KULEDE YAŞAMAK -III

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
10.12.2005

Kule,  yaşayanının görsel biçimini şekillendirir.

İnsanlık tarihi boyunca yapılan tüm mimari eserler içerisinde belki de kendisine birbirinden çok farklı türde simgesel çağrışımlar yüklenen ikinci bir yapı daha yoktur. Kule, kimi edebiyatçılar ve düşünürler tarafından kaleme alınan yazılarda; kibir, gurur, iffet, bekaret, yücelik, ileri görüşlülük, esaret, sınır, otorite, asalet, asilik gibi farklılıkları adeta zıtlık seviyesinde belirgin olan çok çeşitli kavramların timsali olarak görülür. Kulenin büyük bir çeşitlilikle bünyesinde barındırdığı bu simgesel çağrışımlar, onunla birlikte yaşayanın da baştan kabullenmesi gereken kaçınılmaz bir kimliktir. Bir anlamda Kule,  yaşayanının statüsünü gösteren bir giysiye dönüşerek onun görüntüsündeki en belirgin görsel unsuru oluşturur. Yaşayanına imgelerden oluşan bir kimlik vererek, toplum içinde ayrıcalık kazandıran kule, bu nedenle dünyadaki bütün toplumlar tarafından çağlar boyunca statü göstergesi olarak da kabul edilmiştir. Bağnazlığın ve hurafenin sınır tanımadığı tüm ortaçağ boyunca derebeylerin yaşadığı kuleler, çevrede yaşayan köylü ve halk tabakasının üzerinde, onlara gerçek anlamda tepeden bakan yüksek birer yapı olarak ezici bir etki bırakmışlardı. Öyle ki, bu etkinin bilincine varan Avrupa’nın tamamında, Anadolu ve Ortadoğu’daki devletlerin farklı bölgelerinde yerel yönetimlerden sorumlu soylular ve din adamları, kuleleri bir anlamda hakimiyetlerini tamamlayan bir yapı olarak inşa etmişlerdi. Burada bir saplama yaparak kulelerin farklı bir gerçeğine daha değinmemiz gerekir. Kule, yekpare ve özel bir yapı olarak gerçek anlamda “kule”dir. Kule, başka kulelerle ve istinat ayaklarıyla desteklenmiş kalın duvarlarla birleştiğinde Kale’ye dönüşerek, adeta birey olmayı aşıp kabile haline gelen insan grupları gibi sosyal bir değişim gösterir. Bu değişim, kalenin daha da kalın surlarla ve farklı yapılarla desteklenmesiyle bir site haline dönüşmesiyle, kabilelerin birleşerek bir toplumu oluşturmasına benzer bir şekilde devam edecektir.

Kule, kendisi gibi tek başına ayakta kalmayı öğretir.

Kule, içinde yaşayanına kendi özellikleriyle bezenmiş bir benlik kazandırırken, aynı zamanda onu, bir birey olduğunun da farkına vardırır. Kulede yaşayanlar bu nedenle, farklı yapılarda yaşam sürenlere göre daha fazla bireysel düşünme eğilimindedir. Ancak bu durum uzun vadede bazı olumsuzluklara neden olabilecek özelliklerle de doludur. Kulede yaşayanlarda oluşan bireysel düşünme eğiliminin doğal sonucunda ortaya çıkan özgüven aşırılığı ve bazen alaycılığa kaçabilen sorgulayıcı tavır, otoriter ve baskıcı yönetimlerle, belki de toplumsal gelişim açısından birliktelik oluşturabilmek uğruna gereken yeterli uyumu gösteremez. Bu nedenle kulede yaşayanlardan oluşan bir toplum her zaman dinamik bir yapıya sahip olsa  da -çünkü bireysel düşünme yetisi aynı zamanda farklı durumlara karşı pratik çözümler üretme ve uygulamada ani karar verme becerisini de beraberinde getirecektir- yeri geldiğinde bu bireysel düşünme ve hareket etme alışkanlığından kopmadıkları müddetçe rastlantısal bir sosyal gelişim içerisinde olacaklardır. Kulede yaşayan toplumlarda bu yüzden sınıfsal farklılaşmalar, diğer yapılarda yaşayanlara nazaran çok daha yavaş gelişir veya hiç ortaya çıkmayabilir. Gerçekte büyük toplumlar, sosyolojik açıdan farklı düşünme ve davranma becerileriyle dolu piramidal yapıdaki halk katmanlarına sahip oldukları için var olabilmişlerdir. İnsanlar arasında oluşacak her birliktelik, farklı düşünen ve birbirini tamamlayıcı işler yapabilen kişilere mutlak gereksinim duyar. Bu farklılığın oluşmadığı insani birliktelikler yeterince gelişim gösteremeyecekleri gibi, kendi içinde olası çatışmalara ve çekişmelere de daima açık kalacaklardır.

Bir kule yapmak gerçekte “ben” olduğunu haykırmanın en yüksek şeklidir. Kule, bu nedenle yaşayanını ilk aşamada homosentirik bir kalıba sokar. İçinde yaşayan, bir insanın yalnız iken yapabileceği bedensel ve tinsel aktivitelerin sınırına kadar bu tekliğini korumaya çalışır. Bu sınıra ulaştığında ise paylaşma dürtülerini giderme zorunluluğunu hissederek çevresine bakınır. Yakınında kendi türünden bir başka “ben”ler aramaya başlar. Bu durum artık gerektiğinde –ama zor anlarda ve kendince gereksinim duyduğunda tekrar sığınabileceği- ben kulesinden çıkacağı bir konuma geldiğinin de işaretidir. Böylece,  kulede yaşayanlar yakın ve görüş menzillerinde bulunan kulelerle, eğer bu ilişkilerini anlaşılabilirlik ve uzlaşı üzerine kurabilmişlerse artık “ben” olmaktan çıkıp“biz”e dönüşebilecekleri bir anlamda zorunlu iletişim kurarlar. Ancak bu konuda bir noktaya değinmekte de fayda vardır. Kulenin şekillendirdiği insanda oluşan birçok ben farklılığı, kulelerde yaşayan “biz toplulukları”nda da bir bütün olarak yeniden ortaya çıkar. Böylece kulede yaşayanlardan oluşan bir toplum, kendi içinde bağımsız ancak ortak paydalarda bir araya gelerek kuvvetli bir birlik oluşturan birbirine benzer gruplar oluşturacaktır. -Kuleci toplumlardan Svan’lar bu tür gruplara “Tem” adını verirler- Aslında bu tür birliktelikler, insan gelişiminin doğal sonucu olarak -her hangi bir toplumsal felaket olmadığı takdirde- toplumlara ve kültürlere göre değişen bir gelişim çizgisi içinde, aileden soya, soydan ulusa uzanan evrensel bir seyir izler. Bu tür birlikteliklerde merkezi otorite de yeterince oluşamayacağı için -çünkü her birinin zor anlarda sığınabileceği, içinde kendini savunabileceği “küçük evrenleri” kuleleri vardır-  kültürel anlamda töre ve aile bağları oldukça gelişir. Merkezi otoritenin yeterince oluşamadığı toplumlarda, yönetim mekanizmasının yerini kulelerde yaşayanların kendi aralarında oluşturdukları değişken, oldukça sade ve ilkel yapılanmalar olan kurullar alacaktır. Kurullar, toplumu ilgilendiren hemen her konuda yetkili olarak geleneklere dayanan -çünkü gelenekler her şeyin önündedir- karar verme ve yürütmeyi yerine getirecektir. Svanetya’da geçen yüzyıla kadar varlığını koruyan “Luzor” denilen meclisler bu kurullara iyi bir örnektir. Luzor kurullarına 20 yaşını geçmiş her Svan erkeği -veya ailede ergen erkek yoksa bir kadın- katılabilirdi.  Her “tem” in kendi oluşturduğu bu kurullarda ailelerin tüm problemleri görüşülür karara bağlanırdı. Aldıkları kararlarda kimseye karşı sorumlu olmaz, hesap vermezlerdi.

Kulede yaşayan toplumlar gerçekte barış yanlısıdırlar. Onların bu özelliği aslında kulenin yerine olan bağlılığı ve yaşayanında oluşturduğu ikamet ettiği yere karşı geliştirdiği yeterlilik ve aidiyet duygusudur. Kulede yaşayan, bu nedenle kendi ülkesine bir saldırı olmadığı müddetçe daima barış içinde yaşamaktan yanadır. Svanların “luzor kurullarında” aldıkları en ağır kararda bile ölüm cezasının kolayca görülmeyişini –ölüm cezası gerektiren durumlarda ise genellikle suçlunun ülkeden sürgün edilmesi söz konusudur- bu barışçıllıkta aramak gerekir. Ancak bütün barışçıl yanlarına karşılık kulede yaşayanlar yeri geldiğinde savaşmaktan ve kan dökmekten de asla kaçınmazlar. Özellikle geleneklere ters düşen, haksızlığa ve saldırıya uğradıkları durumlarda birbiriyle dahi çatışmaktan çekinmeyen kuleci topluluklarda “kan davaları”, “esir-köle kullanımı”, “insan ve mal kaçırmalar” gibi günümüzde anlamakta zorluk çekilebilecek alışkanlıklara da sıkça rastlanacaktır.

Bir kule yapmak, öncelikle teknik açıdan büyük bir ustalık gerektirdiğinden yüksek maliyeti nedeniyle kişinin tek başına yapabileceği kadar kolay bir iş değildir. Kuleler, ancak bu konuda yetkinleşmiş, babadan oğla, ustadan kalfaya geçen eski yapım sırlarına vakıf olan kule yapıcıları tarafından inşa edilebiliyordu ve bu tür ustalar her bölgede kolay bulunmadığı için, davet üzerine farklı bölgelere giderek sipariş edilen kuleleri de inşa ediyorlardı. Kule, yüksekliği nedeniyle, aynı zamanda usta ve işçiler açısından da çok tehlikeli bir süreç sonunda oluştuğundan diğer yapılara nazaran çok daha fazla harcama ve iyi seçilmiş malzeme gerektirir. Eski bir çeçen atasözü bu konuda “Kuleyi top yıkamaz amma, ustanın yanlış taşı uçurur” diyordu. Bu nedenle kuleler bireysel olarak değil ancak aile dayanışması ile yapılabiliyor ve sonuçta o ailenin adını taşıyordu. Bu dayanışmalar ise, fedakarlık gerektiren yardımlaşmaların insanı körü körüne birbirlerine bağlayıcılığının da etkisiyle, yakın akrabalar arasında kopmayan -hatalarını bile sonuna kadar sahiplenip savunabilen- bir birlik oluşturmaktaydı. Genel açıdan bakıldığında ise, bu tür birlikteliklerin toplumsal gelişim açısından olumlu olduğu kadar olumsuz etkileri de görülmekteydi. Özellikle, ortak düşmanlara karşı açılan savaş veya ülkenin savunma konumlarında toplum faydasına olan bu birliktelikler, yaşanılan ülkenin sosyal gelişimlerinin yaşandığı barış zamanlarında, toplumsal birlikteliğe ve uluslaşma yolunda ulaşılması gereken merkezi yapılanmanın oluşum sürecine büyük zararlar verebilmekteydi. Bazı durumlarda kendi içerisinde fanatizme varan birlik anlayışıyla bu aileler çıkarlarını korumak adına,  toplumun yararına olabilecek gelişmelere de engel olabiliyordu. Böylece, yaşadıkları toplumun gelişim evrelerinde kopmalar meydana getirip, hatta toplumun kendi hatalarını ve yanlışlarını düzeltme fırsatını kaçırmasına da neden olabilecek etkiler yaratabiliyorlardı. Şüphesiz ki, bağnazlığın farklı bir türü olan bu tür olumsuzluklar,  toplum için de büyük talihsizlikti.