SANAT, KÜLTÜR VE DİN

YEMUZ Nevzat Tarakçı
19.04.2008

Geçtiğimiz hafta, “Comenius ” projesi çerçevesinde “ Avrupalı Aile Tablosu” (Europäisches Familienbild) konusunu incelemek üzere bir heyetle Roma’daydım.Yoğun, renkli ve zevkli geçen çalışma gezisinde İtalya’da Roma kültürünü, Roma sanatını bir kez daha inceleme imkânı buldum.

Bir kez daha derinden tarihteki din ve sanat olgusunun vurgusunu hissettim. 

Kültürün ayrılmaz bir öğesi olan din, diğer kültür öğeleri üzerinde güçlü bir etkiye sahipmiş.

Her kültür ve sanat eseri inanılan dinin izlerini taşırmış. 

Diller, ahlak kuralları, sanat ve edebiyat, tarih vb. bütün kültür öğeleri dinden etkilenirmiş.

Hepsinin içeriğinde dinin izleri varmış.

İtalya’da sanat ve din o kadar iç içe ki bunları birbirinden farklı kabul etmek asla mümkün değil. 

Ülke, manastırlar, kutsal yerler, tapınaklarla dolu.

Adeta sanatın her karesi inançla yoğrulmuş. 

Gerçi modern medeniyet, özellikle 19’uncu asırda, bilimsel ve teknik gelişmeleri doğru okuyamayan pozitivizm ve materyalizmin yaygınlaşmasıyla dini ortadan kaldırabileceği zannına kapılmıştı. 

Fakat 20’inci asrın başlarında bilimsel gelişmeler, bu konuda düşüncelerin değişmesine yol açmış.

Mesela, Max Plank, Pasternak, Schwartz, Alexis Carrel, James Jeans ve Eddington gibi bilim adamları ve filozoflar, daha sonra aynı çizgiye yakın olduğunu söyleyebileceğimiz Einstein, dinin vazgeçilmezliğini benimsemişlerdir.

Hatta Hegel, daha da ileri giderek “ Din ve sanat aynı şeydir.” demiştir.

Artık, günümüz dünyasında, kanaatimce herhangi bir dinin diğerini yeryüzünden silemeyeceği anlaşılmış durumda.  

Bir kez daha anladım ki, kültürü doğru anlayıp doğru yaşayabilmek ancak diğer bütün öğeler gibi dinin bu etkin özelliğinin iyi kavranıp çok iyi tanınmasıyla mümkünmüş. 

Tüm dünyada, farklı dinlerin ve kültürlerin mensupları, ortak değerlerde müzikte, sanatta buluşarak, sanata saygı duyarak huzurlu bir dünya için, bir arada ve karşılıklı saygı içinde yaşamak durumunda değil mi? 

Aslında, insanın gönül dünyasının ifadesi olan sanat eserlerine,  tarihten süzülüp gelen dini ve milli unsurları barındıran şaheserler demek de mümkündür. 

Sanat insanla birlikte ortaya çıkmıştır.

İnsanoğlunun var oluşundan itibaren yaşama dair bütün değerler bir şekilde sanata yansımıştır.

Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur.

Hegel’e göre; sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür.

Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.

Marks’a göre; sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur.

B. Croce; sanat, sezginin ve anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa, sanatçının yorumu ile güzel olabilir.

Çağlar boyunca insan, güzel sanatların tümünü, kendini ve ait olduğu toplumu geliştirme, zenginleştirme ve güçlendirme yolunda vazgeçilmez bir unsur olarak görmüştür.

İnsanoğlu, kendi kültür birikimini yarınlara aktarma konusunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak hep sanattan yararlanmıştır.

Görülüyor ki, sanat eğitimi, birey için, yaşadığı dünyayı kavramada, karşılaştığı problemleri çözmede, gördüğü, hissettiği şeylere karşı reaksiyon göstermede son derece önemli bir rol üstlenir.

Aslında sanat eğitimi bir bütünlük içerisinde düşünüldüğünde birey ve toplum için can damarı durumundadır.

Günümüzde, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunlara çözüm olabilecek alanlardan biri de sanat değil mi?

Tolstoy, “İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır.” der. 

Sanatta güzeli, bilimde doğruyu arayan insan ruhu ve zekâsı, aslında kendini aramaktadır.

Sanatı, insanın insanlaşması, özgürleşmesi, nitelik kazanması olarak görüyorsak, çabalarımız insan içinse; bir araya gelmede, ilişkilerde, paylaşımlarda, bir bütün olarak bu inceliği, derinliği ve farklılığı yakalamak zorundayız.

Kendimize ve topluma karşı yabancılaşmanın aşıldığı, sömürüsüz, baskısız, insanın insanca ve özgürce yaşadığı, sevgi üzerine kurulu bir toplumun değerlerini hayata geçirmek sanıldığı gibi zor değildir. Yeter ki biz bir yerlerden başlamasını bilelim.

Doğru olanı, yeni olanı arayalım ve bilincimizi bunlarla donatalım.

Bu uğurda harcanan tek tek çabalar bile, insanlık havuzuna taşınan kova kova su olacaktır.

Bütün sanatların tek bir amacı olmalı; insanın tüm duygularını insani yapmak.

İnsanın içindeki güzelliklerin ifadesi, yaşama duyulan isteğin, sömürüsüz, baskısız, kardeşçe bir yaşam isteminin adı olmalı sanat.

İnsanı, gayri insanlıktan kurtarmak ve özgürleştirmek, onu insanileştirmek olmalı.

İnsanın kaybolan iç güzelliklerini ve zenginliğini tekrar var etme ve geliştirme çabası olmalı sanat.

Kısacası, insanın kaybetmek üzere olduğu değerlerini tekrar insanla buluşturmak olmalı sanat.

Toplum olarak bizler neresindeyiz sanatın?

Sanatı, edebiyatı ne kadar toplumun faydasına sunabiliyoruz?

Ne kadar inanıyoruz sanata, sanatçıya? 

Bizler, sanatı ve edebiyatı ne zaman bize ait olan değerleri geliştirmek, bu güzellikleri gelecek nesle aktararak toplumu zenginleştirip güçlendirmenin vazgeçilmez bir unsuru olarak göreceğiz.  

Ne zaman sanatın önemini kavrayacağız? 

Ya inancın gereğini yapabilme sanatı?

Ya Kültürü doğru yaşayabilme sanatı?

Ya sevebilme sanatı? 

Aslında yaşamdaki gerçek sanat sevgiyse,

En zor zanaat da sevmek ve sevilmek değil mi?