‘İKLİM’DEN ‘LİAN’A YOLCULUK… (2)

Sezai Babakuş
31.03.2011

İkinci bölüme başlamadan önce, bu anlatının amacının başkasını teşhir etmek ya da başkasının sırrını ifşa etmek olmadığını belirtmek isterim. Zira sözkonusu kişi zaten memleket medyasına defalarca malolacak kadar meşhur biridir, bahsi geçen olaylar ise . birçok kişinin tanıklığında yaşanmış ve pekçok kişinin dillendirmesiyle yeterince toplumsallaşmıştır. Ayrıca, anlatıda zikredilen isimler gerçek değildir, sözkonusu kişi tarafından türetilmiş ve kullanılmış müstear isimlerdir. Sonuç olarak yazdıklarım başkasını değil olsa olsa kendi kendimi teşhir mahiyetindedir. Kendi kendimi tekmili birden teşhir ederek, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala kulaktan dolma bilgilerle beni karalamaya çırpınan ‘irfan sahibi zevat’a gani gani kına vermiş oluyorum.

Ayrıca amacımın, bu vakadan yola çıkarak aşkı yargılamak ya da ‘kadının fendi’ üzerine ahkam kesmek olmadığını da belirtmeliyim. Şu kadarını söyleyeyim ki, Ataol Behramoğlu’nun şiirleştirdiği gibi “aşk iki kişiliktir”. Yani, dünyanın en güzel kadını-en yakışıklı erkeği de olsa, tek tarafın tutkusundan iki kişiyi ısıtacak bir ateş çıkmaz. En azından bazen çıkmaz…

Anlattıklarımın daha iyi anlaşılması ve yerli yerine oturması bakımından, sözkonusu olayların savaştan yeni çıkmış bir ülkede olduğunu bir kez daha dikkatinize sunmak isterim. Hiç kuşkusuz savaş, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun büyük bir felakettir. Hele bu savaş Abhazya’daki gibi kurumsal askeri güçle değil halkın katılımıyla oluşturulmuş milis kuvvetleriyle yürütülen, coğrafyasının her karışını ve nüfusunun tamamını doğrudan etkileyen bir direniş savaşıysa, katmerli bir felakettir.

Savaşın asıl yıkıcılığı, savaş sonrasında kendini gösterir. Kurşun yarası gibi, soğudukça daha çok acı verir. Savaşın olağanlaştırdığı ve meşrulaştırdığı şiddet, saldırganlık ve öfke savaştan sonra kendi içine döner. Kontrolsüz silahlı gruplar çeteleşir, rant ve ganimet için evler-işyerleri basılır, yollar kesilir, insanlar vurulur. Kan davaları, hasım hesapları, alevlendirilen kişisel düşmanlıklar, dolduruşlarla ve  fesat dedikodularla körüklenen dalaşmalar, ‘yan baktın’ sataşmaları, ‘bu çöplük benim’ çatışmaları… Şiddet öyle keskindir ve öyle olağandır ki, evimizin yüz-yüzelli adım yakınındaki bir çete evinin, başka bir çete tarafından basılmasını, ağır silahlar-bombalar-roketatarlar eşliğinde saatlerce çatışılmasını, sonunda evdeki 8-10 kişinin katledilip evin yakılmasına pek şaşırmazsınız. İşte böyle bir ortamdır savaş sonrası. Bazen diyasporadan gelen bizlerden de bu şiddete sürüklenenler olur, bazen de şiddetin hedefi. Ürdün’den gelip Dranda’da yerleşmiş dokuz çocuklu aileye saldırılıp babaları vurulduğunda, ya da Türkiyeli bir gencimiz kaçırılıp on gün sonra cansız bedeni Gumista nehri kenarında bulunduğunda, yani şiddet iyice yakınımıza geldiğinde tüylerimizi ürpertmiştir. Ama şiddet, isteseniz de istemeseniz de sizi esir alır, o yüzden hiçbirimiz bunca olaya rağmen ‘ilk gemiyle tüyelim’ demeyi beceremeyiz. Böyle tuhaf bir durumdur, savaş sonrası.

İşte bu ortamda, sanki bir o eksikmiş gibi, bir de ‘Lian bombası’ düşmüştür ocağımıza.

Neyse… Zor bir günün ve gecenin ardından 2 Ocak sabahına erdik. Biz refakatçılar kahvaltı hazırlığı yaparken hastamız da aramıza katıldı. İyi görünüyordu. Sigara ve ütü yanıklarının acısı biryana, gerginliği yatışmış ve kendi kendiyle barışmış bir dinginlikteydi… Biraz havadan sudan sohbet ettik, katıldı; espri yaptık, güldü. Annesi ve ablasıyla konuşmamı anlattım; kendisini sevdiklerini, birkaç gün dinlendikten sonra İstanbul’a dönmesini istediklerini vs. söyledim. Sessizce dinledi. Sonra yüzü biraz dalgalandı, bakışları yeniden yabancılaştı. Hiçbirşey söylemeden odasına gidip yattı. Bu arada olay duyulmuş, tanıyan-tanımayan insanların merak ziyaretleri başlamıştı.

Öğleye doğru, İstanbul’dan bir haber var mı’yı öğrenmek için uydu telefon-faks cihazının bulunduğu Dışişleri Bakanlığı’ndaki ofisime gittim. Önce Handan’ı aradım, Ergül’le birlikte akşam ailesini (anne ve ablasını) ziyaret ettiklerini, olup biteni gayet soğuk kanlı ve şaşırtıcı bir sükunetle karşıladıklarını vs. anlattı. Psikolog Arda’nın sözlerini, gece olanı ve şimdiki halini özetledim. “Evet” dedi, “ailesi pek sır vermedi ama kızın ciddi derecede hasta biri olduğu belli, biz de Ergül’le daha çok bilgi toplayıp parçaları birleştirmeye çalışıyoruz, epey şaşırtıcı şeyler öğrendik”…

Handan’ın sözünü ettiği şaşırtıcı şeyler, aile-arkadaş-tanıdık çevresinden edinilmiş bilgilerdi. Benim açımdan kayda değer olan ise, Abhazya’ya gelmeye bir yıl önce beni İstanbul’daki bir toplantıda gördüğünde karar vermesi ve bunu çevresindeki insanlara ta o zaman anlatmış olmasıydı. Ne gizli bir karizmaymışım ki, hakkımda bir yıl önceden plan yapılıyordu. Vay anasını be!..

İkinci şaşırtıcı husus ise, gelişini gerekçelendirme şekliydi. Bazı insanlara şöyle anlatmış; “Sezai’nin İstanbul’daki eşi Türk’tü, Abhazya’da da bir Rus kadına takılmıştı. Mümtaz abi ve Handan abla Sezai’yi bu iki yabancıdan kurtarmak için beni yönlendirdiler ve Abhazya’ya davet ettiler”… Oysa Handan da Mümtaz da onu tanımıyordu. Kızın hayagücü şaşırtıcıydı. Aşk var, tutku var, milliyetçilik var, vatan-millet misyonu var. Var da var…

Handan bunca bilgiyi verdikten sonra, araştırmalara devam edeceklerini ve yeni birşey öğrenirlerse arayacağını söylüyor. Sonra kızın annesine telefon ediyorum, yine donuk-tutuk-meraksız bir sesle karşılıyor. İyiye gittiğini anlatıyorum.

Aslında yanılıyordum, iyiye gittiği yoktu. Ben evden ayrıldıktan sonra yeniden kahve-sigara ile migrenini çağırmış, başağrısıyla inandırıcılığını destekleyip ziyarete gelenlerin acıma duygularına hükmetmeye başlamış. Kimilerine beyin sarsıntısı geçirmiş olabileceğini, kimilerine de iç kanama geçiriyor olabileceğini anlatıyormuş. ‘Uğradığı saldırı’yla ilgili de, birbirinden farklı komplo versiyonları üretiyormuş. ‘Bana saldıranlar Sezai’yi arayan silahlı birileriydi, aralarında Gürcüce konuşuyorlardı” dan tutun da, “gelenleri Sezai gönderdi, kendisini de kapı aralığından gördüm”e, “gelenler Çeçen’di, soygun için geldi”den “bana saldıran tartıştığım akrabamdı, yüzü maskeleydi ama sesinden tanıdım, yanında da 3-4 kişi vardı”ya kadar, akla-hayale sığmayacak pekçok senaryo…

Bu gelişmelerden habersiz, ofiste oyalanmayı sürdürüyorum. İstanbul’dan camiadan tanıdıkları arayıp bilgi edinme sürecini hızlandırmaya çabalıyorum. Bir saat, iki saat, üç saat… Nihayet telefon çalıyor, Handan. “Sıkı dur” diyor, “Kız, kısa süre önce borderline kişilik bozuluğu teşhisiyle hastaneye yatırılmış, ünlü psikiyatrist S.Tanaltay gözetiminde altı ay süreyle tedavi görmüş”… Bu bilgiye şans eseri nasıl ulaştığını anlatıyor, benim asıl merak ettiğim ise ‘borderline’ın ne menem birşey olduğu. Özetiyor, “bir saate kadar etraflıca not edip faks çekerim” diyor.

Telefon çalıyor, bu kez iç hat. Mümtaz telaşlı, “Kız iyice zıvanadan çıktı, gelen giden herkese bir hikaye uyduruyor, söyleniyor, bağırıyor, ağlıyor, çok ağrısı olduğunu sayıklıyor, hastaneye götürülmesini istiyor”… Biraz idare etmelerini, faks beklediğimi, hemen geleceğimi söylüyorum. Hadi Handan, hadi!…

Uydu hattı çalıyor, faksın ilk satırı görünüyor; “Borderline Kişilik Bozukluğu”. Devamındaki notlar şöyle;

Ø     Borderline kişilik bozukluğu genelde çocuklukta yaşanılan önemli bir kayıp, anne-baba ile olan bağın dengesiz olması, travma, kötü muamele yada duygusal olarak yoksun kalmak gibi nedenlere dayanmaktadır. Kadınlarda daha yaygındır. Başlıca belirtileri;
– Tehlikeli boyutlarda kendine güven eksikliği ve dengesizlik
– Ruh halinde sürekli ve büyük değişimler

– Aşırı ve yoğun öfke; kendine zarar verme eğilimi
– Kızgın ve saldırgan patlamalar; başkasına zarar verme eğilimi

Ø     Borderline Kişilik Bozukluğu olan insanlar sürekli olarak terkedilme duygusu yaşarlar ve bu yüzden panik içindedirler. Genel olarak davranışları değişkendir ve ani hareketlerden oluşur. Duygular sürekli değişir, diğer insanlarla olan ilişkileri yoğun ve fırtınalıdır.

Değer verdikleri  insanlara tutunmak için çılgınca bir çaba sarfederler, bir yandan da kaybetme korkusundan kaçınmak için önemsizleştirmeye çalışırlar.

Ø     Borderline kişiliğe sahip kişilerin kendine güven duyguları çok kırılgan olduğu için insanlar tarafından kabul edilmeye yada reddedilmeye karşı aşırı derecede hassastırlar. Bir ilişkileri olsa bile kendilerini dışlanmış ve yalnız hissederler. Olası bir kayıp, ayrılık yada terkedilme ihtimali karşısında kendilerini tehdit altında hissederler ve genelde hiddet, aşırı öfke, aşağılama vs. saldırılarla tepki verirler.

Ø     Borderline kişilik bozukluğunda kendine zarar verme ya da intihara teşebbüs etme eğilimi çok sık görülür. Manipülatif intihar girişimleri, kendine zarar verme gibi davranışlarına depresyon, işlevsellikte bozulma, duygulanımda dalgalanmalar, dürtü kontrolünde zorlanmalar, boşluk duyguları ve kaygı eşlik eder.

Ø     Borderline kişiliğe sahip insanların duygularını kontrol etmekte zorlandıkları yaygın olarak bilinmektedir. Ayrıca bazı durumlarda yalnızlık ve terkedilmişlik duygularından kurtulmak için alkol ve uyuşturucuya yönelim görülebilir.

Şu işe bakın, nasıl karmaşık bir derttir başımıza patlayan!. Bu kadar komplike bir durumla nasıl başa çıkılır? Bir yandan üzülüyorum, öte yandan kaygım da artıyor kızgınlığım da. Tekrar annesini arıyorum, hastalığını soruyorum, hasta kızlarını nasıl buralara gönderebildiklerini sorguluyorum, bana neden söylemediklerine içerliyorum. Kadıncağız bıkkın bir çaresizlikle karşılıyor, “ah evladım ne diyeyim sana, iyileştiğine inanmıştık”… Uzun bir sessizlikten sonra ekliyor, “en iyisi biran önce bu tarafa gönderin”…

Psikolog Arda’yı arıyorum, gelen bilgiden kısaca bahsediyorum, köşede buluşmaya karar veriyoruz. Faksı katlayıp cebime koyuyorum, Arda ile buluşuyorum, konuşa konuşa hastamızın bulunduğu eve doğru koşturuyoruz.

Daha üç beş yüz metre yürümüşken yolumuz kesiliyor, ilk saldırı… Aslında bu saldırının bu konuyla doğrudan alakası yoktu, sadece zemin yaratmış ve fırsat vermişti; hiç ilgim-bilgim olmayan absurd bir didişmenin hıncı alınmak istenmişti. Olan gözlüğüme oluyor, arbedede yere düşüp kırılıyor. ‘Işık kırılması’nın yanında bunun lafı mı olur… Yola devam ediyoruz, eve vardığımızda ise geç kaldığımızı anlıyoruz. Hastamız, diğer insanları durumunun ciddi olduğuna inandırmış ve hastaneye kaldırılmasını sağlamıştı. Hastaneye koşturuyoruz. Doktorlar bir kez daha baştan aşağı muayene etmiş, bir odaya yatırılmıştı. Etrafta, bana pek de sempatiyle bakmayan 5-6 silahlı ‘yardımsever’. Doktoru bulup soruyoruz, “rontgen çektik, eldeki imkanlarla kontrol ettik, fiziki bir sıkıntı göremedik” diyor. Yatıştırıcı ilaçlar vermişler.

Arda ile birlikte doktorla uzun uzun konuşuyoruz, olup biteni özetleyip edindiğimiz son bilgileri paylaşıyoruz. Doktor, “Benim de teşhisim fiziksel değil, ruhsal bir travma olduğu yönünde. Bugün burda kalsın, yarın psikiyatristimiz de görür. Ona göre karar veririz” diyor. Ayten’le Yeşim refakat için kalıyor, biz 4-5 kişi Mümtaz’ın evine gidiyoruz. Çay demleyip herşeyi baştan sona yeniden gözden geçiriyoruz.

İçimizde en yetkin kişi, Moskova Üniversitesi’nde psikoloji okumuş olan Arda. Handan’ın ‘borderline’ ile ilgili notlarını yarı Abazaca, yarı İngilizce kelime kelime çevirerek aktarıyorum. Annesi, ablası ve Handan’la yaptığım konuşmaları detaylarıyla anlatıyorum. Arda ‘evet, ciddi bir rahatsızlığı olduğu belliydi” diyor. Üzülüyoruz…

Herşeyi taa baştan alıyoruz, herkes kendi konuşmalarını, gözlemlerini sıralıyor. Tutarsızlıklar, yalanlar, hayal ürünü zırvalıklar ortaya döküldükçe ve parçaları birleştirdikçe hayretimiz artıyor. Biz konuştukça Arda daha derin düşüncelere dalıyor, çünkü o psikolog, bu anlatılanların korkulacak şeyler olduğunu biliyor. Sonunda durumu şöyle tarifliyor; “Psikiyatrist değilim ama ben borderline’ı da aşan şizofrenik bir kişilik problemiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Ya bilerek oyun oynuyor ya da ne yaptığının farkında değil. Her halükarda ciddi ve tehlikeli bir durum. En iyisi biran önce İstanbul’a göndermeli, tedavisine kalınan yerden devam etmeli”…

Öyle ya, burnumuzun dibinde bu kadar hayal ürettiğine göre kimbilir uzağımızda kimlere neler anlatmıştı. Dahası, anlatmaya devam da ediyordu.

Arda, ertesi gün iki psikiyatrist arkadaşını hastaneye çağıracağını belirterek gitti. Kalanlar sohbete devam ettik. Derken kapı çalındı, 3-4 silahlı ‘bıçkın’ beni arıyordu. “Gulrıpş’ta arkadaşlar toplandı, olup biteni konuşmak için seni istiyorlar”. Silahın ikna güçüne hayır demek mümkün değildi, çaresiz isteklerine uydum. Siyah bir ‘Volga’ ya doluştuk, Gulrıpş’taki ‘karargah’a vardık. Sanırım 15-20 kişi vardı. Dedim ya, savaş sonrasının kontrolsuz silahlı grupları çoktu, işte bunlar da o gruplardan biriydi. Çoğunluğu Türkiyeli, birkaçı savaşa katılmış, çoğu savaştan sonra gelip silahlanmıştı. Hemen hepsi tanıdıktı. Bir-ikisi ‘durumdan vazife çıkarma’nın ateşli öncülüğünü yapıyordu. Bunlar, Işık’ın ‘akıl oyunları’na inanmış ve kendilerine olayı aydınlatma görevi vehmetmiş insanlardı. Işık rolünü iyi oynamış ve inandırmıştı. Kendilerince sorguluyorlardı. Kimin saldırdığını soruyorlardı. Saldıran yoktu, anlattığı herşey yalandı ve ne olduysa kendi kendine yapmıştı… Sorgu bu minvalde sürüyordu. Olayı aydınlatma kararlılıklarını göstermek için bir ara dışarı çıkarıp sağıma soluma Kalaşnikof’la ateş ettiler. Eyvallah. Korktum desem yalan olur, çünkü bu numaralar Türkiye’de polis marifetiyle sıkça karşılaştığımız klasik kaba yöntemdi. Ayrıca korksam ne yazar, onların beklediği türde ne verecek bir bilgim vardı ne diyecek bir sözüm. Sonra kendi aralarında fiskoslu mütealalarda bulundular, aynı araçla geri getirdiler. Velhasılı Işık’ın başıma sardığı bela bu kadar uç noktalara varabildi. Neyse, insan yaşadıkça neler görmez ki!.. (Durumdan vazife çıkaran bu ‘kahramanlar takımı’nın çeperdeki bazı üyeleri daha sonra benden özür dileme medeni cesaretini gösterdiler. Merkezdekiler ise zaten iflah olmazdı, orda-burda çetecilik oyunu oynamayı sürdürdüler).

Ertesi sabah (3 Ocak 1995), yeni bir haber var mı’yı öğrenmek için ofise uğruyorum. Uydu telefon sisteminde üç-beş sayfa faks duruyor, hemen el atıyorum. Işık’ın kocaman bir fotoğrafının yer aldığı küpürler. Nefes nefese okuyorum. İşte o zaman ‘borderline’ı da aşan patalojik bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyorum. Meğer bizim aylarca ‘Işık’ diye tanıdığımız kişi ‘Lian’ adıyla ne işler karıştırmış.

Küpürler Nokta dergisinin 19 Nisan 1987 tarihli sayısından. “Babıali’den bir Lian geçti” başlığıyla yayınlanan haber yazısı. İki tam sayfaya yayılmış şaşırtıcı, akıl almaz bir hikaye.

Özetle, bizim kızın Cumhuriyet, Nokta, Güneş gibi önemli yayın organlarında önce ‘grafiker’ sonra da ‘gazeteci’ olarak çalıştığı, ‘Lian’, ‘Aylin’, ‘Işık’ ve ‘Bayan Petrovniç’ adlarını kullanarak pekçok kişiyi dolandırdığı ifade ediliyordu. Babasının Beyaz Rus anasının Suriyeli olduğunu, Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdiğini, hatta ünlü yönetmen Fellini ile çalıştığını vs. pekçok yalan-dolanın ortaya saçıldığı bir yazı.

Gelen fakslar arasında bir de iki-üç sayfalık kitap küpürü de vardı. Engin Ardıç’ın Babıali’yi anlatan kitabından Lian’a ayrılmış sayfalar. Nokta’daki yazının farklı bir versiyonu…

Hepsini okuyorum, birkaç kez okuyorum. Gülmek, kızmak ve üzülmek arasında gidip geliyorum. Daha önce bu hikakeyi duymuş muydum? Hatırlayamıyorum. Magazin haberlere hiç ilgim olmamıştır, belki ondan. Ya da gözüme ilişmiş, unutmuşumdur. Ya da böyle bir bombanın yakınıma geleceğine hiç ihtimal vermemişimdir. Velhasılı beni şok eden, ‘yuh artık’ dedirten bir durumla karşı karşıyaydım.

Asıl ilginç olan, faksın kim tarafından gönderildiğini öğrenememiş olmam. Belki Işık’ı Abhazya’ya yönlendirerek başımıza bunca dert açılmasına vesile olan annesi-ablası ya da ailesinden yakın biri ‘vicdan temizliği’ için göndermişti, belki kendisinden çok çekmiş olan eski eşi bize yardımcı olmak için göndermişti. Velhasılı onu iyi tanıyan, oyunlarını bilen yakın biri göndermişti ve kendisinin bilinmesini istemiyordu. Bu da anlaşılır bir şeydi…

Artık düğüm çözülmüş, ‘Lian’ foyası ortaya çıkmıştı. Bundan sonrası, onu olabilecek tıbbi ve psikolojik destekle normalleştirmek, söz yerindeyse zıvanasına geri döndürmek ve İstanbul’a göndermekti. Arda ve psikiyatrist arkadaşlarıyla hastanede buluşup yeni bilgileri de dikkate alarak durum değerlendirmesi yapıyoruz. Hastanedeki doktorlarla görüşüyoruz. Migreni dışında fiziki bir rahatsızlığı olmadığı iyice anlaşılıyor, ertesi gün dinlenmesi ve kendi kendine kalarak olup biteni düşünmesi, muhasebe etmesi için bir arkadaşımızın refakatında Pitsunda’daki bir otele gönderiyoruz. İki hafta kadar burada kalıyor. Ben de daha detaylı bilgilenmek üzere İstanbul’a geliyorum.

Önce yakın çevreden tamamlayıcı bilgiler ediniyorum, sonra Cumhuriyet, Güneş ve Nokta’da ‘Lian vakası’nın tanıklarıyla, olayı yakından bilenlerle konuşup detaylandırıyorum. Gerçekten dudak uçuklatacak, Lian’ı hakkıyla şöhrete ulaştıran zekice kurgulanıp oynanmış pekçek oyun. Bazı gazete ve dergiler ‘Lian’ın Abhazya maceralarını’ yazmamı istiyorlar, ‘hayır’lanıyorum. Bu arada Nokta’nın kardeş dergisi Express’de ‘Lian çizgi romanı’ başlıyor. İlk sayıda ‘Lian’ın Babıali maceraları anlatılmakta, son karede ise Lian elinde valiz Abhazya yolunda resmedilmektedir. Telaşlanıyorum, ya çizgi romanın devamı varsa!.. Derginin Levent’teki yerine gidip yetkilileriyle görüşüyorum, aman etmeyin eylemeyin… Neyse ki devam etmiyor.

Birkaç hafta sonra Abhazya’ya dönüyorum. Lian iyileşmiş, hiçbirşey olmamış gibi Sohum’da yaşamayı sürdürüyormuş. Nerde? Benim geçici olarak kendisine sağladığım dairede. Bir iki kişiden tabanca istemiş, beni vurmak üzere. Ölümüm Lian’ın eliyle olacaksa şimdiye kadar olurdu. O kadar uygun ortamda boğazımı bir bıçakla kesmediyse ateş de edemezdi. Çünkü iyice anladım ki bütün bunları beni sevdiği için ve beni kaybetmemek için yapmıştı. Çılgın bir aşk, çaresiz bir tutunma çabası…

‘Çılgın aşığımla’ son kez yüzleşmem ve helalleşmem şarttı. Bir akşam üzeri kapısını çalıyorum. Beni görünce bakışı yere düşüyor, biraz tedirgin oluyor. “Nasılsın”ıma sessizlikle cevap veriyor. İyi görünüyordu. Belki biraz azarlanma ürkekliği içindeydi. Kendisiyle ilgili, olup bitenlere dair hiçbirşey sormuyorum, söylemiyorum. Sadece iyi olmasını istediğimi, hayatın iniş çıkışları olduğunu söylüyorum. Kendisinin arkadaşıydım, ne sevgilisiydim ne de aşığı. “Evet” diyor, “anladım”… İstanbul’a dönmesinin kendisi için iyi olacağını söylüyorum. Abhazya’da kalmaya devam edecekse ve bu dairede oturmayı sürdürecekse ev sahipleriyle görüşüp anlaşmasını belirtiyorum. Ona şans diliyorum ve veda ediyorum. Bu benim ‘Işık’la, ‘Lian’la, ‘Aylin’le, ‘Bayan Petrovniç’le… ya da gerçekte her kim idiyse, son konuşmamdır. Sonra o bazen İstanbul’a gidip gelmiştir, ben ha keza… Bazen Sohum caddelerinde uzaktan birbirimizi görüp yol değiştirmişizdir ya da cafelerde rastlaşıp mekan terketmişizdir.

Ben 1996 başında Abhazya’dan ayrılıp Moskova’ya geçtim, ondan sonra kendisini hiç görmedim. Sanırım bir süre daha Abhazya’da kalıp sonra İstanbul’a döndü ya da başka bir yere gitti. Aradan bunca yıl geçti, anılar epey gölgelendi ama hala uzaktan birini ona benzetip yol değiştirmeye devam ederim. Ne olur, ne olmaz…

Görüyorsunuz, ‘insanlık hali’nin sınırları geniştir ve son derece çetrefilli. Yarım yüzyıllık yaşamımda pekçok insan tanıdım, iyisiyle kötüsüyle pekçok olaya tanıklık ettim. Benim gibi pekçok olay yaşamış bir arkadaşım, sakın hayat süren diğer arkadaşımın “yahu bütün bunlar seni mi buluyor” sorusuna hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermişti; “Ne yapayım, senin gibi evimde oturmuyorum, hayatın içinde yürüyorum ve yürüdükçe pekçok şeye raslıyorum”…  Evet, hayatın içinde yürüdükçe olaylar sizi buluyor. Doğrusu bazen kendi kendime “biraz evinde otur be adam” demişimdir. Yoruldum mu ne…

Sonuç olarak, Nokta’nın başlığına benzetirsek ‘Abhazya’dan bir Lian geçti’ ya da ‘hayatımdan bir Lian geçti’. Hem de çarptı geçti… Belki ‘Lian’ı güvensizliğe ve çokkişilikliliğe sürükleyecek gerçek travmalar yaşadı, belki de içinde zaptedemediği bir ‘oyun oynama isteği’ vardı. Ya da hep benim gibi ‘işe yaramaz’, ‘oyunbozan’ erkeklerle karşılaştı hayatı boyunca. Her ne idiyse, sonuçta bir ‘Lian vakası’ çıktı ortaya…

Şimdi nerelerdedir, ne yapmaktadır bilmiyorum. Her neredeyse ve hangi isimle yaşıyorsa, umarım kendi başına dert açmadan ve kimsenin başına bela olmadan, sakin ve huzurlu bir hayat sürüyordur. Bunu içten diliyorum.

İşte, ‘İklim’in çağrıştırdığı ‘Lian’ ile ilgili anılarımın özeti. Bu anılar, 16 yıllık bir derinlikten çıktı. Günübirlik notlar tutmamış olduğum için elbette ufak-tefek eksikler ve kronolojik sapmalar olmuştur. Anlattıklarım bütünüyle gerçektir; yaşadıklarımın, öğrendiklerimin ve gözlemlediklerimin toplamından oluşmaktadır. Yine de, algılamalarımı ve yorumlamalarımı da içerdiğini ifade etmek isterim. Objektif olanla subjektif olanı dengeleyerek ve en başında da belirttiğim gibi mümkün olduğunca kişi haklarını, hasta haklarını ve hakkaniyeti koruyarak, ve de ‘insanlık hali’nin hoşgörü sınırlarını gözeterek bir özet yapmaya çalıştım. Günahı da sevabı da bana aittir….

Meraklıları için tamamlayıcı ekler;

Ek.1
İsmet Berkan’ın yazısı, Hürriyet Gazetesi, 13 Mart 2011

Bir Lian Mit vardı…

Gazetecilik ve siyaset… İkisi de erkeklerin egemenliğindeki meslekler. Şimdilerde gazetecilikte erkek egemenliği biraz olsun seyreldi belki ama benim mesleğe başladığım ilk yıllarda durum fenaydı. Mesela ben 1978 sonunda Cumhuriyet Gazetesi’nin spor servisinde çalışmaya başladığımda, gazetenin köşe yazarları hariç bütün editoryal kadrosu tek bir büyük salona sığardı. Ve bu koca salonda dört kadın vardı sadece: Şükran Soner, Ümit Alemdar, Meral Tamer ve Emine Uşaklıgil. Evet, sonuncusu patrondu ama henüz stajyer patron. O yüzden dış haberler servisinde Meral Tamer ve Osman Ulagay’la birlikte oturur, sabahtan akşama daktilo başında çalışırdı. Yüz tane erkeğin arasında olmak nasıl bir duyguydu bu dört kadına sormak lazım. Benim de annem gazeteciydi ve onun meslekteki yıllarında bütün Babıali’deki kadın sayısı üçü-beşi geçmiyordu.

Her neyse, 80’li yıllarda bizim katta kadın sayısında sınırlı bir artış oldu. Hasan Cemal, harita yayınlamayı çok seven bir genel yayın müdürüydü, o sayede Cumhuriyet’in bir grafik servisi oldu, burada da dünyanın en çalışkan iki kadını görev aldı. (Bu arada başka servislere de kadın gazeteciler gelmeye başlamıştı ama hala sayıları azdı.) 80’lerin ortasında bu bizim gül gibi grafik servisimize bir gün bir kadın daha katıldı. Bu genç kadın, efsanesiyle birlikte gelmişti. Adı Lian, soyadı Mit’ti. Beyaz Rus asıllıydı. İtalya’da grafik okumuştu. Bir İtalyan’la evlenmiş, ondan çocuğu olmuş, sonra boşanmış ve sağlık sorunları da olan küçük çocuğunu alıp Türkiye’ye dönmüştü.

Küçük çocuğunu doyurabilmek için çalışması gereken bu genç kadının hikayesinin bizim Cumhuriyet’in yazıişleri katında nasıl bir ‘şefkat’ duygusu patlamasına yol açtığını, bizim erkeklerimizin Lian Mit’e yardımcı olabilmek için nasıl gündüzleri masasının etrafında pervane olduklarını görmek hayata ilişkin derslerle doluydu.

Sonra sonra gece falancayla filan meyhaneye gittiğini, oradan ayrılıp bir başka arkadaşımızla falanca barda buluştuğunu vs dinlemeye başladık. Erkek toplumunun en fena özelliği, erkeklerin birbirleriyle konuşmasıdır. Burada farklı olan durum, Lian Mit’in bütün erkekleri bir diğerine söylemesi, onları baştan haberdar etmesiydi.

Ama gariptir, herkes herkesin hikâyesini bilse de öyle kıskançlık kavgaları falan da çıkmıyordu. Gazetenin erkekleri birbiriyle yarış halinde Lian’a ‘şefkat’ gösterme peşindeydi. Ona hediyeler alanlar, çocuğunun hastane masrafı için katkı sağlayanlar, borç verenler, kefil olanlar…

Artık her şey çok rahatsız edici olmaya başladığında Lian Mit işten çıkarıldı; çünkü aslında iş falan yapmıyordu. Grafik yapmayı bilmediğini ben daha Lian Mit’in işteki ikinci gününde tespit etmiştim, o sıralar Ümit Kıvanç’la birlikte yaptığımız ‘Siyaset’ eki için bir siparişim bir türlü yapılamayınca…

Ama yine de işten çıkarıldığında üzüldüm; onun peşinde bir ümitle dolaşmaktan iş yapamaz hale gelen hiçbir erkeğe hiçbir şey olmamıştı.

Kısa süre sonra Lian Mit’in Nokta Dergisi’nde işe girdiğini öğrendik. Nokta’cılar bizden Lian Mit’le ilgili bilgi/dedikodu soruyorlardı sürekli, bu sayede Cumhuriyet’in erkekleri olarak bizler de Lian Mit’ten haberdar olmaya devam etmiş oluyorduk.

Derken bir haber geldi, Lian Mit, genel yayın yönetmeni ve başyazarın özel danışmanı olarak Güneş gazetesine işe alınmıştı. Hem de Nokta dergisinde işten atıldıktan hemen sonra. 19 Nisan 1987 Cumhuriyet’in içinde bombanın patladığı gündü. Çünkü o gün piyasaya çıkan Nokta dergisinde bizim Lian Mit birkaç sayfalık bir haberin konusuydu.

Lian Mit, Nokta dergisini yayınlayan Gelişim Yayınları’ndaki erkekler arasında da aynen Cumhuriyet’te yarattığı dalgalanmayı yaratmış, fakat biraz daha ileri giderek pek çok kişiyi evine aldığı müzik seti, TV, buzdolabı, çamaşır makinesi vs için kefil etmişti. Gelişim’in erkekleri ellerinde borç senetleriyle kalakalmışlar, Lian Mit gitmişti.

Zaten Nokta’nın haberine göre Lian Mit’in adı da yalandı, özgeçmişi de. Ne Beyaz Rus’tu, ne İtalya’ya gitmişti… Türkiye’nin en ‘uyanık’ ve en ‘külyutmaz’ geçinen erkekleri aylarca bir ‘mitoman’ın anlattığı ‘mit’lerin peşinde helak olmuştu…

Ek.2
Türe Özçelik’in yazısı, 10 Ekim 2009, Akşam gazetesi

Medyadan bir ‘Lian Mit’ geçmişti

… 80’li yılların ortalarıydı. Bir, Lian Mit fenomeni yaşandı. Lian, birden piyasaya çıktı. Herkes onu, onun bize anlattığı kadar tanıyordu. Uzun boylu, bembeyaz duru tenli, şahane vücutlu bir kızdı. 20’li yaşlardaydı. Rus asıllıymış, beş dili anadili gibi konuşurmuş… Annesi ve babası Rusya’da bir üniversitede öğretim görevlisiymiş. Cumhuriyet Gazetesi’nden Gelişim Yayınları’na kadar pek çok yayın grubunda çalışmış.

Bir gün çalıştığım gazetenin ofis boylarını bir telaştır aldı. Salavatla çıktığımız, kırmızı halılı yönetim katına sandalyeler, masalar taşındı. ‘Sonra yine veririz’ diye benim masamdaki telefon söküldü. Yan masamdaki daktilo alındı. Hoop, bir saat içinde yönetim katında bir oda, Lian Mit için hazırdı. Günler günleri kovaladı. Yaşlarımız yakın olduğu için belki de, Lian Mit beni pek sevdi. Güzelim odasını bırakıp aşağıda, benim masamda vakit geçirmeye başladı. Bir gazetenin üst düzey yöneticisiyle sürekli telefonlaşma halindeydiler ama bizim gazetenin yönetimine de boncuk dağıtmaktan geri durmuyordu. Bu arada nadiren hazırlamak üzere üstlendiği yazı konuları için sürekli benden yardım istiyordu. Müdürü ‘Dansın tarihçesini hazırlar mısın?’ demiş. Evde hazırlayıp eline vermiştim. O güne kadar benim yazılar kesilip biçilirken, onun için yazdıklarım, tam sayfa yayınlanıyordu. Elbette, Lian’ın imzasıyla.

Genel Müdür Yardımcısı 400 bin lira alırken, onun ederi 550 bindi. Lian, o dönemde pek çok yöneticiyle birlikte oldu, onlardan borç aldı. İşin komiği hepsi birbirinden habersizdi. Sonra işin kokusu çıkmaya başladı ve Lian Mit bu trafiği iyi idare edemediğinden, derdest edilip gönderildi. Ama nereye? Hiç kimse bilmedi. Hatta bir süre sonra, zamanın en iyi haftalık dergisi Nokta, Lian’ı göbekten haber yaptı; ‘Kim bu Lian Mit?’ diye sordu. Yıllar sonra cevap vermek kısmetmiş; Lian Mit, medyanın ahvalinin sembolüydü. Akıllı olup trafiği iyi idare edebilseydi , bugün artık yazı yazmayı da öğrenmiş olacaktı…

Ek.3
Nokta dergisi haber küpürü, 19 Nisan 1987