ARMAĞAN

HAJKHASIM Hasan
Çeviri: Kardan Düriye
Oşhamafe Dergisi, 1974, Sayı: 5, s. 42.  

Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978,
s. 172

Hür ovaları, meyve bahçelerini, yolun her iki yanında yerleşmiş köyleri, kentleri seyrediyordu dalgın gözlerle.

Bakışları onları geride bırakarak dağın eteğine ulaştı; dağın eteği ormanlıktı, ötede yüksek dağlar görünüyordu.

Araba dağın eteğindeki ormana girdi. Uzaktan kaz dişi gibi sıralanmış, beyaz kayalıklarıyla Oşhamafe görünüyordu. Hızla akan su vadiyi seslendiriyordu.

– Çabuk yetişir miyiz, diye sordu.
– Fazla kalmadı, şimdi yetişiriz, dedi şoför. Koca kalpaklı bir atlıya rastladılar. Delikanlı arkasından bakarken ”çoban olsa gerek” diye düşündü. Araba atlıyı geride bırakarak tepeye çıktı. Dar vadide ilerliyorlardı ki, gittikleri köy göründü birden. Delikanlı köyü babasının kendisine anlattığı kadar tanıyordu. Nice öyküsünü dinlediği köyü görünce heyecanlandı, babasının dilinden düşmeyen vvoredi duyar gibi oldu. Evet duyuyordu, dağ başındaki çobanın sesiydi o, içinden ona eşlik etti. Yamaçlarda, derelerde bir çekiç sesi yankılandı. Dikkatle dinledi, çekiç sesiydi duyduğu. Bu da nereden çıktı diye hayretle bakındı. Sağ taraftaki tepede bir mezarlık gördü. Öbek öbek mezar taşları duruyordu.

– Khanıkhuey mezarlığı sanırım, dedi delikanlı. Şoför omuz silkti.
– Khanıkhuey’in mi, hayır, Psewuç’eş’e köyünündür o.
– Yaa… Demek Psewuç’eş’e köyünün. Peki o ses de ne?
– Taşçının olsa gerek.
– Onunla görüşsek olmaz mı?
– Neden olmasın? Haydi gel görüşelim.
– Seni yormak istemem, sen burada beni bekle… Zahmet olmazsa.

Delikanlı saygıyla cevapladı onu. Delikanlının Arap harfleriyle yazılar bulunan mezar taşlarını okudu. 1920 yılında vurulmuştu birisi, eşi de yanı başına gömülmüştü, kocası savaşta şehit olduğunda daha yeni gelindi o. Yazıları silinmiş bir başka mezar taşında at resmi vardı. Kim bilir o da yaşamını yurduna vermişti belki. Üzerinde tüfek resmiyle beş köşeli yıldız bulunan diğer bir mezar taşı da, yaşamını yurduna veren bir başkasına aitti. Stalingrad’da şehit olmuştu kendisi.

Alın terini eliyle sildi. Gülümseyerek torununa sordu taşçı:

– Bugün ne getirdin aslanım?

Torunu torbanın ağzını açtı. Dedesine ”sofra” hazırladı. Kendisi de elmasını ısırdı. Bu sırada tanımadıkları delikanlı yanlarına yaklaştı.

– Buyur, otur, rastladığın yemek yiyeceklerin en iyisidir derler, dedi taşçı.

Yonttuğu mezar taşında beş köşeli yıldız henüz belirmişti. Delikanlı saygıyla cevapladı onu. Delikanlının baktığı yarım kalmış mezar taşını okşayarak:

– Bizim köyden dedi taşçı. Yiğit delikanlıydı, savaşta şehit oldu.

Küçük torunu sofrasını toplarken, ayağa kalktı, keskisini aldı, mezar taşının başına geçti. Konuk delikanlı taşçının yontmasını izlerken;

– Babama da mezar taşı yaptırmak istiyorum, bu konuda bana yardım edebilir misiniz, dedi.
– Babana kim derler oğlum, diyerek taşçı delikanlıyı süzdü.
– Maho Zurab. Tanır mısınız acaba? O da sizin köyden.
– Maho? Hayır duymadım öyle birini.
– Vardı, vardı. Hatırlamazsınız belki. Türkiye’de öldü. Delikanlıyı iyiden iyiye süzdü bu kez taşçı.
– Hımmm, onun oğlusun demek?
– Evet onun oğluyum.
– Türkiye’den geldin o zaman?
– Türkiye’den geldim. İzmir’de oturuyorum…
– Peki öyleyse, doğrudan doğruya neden kendini tanıtmadın? Doğruldu, delikanlının elini   yeniden sıktı, gerçek misafirsin desene,  buyur gel eve  gidelim…
– Eve de gideriz ama ricam…
– Rican da bir şey olur elbet… Maho dedin ha?
– Evet Maho. Maho Zurab…
– Gel hele, diyerek yürüdü taşçı. Delikanlı da ardından yürüdü. Eski bir mezar taşına yaklaşarak:
– Bu deden Hajmurat’ın mezar taşıdır, dedi taşçı.

Zurab’ın oğlu dedesinin mezarına yaklaştı. Arap harfleri iyice silinmiş olan mezar taşında kalan, yalnız bir kama resmiydi. Delikanlı mezar taşını okşadı.

– Sizin aileden bizim köyde kalan, yalnız Hajmurat’tı. Gidelim yavrum, köye gidelim, dedi.

Küçük torun köye varmıştı:

– Maho Zurob’ın oğlu Türkiye’den geldi.

Türkiye’den gelen delikanlı haberi tez yayıldı köye. Köy halkı taşçının evinde konuk delikanlıyı bekliyorlardı.

– Ne kadar da babana benziyorsun. Tıpkı baban gibisin, diyerek süzüyordu yaşlı kadınlardan bi­ri delikanlıyı. Hey gidi Maho Zurab… Ne oyuncuydu o! Meydan dar gelirdi   ona… Sen de iyi oynar mısın?
Yaşlı kadının gözünde çok şey canlandı. Konuk delikanlı can kulağıyla yaşlı kadının anlattıklarını dinliyordu.

Konuk için düzenlenen sofrada, köyün yaşlıları da çok şey hatırladılar. Onların da arkadaşıydı konuğun babası.

– Dönmek istiyordu, dönmek niyetindeydi demek, diye sordu içlerinden biri…
– Evet çok istiyordu. Onu düşünmeden bir günü bile geçmedi babamın. Ama olmadı işte…
– Neden?
– Gelme olanağı yoktu önceleri. Sonraları yaşlandı da gücü yetmedi…

Yaşlı adam eskilere dalarak bir süre sessiz kaldı.

– Sen… Sen nasıl geldin buraya?
– Kolay olmadı, dedi konuk.
– Kolay olmayacak nesi var bunun, dedi daha genç birisi, niceleri geliyor, kimse de engellemiyor.

Bir süre sustuktan sonra şöyle dedi:

– Babamın doğduğu topraklar burnumda tütüyordu. Çok oldu vasiyet etmişti babam… Bir gün bile olsa gördüm ya çok mutluyum.

Konuşmaya doymuyordu delikanlı, duyguları karıştı. Babasının arkadaşları doyamadan süzüyorlardı onu…

– Çok geçti aradan dedi yaşlı adam, çokları terk etti yurdunu. Alman savaşından önceydi. Zurab ya… Senden daha gençti o… Şimdi bile görür gibiyim. Kun de hatırlar onu… Yismeyl de hatırlar, değil mi Yismeyl?
– Nasıl hatırlamam… Hatırlıyorum…
– Jemal de hatırl
– Hatırlıyorum ben de ama neden terk etti?
– Bilmiyorum, bugüne dek anlayamadım bir türlü, dedi Jemal.
– Anlaşılmayacak ne var bunda?
– Alınyazısıydı, dedi başka bir ihtiyar.

Bir diğeri kabul etmedi.

– Hayır… Yurduna azıcık düşkün olsaydı terk etmezdi yurdunu ötesi yok bunun, dedi.

Konuk delikanlı dayanamadı.

– Doğru değil söylediğin Thamade. Hiçbir şeyi yurduyla bir tutmazdı babam. Yurduna can atarak girdi toprağa… Çokları da yurduna can atarak girdi toprağa…
– Niceleri kuşkusuz…  Niceleri… Niceleri kandırılabilmişti.
– Hepimizi kandıramadılar şükür, dedi taşçı, Onların ne suçu var? Asıl suçlular onları türlü yalanlarla, yanlış yollara sürükleyenlerdir.
– Tepeden kopan derede yiter, derler.

Konuk delikanlı sessiz, babasını anımsadı, hüzünlendi. Gözleri önündeki kara kamaya takıldı kaldı.

Herkes delikanlıya uyarak bir süre sessiz kaldı…

– Bu kamayı vasiyet etti, diyorsun, öyle mi oğlum?
– Evet, vasiyet etti.

Herkes yeniden sessizleşti. Taşçının söyleyeceklerini bekliyorlardı.
Oturanlar bir taşçıya, bir konuğa bakıyorlardı.

Taşçı ayağa kalktı.

– Söylediğine göre, baban yurdunu unutmadı, yaşadığı sürece kalbi buradaydı. Babanın kalbi kama gibi çıplaktı yavrum. Yiğit, doğduğu yere döner derler. Babanın kalbi döndü yurduna. Baban onun için bu kamayı vasiyet etti.

Yaşlı adam kamayı kınından çıkardı, kama parlıyordu. Bu küflenmedi. Babanın alnı aktı da ondan küflenmedi. Bu kama tüm armağanlardan daha değerlidir, dedi.

Mızıka inliyor. Genç kız oyuna çıkıyor, konuğa yaklaşıyor, oyuna davet ediyor. Genç kız gülümsüyor, konuk üzgün, genç kız ortada bir dönüyor ve delikanlıya yaklaşıyor. Elinde mızıka inledikçe inliyor.

– Haydi değerli konuk! Konuk üzgün.
– Haydi, buyur.

Avuçlar patlıyor vurmaktan, konuk üzgün. Adige düğününe katılmamış hiç. Ayakları gitmiyor, adım atamıyor. Müzik gittikçe hızlanıyor, insanı yerinden kaldırıp sıçratacak, rüzgar gibi savurup dereye atacak nerdeyse, canlı mı canlı…

Nasıl olduğunu anlayamadı konuk delikanlı. Fırtınaya kapılmışçasına, birden omzunu gerdi. Dağların doruğunda uçuyor sandı kendini. Efsanevi atına binmiş geniş ovalarda koşuyor, çağlayanlarla yarışıyordu sanki Yistlemey bu. Oydu onu alıp götüren. Göklerde uçuran! Yistlemey’di! Onun bu denli güçlü olduğunu kim bilebilirdi? Kim bilebilirdi delikanlının güzel kızın umudu olduğunu?

Bir hafta çabucak geçti. Ne kadar oluyor ki zaten? Olsa olsa bir Yistlemey oyunu kadar zaman.

Konuk yola çıkıyor işte. Uğurluyor onu güçlü dağ sulan. Dağların doruklarında uçuşan kartallar ona kanat çırpıyor. Dağ eteklerinde yayılan atlar da kişniyor.

Kızı… Tepeden gözleriyle uğurluyor konuğu taşçının.