KULEDE YAŞAMAK -II

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
03.12.2005

Kule, yalnızlaştırır insanını.

Yekpare bir bütün olarak göğe yükselen bu yapının, belki de en olumsuz ve ilk bakışta anlaşılan belirgin yanı budur. Unutulmamalıdır ki, insanı kaplayan her çerçeve, onu içine alan her duvar sınırlayıcıdır. Koruyuculuğu kadar insanın hareket kabiliyetini azaltarak ona gönüllü bir mahkum yaşamı da sunar. Kule, belki de bu olumsuz sayabileceğimiz yönünün etkisiyle içinde yaşayanının çevresini küçük bir evren gibi kaplayarak, onu içedönük, bazen karamsar, bazen isyankar ve bazen da kırılgan, bir ölçüde kişinin var olan birikimlerine göre değişen melankolik bir ruh haline de ulaştırabilir. Yaşayanı, eğer kişiliğinde yeterli olgunluğa erişememişse kulenin bu özelliği ile bir süre sonra benlik karmaşasının içerisinde bulacaktır kendisini. Kendine dönükleşecektir. Kim bilir belki de kulede yaşamanın bir bedeli varsa ödenecek, işte o da budur?  Kulede yaşayanların bu tehlikeden kurtulmasının belki de tek çıkar yolu, diğer kulelerle samimi ve duyarlı iletişim kurabilmeleridir. Kuleler bu sebeple en azından görüş ve duyuş menzillerinde bulunacak kadar birbirlerine yakın kurulmalıdır. Görüş menzilleri içindeki kuleler arasında iletişim ne denli kuvvetli olursa kule yaşayanları, kulenin yalnızlaştıran etkisinden o denli daha az etkileneceklerdir.

Kulede olan hep görünürdedir.

Kule yapısı gereği gizemi sevmez. Göründüğü gibidir. Bu alenilik, onun içinde yaşayanın da baştan kabullenmek zorunda olduğu bir gerçektir. Yaşayanı, eğer bir kez kuleye kapanmışsa artık ne kadar gizlenmeye çalışırsa çalışsın fark etmez, nerede olduğu başkalarınca hep bilinir. Kulede yaşayan bu nedenle görünmese de hep gözler önündedir. Ancak -insanın makus talihidir bu, aynı zamanda evrensel bir gerçektir-, bu gözler onu daima kendi gördükleri gibi ya da kendi görmek istedikleri gibi görürler. Kulede yaşayan ne kadar kendini anlatmak istese de, söylemek istediği genellikle kendi istekleri dışında gelişen bir anlama-anlaşılma seyri izler. Gerçekte insanın kendisini anlatması ne kadar zordur. Anlatmaya başladığında, kendini doğru ifade etse, başka anlamlara çekilmeyecek kelimeler seçerek düzgün ve açık ifadeli cümleler kursa ve doğru zamanda da doğru kişiyle iletişim kursa bile sonuç daima rastlantısaldır. Aynı dili konuştuğunuz ve anlatmak istediğiniz kişi, eğer o anda sizi dinlemek istemiyorsa, dinliyor gibi yapıp başka şeyler düşünüyorsa veya söyledikleriniz daha tamamlanmadan sizden duyduklarının içinden seçtiği bir kelimeye kendince farklı anlamlar yükleyerek başka mana diyarlarına düşsel gezilere dalmışsa vay halinize! Ne bedbahtlıktır o. Artık çırpınsanız da anlaşılmak için yaptığınız tüm gayretleriniz boşa çıkacaktır.

Kulede yaşayanın yazgısı göz önünde olmaktır. Bazen dışardan gözlemleyenler için kulede yaşayan, -sadece görüntüden ibaret de olsa- kendini beğenmiş, toplumunu küçümseyerek kendini ondan uzaklaştırmış adeta bencil bir yaratığa dönüşmüş olarak görülebilir. Kimi yazarlar “fildişi kulesinde yaşıyor” değimini biraz da küçümseyen olumsuz bir üslupla buna benzer bir anlam yükleyerek kullanırlar. “Fildişi kule” kimi zaman yaşadığı hayatın içerisinden kendisini çekerek bir anlamda toplumundan tecrit olup sadece düşünerek filozofça yaşayan insanlar için, kimi zaman da kişinin kendisine ördüğü bir mutluluk kozasına benzetilerek bencilce bir yaşamın biçimsel anlamında kullanılır. Burada, Kulenin malzemesi dikkat edilirse “fildişi” gibi az bulunur değerli bir malzemedendir. Yaşayanına bencillik ve kibir kazandırdığı iması gerçekte bu malzemenin kendisiyle ilgilidir. Yoksa kulenin kendisi çoğunlukla kullanılan, her yerde farklı özelliklerde de olsa rahatlıkla bulunan “taş” gibi bir malzemeden oluştuğundan özünde çok yalındır. Onun yapımında kullanılan farklı malzemeler ve bunlara verilen anlamlar, kulenin masumca kefaletini ödediği farklı yorumlar kazanmasına neden olur. Bu bağlamda, istisnai bir şekilde tunçtan veya demirden yapılmış bir kule şüphesiz ki madenin özelliğini alarak ulaşılmazlığın, sağlamlığın ve kuvvetin sembolü olacaktır. Tıpkı, Argos Kralı Akrisios’un kızı güzel Danea’yı, -ki bu kız daha sonradan Perseus’un annesi olacaktır- iffet ve saflığını koruması için kapattığı o bronz kule gibi. Her ne kadar mitolojilerde ve hikayelerde genç kızların iffetlerini ya da hayatlarını korumak için kapatılan yapılar olarak da geçse, (burada Boğazın orta yerindeki Kız Kulesini hatırlamak da gerekir. Ancak unutulmamalıdır ki bu yapıyı kule haline getiren yüksekliği değil, denizin ortasındaki münzeviliğidir) hatasıyla sevabıyla kule, gerçekte diğer yapılara göre çok daha insanidir. Belki de bu nedenle kule, tarih boyunca, farklı toplumların destan, mitoloji, hikaye, şiir, roman kısaca her türlü anlatımlarında sıkça kullandığı ve insan davranışlarının türlü anlamlarıyla yüklenen vazgeçilmez bir yapı olagelmiştir.

Kule yaşayanına, kötü sürprizler sunmaz. Yaşayanı onun içine girdiğinde ne kazanacağını veya nelerle karşılaşacağını hep bilir. İçerisinde, kimi yapılarda olan o insanın biran evvel çıkmak için can attığı bunaltıcı karışık ve girift labirentler, içine aldığı kişiyi adeta küçük bir böcek haline getiren kibirli yüksek tavanlı kendini –gerçekten- beğenmiş yalancı salonlar, arabesk, gotik, rokoko tarzındaki abartılı süslemeli kapılar, pencereler, merdivenler hiç yoktur. Kule, bütün o yapılara göre doğrucudur ve yalındır. Onun bu yalınlığından dolayı bir abide gibi yükselen haşmeti daima ön plana çıkar. Çünkü onu kule yapan bu özelliğinden başka bir kusuru yoktur? İşte, onun sadeliğini göremeyen kişiler, azametli yüksekliğini ve gözden kaçmayacak kadar belirgin yalınlığını kibirli bir insanın duruşuna benzetirler. Ne acınası bir yanlış?

Kule, alan olarak birçok yapıdan daha az yer kaplar. Bu nedenle onu inşa etmek için doğayı yok etmeye gerek yoktur. Yolu düşenler çok iyi hatırlayacaktır. Çeçenya’da yüksek yarlarla ve derin uçurumlarla dolu Çanti vadisinden İtumkhalle’ye giderken,  ince dar vadinin dibinden kükürt kokularıyla çılgınca akan Argun nehrinin karşı kıyısında bir kule vardır. Yaşlı Kule, sanki insanüstü bir güç tarafından yüksek kayalığın içerisine, doğanın bir parçasıymışçasına kondurulmuş gibi durur. Kuleye ulaşan ne bir yol, ne de derin uçurumu aşmak için inşa edilmiş bir köprü görünürde yoktur. Kule, görenlerin hayranlık dolu bakışlarla seyredeceği ve yıllarca etkisinde kalacakları bir şekilde kayalar arasından adeta bir ağaç gibi filizlenerek göğe doğru yükselir. O, diğer kulelerde olduğu gibi doğa ile büyük uyum gösteren sıra dışı bir yapıdır. İnşa edildiği yerde bu denli heybetli bir görünüme bürünmesinin nedenini onun doğaya olan yüksek uyum gücünde aramak gerekir. Yörede anlatılan ve sonradan Mamakaev’in de bir şiirine konu olacak eski bir efsaneye göre, yiğit mi yiğit yedi kardeş tarafından tek kız kardeşleri Nepse için yapılan bu kule, Kafkasya’nın barbar Moğol orduları tarafından işgal edildiği korkunç yıllarda önemli bir görevi yerine getirmişti. Anlatıldığına göre bir avuç Çeçenin bulunduğu kule, Aksak Timur’un kan emici ordularını vadiye sokmamış, adeta koca orduyu tek başına durdurmuştu.

Kule, insanı korur. Sadece yaşayanı için kalır ayakta. Bu yüksek yapıların belki de en önemli işlevi yaşayanı birçok dış tehlikeden koruyan aynı zamanda bir kale olmasıdır. İnsan, yaşamı boyunca birçok tehlike ile yüz yüze gelir. Kule, bu tehlikelerin birçoğunu, yaşayanı daha farkına varmadan uzaklaştırır. Kule, yaşayan için koruyucu ve kollayıcı olur. Belki de bu nedenle kuleler hep savunma yönleriyle birlikte hatırlanır. Halbuki kule sadece savunma yapmaz yaşayanına, onu bir annenin yavrusunu kollaması gibi şefkatle sarmalar.

Kule, fedakardır.