NAMUSLU KADINLARA GÜLÜMSEME YASAĞI

Hakan Aksay

Bize yol veren arabanın hiç tanımadığımız şoförüne elimizi kaldırarak teşekkür ederken de sandalyemizi tutan garsona gülümserken de “yollu” olduğumuz için yapmayız bunları. Bizce doğal olanı budur sadece. Hepsi o kadar ama utanarak söylüyorum ki bunca yıllık Türkiye hayatımdan sonra, artık bu konularda kendimi kısıtlıyorum. Bana garip geliyor bazen, ama yine de alıştım. Hakan Aksay, kendisine gelen mektupları yayınlamaya devam ediyor.

Sevgili Hakan,

Sana bu mektubumu Boğaz kıyısında yazmaya başlamıştım. Karşımdaki eşsiz güzellikten büyük keyif duyuyordum. Tanrı’ya bana böyle güzel bir şehirde yaşama fırsatı verdiği için şükrediyordum. Seni biraz kızdırmak için de, “Konstantinopolis’i ele geçirme” amacından vazgeçmeyen atalarımızın ne kadar haklı olduğunu yazacaktım…

Ama bir telefon konuşmasıyla her şey değişti. Moralim yerle bir oldu.

Burada Anna diye bir arkadaşımız var. 30 yaşlarında, hem yüzü hem ruhu çok güzel bir insan. Geçen ay sana ondan bahsetmiştim. Hani babasız büyüyen, yıllardır üç kardeşine ve geçenlerde kanser olduğu ortaya çıkan annesine bakan fedakâr kız…

Ataköy’e taşınmasının ne kadar maceralı gerçekleşebildiğini sana şakayla karışık anlatmıştım. Şimdi taşındığı o evi terk etmesi gerekiyormuş. Nedeni, son zamanlarda siz Türklerin diline yapışan kavramlardan biriyle söylersek, “mahalle baskısı”.

Anna yaşadığı onca acıya karşın hep iyimser, sempatik, güleryüzlü ve çevresiyle kısa sürede bağlantı kurabilen bir insandır. Ama bu kez güleryüzü başına bela olmuş.

“Ataköy’ün garsoniyer semti haline geldiği” görüşünde olan emekli bir apartman yöneticisi ve birkaç işgüzar komşu “ahlak elden gidiyor” şarkısıyla kızcağıza karşı bütün apartman sakinlerini kışkırtmış.

Ellerinde iki gerekçe var: Birincisi, iki ay içinde en fazla 4-5 kez gelen misafirler arasında erkeklerin de bulunması (düşünebiliyor musun, bu çağda böyle bir “suç”!). İkincisi ise daha berbat bir neden: Kızın her zaman herkese gülerek selam vermesi, apartmanın evli erkeklerini “ayartma denemesi” olarak yorumlanmış.

Anna kavgacı birisi değildir. Çok kırılgandır. Şimdi kendine yeni bir ev arıyor, konuyu paylaştığı birkaç arkadaşına şaşkınlığını ve üzüntüsünü yansıtırken hep ağlıyormuş.

Şimdi söyle bana Hakan, bu da bir tür çağdışılık ve ırkçılık değil mi? Kız güzel ve Rus olmasaydı, başına bunlar gelir miydi acaba? Hani sen Moskova’da yaşadığın dönemde sırf yabancı oldukları ve anlaşılmayan farklı bir dilde konuştukları için halktan tepki gören ve sık sık polis kontrollerine hedef olan yabancılardan söz ederdin ya! Anna’nın yaşadıkları da en az aynı ölçüde çirkin bir saldırı değil mi?

Boğaz manzarası sinirlerimi biraz yatıştırdı. Mektubuma devam ediyorum.

Anna’nın yaşadıkları arasında bir şey, bana Türkiye’deki “ilk aşk denemem”i hatırlattı.

Bir insanın aynı anda hem bu kadar nazik ve şefkatli, hem de özensiz ve hoyrat olabileceğini ilk kez görüyordum.

İlk Türk erkek arkadaşım, elinden geldiğince hayatımın her alanıyla (doğrusu gereğinden fazla bir merak ve enerjiyle) ilgileniyor, kendisinin benim bütün sorunlarımı çözebileceğini var gücüyle vurgulamaya çalışıyordu.

Karşılığında küçük, küçücük bir isteği vardı: Başka erkeklerle hiç bağlantı kurmayacak, onlarla arkadaş olmayacak, dahası mümkünse hiç konuşmayacak ve hatta onlara bakmayacaktım!..

Bir gün kalabalık içinde beni azarlarken söylediği bir cümleyi ölene kadar unutamayacağım:

“Erkeklere asla gülümseme! Onlar senin ‘yollu’ olduğunu düşünürler!”

“Yollu” kelimesinin ne olduğunu ve buralarda “yolsuz” kelimesinden çok daha kötü anlam taşıdığını sonradan öğrenmiştim. Gülümsemenin tehlikeli olabileceğini ise ilk kez duyuyordum.

Sen Rusları iyi bilirsin. Dünyanın her köşesinde yüzeysel “Rusya uzmanları”nın kullandığı “Ruslar soğuktur, suratsızdır” tahlili, bizim sadece tanışma sürecinin başında kullandığımız bir maskeye takılıp kalmak anlamına gelir. Onun bir adım sonrasında son derece (bazen haddinden fazla) sıcak, neşeli, samimi bir iletişim durmaktadır. Birkaç adım atmasını bilenler için tabii.

Biz Rusların kompleksleri siz Türklerden daha az değildir sanırım. Ama tabularımızın sizdeki kadar fazla olmadığını düşünüyorum. Cinsellik de bizim açımızdan sizdeki kadar sık gündeme gelen, büyük önem atfedilen ve sınırlayıcı işlev gören bir konu değildir. Yani günlük hayatımızda hep onu düşünerek yaşamayız biz.

(Bana kalırsa siz Türkler cinsellikle bize göre çok daha ilgilisiniz.)

Ve genellikle rahat davranırız. Gülümsemek ve gülmek istediğimiz zaman gülümseriz ve güleriz. Tanımadığımız insanlara da, ister erkek olsun, ister kadın. Karşı cinsten biriyle selamlaşmayı yanımızdaki aynı cinsten insana devretme alışkanlığımız yoktur (bu “cins” ve “karşı cins” kelimelerini yazarken bile içim bayıldı şimdi). Bize yol veren arabanın hiç tanımadığımız şoförüne elimizi kaldırarak teşekkür ederken de, sandalyemizi tutan garsona gülümserken de “yollu” olduğumuz için yapmayız bunları. Bizce doğal olanı budur sadece. Hepsi o kadar.

Ama –utanarak söylüyorum ki– bunca yıllık Türkiye hayatımdan sonra, artık bu konularda kendimi kısıtlıyorum. Bana garip geliyor bazen, ama yine de alıştım.

Rusya’ya gittiğimde benzer tavırlarımı fark eden eski arkadaşlarım “Bir de peçe tak istersen” diye takılıyorlar bana. Gerçekten de, kadınlara bu yasakları dayatmak da bir tür peçe taktırmak gibi bir şey değil mi sence?

Ama Türkiye’de (istersen bu kısmı gazeteye yazmayalım) “karı güldü, demek ki ‘yollu’ biri” ya da “ortalık yerde sigara ve içki içiyor, demek ki keyfe düşkün” türü garip yorumlara haddinden fazla rastlandığı için korunmak gerekiyor.

Ayrıntılara önem vermek çok doğru tabii. Ama Türkiye’de bazen kadın ile erkek arasındaki doğal ilişkilerde, Rusça deyişiyle sinekler fil yapılabiliyor, Türkçe deyişiyle de pireler deve…

Mesela, burada özel bir iştahla telaffuz edilen “kesmek” ve “kesişmek” denilen bir iletişim türü var. Yani bakmak ve bakışmak.

Elbette Rusya da dahil, dünyanın her yerinde göz teması çok önemlidir. Hele tanışma sürecinin başlangıcında.

Ama bir kadına dakikalarca, hatta saatlerce bakışlar fırlatılıp bundan sonuç beklenmesi bana biraz komik geliyor doğrusu.

Sonuçta tanışmak isteyen gider tanışır. Bunda korkacak bir şey yok.

Hem kadından korkup hem de aslında tek taraflı üretilen “kesişme” işi sırasında kendince derin hülyalara dalmak, çoğunlukla sonu hüsranla biten olgunlaşmamış öykülere yol açmaktan başka bir işe yaramaz.

Bana öyle geliyor ki, Türk erkeklerinin çoğu, kadınlarla iletişimi gözünde büyüterek kendi kendini öyle bir korkutuyor ki, bu güvensizlikle doğru sonuç alması epeyce zorlaşıyor.

Ha, bir de ilk rastladığımda beni güldüren bir konu vardı: Bazı erkekler, kadınlarla doğal bir süreçte arkadaş olmasını beceremediğinden, olaya neredeyse “siyasi bir ağırlık”, en azından “hukuki bir ciddiyet” kazandırmaya çalışıyor. “Çıkma teklifi” denilen şey veya “arkadaş olma önerisi” ile karşılaştığımda, bunu sanki bir statü sorunu, yarı-resmi bir anlaşma ve hukuki bir aidiyet formülü gibi algılayıp ürkmüştüm. (Sanırım ve umarım şimdilerde bu tür eski kalıplar -özellikle de gençler arasında- tarihe karışıyor.)

Oysa erkek şu ya da bu ölçüde ciddi olduğunun altını çizmeye çalışıyordu galiba. Bir yandan da, “Bak, bundan sonra benimle çıkıyorsun; öteki erkekleri unut, onlara bakma, gülme” türü yasakların kapısını hafifçe aralamış oluyordu belki de.

Zor konular bunlar, arkadaşım. İçinden çıkılacak gibi değil.

Ama bazı gerçeklerin fark edilmesi zorlukları biraz azaltabilir. Sen de bilirsin ki, Rusların ulusal karakterinde “biz asla boyun eğmeyiz”, “kimse bize bir şey dikte ettiremez” gibi yargılar önemli yer tutar. Dünyanın en sabırlı halklarından biri olmamız, derinlerde bir yerde “isyancı” kimlik taşıdığımız gerçeğini değiştirmez.

Onun için baskılara dayanma sınırımıza bazen şaşılacak kadar çabuk ulaşabiliriz.

Ama aşk dorukta olduğu sırada bu sınır kendini bir süre için unutturabilir.

Peki, aşkı her zaman dorukta tutmanın bir yolu var mı?

Bu belki de en zor soru, değil mi? Senin buna vereceğin bir cevap var mı?

Benim yok. (Yani bu konuda saatlerce konuşabilirim, ama bu, yine de sorunun cevabı bilmediğim gerçeğini değiştirmez.)

Onun için kapatalım şimdi bu konuyu.

Boğaz’a karanlık indiğinde görüntü daha da güzelleşiyor. Karşı yaka ışıl ışıl parlamaya başlıyor. Ayvazovski’nin Konstantinopol tabloları ne güzel yansıtır bu güzelliği…

Epeydir görüşemedik. Bir gün Boğaz’da balık yiyelim seninle.

Sen “gerçek bir Rus” olarak votkanı yudumla, ben “gerçek bir Türk” olarak rakımı.

Ve insanlığın cevap veremediği bütün sorulara iki kadehte çözüm buluverelim.

Bütün Rusların ve Türklerin içki sofrasında kolaylıkla yaptığı gibi.

Şimdilik hoşçakal, sevgili arkadaşım.

Nataşa.