GEÇMEYEN MİLLİYETÇİLİK-MİLLİYETÇİLİĞİN KARA BAHARI ÜZERİNE RESENSİON

Orhan Koçak
Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Kara Baharı Birikim Yayınları, 1995 318 s.

Peki, geçmeyen milliyetçilikle yüzleşebilmek için tarihsel yöntem büsbütün terk mi edilmeli? Tanıl Bora’nın kitabı buna gerek olmadığını gösteriyor. Hiç mazeret aramadan dosdoğru bugünkü milliyetçiliğin üstüne gidiyor Bora.

Eric Hobsbawm, 1989’da yazdığı 1780’den Günümüze Milletler ve milliyetçilikte, milliyetçiliğin hızını yitirdiğini belirtiyordu.1960’lara kadar “tarihsel değişimin bir vektörü” olmuştu milliyetçilik; ama artık değildi. Ekonomik küreselleşme ve uluslararası kitlesel göç ulus-devletin zayıflamasına yol açıyordu. İnsanların çoğu henüz “vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” diyecek durumda olmasa bile, ulus-devletin gerilemesiyle birlikte milliyetçiliğin de gerilemesi kaçınılmazdı. Şimdi unutulmuş olabilir ama o yıllarda yaygın bir kanıydı bu. Francis Fukuyama da çok tartışılan Tarihin Sonu ve Son İnsan (1992) kitabında “Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinde beliren yeni milliyetçi mücadelelerin geçişsel bir nitelik” taşıdığını, “daha demokratik bir düzenin doğum sancıları” olduğunu söylüyordu. Fukuyama’ya göre asıl önemlisi, yeni milliyetçiliklerin hemen hepsinin bir “Türkleşme sürecine” girmiş olmasıydı: Başka uluslara hükmetmek yerine, “Atatürk’ün yolunu izleyerek geleneksel bir yurt üzerinde kendi ulusal kimliklerinin pekiştirilmesi ve arıtılması için” çalışıyorlardı.

Yugoslavya’da ulusal arıtma adına girişilen katliam da bu cümlelerin yazıldığı günlerde başladı. Milliyetçiliğin ofansif ve defansif türleri arasındaki ayrımı anlamsızlaştıran “mücadeleler” yalnız Balkanlarla, Kafkasya’yla, Afrika’yla da sınırlı değildi. Fransa’da Le Pen’in partisi tam da bu dönemde hatırı sayılır bir güç haline geldi, Avusturya ve İtalya’da neo-Naziler bu yıllarda iktidara yaklaştı. Tarihin devletler arasında sonu gelmez savaşlardan ibaret olduğuna inanan “realist” dış politika uzmanlarına yeniden gün doğmuştu. Camiadan H. Kissinger’in konferans ücretinin on bin dolara çıktığını bu dönemde işittik. Tabii, Huntington da var: Geçmişte hep başkalarına kaptırdığı ABD dış politika mandarinliğini “Medeniyetler Çatışması” şeyiyle bu dönemde yakalar gibi oldu.

Hobsbawm’un amacı milliyetçiliği tarihselleştirmekti: Gelişini ve geçişini betimlemek, geçici olduğunu göstermek istiyordu. Peki geçmeyen milliyetçilikle yüzleşebilmek için tarihsel yöntem büsbütün terk mi edilmeli? Tanıl Bora’nın son kitabı buna gerek olmadığını gösteriyor. Hiç mazeret aramadan dosdoğru bugünkü milliyetçiliğin üstüne gidiyor Bora; ama bunu yaparken realist veya doğalcı (“kan ve toprak”) teorilere de pabuç bırakmıyor. Gerçi Sunuş’ta böyle teorilere (Bora’nın kendi deyimiyle, “özcü” teorilere) kapı açabilecek bir düşünceye rastlamak mümkün: “Ayrışmanın böylesine hız kazandığı bir dünyada [milliyetçilik de] yurtsuzlaşan, güvencelerini yitiren insanın kendini evinde hissetmesini sağlıyor. Marx’ın dini ‘ruhsuz dünyanın ruhu’ diye tanımladığı gibi, geç-modern dönemdeki milliyetçiliği ‘yurtsuz dünyanın yurdu’ diye tanımlayabiliriz. Tıpkı dinin tinselliği daraltması gibi, yurt hissine eşlik eden bütünlük tasarımını, güvenlik duygusunu ve dünyayla/insanlarla iletişim arayışını daraltan, kısır bir ikame.” Marx’ın romantik-idealist damarını referans alan bu açıklama, milliyetçiliğin sahte bir cevap getirdiğini kanıtlarken bile sualin “sahici” olduğunu, demek doğru bir cevabın da (“yitirilmiş ama yeniden ele geçirilecek bir ev, bir öz”) bulunduğunu varsayar gibidir. Böylece milliyetçiliğin görünümlerine karşı çıkılmış ama beslendiği köklü duygusal aldanışlar eleştiri dışında bırakılmış olur. Ama Bora’nın malzemesine yönelttiği dikkatin yoğunluğu (kendi konusuyla bu kadar “sıcak temas” kurabilen başka siyasal analizci var mı?) araştırmasını felsefi uçurumların üzerinden aşırtıyor.

Bora’nın asıl konusu Türk milliyetçiliğinin 90’lardaki serencamı. Kemal Can’la yazdığı ilk kitabı Devlet, Ocak, Dergah’ta (1991) MHP’nin 1980’den sonraki sarsıntısını inceliyordu. Yeni kitapta, milliyetçiliğin başka türleriyle birlikte ülkücülüğün de canlanışını Körfez Savaşı, Yugoslavya ve SSCB’nin bölünüşü gibi kilit olaylar çevresinde tahlil ediyor. Bora’nın ilk kitabında eksik kalan bir mukayese çerçevesinin Kara Bahar’da kurulduğunu görüyoruz: 90’ların Türk milliyetçiliği bir uluslararası bağlam (globalleşme ve Soğuk Savaşın bitişi) içindeDoğu ve Batı Avrupa milliyetçilikleriyle karşılaştırılıyor.

Batı Avrupalı yazarların çoğu için, 80’lerin milliyetçiliği Doğu’nun gecikmiş ya da olgunlaşmamış toplumlarına özgü bir zaaftı: Batı’da milliyetçilik “esas itibariyle” aşılmıştı. Ernest Gellner’e göre Batı Avrupa’da milli duygu sönerken birbirine düşman ulusların yerini bir “inançsız tüketiciler enternasyonali” almıştı. Fukuyama’ya göre, bu duygusal sönümleniş neo-Faşist hareketleri bile kapsıyordu: “Almanya’da Schönhuber veya Fransa’da Le Pen gibi bugünün radikal milliyetçilerini ilgilendiren şey, yabancıları yönetmek değil ülkeden kovmak. Bu hayattan kâm alırken rahatsız edilmemek, dünya nimetlerine başkalarını ortak etmemek istiyorlar.”

Bora’nın analizi, Doğu ve Batı milliyetçilikleri arasında yapılan bu katı ayrımın eleştirisiyle başlıyor. İkisinin de sosyoekonomik zemini aynıdır: Küreselleşme. Her şeyin kolayca birbirine geçtiği kaygan bir zemindir bu. Böyle bir sahnede, apansız patlak veren olaylar uzun dönemli gelişmelerden bağımsız bir etkinlik kazanır. Medya, olup biteni kaydeden edilgin bir cihaz değildir artık; Kardak’ta olduğu gibi, kendisi de başlatabiliyordur olayları. Bora’nın deyişiyle, “global geç-modern kültürün koşulladığı hızlı dolaşım, [milliyetçiliğin] dolaşımını da hızlandırmıştır.” Geçmişte milliyetçiliği Doğu’ya öğreten Batı’ydı ama, şimdi çok-yönlüdür etkileşim. 1996’nın Teksaslı ayrılıkçıları, diplomalarını CNN açık üniversitesinden almışlardır. Hoca: Franjo Tudjman.

Öte yandan, daha yapısal bir bağ da vardır iki olgu arasında: 70’lerden itibaren devletin girdiği mali kriz. Devlet bu koşullarda gelir dağılımını “düzenleme işlevini terketmeye (deregülasyona) yönelmektedir”. Deregülasyon her yeri etkileyen bir yöneliştir ama, toplumların zenginlik düzeyine göre farklı siyasal/kültürel sonuçları vardır. Zengin ülkelerde (ve bu ülkelerin içinde de en zengin bölgelerde), Gellner ve Fukuyama’nın da betimlediği “refah şovenizmi” ağır basarken, daha yoksul ülkeler/bölgelerde eriyen devletle ve ulusun mitik geçmişiyle özdeşleşme eğilimi güçlenmektedir. İkisinin de farklı görünümleri vardır. Yoksulların milliyetçiliği, Sırbistan’daki gibi “toplumsalın etnikleşmesi” biçimini alabilir: “Miloseviç’in bulabildiği kitle desteğinde, milliyetçi söylemi içindeki popülist devletçi hattın önemli rolü vardır.” İtalyan neo-Faşizmiyse bir karma türdür: Kuzeyin ayrılıkçı “refah şovenizmine” karşı yoksul güneyin tepkisinden güç alırken, göçmenler karşısında güneyli kadar kuzeylinin de duyabileceği korkuyu kışkırtmaktadır. Öte yandan, “refah şovenizmi” Lombardiya gibi zengin bölgelerin “mikro-milliyetçiliğiyle” sınırlanamaz: Göç dalgasına karşı Avrupa’nın sınırlarını kapatma eğilimi de bir “makro-milliyetçiliğe” dönüşmektedir.

Kendini bir milliyetçilik olarak tanımlamaktan kaçınan “refah şovenizminin” eski milliyetçiliklerle benzerliği var mı? Bora bu konuda hep yapılmış olan ayrımı kaydediyor önce: Bir uçta “milleti vatandaşların ortak iradesi temelinde tanımlayan ‘Fransız usulü’ politik milliyetçilik ile [öbür uçta] milleti etnik ve/veya kültür-dil-tarih temelinde tanımlayan ‘Alman usulü’ kültürel milliyetçilik arasındaki ayrım.” Bugünün Batı ve Doğu milliyetçilikleri arasındaki fark da 1930’larda Hans Kohn’un teorileştirdiği bu daha eski karşıtlığın izlerini taşımaktadır. Kohn’a göre Batı Avrupa’da milliyetçiliğin doğuşu daha çok siyasal bir olaydır; görece erken bir dönemde (18. yüzyıl öncesi) “günün siyasal gerçekliği ve mücadeleleri içinde bir ulus kurma çabasının ürünü olarak doğmuş, geçmiş konusunda duygusallıktan büyük ölçüde muaf kalarak 18. yüzyılın Aydınlanma düşüncesiyle [en başta da sözleşme fikriyle] yoğrulmuştur.” Oysa Orta ve Doğu Avrupa ile Asya’da milliyetçilik sadece daha geç değil, toplumsal ve siyasal gelişimin daha geri bir evresinde ortaya çıkmış ve bu yüzden de ilk ifadesini ancak kültürel alanda bulabilmiştir. “Bir politika oluşturma ve hükümet etme girişiminden çok, bir eğitim ve propaganda çabası” olan bu Doğu milliyetçiliği başlangıçta Batılı modellerin etkisi altındadır. Ama “bağımlılık yerli aydınların gururunu incitmekte, bu da sonunda ‘ecnebi’ örneğe ve onun liberal, rasyonel zihniyetine karşı bir tepkiye dönüşmektedir. Her yeni milliyetçilik, daha eski bir milliyetçilik tarafından bir kez harekete geçirildikten sonra, meşruluğunu ve farklılığını kendi geçmişinin mirasında aramaya başlıyor, Batı rasyonalizmine ve evrensel ölçülere karşı kendi geleneklerinin farklılığını, ilkel ve kadim derinliğini yüceltiyordur.” Bir psikolojik boyutu da vardır bunun: Yeni milliyetçilik, yerel bir toplumsal ve ekonomik gelişimin ürünü olmayıp dıştan uyarıldığı için “öz-güvenden de yoksundur ve aşağılık kompleksini bir aşırı-güvenle telafi etmeye çalışmaktadır.”

Bora, öykünün akışını bozacak kılçıklı episodları (ör: Alman milliyetçiliğinin 1830’larda liberal bir hareket olarak başlaması; Yunan milliyetçiliğinin Aydınlanma filozofu Korais’e dayanması; Nehru’nun düşüncesinde evrenselci öğenin yerelciliğe baskın çıkması; ırkçılığın ilk kuramcısının Fransız Gobineau oluşu) dışta bırakan bu kavramlaştırmaya cepheden karşı çıkmıyor ama çelişkisine işaret ediyor: Kendini Doğu’nun kültürel milliyetçiliğinden ayrıştırmaya çalışan “Avrupa establishment’ı”, bugün bunu yine kültürel bir temel üzerinde yapabilmekte, “ırka veya milliyete değil de kültüre dayanan bir dışlayıcılığa” gitmektedir. Batı’nın kendini tanımlamak için başvurduğu demokrasi, özgürlük, hoşgörü gibi değerler, onu Batı-olmayandan mutlak biçimde ayıran özsel veya “ontolojik” sabitlere dönüştürülüyor ve “medeniyetler çatışması” gibi teyakkuz ideolojilerinin gerekçesi haline geliyordur. (Kohn’da da belirgindi bu çelişki: Batı milliyetçiliğinin “tarihe fazla takılmamakla” Doğu milliyetçiliğinden ayrıldığını söylüyor, ama sonunda bu farkın Batı kilisesi ile Doğu kilisesi arasındaki bin 500 yıllık bölünmeyi yansıttığını öne sürmek durumunda kalıyordu.) Bora, kültürel ve siyasal milliyetçilikler arasındaki farkın “nitel bir fark” olmadığını belirtiyor. Hangisinin ağır basacağını belirleyen etken, sadece toplumların kültürel mirası değildir öyleyse; güncel koşullar da önemlidir. Bugünün “refah şovenizmi,” faşist Le Pen’le sosyalist Jacques Delors’un Avrupacılıkları arasındaki farkı -dışarıdan bakanlar için- ihmal edilebilir bir marja indirgemektedir.

Öte yandan, bu ayrım, tam da özsel değil tarihsel (hatta konjönktürel) olduğu için Türk milliyetçiliğinin gerilim ve dönüşümlerini izleme imkanı veriyor Bora’ya. Türk milliyetçiliğinde, “yurttaşlık hukukunun baskın olduğu ‘Batılı’ milliyetçilik etmenleri ile etnik-kültürel bilincin ve tarihsel mitolojinin ağır bastığı ‘Doğulu’ milliyetçilik etmenleri arasındaki gerilim” (veya Taha Parla’nın sözleriyle “etnik-kültürel çoğulculuk ve defansif nitelikli hukuki milliyetçilik” ile “etnik teklik peşinde, üstün milli karakter anlayışına” dayalı şoven milliyetçilik arasındaki gerilim) belirleyici olmuştur hep. Bora, bu gerilime, bir yanda “özgüvenli bir varoluş” ile öte yanda “TC’nin varlığına iç ve dış düşmanlarca kastedildiği telakkisini kronikleştiren çok yoğun bir tehdit algılamasına” dayalı “bir beka sendromu arasındaki gerilimin eşlik ettiğini” belirtiyor: “Türkiye’nin istikrarlı ve çağdaş uygarlık düzeyine yönelmiş bir ülke oluşuyla övünürken her kriz anında TC devletinin ilelebet payidar kalacağı teminatı verme gereği duyan resmi söylem bu gerilimle maluldür.”

Beka endişesi büsbütün temelsiz de sayılmaz: Milli devletin kuruluş süreci “bir dizi iç ve dış çatışma içinde yıkılan bir imparatorluğun bakiyesi üzerinde yine bir dizi iç ve dış savaşla” gerçekleşmiştir. Sayılarla da anlatılabilir bu: Nüfus tarihçisi Justin McCarthy, Death and Exile: The Ethic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 (1995; Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının Uğradığı Etnik Temizlik) adlı kitabında, 1821’le (Mora İsyanı) 1922 arasında “beş milyondan fazla Müslüman’ın topraklarından sürüldüğünü, beşbuçuk milyonun da savaşlarda veya göç sırasında öldüğünü” yazıyor. Eğer Renan’ın öne sürdüğü gibi insanları “ortak sevinçlerden çok ortak acıların birleştirdiği” ve “ulusal bellek için kederlerin zaferlerden daha değerli olduğu [çünkü insanlara bazı görevler yüklediği]” doğruysa, Bora’nın deyişiyle “beka sorunsalının her zaman canlandırılabilir bir ‘dava’ olarak milli hafızaya yerleşmiş” olmasına da şaşmamak gerekir.

Gerçek veya hayali felaketler geneldir ve başka ulusal mitolojilerin oluşmasında da rol oynamıştır, oysa bu kadar derine işlemiş bir beka kaygısına başka yerde rastlamak zordur. Geçmişin Alman ve bugünün Balkan milliyetçilikleri bütün saldırganlıklarına karşın bu ülkedekiyle kıyaslanabilecek bir yokolma korkusundan muaf görünürler. Bunun bir açıklaması, Bora’nın çok kurcalamadığı bir çifte gecikmişlik deneyiminde aranabilir. Türk milliyetçiliği sadece Batı’ya oranla değil, İmparatorluğun içindeki başka halkların milliyetçiliğine oranla da geç doğmuştur. Atsız’ın Bozkurt romanlarında ifadesini bulan bir “gafil avlanmışlık” duygusudur bunun sonucu: Son Türk devleti pusuya düşmeyecektir. Öte yandan, bu son devletin kuruluşu bir büzüşme ve içe çekilme sürecinin sonunda gerçekleşmiştir. Türk milliyetçiliğini yine bir felaketin (Büyük Kıtlık) ertesinde şekillenen İrlanda milliyetçiliğinden ayıran bir noktadır bu: 1845 “Patates Krizinden” sonra İrlanda nüfusunun yarısından fazlası Amerika’ya göç etmiş, bu da acının bir bakıma dağılmasını, yayılıp seyrelmesini sağlamıştır. Türk milliyetçiliğiyse nüfusun hep küçülen bir toprak üzerinde toplanması ve deyim yerindeyse “kederin yoğunlaşmasının” ürünüdür.

Bora, Türk milliyetçiliğinin “Batılı” yüzünün hiçbir zaman büsbütün silinmediğini ve özellikle 80’lerin ikinci yarısında “beka sendromunu atlatmış, özgüvenli, dünyayla bütünleşmeye öncelik veren bir milliyetçiliğin” oluşmaya başladığını belirtiyor. Özal yıllarının “çağ atlama” sloganı yeni liberal milliyetçiliğin özlü ifadesidir. SSCB’nin çözülmesiyle Türkiye’nin önce bir “bölgesel güç,” daha uzun vadede de bir “dünya gücü” olacağı öngörülüyordur. Düşman ve tehdit takıntısından bir ölçüde sıyrılmış, “muasır medeniyete” yetişmek zorunda olmadığını çünkü zaten onunla bütünleştiğini düşünen kentli yeni orta sınıfların, uluslararasılaşan büyük sermayenin ve onunla iç içe geçmiş medyanın desteklediği bir milliyetçiliktir bu. Açıkça ilan ettiği hazcılığıyla hem Atatürk milliyetçiliğinden hem de ülkücülüğün ahlakçılığından ayrılır. Bora, liberal milliyetçilikle dolaşıma giren “Beyaz Türk” (hayattan tad almayı bilen ama Batılı olmaya çalışmayan çünkü çoktan Batılı olan Türk) imgesinin oluşumunu izlemek için Ertuğrul Özkök gibilerinin yazılarını bir tür “yakın okumaya” alıyor. Öte yandan, bu yeni dünyeviliğin liberallerle sınırlı kalmayıp MHP’ye bile sızdığını gösteren tabloda da “Kuşadası barlarında kadın turistleri cezbetme ‘hizmetinde’ çalışan ve sevişirken ezan okunduğunda saygısızlık eden kadını pataklamakla milli hislerini tatmin eden” ülkücü gençler görülmektedir. Eroin ticareti de bu noktada anılabilir.

Ama 80’lerden 90’lara geçilirken beliren bazı gelişmeler eski beka sendromunu yeniden canlandıracaktır. Bora, iki önemli etkene değiniyor burada. Birincisi, 1990/93 döneminde uluslararası konjonktürün “büyük güç Türkiye” iddiasını çürütmesidir. Orta Asya cumhuriyetleri Türkiye’nin “ağabeyliğine” katlanamayacaklarını belli etmektedirler. Türkiye Körfez Savaşından umduğunu bulamamıştır. “Refah şovenizminin” Avrupası, Türkiye’yi içermek istemediğini gizlemiyordur. Bütün bunlar TC’nin varlığına kasteden bir uluslararası komplo fikrini güçlendirecektir. Ama beka kaygısını besleyen asıl olgu, Özal’ın ölümünden sonra hızla rejimin çözüm ufkunun dışına kayan Kürt sorunudur. Savaş, “ülkücü hareket içinde dahi 1970’lerin ortalarından sonra çok gerilere itilmiş olan Türkçü ideolojinin” yeniden doğmasında başlıca etkendir. Bunlara, ilk kez Ahmet İnsel’in dile getirdiği bir olgu da eklenebilir: “Sendromun” kendini sürdüren ve pekiştiren yapısı. Beka kaygısı, sırf bu kaygıyla eğitilmiş bir gücün tüm iktidarı gaspetmesine zemin hazırlamakta, bu güç de bir kez iktidarı aldıktan sonra beka kaygısının daha da yaygınlaşması ve tek siyasal enerji kaynağı olarak kalması için elinden geleni yapmaktadır.

Bora’nın en canalıcı gözlemlerinden biri de 90’larda Türk milliyetçiliğinin farklı türleri arasındaki ilişkilerle ilgili. Farklı milliyetçi söylemlerin (“Resmi Atatürkçü milliyetçilik”; onun sol versiyonu olan “Kemalist ulusçuluk”; “liberal milliyetçilik”; ülkücülük; hatta “İslamcı milliyetçilik”) bir hegemonya mücadelesi içinde birbiriyle etkileşerek “melezleştiği” bir dönemdir bu. 80’lerin ikinci yarısında hegemonya mücadelesinden üstün çıkacağa benzeyen güç, popüler kültüre damgasını vuran yeni liberalizmdi; radikal milliyetçilik de akıntıya kapılarak “poplaşır ve ehlileşir” gibiydi. Bu akıntı tümüyle durmuş olmasa da, 90’larda gündemi ve söylemleri belirleyen güç, beka sendromunun canlanışıyla titreyip kendine dönen “Doğulu” radikal milliyetçiliktir. Ülkücü hareket “poplaşmanın” ardından devletle ve resmi milliyetçilikle ilişkisini tamir etmeyi de başarmıştır bu dönemde. Beka kaygısının kışkırtılması, farklı milliyetçilik söylemleri birbirinden ayıran çizgilerin gittikçe silikleşmesine ve hepsinin “Doğulu” lehçesinin belirginleşmesine yol açmaktadır.

Bora’nın Kara Bahar’daki makaleleri yazdığı yıllarda bu benzeşme eğilimi “Aydınlar Ocağı’nda toplanmış milliyetçi/muhafazakar entelijensiyanın yabancı dillerde öğretime muhalefet ederek on yıllarca sol Kemalistlerin bayraktarı olduğu öz Türkçeciliğe sahip çıkması” ve “en kozmopolit sayılan Heavy Metalci gençlerde ayyıldız takılarının görülmesiyle” sınırlıydı. Bora’nın saptamasının daha geniş bir kapsamı olduğunu şimdilerde görüyoruz: “Avrasyacılık” kervanına katılanlar arasında Aydınlık dergisi de var. Gün, yıllardır solcuları da sağcıları da vatanperlik çizgisinde birleşmeye çağıran Rauf Tamer’in mi günüdür?

Tanıl Bora dimdik bakıyor o tarafa. Geçmesini umduğu milliyetçiliğin geçmeyişini anlatıyor.