BİR ÇERKES VARDI CANI SIKILAN

YEMUZ Nevzat Tarakçı
07.10.2006

Hoşgörülü, sevgi dolu, nur yüzlü bir insandı. Herkes ona Hajdade derdi. Çok sevilirdi çevresince. Onunla olan herkes, o tatlı sohbetlerle kendinden geçerdi. Bir mıknatıs gibi çekerdi insanları. Altın kalpli, tatlı sözlü güler yüzlü biriydi.

İyi bir insan mükemmel bir Çerkes’ti. Bir gün köyden ayrılsa, bir gariplik hissederdi herkes. Engin tevazusuyla belli etmese de gençliğinde büyüklerin meclislerinden öğrendiği derin bilgi ve görgü birikimi vardı. Köyün hem imamı hem öğretmeni hem doktoruydu adeta.

O güzel Kafkas geleneklerinin yaşıyor olması, en büyük mutluluğuydu.

Onun canının sıkıldığını, yüzünün asıldığını gören yoktu.

Aradan uzun yıllar geçti, canı sıkılmaya başladı nedense.

Canı sıkılıyordu. Daha dün çok üzülmüştü. İki gence basit bir şey sormuş, gençlerse dil bilmedikleri için tuhaf tuhaf bakmışlardı yüzüne.

Köyde çok sevdiği delikanlının düğününde alışkın olmadığı manzaraları görmüş canı sıkılmıştı. Ulu orta, alkollü silah sıkmayı marifet mi sanıyordu gençler? Hani nerede yetişkinler? Ne o düğün alanının hemen gerisindeki kontrolsüz görüntüler?

Çok canı sıkılıyordu.

Sadece Adige olduğunu bilen, gerisini merak bile etmeyen gençlerin varlığını duydukça, “Kültür zenginliğimizin gençliğimize yansıması böyle mi olmalıydı? demeden geçemiyor, fena halde canı sıkılıyordu.

O gün davet edildiği evin zarif güzel kızına sormuştu tabaktaki yöresel Kafkas yemeğinin adını da cevap alamamıştı. Bu evde üç saate yakın kalmış, ne yazık ki evdekiler üç kelime Adigece konuşmamıştı kendi aralarında.

“Güzel dilimize sahip çıkamadık. Onu doğru ve etkili kullanamadık İşte şimdi tümden kaybediyoruz! Dilini kaybeden bir milletin, kaybedecek bir şeyi kalır mı! “ diyor, canı.

Cenazeye katılmış, hayretler içinde seyretmiş, kahrolmuştu; kucaklaşan, el sıkışarak başsağlığı dileyenleri gördükçe. “ Milletlerin tarihinde, kültürünü unutan ulusların var olmaya devam ettikleri asla görülmemiştir.” diyordu kendi kendine.

Bir sonbahar akşamıydı yüreğini hoplatan, tüylerini diken diken eden bir ses duydu uzaklardan. Ses dalga dalga yükseliyor gönülleri titretiyordu. Fırlayıverdi yerinden, uzandı kalpağına, giydi ceketini, aldı eline bastonunu, mızıkayı yakından dinleyebilmek için seke seke yaklaştı düğün alanına. Derinden süzülerek gelen mızıkanın o müthiş sesiyle mest oldu. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Düğünün ön saflarında elinde sigarası cep telefonuyla konuşan genci görmüş, gözlerine inanamamış kaçarcasına oradan uzaklaşmıştı. İçinden; “Nerde eski görgümüz, saygımız, uyumumuz” diye geçirmiş, fena halde canı sıkılmıştı.

Kaç gün önceydi. Köy çeşmesinin hemen yanında sohbeti koyulaştıran gençlere kulak misafiri olmuştu. Yurtdışından dönen genç, dinsiz de yaşanabileceğini anlatıyor, İslam’ın bazı Çerkes adetlerin unutulmasına nasıl neden olduğunu ilave ediyordu. “Çağdaşlık, özgürlük, bize yeter!” diyordu. Canı sıkıldı.  

“Bizim gençler, inanca saygılı, kültürüne bağlı, sevgi, dostluk, barış ve asayiş sevdalısı olmalı değil miydi” diye geçirdi içinden.

“Dinsizliğe, dilsizliğe, kimliksizliğe, kültürsüzlüğe, hayır!” diye haykırdı.

“Din olan yerde kin olmaz! Dinden başka hiçbir kanun, vicdana hâkim olamaz!” diyordu.

“İslam’ın, sevgi, barış, hoşgörü, temizlik dini olduğunu, evrensel olduğunu neden anlatmadık, neden yansıtmadık” diyerek canı sıkılıyor, kendini suçluyordu.

Daha bu bayramda, o çok sevdiği gençlerden kaçı gelmiş, kaçı halini hatırını sormuştu? Oysa gençleri görebilmenin heyecanını yaşıyordu günlerdir. Her defasında “Bu gençler iyi yetişmezse vay halimize bizim!” diyordu. Titrek elleriyle bayram şekeri ikram edememiş, öpüp koklayamamıştı köyünün gençlerini.” Camide göremiyorsam da bayramda görürüm ya o sevimli gençleri” diye tatlı hayaller kuruyordu.  “Belki bu son bayramım olur!” diye de ekliyordu.

Köydeki her doğumda bebeğe ne isim konulduğunu sorar, ya heyecanla sevinçle ürperir ya da aniden mahzunlaşırdı.

Davul sesini duymuş, “Köyde ne oluyor” diye sormuş, “Düğün var” denilince yıkılmıştı.

Canı sıkılıyordu eski düğünleri, eski sohbetleri, eski dostlukları, yardımlaşmaları, hatırladıkça.

İş bulamayan, okul okuyamayan, evlenemeyen kızları erkekleri gördükçe canı sıkılıyordu.

Derneklerin ne işe yaradığını merak ediyor cevabını bulamadıkça sıkılıyordu canı.

Günden güne eriyen, yok olan gençleri gördükçe, kaybolan kültürünü düşündükçe dayanılmaz oluyordu sıkıntısı. “Bu yozlaşma değil de nedir” diye feryat ediyordu.

Gün bitmek üzereydi, hava bulutlanmış yağmur kokusu sarmıştı etrafı. Gençler toplanmıştı bir araya. Anlamışlar mıydı acaba eksiklerini, hatalarını?

Gençler anlamıştı sonunda. Kendilerini affettirmek, bu kültür ve gönül insanının gönlünü almak için toplanıp gitmişlerdi yanına. Özür dileyeceklerdi nur yüzlü dedelerinden. “Bizi affet, biz seni anlayamadık, oysa sen bizim için yaşadın, bu uğurda yaşlandın!” diyeceklerdi o güzel insana. Hiç konuşmadılar, dakikalarca yanında kaldılar. Ayrılırken ellerindeki çiçeği toprağına koydular ve birer Fatiha okudular.

Canı sıkılıyordu gençlerin fena halde…