BİR KULE YAPMAK -I

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
08.04.2006

Kule yapma fikri, insanlık tarihinde ilk mimari yapıların ortaya çıkmaya başladığı dönemlere kadar uzanır. Bu anlamda insanın kule inşa etmeye başlamasının, mantıksal anlamda düşünüldüğünde sanılanın aksine çok eski bir geçmişi vardır. İnsan, doğası gereği çevresini kaplayan her kavramı anlamaya ve algılamaya yönelik çabalarının sonucunda kendisine adeta fiziksel bir kap olarak inşa etmeye başladığı ilk primitif yapı örnekleri arasına, birçok teknik özelliği açısından diğer yapılara nazaran daha güç bir inşa tekniği gerektiren kuleyi neden koymuş olabilir? Aslında bu sorunun insanlık kültürünün o dönem için henüz çetrefilleşmemiş sosyal yapısıyla bağlantılı olarak çok pratik yanıtlarının da olması gerekir.

Kule, genel anlamıyla yüksekliği eninden defalarca daha büyük olan bir yapıdır. Diğer bir değişle, insanların barınma ihtiyacını karşılayan yapılardan daha yüksek bir mimari şeklidir.

Bu özelliğiyle, barınma ihtiyacından daha farklı simgesel ve işlevsel gereksinimler için inşa edilmişlerdir. Kule tipindeki yüksek yapıları yapma fikrine, birbirinden kısmen bağımsız iki ayrı gelişim seyri izleyen düşünce evrimi sonucunda ulaşıldığını ileri sürebiliriz. Bunlardan ilki, doğada saf gözlem ve kişisel deneyim sonucunda oluşan, örneğin yüksek bir yerden bakıldığında uzakları daha iyi görmeye bağlı olarak gerçekleşen hakimiyet duygusu ve ileriyi görme becerisi, veya yırtıcı bir hayvandan, doğal bir afetten kaçılarak sığınılan bir ağacın ya da bir kayalığın koruyuculuğu ve savunmaya elverişli konumu gibi etkenlerle filizlenen işlevsel etkilenme sonucunda oluşan kule yapma düşüncesidir. İkinci düşünce evrimi ise daha çok biçimsel benzetmelere bağlı olarak gelişmiş olmalıdır.

Bir kule yapmak eğer yapı inşa edebilen ilk insan topluluklarına kadar ulaşıyorsa bu, o oluşumun yine doğa kaynaklı gözlemlere dayalı olarak insanın henüz tanımlayamadığı tanrısal kavramlarla bağlantılı olmasını da gerektirir. Bu kavramlar işe karıştığında ilk kulelerin inşa edilmesini sağlayan asıl amacın, barınma gereksiniminden daha çok simgesel bir işlevsellik olduğunu düşünebiliriz. Kulelerin başlangıçta sağlamlığını ya da yapıyı ayakta tutabilecek tekniklere ulaşmanın uzun zaman alan –belki de onlarca nesil- ve birbirine bilgi aktarımıyla oluşan toplu deneyimler gerektiren inşa edebilme süreci ancak insanlığın inatçı bir çabası sonucu gerçekleşebilirdi. Bu çabanın zorluğunu ve zaman içinde anlamını kaybetmeyen yapım iştahını düşündüğümüzde, kulenin mutlaka başlangıçta dinsel bir simge gibi görülerek, birtakım tanrısal anlamlarının olması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Bu tanrısal anlamlar neler olabilir? Çıplak gözle yapılacak bir anlık bakışın bile mümkün olmadığı hayat kaynağı güneşin gökyüzünde oluşu, yükseklerden şimşeklerin büyük gürültülerle yere çakması, gökten günlerce yağan yağmurun ardından gelen tufan ve seller, yüce bir dağda patlayan volkan vb. gibi doğal oluşumların ilk insan topluluklarının inançlarına şekil verdiğini çok iyi biliyoruz. Bu bilgilerden yola çıkarak, kule inşa etme düşüncesine tüm bu saydığımız doğal olayların ortak özelliği olan “yükseklik” kavramının ilham verdiğini düşünebiliriz. Öyle ki günümüzde dahi sosyal bir gereksinim olan inançlarımızın içinde bu yükseklik kavramının büyük etkileri görülür. En azından, İslam inancında “Allah’ın, insana şah damarından daha yakın olarak, zaman ve mekandan münezzeh yer aldığı” açıkça belirtilmesine karşın, oldukça eski kökleri olan bir ritüel sonucu ellerimizi daima yukarı doğru kaldırarak dua ederiz. Birbirleriyle çelişmesine karşın bir çok dinde dua şekilleri benzer özellikler taşır.

Aslında ilkel hayatın inanç şekillerine bağlı olarak gelişen mimari geleneklerde sadece doğa’nın kendisi değil insanın fiziksel varlığı da başlıca ilham kaynağıdır. Diri olan ayakta ve “dikey” iken, bir ceset daima yatar “yatay” vaziyettedir. Yine, ilkel hayatta tanrısal bir yaratım süreci kabul edilen doğum olayında başlıca etken olan üreme organları, özellikle iktidar ve güçle eş anlamlı fallus, bu tür yapıların inşa edilmelerinde biçimsel anlamda da ilk ilham kaynakları arasında olmalıdır. Buradan sembolik anlamları açısından yatay bir cismin durağanlığın, dikey bir cisim ise canlılığın ifadesi olarak görüldüğünü ileri sürebiliriz. Günümüzde, bir takım çok eski gelenekler sonucunda ve genellikle dinsel öğretilerin ilahi gerçeklerinden bağımsız olarak sonradan yapılan eklemelerle, yani insani düşüncelerle -çünkü dinsel öğretilerde inananların Tanrı’ya yapacakları ibadet şekilleri kısmen açıklanırken, içinde ibadet edecekleri mimari yapının nasıl ve ne şekilde inşa edileceği hakkında bir bilgi genellikle verilmez, bu kültürlere göre değişen biçimsel bir çizgi izler- oluşturulan görsel biçimiyle gelişim gösterdiğini bildiğimiz stupa, pagoda, çan kulesi, minare vb. gibi dini mimari elamanları arasındaki ortak noktanın, hepsinin dikey ve “kulevari” yapılar olduğunu göz önüne aldığımızda bu ilkel ve basit ilhamın etkilerini de –özellikle ilk yapılan örneklerde benzerlik daha belirgindir- rahatlıkla tespit edebiliriz.

İnsanlık tarihinin kentleşme sürecine kaynaklık eden ilk girişimlerinden birisi M.Ö. 6000 yıllarına tarihlenen Çatalhöyük’tür. Konya’nın Çumra ilçesi yakınlarındaki bu neolotik yerleşimde yakın dönemde yapılan kazılarda tespit edilen duvar resimlerinde karşımıza çıkan bazı bulgular, aynı zamanda insan ürünü yüksek kule yapılarının ne kadar eski bir geçmişe sahip olduğu hakkında da bir fikir vermiştir. Buna göre, kamıştan veya ahşaptan yapıldığı tahmin edinilen semerdamlı bir takım kuleler, Çatalhöyüklülerin ölülerine ait cesetleri yerleşmelerinin içine gömmeden önce, yumuşak dokuların akbaba gibi yırtıcı kuşlarca yenilmesi, çürümesi ve kemiklerinden ayrılması amacıyla inşa edilmişti. Resimde açıkça betimlendiği üzere bu kulelerdeki kafes kirişler, kamış sütunlarını birbirine bağlayarak yüksek yapının ayakta durmasını da sağlıyordu. Yalnızca ölü gömme ritüelinin bir parçası olarak inşa edilmiş olsa bile gerçek bir kule olan bu yapıların, ölülerin gömülmelerine ilişkin dinsel uygulamalardaki eski adetleri devam ettirmeye meyilli olması gerçeğinden de hareketle, Çatalhöyük’te karşılaşılan yapılardan daha eski dönemlere ait olması gerekir. Mellaart, bu tip yapıları kerpicin henüz bilinmediği protoneolotik dönemin başları için (yaklaşık M.Ö. 9000) karakteristik bulmaktadır. Dolayısı ile kule yapılarını en azından günümüzden 11.000 yıl önce yaşamış insanların biliyor olması oldukça şaşırtıcı bir bulgudur.