çıkmadan arkasından bakmadan yolcu etti. Gurur ve hüzünle ile doluydu Şhafit. Hem ağlamak hem koşmak istiyordu.

O yılın sonbaharında Şuayip ölmüştü…

Yıl bitmeden Asiyet ve Nach Hasan…

Şuayip, Şhafit’e ”Xequ Cennet gibidir” demisti.

Mekanları Xequ olsun…