GÖKTEN GELENLER

Yabgeko A.
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978, s. 319

Janbot ve Nartan, Dakhenef’le tanıştıkları günden beri kafalarına giren bir düşünceden kendilerini kurtaramaz olmuşlardı.

Her ikisi de diğer arkadaşları gibi, zaman zaman bir araya gelerek oyun oynayıp vakit geçirmekle Çerkesliği yaşatabileceklerini sanıyorlardı. Dakhenef, böylesi bir toplantıda tanıştığı gençlere; ”Evlerde yapılan toplantılara mahdut sayıda gencin iştirak edebildiğini, yaşlıların gelemediğini söyleyip dernek kurmalarını” tavsiye etmişti. Ayrıca sırf oyunlarla Çerkesliğin ayakta kalamayacağını bunun için kafa yormalarını, düşüncelerinden doğan fikirleri aralarında tartışmalarını önermişti.

Bu fikre ilk katılan Nartan olmuştu. Hemen o akşam çektiği nutukta;

– Oyunlarda bir araya geliyoruz. Fakat pek çoğumuz evlenirken yabancıları seçiyor. Bu evliliklerden doğan çocuklara ise, dil ve törelerimizi öğretemiyoruz. Bunun neticesinde çok geçmeden eriyip tükeneceğiz, demiş ve yapılacak en iyi işin bir dernek kurarak orada, gençlere ideal verilmesi fikrini savunmuştu.

Bu tarz konuşmalarla geçen o geceden sonra gençler, bir araya geldiklerinde hep Çerkeslikten bahsetmeye başlamışlardı. Kafkasya ve Çerkeslerle ilgili mecmua ve kitapları arayıp buluyor, birbirlerine okutuyorlardı.

Dakhenef, yeni doğan ve gelişen fikirlerin dernekler vasıtasıyla, geniş halk kütlelerine aktarılabileceğini biliyordu. Yüz küsur yıldır kendini unut mu? Uyuyan bir toplumun; ne olduğunu, nerden geldiğini, ne yapması gerektiğini düşünebilmesi için, zaman zaman bir araya gelmesi gerekiyordu. Anavatanında doğmayan bir halkın, dernekleri vasıtasıyla temas kurabilip kendi iç meselelerini tartışabileceklerini bildiği için dernek fikrini ortaya atmıştı. Henüz, bir fikir etrafında birleşmemiş ve yönlendirilmemiş bir topluluğa, tüm düşünce ve ideallerini, ilk etapta söylemeyi sakıncalı buluyordu. Daima onları konuşturarak, sorular sorarak düşüncelerini onlara söyletirdi. İçlerinde en çok Nartan’la Janbot’u beğenip güvendiği için; bazı konularda fikirlerini onlara fısıldar, onlar vasıtasıyla düşüncelerinin diğerlerine ulaştırılmasını sağlardı. Bu sık temaslarında, en çok üzerinde durdukları konu; Çerkeslerin bu gidişle çok geçmeden bulundukları toplum içerisinde yok olup bir hatıradan ibaret kalacağı idi.

Yüksek idealli insanlar nasıl ki, her an gayelerini içlerinden atmadan yaşarlarsa bu çocuklar da düşüncelerinin esiri olmuşlardı. Bunların bu hale geldiğini gören Dakhenef, onlara bakarak bazen; ”yazık ettim çocuklara, onlara ulaşamayacakları bir ideal verdim, rahatlarını bozdum, huzursuz bir hayat hazırladım” diye düşündü. Bazen de, Çerkesliğin varoluşu için yaptıkları çalışmaları, düşüncelerini arkadaşlarına usanmadan aşılamaya çalışmasını gördükçe, halkımız bugünkü durumdan böylesi gençlerin gayreti ile kurtulacak diye düşünür, bir an da sürse kafasında ümitsizliklere yer vermek istemezdi. Dilini unutmuş birileriyle karsılaştıkça, Çerkes çocukları yabancılarla evlendirildikçe içi isyanla dolar; halkı için öne atılan, kendisini feda eden evlatlar yetiştirmeyen milletler, ancak bizim durumumuzda kahredip, daha çok Nartanlar, Janbotlar yetişmesi için olanca gayreti ile alışırdı.

Kendisini en çok üzen mevzu, bir gün Janbot tarafından açıldı:

– Dernekler de kursak, vatan millet aşkına evlenmeyin bizden olmayanlarla diye her gün konferanslar da çeksek; bu tükeniş, yani asimilasyon önlenemiyor. Bak siz karı-koca Adige dilini bildiğiniz halde çocuklarınıza öğretemediniz. Çünkü, çocuklar mektepte, sokakta, oyunda Adigece konuşacak kimseyi bulamıyor. Çoğunlukça konuşulan lisanı benimsiyor. Benim de annem babam biliyor ama öğretmediler. Onlar sizler gibi bilinçli olmadıklarından, okulda zararı dokunur diye hem öğretmiyorlar hem de evde konuşmuyorlar. Köylerimiz de o hale geldi. Dil bilen çocuklara ancak, Çerkes köylerinin sık olduğu yörelerde rastlanıyor. Çok geçmez televizyon onları da diğerlerine benzetir.

Janbot, kendisini dinleyen kadının donuk ve sessiz bakışlarından, devam etmesini istediğini zannetti.

– Ablacığım, hele yabancılara kız vermeyi kesmenin olanağı yok. Bizim köyde aman kızım köyde kalmasın diyen, yabancı bir şehirliye kızını veriyor. Oğlanlar da mecbur kalıyor, istemedikleri halde yakın köylerden    yabancı kız almaya. Böyle böyle köylerimiz dil bilmeyen gelinlerle doluyor. Tabi ki doğurduklarına da öğretmiyorlar. Ya şehirdekilerimiz? Aman kızımı bizden birisine vereyim diyene rastlamak mümkün değil.   Bilinçli bir tek evlilik yok. Böyle böyle eriyip, karışıp tükeniyoruz. Bunun çaresini nasıl bulalım?

Dakhenef, Çerkesleri her gün sürüyle yutan bataklığın ortasında kalmış zavallı halkının korkunç gerçeğiyle sarsıldı. Kederli gözlerini, karşısındaki çocuğun kalın camlı gözlükleri arkasında gizlenen gözlerine dikti. O kalın camların arkasındaki soru soran gözler, kuşkusuz inandığı bu kadının düştüğü biçareliği ilk defa görüyordu.

Dakhenef ayağa kalkıp, kitaplıktaki kolonyadan alıp serinlemek ve açılmak istedi. Hava almak için pencereyi açarken, tepesindeki saçların çıt çit ettiğini duydu. Her bunalışında saçlarından bu sesi duyar ve ağardığını anlardı.

– Biz uyumuş babaların çocuklarıyız, diye Janbot’a döndü. Ona iyice yaklaştıktan sonra:

– Bize hiçbir şey verilmedi. Bizim neslimizden, sizlere fikir verebilecek uyandıracak düzeye gelenlerimiz çok az. Az da olsa, bu topluma ışık tutacak kafalar bugün yok değil. Onlar, çoğunluğunu gençlerin teşkil ettiği bilinçli idealist bir topluluğu oluşturuyorlar. İşte biz, senin sorularının cevabını bu kuşağın vereceğine inanıyoruz.

Janbot, sorusunun cevabını yeni yetişen kendi kuşağının bulacağının önerildiğini anlayarak, sonu olmayan düşüncelere kendisini kaptırdı.

Bu konuşmadan 15 gün sonra Nartan’la Janbot mütebbessim ve sevinçli bir halde Dakhenef’i ziyarete geldiler. Daha kapının eşiğinde Nartan:

– Ben Ankara’da, gökten gelen adamları gördüm diye içeri girdi.

Janbot yüzünü aydınlatan tatlı bir tebessümle:

– Geçen günkü sorumun cevabını artık verebilirim, dedi.

Çocukların bu heyecanlı haline bir mana veremeyen Dakhenef;

– Ne oluyor Allah aşkına size? Gökten adam mi iner mi? Hem sen nasıl buldun bakalım o sorunun cevabını?

Nartan gökten inen adamları görmüş, konuşmuş, çok sevmiş. Artık gidiyoruz. Halkımızın dönmesi gerektiğine de inandık.

– Aa! Delirdi bu çocuklar. Melekler mi göründü gözüne? Sonra nereye gidiyoruz?
– Melekleri görsem bu kadar sevinmezdim. İnanın ki meleklerden daha kutsal geldi diyebilirim onlar bana diyerek gördüklerini anlatmaya başladı.

Nartan anlattıkça, Janbot tekrar dinlediklerinin hazzıyla dudaklarını yapıştıramaz olmuştu. Fıldır fıldır gözlerini, bir Dakhenef’in mütebbessim çehresinde bir de Nartan’da dolaştırıyordu.

– Sahi Kafkasya’dan gelenler mi olmuş? Nasıl inanayım? Olacak şey değil.

Nartan cebinden kalemini çıkardı. Yere diker gibi yapıp: ”Bu Allah’ın değneği olsun ki dediklerim doğru.” diye çok eski bir Adige yemini yaptı.   Yüzü gözü sevinçten gülerek teferruatıyla anlatmaya başladı.

– Üç gün evvel Ankara’da idim. Bir arkadaşıma uğradığımda,    Kafkasya’dan üç turist Adige’nin geldiğini ve yanlarına gideceğini söyledi. Beraber Maltepe’deki Anıt Oteli’ne gittik. Otelin salonunda bir yığın insan ayakta konuşuyorlardı. Arkadaşım onlarla tokalaşırken, acaba hangileri diye merakla oradakilere şöyle bir göz attım. Fakat ben hiçbirini benzetemedim. Çünkü vatandan gelenleri bizden farklı -ne bileyim- bir değişik insanlardır diye düşünüyordum. Meğer daha aşağıya inmemişler. Bizim yerli Çerkesler de bizcileyin onları görmeye gelmişler. Bir ara resepsiyona yöneldiklerinde iki uzun boylu adamın gülerek grubumuza yaklaştıklarını fark ettim. Hep el sıkıştık. Kabardeyce konuşuyorlardı.   Ben o güne dek hiç Kabardeyce konuşma duymadığım için pek anlayamıyordum.

Otelden çıkıp beraberce Gökdelen’in Set Kafeteryası’na gitttik. Aman Allah’ım bir göreceksin bizimkilerin halini, adamların konuşmalarını duyabilmek ipin birbirimizin üzerine çıkıyor merakla dinliyorduk. Ben etraftakilerin bizim halimizi nasıl bulduklarını anlayayım diye sağa sola bakındığımda, bizim o komik halimizi çevremizdekilerin, şaşkın bakışlarla seyrettiklerini gördüm. Ben daha genç olanına yarım Abzegh dilimle bir soru sormak istediğimi söyledim. Benim oradakilerden birini tercüman kullanmaya kalktığımı görünce: Bizim Lehçeyle, ”Adige diliyle sorarsan cevap veririm değilse hayır” dedi. Ankara’da okuyan gençlerimiz canavar gibi hiç takılmadan konuşabiliyorlar.

Dakhenef:

– Peki sorabildin mi? Ne sordun?
– Buradaki Çerkeslerin, Almanya’ya olduğu gibi Kafkasya’ya da işçi gidebilip gidemeyeceklerini sordum ve lakin Türkçe karıştırdığımdan, yine sözlerim tercüme edildi. O da; gelenlerin aç kalmayacaklarını ve daha bir şeyler söyledi ya kalabalıktan gürültüden gerisini anlayamadım. Yine bir fırsatını yakalayıp thamadelerine, bizim gençlerimize orada okuma olanağı verilirse bunun faydalı olacağını, temasımızı artıracağını söyledim, 0 da; böyle bir şeyden çok memnun kalacaklarını ifade etti.

Bilahare Maltepe düğün salonunda tekrar buluştuk. Thamadeleri Koufe Hapim Adige diliyle bir konuşma yaptı, kendi ana dilimle ilk işittiğim nutuktu o. Çok heyecanlandım. 100 yıldan fazla bir zamandır temas olanağı bulamayan bir halkın, Anavatanından gelenleri kendi öz diliyle dinlemesiydi o.. Öyle bir özlemle dinledim ki, konuşma bitsin istemedim. Allah affetsin ya; daha büyük bir özlemi peygamberimiz Tanrı’yı görmeye çıkarken hissetmiştir. O anda, bizi birbirimizden, anavatanımızdan ayranların cümlesine beddua ettim. Ha! Söylemeyi unutuyordum, Kabardeyce ile bizim lehçe birbirine çok yakın. 10-15 gün aralarında kalsam, takılmadan konuşabilirim. Yalnız, Maykop Radyosu’nun Lehçesinden çok az farklı.

Nartan oradaki heyecanını hala yaşıyordu. Düşüncelerini ilave etmekten de kaçınmıyordu.

– Vallahi abla Maykop’la Nalçik bölgeleri arasındaki çok az lehçe farkından, ayrı cumhuriyetler oluşturmalarını anlayamadım. Artık bu asırda; yayın organları, radyo, televizyon vasıtasıyla bu ufak tefek farkları giderebilmeliler. Hatta, edebiyatçılar radyo ve televizyon programcıları el birliği edip, aynı dil kökenli Apsuwa, Abaza dillerinden de bilistifade tek bir dil yaratılmalı ve doğacak müşterek lisan yayın yoluyla halka öğretilmeli.

Janbot, bu dil konusunda daha da ileri giderek:

– Kafkasya gibi küçük bir memlekette vaktiyle 140 dil konuşuluyor mu? 300 diyenler de var. Söylentiler doğru ise -Evliya Çelebi de öyle nakleder- Bizanslı tüccarlar 140 tercüman kullanırlar mı? Bir yerde bu ayıp artık. Gerçi şimdi dil adedi azalmış ama yine de çok. Eğer aynı ulusun evlatlarıysak; -ki bizi buradakiler öyle görüyor ve Çerkes olarak hepimiz biliniyoruz- o halde en çok konuşulan dil esas alınıp diğerlerinden de ilavelerle zengin bir dil yaratılmalı.  Değilse birbiriyle anlaşamayan mini mini ulusçuklar olarak kalmaya mahkum oluruz.

Dakhenef;

– O söylediklerinizi, biz burada otururken gerçekleştiremeyiz. Ancak onlar orda, karşılıklı fedakarlıklar yaparak, anlaşarak halledebilirler.

Nartan, misafirlerden Şomafe Sultan ile sohbet ettiğini, en gençleri olan Hafitze Muhammed’ten de bir şarkı bir gıbze dinlediğini söyleyince; Janbot sözünü kesip:

– Biz burada Adige diliyle şarkı duyduk mu? Ben hiç duymadım. Hele hele Adige diliyle gençlerimiz yazı yazıp okuyorlarmış. Ben dilimizi bile bilmiyorum. Dil bilmeyen kız almayacağıma yemin ederim. Hiç olmazsa çocuklarına öğretsin ama hayır burada kalmayacağım. Ben döneceğim. Neslimizin çoğalması için gideceğim. Komünistlik moministlik bana vız gelir. Anladığım kadarıyla, halkımızın kurtuluşu dönüşle mümkün olacak. Nasıl, sana sorduğum sualin cevabını bulmuş muyum?

Dakhenef, Nartan’ın tabiriyle gökten gelenlerin bıraktığı etkili izleri, bu çocukların yüz ve düşüncelerinde görebiliyordu. Daha sonraları, kendisini de içinde bulacağı dönüş cereyanının, bu ilk gelenlerin bıraktığı intibalarla ve açtıkları kapı ,le kuvvet kazanacağını görecekti.