MARİFETLER…

Sezai Babakuş
28.12.2010

Bu yazıya başlık olmayı hakeden sözcüğü, en sevdiğim yazarlardan Ursula K. Le Guin’in okumakta olduğum aynı adlı kitabından ödünç aldım. Le Guin’in öyküleri, felsefi ve edebi lezzetlerle seyreltilmiş düşsel nehirlerdir. Usulca sizi kucaklar, uzaklara taşır; farklı dünyalara, farklı coğrafyalara, farklı toplumlara ve insanlara ulaştırır. Öykü bittiğinde, aslında kendi küçük dünyanızda bir yolculuk yaptığınızı anlarsınız. Kendinizi keşfedersiniz. Eğer J.R.R.Tolkien’i sevmişseniz, Le Guin’e taparsınız…

Le Guin ‘Marifetler’de (roman), dağda yaşayan ve her biri farklı marifete sahip özgür klanların oluşturduğu federatif bir toplumu anlatır. Dağda imkanlar kıt, kaynaklar az, yaşamak zordur. Tarım, hayvancılık, avcılık vs. üzerine basit zanaatlerin yeterliliğinde ‘mütefazı’ bir yaşam hüküm sürmektedir. Her klanın ayrı bir marifeti vardır. Örneğin ‘çözme marifeti’. Bu, yoketme-öldürme gücüdür. Ya da ‘bilme marifeti’. Bu da, düşünceyi okuma ve yönlendirme gücüdür. İyileştirme ve yaşatma marifeti, hayvanlara söz geçirme marifeti, ağaçlara-bitkilere hükmetme marifeti, suya yön verme marifeti vs.

Öte yandan, etraflarındaki ovalarda başka toplum(lar) yaşamaktadır. Ovaların zenginliği ve bereketi üzerine, üretime ve teknolojiye dayalı ‘güçlü’ uygarlık(lar), büyük şehirler kurmuş kolektif-korporatif-‘modern’ toplum(lar).

Dağdaki yaşamı mümkün kılan şey, marifetlerin birbirini tamamlayıp dengeyi ve devamlılığı sağlamasıdır. Marifetler babadan oğula, anadan kıza geçer. Her marifetin bir bedeli, kötüye kullanılma riski vardır. Başka değişle, her marifet ‘iyi’ ve ‘kötü’den oluşan iki yüzlü bir bıçak gibidir. Onun için her baba oğluna, her ana kızına marifetini devrederken, bu marifetin nasıl kullanılacağını belirleyen sorumluluk müktesabatını da eksiksiz devreder. Hiçbir marifet başka bir bireye, klana ve doğaya zarar verecek şekilde kullanılamaz. Marifeti yeni devralan çocukların acemilikleri ya da haylazlıkları yüzünden yaşanan ufak-tefek tatsızlıklar bir yana, insanın insanla, insanın doğayla ve klanların birbiriyle ilişkisini düzenleyen denge korunagelmiştir. Ta ki, ovadakilerle dağdakiler karşılaşana kadar…

Ovadakiler, kurdukları muazzam uygarlığın gücüne güvenseler de dağdakilerin marifetlerinden çekinirler, onlardan uzak durmaya özen gösterirlerdi. Ama büyümeye ve genişlemeye koşullu düzenlerinde ‘durmak’ kabul edilemezdi. Böylece dağdakileri tanımaya ve marifetlerinin sınırlarını ve sırlarını keşfetmeye başlarlar. İşte bundan sonra dağda her şey değişecektir. Önce marifet yarıştırmaları, giderek marifet çatıştırmaları başlar. Ve o zamana kadar dağdaki yaşamın dengesini oluşturan marifetler yavaş yavaş insanın insana, insanın doğaya ve klanın klana zarar vermesi için kullanılan silahlara dönüşür.

Kendi marifetlerini birbirine ve başkalarına karşı kullanmaya itilen iki ayrı klana mensup iki çocuk, bu olumsuz gelişmeler üzerine, hükmedemeyeceklerini anladıkları marifetlerinden kurtulmaya karar verirler; marifetini bakışıyla icra eden biri gözlerini, marifetini sözleriyle icra eden diğeri de dilini mühürletir. Marifetlerini ‘kötüye’ kullanmayı reddeden ve bu yüzden marifetlerini körelten bu iki çocuğun sessiz ve derin çığlığı, kaosa sürüklenen dağdaki yaşama yeniden denge getirebilir mi, birbirine düşen klanları barıştırıp yeniden birlikte yaşamayı sağlayabilir mi?.. Kitabı okumak, öykünün sonuna kadar yüzmek lazım…

Ursula K. Le Guin bu öyküyü belki Amerikan tarihinden esinlenerek kurmuştur. Ovadaki toplumu üretim-teknoloji ve kolektif davranış gücüyle egemenlik kuran istilacı ‘beyaz insan’la, dağdaki toplumu da, münferit marifetlerine rağmen ‘birlik’ kuramadıkları için yenilgiye uğrayan yerli ‘kızılderili insan’la tanımlamıştır.

Öte yandan, aslında tam da bizi ve bugünkü halimizi anlatır. Dağdakiler bizizdir, ovadakilerse etrafımızı kuşatan ve bizi kendi çıkarları için kullanmak isteyenler. Biz, kendi dağımızda-kendi yamacımızda birbirimizi tamamlayarak, birbirimizle dayanışarak yaşamayı becerecek kadar ‘iyi’ marifetlere sahip klanlarız. Ama bir de, ovadan gelenlerin oyunlarına hemen kapılıvermeyi maharet sayan ‘kötü’ bir marifetimiz vardır. Bu, bazen ‘dincilik’ bazen ‘milliyetçilik’ olarak kendini gösteren melanettir. Melanet-i marifet…

Melanet-i marifetimiz son günlerde zirve yapmıştır. ‘Bu kadarına da pes!” dedirten bir fısıltı olup dolaşır kulaktan kulağa. Neymiş efendim, Adigelerle Abazalar geçmişte de birbirlerini sevmezmiş, hatta aralarında kan davasına varan ihtilaflar varmış. Kanıt mı? İşte size: 1842’de Hac’dan dönen bir grup Adige Trabzon üzerinden deniz yoluyla Çerkesya’ya dönerken yanlışlıkla Abhazya kıyısında karaya çıkmışlar ve Abazalar hepsini katletmiş. Sayı da veriyorlar; 65 kişi. Bu olayın belgesi, İngiliz arşivlerinden çıkmış (!).

Gözünüzden kaçmamıştır, bu bir taşla iki kuş vurmayı hedefleyen bir ‘kara propaganda’dır. Adigeleri Abazalar öldürmüştür; milli nefretin tezahürü. Hac’dan dönen (Müslüman) Adigeleri (Hıristiyan) Abazalar öldürmüştür; hem milli hem dini nefretin tezahürü. Ustaca, değil mi?…

Bu ‘kutsal bilgiyi’ taşıyanlar ve yayanlar, sözümona Adige milliyetçileridir. Adige-Abaza birliğini kırmayı kafaya koymuş ve bu uğurda her yolu mübah sayan fesatlığın güdümlediği tuhaf milliyetçiliğin vardığı en son noktadır. Şimdi Abhaz milliyetçilerden bir karşı atak bekliyorum. Belki onların elinde de, Adige ve Abazaların tarihi düşmanlıklarını (!) daha dudak uçuklatıcı rakamlarla anlatacak bir belge vardır…

İşte milliyetçilik böyle bir bataklıktır, bir kez içine düştünüz mü gırtlağınıza kadar gömülürsünüz. Şu son ‘kutsal bilgi’ üflemesini duyunca, daha önce bu sütunda yazdığım ‘paraziter güdümlü milliyetçilik’ tanımımın ne kadar da hafif kaldığını daha iyi anlıyorum.

Neyi daha çok merak etmeliyiz? Olayın gerçekte olup olmadığını mı, olduysa neden ve nasılını mı, yoksa niçin şimdi-şu günlerde ifşaa edilip dillendirildiğini mi?

Sizi bilmem ama ben daha çok denklemin ‘niçin’le başlayan son kısmıyla ilgiliyim. Çünkü bunun, giderek bizi kuşatan Amerikan-Gürcü ittifakının incelikli marifetlerinden olduğuna eminim.

Biliyorsunuz, bu ittifakın yıllardır denediği ‘silahlı oyun’ tutmamış ve 2008’in Ağustos’unda iflas etmiştir. Bu tarihten itibaren yöntem değiştirerek, tüm Kuzey Kafkasya’yı içine alan bir ‘siyasi oyun’ kurma peşindedirler. İki oyun, iki hesap içiçedir; ABD’nin Rusya’yı Kuzey Kafkasya’dan sıkıştırmaya niyetli büyük oyunu-hesabı ile Gürcistan’ın Abhazya’yı (ve G. Osetya’yı) Kuzey Kafkasya’dan tecrit ederek geri almaya hevesli küçük oyunu-hesabı…

Bu sarmal ‘siyasi oyun’un iki yılda bizi nereye getirdiğini görüyor musunuz.? Nasıl yavaş yavaş içimize işlediğini ve nasıl sinsice bizi zehirlediğini anlıyor musunuz.?..

Bu, adım adım içine sürüklendiğimiz bir bataklıktır. Siyasi kurnazlık ve $ gücü ile kurulan bir kumpas. Önce, kimi ‘kanaat önderleri’mizin masum (!) milliyetçi söylemleriyle perde açılmıştır. Sonra, Çerkes kimdir’le süslenen ayrıştırmalar ve Soçi Olimpiyatları’na atfen yaratılan ‘Soçi Abazaların mı, Adigelerin mi’ ihtilafları. Oyun kurucuların Tiflis’te düzenlediği ilk toplantıda (20-21 Mart 2010) önümüze ‘Çerkes soykırımını tanıma’ havucu konmuş ve Adigelerle Abazaların ne kadar da ayrı yolların yolcusu olduğu üzerine ‘fikir teatileri’ dallandırılmıştır. Tiflis’te yapılan ikinci toplantıda (19-21 Kasım 2010) ise, ‘Çerkeslerin özgürlüğe uçmaya başladığı’ müjdelenmiş ve peşinden Abazaların 1842’de 65 Adige Hacı’yı gırtlakladığını (!) gösteren bir İngiliz arşiv belgesi (!) keşfedilerek servise konmuştur. Bakalım daha neler göreceğiz, duyacağız…

Bugün olmakta olan, aslında hep olandır. Başkalarının, bizi kendi çıkarları için kullanma marifetleri ile bizim, kendimizi başkalarının çıkarlarına feda etme marifetimizin (!) buluşmasıdır. Marifetlerimiz buluşur ve bizi sırat köprüsüne doğru yürütür. Eninde-sonunda düşenin biz olduğumuz bir yürüyüştür bu. Marifetler birleşir ve bizi uçuruma sürükleyen bir melanet-i marifet olur. Daha önce de böyle olmuştur, yine böyle olmaktadır.

Milliyetçilik artık hükmedemediğimiz bir marifettir; bizi kendi çıkarları peşine sürüklemek isteyenlerin emrine verdiğimiz, birbirimizi karşı kullandığımız bir melanet…

İçimizi ısıttığını sandığımız sıcaklık, bizi bir kez daha Rusya’ya kırdırmaya sürükleyen kan tutulmasıdır, uyanın!.. Bizi sinsice zehirleyen virüsün taşıyıcıları içimizdedir, bilin!..

Ben, Le Guin’in öyküsündeki çocukların yolunu seçiyorum. Milliyetçilik marifetini reddediyorum. Aklımı, yüreğimi, dilimi mühürlüyorum.

Peki diğer marifetlerimiz ne haldedir? Yurtseverlik, özgürlük, cesaret, özgüven, kişilik, bilgelik, tevazu, dostluk, dayanışma, saygı, sevgi… Bu marifetlerimize hükmedebiliyor muyuz? Yoksa onlar da mi bize hükmediyor?.. Yurtseverliğimiz köreldi mi, özgürlük tutkumuzu ve cesaretimizi  yine başkalarına mı kiraya verdik? Özgüveni ego yarışmasına, bilgiyi kibire, kişiliği bireyciliğe dönüştürüp marifetlerin ‘kötü’ yüzüne mi teslim oluyoruz? Kendi kendimizi yüceltmeye koşullu bir benlik tutulması mı yönetiyor bizi? Saygımız, sevgimiz, tevazumuz yitip gitti mi? ‘Kötü’ ‘iyi’yi gölgelemeye mi başladı?…

Biliyorsunuz yakın zamanda Kaf-Fed öncülüğünde bir ‘ortak akıl’ toplantısı yapıldı. Bu bir ‘akıl dayatması’ ya da ‘en çok kim biliyor’ yarışması değildi. Haşa, hepimizde akıl çoktur ve hepimiz ‘bilme marifeti’nin ustalarıyızdır. Toplantı olsa olsa, akıl-fikir, bilgi-ilgi sahibi insanlarımızın hiç değilse bir kısmını mütevazı, rahat ve sakin bir ortamda buluşturup ‘sinerji’ yaratmaktı.

Hiç cimrilik etmeden söyleyeyim, amacına ulaşan çok başarılı bir toplantı oldu. Birkaç münferit rijit tavırlar ve fikri nüanslar dışında, sonuç bildirisinde de çerçevesi çizildiği üzere, çok değerli ortak düşünceler ve yönelişler ortaya kondu. Yani, marifetler genel olarak ‘iyi’ yönde kendini gösterdi.

Toplantıya katılanların büyük çoğunluğu benle aynı fikirde olmalı ki, toplantı sırasındaki yapıcı katkılarını, daha sonra orada yeterince dile getiremediklerini ya da iyi ifade edemediklerini düşündükleri görüşlerini ve önerilerini yazıp yollayarak sürdürdüler.

Eh, elli kişi biraraya gelir de bir-iki egosantrik çıkmaz mı? Çıktı, çıktı… Hem de akrep – kurbağa hikayesindekine benzer bir hızla ve durdurulamazlıkla. Belki toplantı öncesinde ve sırasında sergiledikleri yetersiz sabotaj performansları yüzünden, belki de sabote edemedikleri için mecburen uyum sağlayıp ‘katkı veren’ konumuna düştükleri için, daha sonra kendi kendilerini cezalandıran bir hırçınlığa ve ego taşkınlığına kapıldılar. Başka değişle, ‘ben’ marifetlerinin ‘kötü’ yüzüne yenik düştüler. Sonuçta, toplantının ‘özel’ olduğu kuralını hiçe sayıp dedikodusunu yaparak, konuşulanları saptırarak kronik hizipçiliklerini ve mutlak bilmişliklerini öne koyarak, bilmem hangi eski hesapları uğruna bir çuval inciri berbat ettiler. Zaptedemedikleri egolarıyla kendi kendilerini sokup zehirlediler.

Yanısıra, toplantıya katılmamış oldukları halde (veya için), her şeye-herkese-herdaim muhalif olan (ve giderek kendilerine bile muhalif olan) marifeti kendinden menkulleri de eklersek, eh sayıları bir elin parmakları kadar ‘çok’ oldu diyebiliriz.

Bunlara ‘iflah olmaz’ tanısı koymaya gönlüm razı değildir. Yine de, müebbetleşmiş ‘ben’ tutsaklığından kurtulmalarının pek de kolay olmadığını bir kez daha görmüş ve anlamış olmaktan üzgünüm. Ortak akıl yolcularına sabır, bu müzminlere de şifa diliyorum. Eğer Ursula K. Le Guin ‘Egolar’ üzerine bir kitap yazarsa, hiç kuşkunuz olmasın bir yazımın başlığı da o olacak. Belki egoları da mühürlemek mümkündür…

Bu, 2010’un son yazısıdır. Yıl, çoğunlukla hır-gürle geçti. 2011’in barış ve sükunet getirmesini diliyorum. Bazılarınız gibi ben de ‘2000’leri görecek miyim’ merakını tatmış yaşlardayım. Yıllar taksimetre göstergesi gibi, hızlı. 2010’u da devirdik. Artık merakımız 2020, 2030 ve hatta 2040, 2050’dir. Hepinize uzun ömür diliyorum; sağlık, esenlik, mutluluk…