ANADİLDE YAYIN SORUNLARI

Vahap Coşkun

Türkiye’de devlet, etnik, dinsel, dilsel, vb. her türlü farklılığın inkârı üzerine inşa edildi; kurucu ideolojinin mottosu ‘Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz’ idi. Dünyada totalitarizmin borusunun öttüğü bir dönemde devlet, bu mottoya uygun davranmada herhangi bir zorlukla karşılaşmadı. Ama zaman içerisinde değişen dünya koşulları ve özellikle AB süreci, bu mottonun öngördüğü politikaların uygulanmasını imkânsız kıldı ve devlet, farklılıkları kabul eden noktaya geldi.

Burada vurgulanması gereken şudur: Devlet, doğru olduğuna inandığı veya olması gereken bu olduğu için değil; dış dinamikler zorladığı ve devlet çıkarı bunu gerektirdiği için, toplumdaki farklılıkların varlığını tanımaya başladı. Devletteki bu değişim içselleştirilmiş ve doğal bir değişim değildi; aksine gönülsüz ve zorunlu bir değişimdi. Bu nedenle değişim karşısında devlet iki şekilde direniyor ve direndikçe de yanlışlara sürükleniyor:

I)
İlki, klasik ‘Tandoğan zihniyeti’ni, yani her değişim talebi ve zorlaması karşısında, devletin kendini değişimin tek taşıyıcısı ve öznesi haline getirme çabasını devreye soktu. ‘Mademki değişim kaçınılmaz; o halde değişimi ben yapar, ne kadar değişileceğine ben karar veririm’ zihniyeti, anadilde yayın konusunda da kendisini gösterdi.

AB ittirmesi

AB uyum sürecinin ittirmesiyle, anadilde yayının önündeki engellerin kaldırılması zorunluluğu doğunca, devlet, bu tür yayınları da başkasına bırakmadı ve TRT’de, ‘Kültürel Zenginliğimiz’ adı altında farklı dil ve lehçelerde program yayınına başladı. Bu, önemli bir sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Zira imparatorluk bakiyesi olan bu toplumda çok sayıda anadil ve lehçe konuşulmakta. Devletin bu anadil ve lehçelerin hepsinde yayın yapması mümkün değil.

Bu durumda devlet, zorunlu olarak, diller arasında bir seçime gidecek bazı dilleri seçip onlarda yayın yaparken, geri kalanları ise bundan mahrum bırakacaktır. Hangi kriterler gözetilerek böyle bir seçime gidileceği sorunu önemli bir sorundur. Ama daha önemlisi, devletin yayın yaptığı dilleri konuşanların belirli bir ayrıcalığa sahip kılınması karşısında, yayın dışı bırakılan dilleri konuşanların ise kendilerini dışlanmış hissetmeleridir. (Nitekim TRT’nin uygulaması bunu doğrular: TRT, Boşnakça, Arapça, Kırmanci, Çerkezce ve Zazaca program yayımlamaya başladı. Bunun üzerine Lazlar, kendi dillerinde yayın yapılmamasını sert dille eleştirdiler.)
Bu, devletin meşruluk temellerini zedeler; çünkü devlet, ancak farklı toplumsal kesimlere eşit mesafede bulunduğu ölçüde meşruluğunu idame ettirebilir. Oysa burada bu ilkenin bariz bir ihlali söz konusudur.

II)
Temel bir hakkın tanınması, ve özellikle bu hakkın yoğun olarak Kürtler tarafından kullanılması, gündeme geldiğinde devletin standart hale gelen bir davranışı var:

Bu hakkı yasayla tanımak ama kullanımını yönetmeliklerle imkânsız kılmak. Anadilde yayın meselesi, bu davranışın tipik bir örneğini oluşturuyor. Şöyle ki; farklı dil ve lehçelerde yayın, ‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik’e göre yapılıyor. (Yönetmeliğin ismindeki yaratıcılığa dikkatinizi çekerim.) Yürürlük ve yürütme maddeleriyle birlikte toplam 13 madde olan 25. 01. 2004 tarihli bu yönetmelik, farklı dil ve lehçelerdeki yayına ilişkin üç önemli sınırlama ihtiva eder:

a. Yayıncı açısından: Yönetmelikte, ancak ulusal yayın lisansına sahip radyo ve TV kuruluşlarının farklı dil ve lehçelerde yayın yapabileceği belirtilmiş; yerel yayın yapan radyo ve televizyonlara ise bu hak tanınmamıştır.
b. İçerik açısından: Yönetmelikte, farklı dil ve lehçelerdeki yayınların sadece yetişkinlere yönelik olması; bu dil ve lehçelerin öğretimine yönelik yayın yapılmaması hükme bağlanmıştır.
c. Süre açısından: Yönetmeliğe göre, radyolar günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada 5 saat, televizyonlar günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada 4 saat yayın yapabilecektir.

Anadilde yayını fiilen imkânsız hale getiren bu yönetmeliğe karşı iki dava açıldı. Diyarbakır Barosu’nun, yönetmeliğin 4. maddesi, 5. maddesinin 2, 3, 4 ve 5. fıkraları, 6. maddesinin a bendi ve geçici 1. maddesinin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açtığı dava Danıştay tarafından,
‘Baro dava ehliyetine sahip olmadığı’ gerekçesiyle reddedildi. Diyarbakır’da yerel yayın yapan Gün TV’nin açtığı dava ise halen Danıştay’ın önünde. Eğer bu davada da iptal çıkmazsa, farklı dillerdeki yayınlara ilişkin sınırlamalar devam edecek.

Bünyesinde bu sınırlamaları taşıyan bir yönetmelikle, anadilde yayın yapabilmenin imkanı yoktur. Reklam gelirleriyle yaşayan ulusal radyo ve televizyonların, sadece belirli bir kesimin ilgi göstereceği bir anadil veya lehçede yayın yapmayacağı aşikârdır. Yaparlarsa reklam gelirlerini kaybeder ve varlıklarını devam ettiremezler. Anadilde yayın, ancak yerel yayın yapan radyo ve televizyonlar aracılığıyla yapılabilir. Yönetmelikte olduğu gibi, bu kuruluşların yayın yapmasını engellemek, aslında anadilde yayın yapılmasını fiilen yasaklamakla eşanlamlıdır. Öte yandan, sadece yetişkinlere yönelik olup çocukları gözetemeyen, yayın yapılan dili öğretemeyen ve yarım saatle sınırlandırılan bir yayına ne kadar yayın denebilir, o da ayrı bir sorun.

Yasakçılığın işlevsel yanı yok

Kaldı ki, bu sınırlayıcı ve yasakçı tutumun işlevsel bir tarafı da yok. Bugün ülkenin en yoksul kesimlerinin yaşadığı semtlerde dahi çatılar dijital çanak antenlerle dolu. Bu antenler sayesinde, bir Kürt, Boşnak, Ermeni, Gürcü, vb., dünyanın neresinde yapılırsa yapılsın, kendi anadilindeki yayınlara son derece rahat bir biçimde ulaşıyor. Dolayısıyla, çağın iletişim olanakları karşısında bu özgürlük korkusunun, bu yasak seviciliğinin pek bir hükmü kalmıyor; ama komik kaçtığı da muhakkak.

Bu itibarla yapılması gereken bellidir: Devletin, ülkedeki tüm anadillerde ve dahi lehçelerde hizmet verme zorunluluğu yoktur. Devlet, mutlaka yapacaksa, resmi dilde yayın yapmalıdır. Devlet, anadilde yayın yapılmasının önündeki yasakları kaldırmalı, anadilde yayını (ve dahi eğitimi) topluma bırakmalı ve denetlemekle yetinmelidir…