Burhan Gümüş

Nart Güncesi

Bir sevda şarkısıdır asırlardır söylenir
Elbruz’da doğarken güneş her sabah
Hüzünlü bir akordeon sesinde,
Wuig eşliğinde
yeniden dillenir

Kara kargalar sürüsü akrep kıskacı
İçinde gizli bir yasla ölümü sırtında taşır
Seteney’in oğlu Sosrıkua
İki damla gözyaşı olur düşer toprağa
Karlı yanardağın eteklerinde
Kızların ağır dansında
Ölüme inat yeniden can bulur

Bütün amaç toprağı sıkıca tutmak
Üzerinde kartallar gibi kanat çırpmak
Terek ırmağında lezginka eşliğinde
Yağız atları sulamak

Mevsimler değişir, tanrılar değişir
Sevda değişmez
Uşurma’nın oğlu Mansur’un dudaklarında
Bir khafe eşliğinde yeniden yorumlanır

Akordeonlar susar mı? Susmaz
Abreglerin dansı biter mi? Bitmez
Bayrak düşer mi? Düşmez
Gunip’in doruklarında
Bir şamiley eşliğinde yeniden dalgalanır

Amma Gimri’nin çiçeği alp yıldızı yalnızdır
Oysa dava büyüktür
Yemin büyüktür
Kanat çırpar yaralı bir kuş gibi
Konacak dal arar
Kardeşi Osman’a haber salar
Nafile iki damla gözyaşı gelir karşılığında
Çaresizlik içinde düşer toprağa

Abreglerin dansı biter mi? Elbet bitmez
Bayrak düşer mi? Elbet düşmez
Tarihsel akışın yiğit sürücüleri
Hüzünlü bir akordeon bestesinde
Çeçen eşliğinde
Halen bugünde söylerler sevda şarkısını
Bir robenson yalnızlığında
Yapayalnız
Adı özgürlük olan.

Sürgün

‘’21 Mayıs”ın anısına’’

Hatırlar mısın sevdiğim
Bağrında ocaklar tüterdi
Bağrın ki dağlı kartalların yurtlandığı yerdi
Yağız yiğitler, genç kızlar
Mutluluk şarkıları söylerdi de
Sende tempo tutardın sanki
Rüzgardan sesinle

Hatırlar mısın karlı yanardağım
Bir gün köpüklü ağızlarıyla
Ulumaya başladı çakallar yurdumuzda
Ve o günden sonra
Bir gerilla savaşı başladı
Barbar yığınlara karşı
İman damarlarımızda çığ çığ
Özgürlük savaşçısı süvarilerdik
Sense binitimizdin
Destanlar yazıyorduk yıllara
Ki kaç zaman geçti böyle

…ve bir gün
Ah! O gün
Tarihin yazmaya utandığı
Gökyüzünün ağladığı gün
Kanlı Mayıs
Sürgünün nirengi noktası
Yüzlerce yıllık köylerimiz zorla bıraktırılarak
Geri dönüş umutlarımız yakılıp yıkılarak
Sürüldük; top, tüfek ve süngüler sırtımızda
Yüz binlercemiz Karadeniz kıyılarına
Karadeniz Karadeniz
Hırçın karanlık deniz
Sen gibi kıyılarında zalimdi
Taman, Tuapse, Anapa
Soçi, Poti
Sahum, Batum
Adler, Tsemez
Tsemez kıyılarında bir bebek
Henüz soğuktan donmadan önce
Süt içiyordu ölmüş annesinin göğsünden
Öyle ki Zoraki hicretin pusu kurulmuş yollarında
El değmemiş kızlar ve dahi analar
Göğü ve yeri utandıran
Karadulların en necis kanlarıyla sulanıyordu
El ayak buz kesmiş
Aylarca aç susuz kalmıştı dağlı kartalım
Öyle ki,
Kurulmuş bir can pazarı çığlık üretip, ölüm satmış
Uyuz, tifo, dizanteri
Nasıl anlatsam bilmiyorum
Kelimeler kifayetsiz
Renkler yetersiz
Cihanda yok eşi ve benzeri böylesine bir vahşetin

…ve sonra gemilere dolduruldu kalanlar
Gemiler ölüm tabutları
Balık istifi takatukalar
“İstanbul köle pazarlarında
çok ucuzlayacak
Çerkes kızları” diyordu
Fonvil’e, Fransız gazeteci

Gemi reisleri: “30 yolcu başına bir köle çocuk” derken
Daha şimdiden köşe dönme hesabı yapıyorlardı
İstanbul sarayları cariyelerle dolacak diyordu.
Bir resim hüznün tablosu
Ki, bir Abhaz kadın
Peşi sıra atlıyordu hırçın dalgaların koynuna
Günlerce ninni söylediği ölmüş çocuğunun arkasından.
Doymadın be karadeniz
Azgın dalgalarının aldığı yetmedi
Gemiciler, bir kurbanlık sunar gibi atıyorlar cesetleri

…Osman hazır değildi kardeşlerini kucaklamaya
Samsun, Trabzon, Sinop, İstanbul hazır değildi
Varna, Burgaz, Köstence yaraları sarmaya hazır değildi.
Ne bir sıcak çorba nede sıcak bir yer vermeye
Aylarca şehrin çöplerinde doyurdu karnını
Artık güçleri kalmamıştı ölülerini gömmeye
Yıllarca ölüm onları hiç yalnız bırakmadı
Ki bir avuç kalıncaya kadar

…ve sonra geride bıraktıklarımız için
Ufukları deldik
Birbirimize karşı denizin yakasından
Sen Elbruz’dan
Ben diasporanın dağlarından
Ki ıslak avuçlarımıza kan damlayarak: bedensiz
özlemlerimize
Hasret köprüleri çekerdik
Bilmezdik
….ve yine kaç zaman geçerdi böyle
Oysa şimdi dokunabiliyorum; lakin titrek ve ürkek
nedensiz.

Diaspora ve Elbruz

Yüzlerci yıl, mızıkam, tutsak kartallar gibi acı çektin
savruldu dört bir yana küllerin
el kapısında iğreti oturdun.
Şarkılar söyledin içler acısı
çığlıklar ürettin; mermilerin gölgesinde
ve Sibirya soğuğunda; ruhunu acılardan kurtaran
ki umutların vardı seni hep ısıtan.
ki “Umut yok olunca at koşmaz”
Heyhaaat! şimdi sana ne oldu
titrek ve ürkek
küskün ve suskun ve de somurtan yüzünle
niçin yeni doğan güneşi zehir ediyorsun ?
Kızılderililer dumanlarını çoktan yükseltti
Afrika, cazın madensel sesinde, dev bir kıpırdanışta
Manukyanlar, yalan abideleriyle dünyanın her bir yerinde
kanarya dostları, köpek severler arz-ı endam ediyor;
sen yoksun oysa.
Ey! yamçısına bürünen atını, kalpağını yitiren adam
yanan, yıkılan sen,
Nedir “çığı harekete geçiren, bir küçük serçe” değil mi?
Değil mi “çoğun aracısı, az”?
ve başkaldırmıyorsa, çarların kırbacına bu şiir
tacını yerden yere vurmuyorsa, neye yarar?
haydi şarkını söyle
insani bir ton içinde.