KÜLTÜREL DEJENERASYON BİR BAKIŞ

Semra Ademey Gürel
17.03.2008

Fransızca’dan gelen ve günlük hayatımızda sürekli karşımıza çıkan kültür kelimesinin anlamına baktığımızda; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, şeklinde bir tanım karşımıza çıkıyor.

Atalarımız 141 yıl önce topraklarından koparılıp dünyanın dört bir yanına dağıtıldığında ellerinde kültürel değerlerimiz ile ilgili bir yazılı  belgeleri yoktu. O şartlarda yaşam mücadelesi veren atalarımız son 20-30 yıl  öncesine kadar değerlerin yaşatılmasını, nasıl sağlayabildiler acaba?

Sanırım en pratik ve kolay ifade önce aileden, sonrasında toplumsal yaşamdan  aldıkları enerji ile demek olacaktır.

Herhangi bir olayı var kılmak için bu gün sık sık söylenen ekip olma, takım ruhu, güç birliği vb ifadeleri, atalarımız en mükemmel şekli ile manevi değerlerinden gelen davranışları sayesinde yaşadılar. Toplum içerisinde seçilen thamade ve etrafında “yemuğ” kelimesinden başka yaptırımı olmayan bir yaşam tarzı ile değerlerimizi bu günlere kadar taşıyabildiler.

Çok zor şartlarda dahi muhafaza edilen ve bize yaşatılması için teslim edilen değerlerin, bir sonraki nesillere aktarılması bizim için en zor olan kısmıdır. Son 20 yılı göz ününe aldığımızda, bize aktarılan değerlerin ne kadarına sahip çıkabildik ve bu değerlerin ne kadarını bizden sonrakilere aktarabileceğiz?

Bizim kültürümüz de, çocuk doğduğu günden itibaren toplumun her ferdi tarafından eğitime tabi tutulurdu. Anne-baba ulu orta çocuğuna sarılmaz, kızamaz, sahiplenemezdi. Çünkü çocuk önce topluma sonra anne-babaya aitti.

Evin yaşlıları bu yeni misafiri, yaşam sebepleri olarak görür ona göre de değer verirdi. Kızarak değil sevgiyle verilen bir toplumsal yaşam eğitimi vardı. Büyüklere, anne-babaya, bayanlara, erkeklere, çocuklara nasıl davranacağı, kimin yanında ne konuşacağı, nasıl oturup kalkacağına kadar her  şey öğretilirdi. Yaş ilerledikçe kendisinden daha büyük olanlar bildiklerini, bu kardeşlerine aktarırdı. Toplumun içindeki insanlar birbirlerini sürekli olarak bilgilendirdikleri için, kişilerin davranışları da aynı olurdu. Sürekli olarak kişi toplumdan aldığını, tekrar topluma verirdi. Sonuçta yapılacak bir yanlıştan aile, soy, yakın çevresindekiler ve
bütün Çerkes halkı kendisini sorumlu hissederdi.

Peki bu gün? Aile dediğimiz ve örf-adetleri ilk yaşadığımız mekana başka kültürleri sokarak ilk ihaneti yaptık. Babası odaya girdiği zaman ayağa kalkan çocuk gitti, yerine kanepesine uzanmış, elinde tv kumandası olan ve “baba bana su versene” diyebilen, sözüm ona “kendine güvenen çocuklar “olarak yetişen gariplikler geldi. Bırakın toplumun diğer fertlerinin müdahalesini, evin içindeki yaşlılarımızın uyarısına bile izin vermedik. “Aman canım Çerkeslik mi kaldı” deyip kesip attık.

Bizim kültürümüzde yaşlı her zaman söz hakkı olan, yemek sofrasında baş köşede yer alan, o yatmadan kimsenin odasına çekilmediği, erken kalkıp bir ihtiyacı var mı  diye bakılan değerli kişi olmuştur. Gelin yanında az konuşmuş, damat ise  ortalarda ona görülmemiştir.

Peki bu gün?

En kısa tatilleri fırsat bilip; köşe bucak yanından kaçılan,  acaba evimde kalmaya gelir mi diye yüzüne gülümsemek dahi istenilmeyen,  sofraya gelmediği fark edilemeyen, odasında oturduğu sürece makbul olan, insanlarımız haline getirdik. “Aman aynı evde gelin konuşmaz mıymış canım” diye seni hiçbir şekilde anlayamayacak insanlara uyup,  “yemuğ “ diye uyaracak olan yaşlılarımıza çatır çatır cevaplar yetiştirdik.

Bizim kültürde evin kızı kaç tane olursa olsun her biri çok nazlı  olmuştur. Saçının teline, başta babası olmak üzere hiç kimse öfke ile  dokunmamıştır. Ailesinden kötü söz duymamıştır. Geleceğin annesi olarak  örf-adetler ile yetiştirilmiştir. Misafirperver, güler yüzlü ve nazik  olmuştur.

Peki bu gün? Bu kızlarımızı “ağabeyim eve geldiğinde eve olmayacaksın haa” diye  eve oturtulan ve kaynı geldiğinde aldığı örf-adetine yenik düşüp “buyur ağabey”  dediği için ölesiye dayak yiyen kızlarımız yaptık. Güzellikleri yüzünden  kıskanılan kızlarımızı akraba, eş, dost nedir bilmeyen adamların evinde  mahkum ettik. Cahil milletlere uyduk “kız kısmı okur mu?” dedik.

Bizim kültürümüzde akraba evliliği yapılmaz. Kardeşinin yakın arkadaşı da sana kardeştir. Sabahlara kadar gençler kendi yaş grupları arasında sohbetler edip, oyunlar oynar. Kadın, erkek toplum adabı içerisinde konuşur. Hiçbir zaman bir birlerini korkulacak kişi olarak görmezler.

Pek bu gün? Evlilikte birinci derecede akraba olması zorunluluğu yaşayan, bırakın kardeşin arkadaşını, kapı komşusuna selam veremeyen, amca oğlunu,  amca kızını sadece eş olarak görebilen insanlar ile kurduğumuz yakın aile  dostlukları uğruna, evimize gelen amca oğlumuzu “komşular kötü konuşur“ diye eve alamaz olduk. Değer sıralamamızı kaybettik.

Bizim kültürde thamade dediğimiz büyüğümüz ve çevresindeki yaşlılarımıza özenle, itina ile yaklaşılır. Ses tonuna, yürürken atılacak adımlara, yanından ayrılırken geri geri gidişine kadar bütün hareketler özen ister. Sana söz hakkı verilince konuşursun. Thamade ve yaşlılarımız ne kadar hemcinsin olsa da sana yaşına göre davranır, asla lüzumsuz sohbetlere girmez.

Peki bu gün? En küçük toplantılarda, sigaramızı yakıp ayak ayak üstüne attık. Tiz seslerle gülmek için azami çaba sarf ettik. Thamade geldiğinde bırakın yerimizden kalkmayı,  thamadenin  geldiğini görmedik bile. Oyun oynamaya kalkıp, göbek attık -en acısı- thamademizde  alkış tuttu.

Bu gün 40-50 yaşında olanlar kısaca bahsettiğimiz kültürel değerlerimizi bilirler. Peki bunların neden yeni nesile aktaramadık? Sebeplerden biri şu olabilir mi?

Evimize hiç farkında olmadan yeni bir birey kattık. Evimizdeki yaşlılarımızı dinlemek, ailece sohbetler etmek yerine, yeni bireyi izlemeyi seçtik. Adı televizyon olan bu birey; bize güzellikler sunduğu kadar kötülüklerde sundu. Maalesef aptal kutusu denen televizyondan başka sanatsal ve kültürel faaliyetleri  bilmeyen, ev kadınlarımız; yok edişin mimarları oldu.

Nasıl mı?

“Aman gürültü yapmasınlar” diye çocuklarını televizyon karşısına oturttular. Çizgi  filmler de dahi nasıl bir şiddetin izletildiğine dikkat etmediler. Çocuklardaki acıma duygusunu sarstılar.

“Kadının sesi” gibi en ufak bir yararı olmayan ilkel programlarla “eşimin haberi olmadan 8 yıldır kaynımla birlikteyim“ rezaletlerini hem kendileri izledi, hem de çocuklarına izlettiler. “Bizde akraba kardeştir “ diye büyütülen çocukların kafasını karıştırdılar.

“Gelinim olur musun?” gibi seviyesiz tartışmaların olduğu programları izleyip, birde ekranları doldurup nerdeyse yumruk yumruğa kavga edecek kadınlara taraf olarak, evdeki büyüğün değerinin olmayacağını kendileri ile birlikte programı izleyen çocuklarına aşıladılar.

“Çağla Şikel’in sevgilisi kulağına ne fısıldadı” diye, tiz bir sesle “az  sonra” diyen programları evdeki genç kızları ve oğullarına izlettiler. Sözüm  ona sanatsız sanatçıların merak edilen özel hayatları sayesin de, evliliğin, tek eşliliğin pek de makbul olmadığı fikrine çocuklarını hazırladılar.

“Hapiste olan adamın karısının başkası tarafından tacize uğraması ve kocanın ruhunun kötü adamı öldürmesi” şeklindeki saçmalıkların yanına birde “ilahi adalet“ dayatarak “sırlar dünyası” deyip çocuklarına izlettiler. Çocuklarını  gerçek ile hayali ayırt edemez yaptılar ve daha bir çok şey.

Maalesef sadece bizim insanımızı değil, bütün Türkiye insanını oldukça zavallı gören programlar reyting uğruna, televizyondan başka  dünyası olmayan ve topluma insan kazandıracak evin direği anneyi  darmadağın ettikçe daha çok şeyler değişecek, çok değerler yok olup gidecek.

Bir Çerkes’i hal ve hareketleri ele verir. Çerkes’in oturması, kalkması, yürümesi farklıdır denir. Bunu bize başkaları söyler ama biz, bu farkı da kapatalım istiyoruz.

Bir kadının ayak ayak üstüne atıp, birde üstteki bacağı ileri geri hareketlendirmesi, ona acayip bilinçli, kendine güvenen, mükemmel kadın havası verebilir. Bu güne kadar yere bağdaş kurup oturan kadın için, belki ileri bir davranıştır ama bizim kültürümüzde bu düpedüz seviyesizliktir. Peki bunu bile bile değiştirmek niye?

Erkek bacaklarını iki tarafa açarak; yayvan, çirkin bir tavırda karşında oturur ve bu başka kültürde “ağa” sınıfını temsil eder. Oysa bizim kültürümüzde bu davranış düpedüz haynapedir. O halde değiştirmek niye?

Bizim kültürümüzde ayağa kalmak vardır. Kim gelirse gelsin ev sahibi ayağa kalkar. Gelen çocuk denecek yaşta olsa dahi. Oturduğu yerden kimse elini uzatmaz, uzatmak isteyenin elide tutulmaz. Bizim kültürümüzde ayağa kalkmak  bizi alçaltmaz tam tersi yüceltir. O halde değiştirmek niye?

Bütün milletler, medeni toplum yaratma adına bizim asırlardır sahip
olduğumuz kültürel yapıya benzer  yasal düzenlemeler getirirken, bizim asırlar sonra ihanet edip değiştirme çabamız niye?

Bunlara birde eğitime verilen değerleri ilave edecek olursak; bir toplumda kitaplar evdeki dolaba göre alınırsa, bilgisayarın da, evin
annesine ne ifade ettiğine bakacak olursak, eğitim işi nasıl olacak?

– Yaaa ben bir dolap aldım da, şöyle 5 cm genişliğinde 10 cm uzunluğunda kapağı kırmızı, 8 tane kitap lazım acaba sizde var mı?

Bilgisayar almak? Amannnn olur mu? Hanım efendinin evinin perdesi bu yılki modaya uymuyor. Acilen 3 milyar verip İtalyan perdeler yaptırması lazım. 800 milyonluk bilgisayar ile ne hava atabilecek zavallı kadıncağız?

Maazallah annemizin, dev ekran aptal kutusunda “kadının sesi”ni
izleyemediğini komşuları görmesinler. Ne derler sonra rezil olur.

Sonuçta kültürel değerlerin örf-adetlerin yaşatılması evde başlıyor. Evin kadını bilinçli, eğitimli olmak, diğerleri iyi tespit etmek zorundadır.

Kadın kısmı okur mu canım?

Kadın dediğin evlenir, kocasının dizinin dibinde oturur.

Kadını “kocası değil mi severde döverde” diye gören toplumsal düşünce bizim kültüre ait değil. O halde o bakış açısına sahip insanların değer yargıları ile kendi değer yargılarımızı iyi ayırt etmesini bilmeliyiz. Biz toplum olarak birbirimizi atalarımızın yaptığı gibi eğitmeliyiz. Birbirimiz için sorumluluk duymalıyız. Kültürel transferi en sağlıklı şekilde sonraki nesillere aktarabilmeliyiz.