Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum
tutuyordu. Lokumu sakına sakına
dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlarının
uçuşmasından korktuğu
için nefesini tuttu. Kendi kendine Güllü, dedi. Bu billurlaşmış eti
birden ısırdı ve ağzının içine beklemiş bir
su tadı yayıldı. Hastalık, duyguları nasıl da inceltiyor; ne garip
bir şey. Camileri, saygılı
Doğuluları düşünmeye başladı (Düğünden sonra balayı gezilerinde
Cezayir'e gitmişlerdi) ve
solgun dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.
Latilokum da saygılıydı. Elinin ayasını kitabının sayfalar üstünde
birçok kereler
dolaştırması gerekti, çünkü, bütün sakınmalarına karşılık,
sayfalara beyaz pudradan bir
tabakayla kaplanmıştı. Elleri, düz ve parlak kağıt üstündeki küçük
şeker taneciklerini
kaydırıyor, yuvarlıyor, gıcırdatıyordu. Bu bana Arcochon'u,
kumsalda kitap okuduğum
zamanları hatırlatıyor. 1907 yazını deniz kıyısında geçirmişti. O
zaman başında yeşil
kurdeleli büyük hasır şapkası vardı, elinde Gyp ya da Colette
Yver'den bir roman, gidip
dalgakıranın hemen yanında bir yere oturuyordu. Rüzgar dizlerine
bir kum sağanağı
yağdırıyordu. Zaman zaman kitabını köşelerinden tutup silkelemek
zorunda kalıyordu.
Bu da tamı tamına aynı duyumdu: Yalnızca kum taneleri
kupkuruydular, oysa bu şeker
tanecikleri parmaklarının ucuna biraz yapışıyorlardı. Siyah bir
denizin üzerindeki boz inci
rengindeki gök parçası tekrar canlandı gözünde. Eve, daha dünyaya
gelmemişti. Kendini
hatıraların ağırlığı altında, sandal ağacından yapılma değerli bir
çekmece gibi hissediyordu.
Derken, okuduğu romanın adı birdenbire aklına geldi: Adı
Küçükhanım'dı ve sıkıcı değildi.
Ama bilinmeyen bir hastalık onu odasına bağladığından beri, Mme
Darbedat, anıları ve
tarihsel yapıtları yeğliyordu. Acının, ağırbaşlı okumaların,
anılarına, çok incelmiş duygularına
yönelmiş ve keskin bir dikkatin, onu güzel bir sera meyvesi gibi
olgunlaştırmasını diliyordu.
Biraz da sinirlenerek, kocasının neredeyse gelip kapısını
vuracağını düşündü. Haftanın öbür
günleri sadece akşama doğru geliyordu, kadını alnından sessizce
öpüyor ve Temps'ını,
kadının karşısında, bir koltuğa oturup okuyordu. Ama perşembe günü
M. Darbedat'ın
günüydü: Genellikle saat üçten dörde kadar bir saati gidip kızında
geçiriyordu. Dışarı
çıkmadan önce karısının yanına giriyor ve ikisi damatlarından
üzüntüyle söz ediyorlardı. Bu
perşembe söyleşileri, en ince ayrıntılarına kadar nereye varacağı
bilinen bu konuşmalar,
Mme Darbedat'yı tüketiyordu. M. Darbedat sakin odayı bütün
varlığıyla dolduruyordu.
Oturmuyor, bir aşağı bir yukarı yürüyor, kendi
çevresinde dönüp duruyordu. Öfkeyle
söylediklerinin her biri Mme Darbedat'yı bir cam kırığı gibi
yaralıyordu. Bu perşembe her
zamanki alışılmış perşembelerden daha da kötüydü: Şimdi Eve'in
itiraflarını kocasına
tekrarlamak ve bu koca bedenin kızgınlıktan titrediğini görmek
düşüncesi Mme Darbedat'yı
kan ter içinde bırakmıştı. Tabaktan bir lokum daha aldı, birkaç
dakika tereddütle düşündü,
sonra kederli kederli gerisin geri koydu; kocasının onu lokum
yerken görmesini istemiyordu.
Kapının vurulduğunu duyarak sıçradı.
Zayıf bir sesle:
-Girin, dedi.
M. Darbedat ayaklarının ucuna basarak içeri girdi, her perşembe
olduğu gibi:
-Eve'i görmeye gidiyorum, dedi.
Mme Darbedat ona gülümsedi.
-Benim için de öp onu.
M. Darbedat karşılık vermedi, kaygılı bir tavırla alnı kırıştı.
Her perşembe aynı saatte pis bir
öfke midesindeki hazımsızlıkla birbirine karışıyordu.
-Ondan çıkınca Franchot'yu görmeye gideceğini; hemen Eve ile ciddi
ciddi konuşmasını ve
onu inandırmaya çalışmasını isteyeceğim.
Doktor Franchot'yla sık sık görüşüyordu. Ama boşuna. Mme Darbedat
kaşlarını kaldırdı.
Eskiden, sağlığı yerindeyken, omuzlarını kaldırırdı. Ama hastalık
bedenine bir ağırlık
verdiğinden beri, bedenini çok yorduğundan, beden hareketlerinin
yerini yüz çizgileri
alıyordu. Gözleriyle evet, ağzının kenarlarıyla hayır diyordu.
Omuzlarının yerini de kaşları
almıştı.
-Onu elinden alabilmek gerek.
-Ben sana bunun imkansız olduğunu söylemiştim. Zaten yasa çok kötü
yapılmış. Franchot,
geçen gün bana, hastaların aileleriyle kendi aralarında akıl almaz
sorunlar doğduğunu
söyledi: karar veremeyenler, hastayı evde tutmak isteyenler.
Doktorlar da eli kolu bağlı kalıyorlar, düşüncelerini söylüyorlar,
hepsi bu. Ya hastanın,
herkesin ortasında bir rezalet çıkarması ya da hastanın kendisinin
`beni kapatın' demesi gerek.
-Bu da, dedi Mme Darbedat, bugünden yarına olmaz.
-Olmaz.
Adam aynaya doğru döndü, parmaklarını sakalına daldırarak taramaya
koyuldu. Mme
Darbedat duygusuzca kocasının kuvvetli ve kırmızı ensesine
bakıyordu.
-Kız böyle devam ederse, dedi M. Darbedat, ondan daha divane
olacak, korkunç derecede
tehlikeli bir şey. Bir adım yanından ayrılmıyor, bir seni görmek
için dışarı çıkıyor,
kimseyi kabul etmiyor. Odasının havası dayanılır gibi değil.
Pencereyi açmıyor, çünkü Pierre istemiyor. Sanki insan bir
hastadan akıl almak zorundadır.
Kokular yakıyorlar, sanırım buhurdanda, pis bir şey. İnsan
kilisede sanıyor kendini. Aman
Tanrım, bazı bazı kendi kendime soruyorum... bir garip gözleri var
kızın, biliyorsun.
-Farkında değilim, dedi Mme Darbedat. Ben onu doğal buluyorum.
Kederli bir hali var
elbette.
-Benzi ölü gibi. Uyur mu? Yer mi? Bu konularda ona soru sormamak
gerekiyor. Ama Pierre
gibi bir adamın yanında geceleri gözünü kırpmamalı diye
düşünüyorum.
Omuzlarını silkti: İnanılmaz bulduğum da, yani
bizim, ana babasının onu kendine karşı
korumaya hakkımız olmayışı. Pierre'in, Frachot'nun yanında çok
daha iyi bakılacağını da göz
önünde tut. Koskoca bir bahçe var. Sonra, diye biraz gülümseyerek
ekledi, kendine benzer
insanlarla daha iyi anlaşır diye de düşünüyorum. Bu tür yaratıklar
çocuk gibidirler, onları
kendi benzerleri arasında bırakmak gerekir, bir çeşit masonluk
örgütü kuruyorlar. Daha ilk
günden onun oraya konması gerekirdi ve ben söyledim; kendisi için.
Bu onun yararı için
elbette.
Bir süre sonra ekledi:
-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre'le birlikte olması,
özellikle gece, hoşuma
gitmiyor. Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre
fazlasıyla içinden pazarlıklı.
-Bilmem ama, dedi Mme Darbedat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü
onun her zamanki
hali bu. Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı
oğlan, önce çalım sat sonra da
bu hale gel, diye içini çekerek ekledi. Bizim hepimizden daha
akıllı olduğunu sanıyor.
Tartışmayı kesmek için sana şöyle bir: `Haklısınız' deyişi
vardı... Durumunu fark edememesi
onun için Tanrının bir lütfudur.
Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla
hatırlıyordu. Eve'in
evliliğinin ilk günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Mme
Darbedat'nın canına minnetti.
Ama adam çabalarını boşa çıkarmıştı; hemen hemen hiç konuşmuyordu,
her zaman aşırı
hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.
M. Darbedat düşüncesini söylemeye devam etti:
-Franchot bana binasını gezdirdi. Mükemmel. Hastaların meşin
koltuklu ve yatar koltuklu,
nasıl istersen öyle, özel odaları var.
Biliyorsun bir tenis alanı var, bir de yüzme havuzu yaptırıyor.
Pencerenin önünde dikilip duruyordu, bacaklarının üzerinde
yaylanarak camdan dışarı
bakıyordu. Birden, omuzları inik, elleri ceplerinde topuklarının
üstünde döndü. Mme
Darbiedat neredeyse terlemeye başlayacağını hissetti. Her
seferinde aynı şeydi. Şimdi kafese
kapatılmış bir ayı gibi bir aşağı bir yukarı yürümeye başlar ve
her adım atışında ayakkabıları
gıcırdardı.
-Dostum, dedi kadın, rica ederim otur, beni yoruyorsun.
Sakınarak ekledi: Sana söyleyeceğim önemli şeyler var. M. Darbedat
geniş koltuğa oturdu,
ellerini dizlerine koydu. Mme Darbedat'nın sırtında hafif bir
ürperti dolaştı. Zamanı gelmişti,
konuşması gerekiyordu.
-Biliyorsun, dedi sıkıntıyla öksürerek, salı günü Eve'i gördüm.
-Evet.
-Bir yığın şey üstüne gevezelik ettik, çok sevimliydi, uzun
zamandan beri ben onu bu kadar
güven içinde görmemiştim.
Sonra ona bazı sorular sordum, Pierre'le ilgili konuşturdum.
Uzatmayalım, dedi yeniden
sıkılarak, iyice ona tutkun olduğunu öğrendim.
-Hay Allah bunu ben de biliyorum, dedi M. Darbedat. Mme
Darbedat'ın biraz canını
sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona
açıklamak gerekiyordu.
Mme Darbedat, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin
arasında yaşamayı hayal
ediyordu.
-Ama ben demek istiyorum ki, diye yeniden söze başladı, kız bizim
düşündüğümüzden
başka türlü tutkun ona. M. Darbedat, tanımlanan ya da anlatılan
bir şeyin anlamını pek kavrayamadığında yaptığı gibi gözlerini
kızgınca ve kaygıyla kaydırdı:
-Ne demek istiyorsun yani?
-Charles, dedi. Mme Darbedat, beni yorma. Bir annenin bazı şeyleri
söyleyebilmek için
güçlük çekeceğini anlamalısın.
-Bütün bu anlattıklarının tek sözcüğünü bile anlamıyorum, dedi M.
Darbedat, öfkeyle.
Şimdi bana şey mi demek istiyorsun yoksa?
-Evet ya! dedi kadın.
-Onlar daha... daha şimdi?
Kadın sıkılarak kuru kuru üç kere:
-Evet! Evet! Evet! dedi.
M. Darbedat kollarını iki yana salıverdi, başını eğip sustu.
-Charles, dedi karısı kaygıyla, bunu sana söylememeliydim. Ama
kendime de
saklayamazdım.
-Çocuğumuz, dedi adam ağır ağır. Bu deliyle! Üstelik adam onu
tanımıyor artık, Agathe
diye sesleniyor. Kızın duyması gereken duyguyu kaybetmiş olması
gerek.
Adam başını kaldırıp karısına baktı.
-İyi anlamış olduğuna emin misin?
-Ortada kuşkulanacak hiçbir şey yoktu. Ben de senin gibiyim, diye
canla başla ekledi. Ona
inanamıyordum. Zaten onu anlamıyorum. Bana göre, bu zavallı
bahtsız adam tarafından
etkilenmek düşüncesi yalnızca... İşte, diye içini çekti, sanırım
adam onu buradan yakalıyor.
-Çok yazık! dedi M. Darbedat. Gelip kızı bizden istediği zaman
sana söylediğimi hatırlıyor
musun? Sana: Eve'den fazlasıyla hoşlanıyor galiba, demiştim. Bana
inanmak istememiştin.
Birden masaya vurdu ve kıpkırmızı oldu.
-Bu bir sapıklık! Kızı kollarının arasına alıyor, Agathe diyerek,
onu, uçan heykeller, yok
bilmem ne üstüne bir yığın boş laf geveleyerek kucaklıyor! Kız da
kendini ona bırakıveriyor!
İyi, ama ne var aralarında? Kız ona bütün yüreğiyle acısın, ama
uygun saatlerde onu her gün
gidip göreceği bir dinlenme evine koysun. Ama hiç düşünmemiştim...
Kızı dul gibi kabul
ediyordum. Dinle, Janette, dedi ağır bir sesle, seninle açık
konuşuyorum, bazı duyguları varsa,
bir sevgilisi olmasını yeğlerdim ben!
-Charles, sus! diye bağırdı Mme Darbedat.
M. Darbedat, girerken yuvarlak bir masanın üstüne bıraktığı
şapkasını, bastonunu yorgun bir
tavırla aldı.
Sözlerini:
-Bana söylediklerinden sonra, benim pek umudum kalmıyor. Gidip
şimdi yine de
onunla konuşacağım, çünkü bu benim ödevim, diye bitirdi.
Mme Darbedat, gitsin diye acele etti. Adamı yüreklendirmek için,
-Bilirsin, her şeye karşın, Eve'de her şeyden... çok dikkafalılık
vardır sanıyorum. Adamın
hastalığının iyi olmayacağını bilir, ama dikkafalılık eder, bu
yüzden başarısızlığa uğrayıp utanmak istemez; dedi.
M. Darbedat dalgın dalgın sakalını okşuyordu.
-İnatçılık mı? Evet, belki. Peki, sen haklıysan, sonunda
yorulacaktır. Adamın her gün keyfi
yerinde değil; hem sonra konuşmuyor. Günaydın dediğim zaman bana
şöyle bir elini uzatıyor,
konuşmuyor. Yalnız kaldıklarında saplantılarına yeniden döndüğünü
sanıyorum. Kız, bana,
onun boğazlanan bir adam gibi bağırdığını, çünkü sanrılar
gördüğünü söylüyor. Heykeller
yüzünden. Onu korkutuyorlar, çünkü vızıldıyorlar. Çevresinde
uçtuklarını, gözlerini
bulandırdıklarını söylüyor.
Eldivenlerini giydi, yeniden söze başladı:
-Bıkıp usanacak, demiyorum sana. Ama ya bu yakınlarda sapıtırsa?
Biraz dışarı çıksın
istiyorum, dünyayı görsün. Birkaç kibar gençle karşılaşsın,
Simplon'da mühendis olan
Schroder'i al işte; geleceği olan biri, birilerinde biraz görür,
ötekilerde biraz görür ve
hayatını yeniden kurmak düşüncesine yavaş yavaş alışır.
Mme Darbedat, sözü uzatmaktan korktuğu için karşılık vermedi.
Kocası üstüne doğru eğildi.
-Haydi, dedi, gitmem gerekiyor.
-Hoşça kal, tontonum, dedi Mme Darbedat, alnını ona uzatarak. Onu
öp ve zavallı bir
kızcağız olduğunu benim tarafımdan söyle.
Kocası gidince Mme Darbedat koltuğunun içine gömüldü, bitkin bir
halde gözlerini yumdu.
Ne canlılık, diye düşündü sitemle. Biraz kuvvet bulunca, el
yordamıyla ve gözlerini
açmadan solgun elini yavaşça uzatıp tabaktan bir lokum aldı.
Eve, kocasıyla birlikte Bac Sokağında eski bir binanın beşinci
katında oturuyordu. M.
Darbedat yüz on iki basamak merdiveni çevik adımlarla tırmandı.
Zilin düğmesine uzandığı
zaman solumuyordu bile. Mme Dormoy'un sözü aklına geldi, hoşlandı:
Yaşınıza göre
harkuladesiniz, Charles. Özellikle bu hızlı çıkışlardan sonra
hiçbir zaman perşembe günü
olduğu kadar kendini sağlam ve sağlıklı hissetmiyordu.
Kapıyı açan Eve oldu. Doğru ya hizmetçi yok. Bu kızlar hiç
kalamazlar. Kendimi onların
yerine koyuyorum da. Kızını öptü.
-Günaydın zavallı yavrum.
Eve de ona belirgin bir soğuklukla,
-Günaydın, dedi.
-Biraz solgunsun, dedi M. Darbedat, kızının yanağına dokunarak.
Yeteri kadar hareketli
değilsin.
Bir sessizlik oldu.
-Annem iyi mi? diye sordu Eve.
-Şöyle böyle. Salı günü görmedin mi? İşte her zaman olduğu gibi.
Louise Teyzen dün onu
görmeye geldi, hoşuna gitti annenin. Konuk gelmesinden pek
hoşlanıyor, ama çok
kalmamaları koşuluyla. Louise Teyzen şu ipotek sorunu için
çocuklarla birlikte gelmiş Paris'e.
Sana anlatmıştım, garip bir hikaye. Bana danışmak için işyerime
geldi. Yapılacak tek şey
vardı: Satmak. Zaten alıcı da bulmuş. Şu Bretonnel. Bretonnel'i
hatırlıyor musun? Şimdi işten
çekildi.
Birdenbire durdu. Eve onu şöylesine dinliyordu.
Kızın artık hiçbir şeyle ilgilenmediğini
üzülerek düşündü. Kitaplar gibi. Eskiden kitapları elinden çekip
almak gerekiyordu. Şimdi
okumuyor bile artık.
-Pierre nasıl?
-İyi, dedi Eve. Onu görmek ister misin? M. Darbedat, sevinçle,
-Elbette, dedi, onu görmeye geldim.
Bu zavallı çocuğa karşı içi acımayla doluydu. Ama iğrenmeden de
ona bakamıyordu.
Hastalıklı yaratıklardan korkuyorum.
Gerçekte bu Pierre'in hatası değil: Alabildiğine soyuna çekmiş. M.
Darbedat iç geçiriyordu:
Önlemler almak boşuna, bu gibi şeyler hep çok geç öğrenilir.
Hayır, Pierre sorumlu değil.
Ama yine de bu kusuru her zaman içinde taşımıştı. İnsanı
yargılamak istediğimiz zaman bu
hastalıkları hesaba katmayabiliriz; bu kusur kişiliğinin temelini
oluşturuyordu. Bir kanser ya
da verem gibi değildi. Kızla aşk dönemini yaşadığı zamanlar,
Eve'in bu kadar hoşuna giden,
bu sinirli çekicilik, bu incelik, bu delilik çiçekleriydi. Kızla
evlendiği zaman zaten deliydi,
ama belli etmiyordu. İnsan kendi kendine sormalı, diye düşündü M.
Darbedat, sorumluluk
nerede başlar, ya da daha çok nerede biter. Her an, kendini çok
dinlerdi, her an içine
dönüktü. Ama bu onun hastalığının nedeni mi, sonucu mu? Uzun loş
bir koridorda kızının
arkasından gidiyordu.
-Bu apartman sizin için çok büyük, dedi. Başka yere
taşınmalısınız.
-Hep bunu söylersin, baba, dedi Eve. Sana, Pierre'in, odasından
ayrılmak istemediğini
söyledim.
Eve şaşırtıcıydı. Bu yüzden, insan kocasının durumunu iyi bilip
bilmediğini kendi kendine
soruyordu. Adam bağlanacak cinsten deliydi ve kadın, sanki sağduyu
sahibiymiş gibi onun
kararlarına ve düşüncelerine saygı gösteriyordu.
M. Darbedat hafifçe canı sıkılmış olarak yeniden söze başladı:
-Bütün bu söylediklerim sana. Bana öyle geliyor ki, kadın
olsaydım, kötü aydınlanan bu
eski odalardan korkardım.
Ben senin için aydınlık bir apartman olsun isterim, şu son
yıllarda bu dediğimden bir tanesini
Auteuıl'ün köşesine yaptılar, iyice havadar üç küçük odası var.
Kiracı bulamadıklarından
kirayı iyice indirdiler, tam zamanı.
Eve kapının tokmağını yavaşça döndürdü, odaya girdiler. M.
Darbedat ağır bir günlük
kokusunun boğazını sardığını hissetti. Perdeler örtülmüştü. Yarı
gölgede bir koltuğun
arkalığından gözüken zayıf bir ense fark etti. Pierre'in arkası
dönüktü, yemek yiyordu.
-Günaydın Pierre, dedi M. Darbedat, sesini yükselterek.
Ee, bugün nasılsın bakalım?
M. Darbedat yaklaştı: Hasta, küçük bir masanın başına oturmuştu,
sinsi bir tavrı vardı.
-Rafadan yumurta ha, dedi M. Darbedat, sesini daha yükselterek.
Çok iyi!
Pierre tatlı bir sesle:
-Sağır değilim, dedi.
M. Darbedat, şaşkın şaşkın, işte gör gibilerden Eve'e çevirdi
gözlerini. Ama Eve ona sertçe
baktı ve sustu. M. Darbedat onu kırdığını anladı. Pekala, onun
bileceği iş. Bu zavallı
çocukla konuşma biçimi bulmak olanaksızdı. Dört yaşında bir
çocuktan daha
az aklı vardı. Eve ise onun bir adam yerine konmasını istiyordu.
M. Darbedat, bütün bu gülünç ilgilerin gereksiz olacağı zamanı
sabırsızlıkla bekleyip sesini
çıkaramıyordu. Hastalar, hep onu biraz sıkardı, özellikle de
deliler, çünkü haksızdılar.
Sözgelişi, zavallı Pierre her yönden haksızdı, düşünüp taşınmadan
konuşuyordu, gel gelelim ondan biraz alçakgönüllülük beklemek, hatlarını geçici
olarak kabul etmesini
istemek boşunaydı.
Eve, kabukları ve yumurta fincanını kaldırdı. Pierre'in önüne
çatal bıçakla, bir örtü koydu.
M. Darbedat neşeli neşeli:
-Şimdi ne yiyecek? diye sordu.
-Biftek.
Pierre çatalı eline almıştı, uzun solgun parmaklarının ucuyla
tutuyordu. Çatalı dikkatle
inceledi, sonra hafifçe güldü:
-Bu kez bu olmayacak, diye mırıldandı çatalı koyarak. Önceden
haberliydim.
Eve yaklaştı, çatala aşırı bir ilgiyle baktı.
-Agathe, dedi Pierre, bana bir başkasını ver.
Eve emri yerine getirdi ve Pierre yemeğini yemeye başladı. Kız
kuşku uyandıran çatalı eline
almıştı, gözlerini ondan ayırmadan sıkıca elinde tutuyordu: Müthiş
bir kuvvet harcıyor
gibiydi. M. Darbedat, Bütün hareketleri ve bütün ilişkileri ne
kadar da karanlık! diye
düşündü. Rahatsız olmuştu.
-Dikkat, dedi Pierre, kıskaçları nedeniyle orta yerinden tut onu.
Eve içini çekti ve çatalı masanın üstüne koydu. M. Darbedat
kafasının kızmaya başladığını
hissetti. Bu bahtsızın bütün zıpırlıklarına boyun eğmenin iyi
olacağını düşünmüyordu, hatta
Pierre açısından da bu zararlıydı. Frachot ona iyi söylemişti:
İnsan bir hastanın
taşkınlıklarına asla göz yummamalı. Ona bir başka çatal vermek
yerine yavaş yavaş onu
düşünmeye zorlamak, ilk çatalın ötekilerin tıpkısı olduğunu
anlatmak daha doğru olurdu.
Masaya doğru ilerledi, göz göre göre çatalı aldı, parmağının
ucuyla çatalın dişlerine dokundu.
Sonra Pierre'e döndü.
Ama beriki sakin sakin etini kesiyordu. Kayınbabasına tatlı ve
anlamsız bir bakışla baktı.
M. Darbedat, Eve'e,
-Seninle biraz gevezelik etsek iyi olur, dedi.
Eve sesini çıkarmadan onun peşinden salona gitti. Kanepeye
otururken çatalı elinde
tuttuğunu fark etti M. Darbedat. Çatalı kızgınlıkla konsolun
üstüne attı.
-Burası daha iyi, dedi.
-Hiç gelmiyorum buraya.
-Sigara içebilir miyim?
-Elbette baba, dedi aceleyle Eve. Puro ister misin? M. Darbedat
sigarayı tercih etti. Birazdan
yapacağı konuşmayı düşünüyordu: Pierre'le konuşurken, bir dev, bir
çocukla oynarken nasıl
zor duruma düşerse, aklı başında olmasından dolayı sıkıldığını
hissediyordu. Kendinde
taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt
çeviriyorlardı. Benim zavallı
Jeannette'imle birlikte, kabul etmemiz gerekirse, durum yine aynı.
Muhakkak ki Mme
Darbedat deli değildi, ama hastalık onu... yatıştırmıştı. Eve,
aksine, babasına çekmişti, doğru
ve aklı başında bir yapısı vardı. Onunla konuşmak bir zevk olurdu.
İşte bunun için aramız bozulsun istemiyorum. M. Darbedat gözlerini
kaldırdı, kızının akıllı
ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayal kırıklığına
uğramıştı: Eskiden o kadar
anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk birşeyler
vardı. Eve her zaman çok
güzeldi. M. Darbedat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış
olduğunu fark etti.
Gözkapaklarını maviye boyamış, rimel uzun kirpiklerine kadar
çıkmıştı. Bu eksiksiz ve
çarpıcı makyaj babasına dokundu:
-Boyanın altında yemyeşilsin, dedi kıza, hasta değilsin korkarım.
Hem şimdi ne kadar da
çok boyanıyorsun! Eskiden daha ölçülüydün.
Eve yanıt vermedi. M. Darbedat, siyah saç yığınının altındaki bu
parlak ve yıpranmış yüzü
bir an sıkıntıyla seyretti. Kızda bir trajedi oyuncusu havası var,
diye düşündü. Kime
benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange'da Phedre'i Fransızca
oynayan şu kadına, şu
Romanyalıya.
Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş olmaktan
kaygılandı: Laf olsun işte!
Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.
-Kusura bakma, dedi gülümseyerek, bilirsin ki ben yaşlı bir
doğalcıyım. Günümüz
kadınlarının yüzlerine sıvadıkları bütün bu güzellik
müstahzarlarını pek sevmiyorum. Ama
haksız olan benim, insan çağında yaşamalı.
Eve, sevimli sevimli güldü. M. Darbedat sigarasını yaktı, birkaç
nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz
eskiden olduğu gibi gel
yine gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu
yaşlı babacığına kulak
vermen gerek.
-Ayakta durayım daha iyi, dedi Eve. Bana söyleyecek neyin var ki?
-Sana basit bir soru soracağım, dedi M. Darbedat; biraz kuru bir
tavırla. Bütün bunlar seni
nereye sürüklüyor?
-Bütün bunlar mı? diye şaşkın şaşkın tekrarladı Eve.
-Evet, tabii, bütün bu yaşadığın hayat. Dinle, diye yeniden
başladı, seni anlamadığıma
kimse inanmaz (birden bir ilham gelmişti).
Ama senin de yapmak istediğin şey insanoğlunun
gücünü aşıyor. Yalnızca hayal kurarak
yaşamak istiyorsun, değil mi? Onun hasta olduğunu hiç düşünmüyor
musun? Bugünün
Pierre'ini görmek istemiyorsun, öyle değil mi? Gözünün önünde
eskinin Pierre'i var.
Yavrucuğum, kızım, bu olur şey değil, diye tekrarladı M. Darbedat.
Bak sana belki bilmediğin
bir hikayeyi anlatayım: Biz Sablesd' Olonne'dayken, sen üç
yaşındaydın, annenin genç
sevimli bir hanım tanıdığı vardı, kadının da güzel ve gösterişli
küçük bir oğlu. Bu küçük
oğlanla kumsalda oynuyordunuz, siz üç elma boyundaydınız, sen onun
nişanlısıydın. Birkaç
zaman sonra, annen Paris'te bu genç kadını görmek istedi. Öğrendik
ki kadının başına bir
felaket gelmiş: Bir otomobilin ön tarafı çocukcağızın başını
koparmış. Annene: Haydi
git onu gör, ama çocuğunun ölümünden ona hiç söz açma, çocuğun
öldüğüne inanmak
istemiyor, dediler. Annen kadının yanına gitti, yarı yarıya
delişmen bir yaratıkla karşılaştı.
Sanki oğlu daha hayattaymış gibi yaşıyordu. Onunla konuşuyor,
sofrada yerini hazırlıyordu.
Böylece öyle bir sinir bozukluğu içinde yaşadı ki altı ay sonra
zorla bir dinlenme evine
yatırılması gerekti, orada üç yıl geçirmek zorunda kaldı.
Hayır yavrucuğum, dedi M. Darbedat, başını sallayarak, bu gibi
şeyler olanaksızdır. Kadının
gerçeği cesaretle karşılaması daha yerinde olurdu. Gereği gibi acı
duyardı ve sonra zaman
bunun üstüne bir sünger çekerdi. İnan bana, her şeye kendini
kandırmaya çalışmadan bakmak,
en iyisidir.
-Yanılıyorsun, dedi Eve. Çok iyi biliyorum ki, Pierre...
Gerisi ağzından çıkmadı. Dimdik duruyordu ve elleri bir koltuğun
arkalığındaydı. Yüzünün
alt kısmında kuru, çirkin bir anlam vardı.
-İyi ya... sonra? diye sordu M. Darbedat, şaşkın şaşkın.
-Sonrası ne?
-Sen?..
Eve, canı sıkılmış bir tavırla,
-Onu olduğu gibi seviyorum, dedi çabuk çabuk.
-Bu doğru değil, dedi M. Darbedat, üstüne basa basa. Doğru değil.
Sen onu sevmiyorsun,
sen onu sevemezsin. Böylesi duygular ancak sağlam ve normal bir
insana karşı duyulabilir.
Pierre'e gelince, sen ona ilgi duyup acıyorsun, bundan kuşkum yok;
ona borçlu olduğun üç
mutlu yılın anısı var içinde. Ama bana onu sevdiğini söyleme, sana
inanmayacağım.
Eve susup kalmıştı; orada değilmişçesine halıya dikmişti
gözlerini.
-Bana yanıt verebilirsin, dedi M. Darbedat, soğuk soğuk. Bu
konuşmanın senin için can
sıkıcı da benim için daha az can sıkıcı olduğunu sanma.
-Nasıl olsa bana inanmayacaksın.
-İyi öyleyse, onu seviyorsan, diye bağırdı çileden çıkarak, bu
senin için, benim için, zavallı
annen için büyük bir felaket, çünkü gözlemeyi yeğ tuttuğum bir
şeyi şimdi sana
söyleyeceğim: Üç yıla varmadan Pierre tam bir çılgınlığın içine
düşecek, bir hayvan gibi olacak.
Adam kızına gözlerini dikip baktı; inadıyla kendisini bu üzücü
açıklamayı yapmaya
zorladığı için kızına öfkeleniyordu.
Eve, oralı olmadı, gözlerini bile kaldırmadı.
-Bunu biliyorum.
-Kim söyledi sana? diye şaşırarak sordu adam.
-Franchot. Bunu altı aydır biliyorum.
-Bense sana söylememesi için onu uyarmıştım, dedi M. Darbedat, acı
acı. Neyse, böylesi
belki daha iyi. Ama bu durumda Pierre'i yanında tutman bağışlanır
şey değil. Giriştiğin
mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum, onun hastalığı
affetmez. Yapılacak bir şey
varsa, özen göstererek kurtarılabilecekse bir şey demem. Ama bak
biraz; güzeldin, akıllıydın,
neşeliydin, kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun.
Evet, herkes biliyor, yaptığın
şey çok güzel, ama bak işte, bitti artık, ödevini tam yaptın,
fazlasıyla yaptın, şimdi ısrar etmek
saçma. İnsanın kendine karşı yapması gereken ödevlerin var,
yavrucuğum. Sonra bizi de
düşünmüyorsun.
Pierre'i, diye tane tane tekrar etti, Franchot'nun kliniğine
göndermen gerekiyor. Sana
mutsuzluktan başka bir şey getirmeyen bu apartmanı da bırakıp
yanımıza geleceksin.
Başkalarının acılarını dindirmek ve yararlı olmak istiyorsan işte
annen. Zavallı kadın
hastabakıcıların elinde kaldı, yakınında birine ihtiyacı var. O
kadın, diye ekledi, iyilikçiliğinle
ve ona yapacaklarınla senin değerini bilecek.
Uzun bir sessizlik oldu. M. Darbedat, yan odada
Pierre'in şarkı söylediğini duydu. Bir şarkı
da değil, daha çok dokunaklı, hızlı bir şiir gibi bir şeydi. M.
Darbedat gözlerini kızına
kaldırdı.
-Oldu mu?
-Pierre benimle kalacak, dedi kız, yavaşça, ben onunla iyi
anlaşıyorum.
-Bütün gün alıkça şeyler yaparak mı?
Eve gülümsedi, babasına alaycı, daha çok da neşeli tuhaf bir
bakışla baktı. Doğru, diye
düşündü M. Darbedat, öfkeyle, bundan başka bir şey yaptıkları yok;
bir aradalar ya.
-Sen iyice delisin, dedi ayağa kalkarak.
Eve kederli kederli gülümsedi, o da kendi kendine mırıldanır gibi:
-Pek değil, dedi.
-Pek değil mi? Sana söyleyecek tek sözüm var yavrucuğum, beni
korkutuyorsun.
Kızını çabucak öpüp çıktı. Merdivenlerden inerken: Bunlara şu
zavallıyı yakalayıp
götürecek ve düşüncesini sormadan soğuk suyun altına sokacak iki
tane esaslı adam
göndermek gerekiyor, diye düşündü.
Sakin ve güzel bir sonbahar günüydü. Güneş, geçenlerin yüzlerini
altın sarısı bir renkle
aydınlatıyordu. M. Darbedat bu yüzlerin sadeliğiyle irkildi.
Aralarında yüzleri karanlık olanlar
da vardı, ışıldayanlar da, ama bunlar hep kendisine yakın olan
mutluluklardan ve
kederlerdendi.
Saint-Germain Bulvarında yürürken Eve'in kusurunu yüzüne vurduğumu
çok iyi biliyorum.
Ona insanoğlunun dışında yaşadığı için kızıyorum. Pierre artık bir
insan değil. Ona gösterdiği
bütün özeni, bütün sevgiyi, bütün bu insanlardan esirgiyor.
İnsanları bir yana atmaya
kimsenin hakkı yok; zar zor da olsa toplum halinde yaşıyoruz.
Geçenlere sevgiyle, yakınlıkla bakıyordu. Onların ağırbaşlı ve
duru bakışlarını seviyordu. Bu
güneşli sokaklarda, bu insanların arasında, insan sanki büyük bir
aile kalabalığı içindeymiş
gibi, kendini güvencede hissediyor.
Gür saçlı bir kadın bir açık hava sergisinin önünde durmuştu.
Küçük bir kızı elinden
tutuyordu.
Küçük bir kız radyo alıcısını göstererek sordu:
-Bu nedir?
-Hiçbir şeye dokunma, dedi annesi, bir alet; müzik aleti.
Bir süre hiç konuşmadan durdular. M. Darbedat sevecenlikle küçük
kıza doğru, eğildi ve
gülümsedi.
Gitti. Giriş kapısı kuru bir gürültüyle kapanmıştı. Eve salonda
yalnızdı. Keşke geberse.
Elleriyle koltuğun arkalığına tutunup gerindi. Babasının gözleri
aklına geliyordu. M.
Darbedat, Pierre'in üstüne uzmanca bir tavırla eğilmişti. Ona: İyi
iyi! demişti hastalarlakonuşmasını bilen biri gibi. Ona bakmış ve Pierre'in yüzü iri,
fıldır fıldır gözlerinin dibinde
belirmişti. Babamdan nefret ediyorum Pierre'e baktığı zaman, onu
gördüğünü düşünürken.
Eve'in elleri koltuktan aşağı doğru kaydı, pencereye döndü.
Gözleri kamaşmıştı. Oda güneş
içindeydi, her yerde güneş vardı: Halının üstünde yusyuvarlak
solgun ışıltılar halinde,
havada, kör edici bir toz gibiydi. Eve, bu her yere dalan, her
köşeyi temizleyen, eşyaları silip
süpüren ve iyi bir hizmetçi kadın gibi onları pırıl pırıl yapan bu
patavatsız ve hamarat ışığa karşı alışkanlığını kaybetmişti. Yine
de pencereye kadar gitti, camın önündeki muslin perdeyi
kaldırdı. O sırada M. Darbedat binadan çıkıyordu; Eve, birdenbire
onun geniş omuzlarını
gördü. Adam başını kaldırdı, gözlerini kırparak gökyüzüne baktı,
sonra genç bir adam gibi
geniş adımlarla uzaklaştı. Eve: Kendini zorluyor, şimdi göğüs
sancısı tutacak, diye düşündü.
Artık ondan nefret etmiyordu. Onun kafasında, henüz genç görünmek
gibi küçük kaygılar
vardı. Yine de babasının Saint-Germain Bulvarının köşesini dönüp
kaybolduğunu görünce
kızdı. Pierre'i düşünüyor. Hayatlarının bir parçası kapalı odadan
kaçmış ve güneşte,
insanların arasında sokaklarda sürükleniyordu. Bizi hiç
akıllarından silmeyecekler mi?
Bac Sokağı hemen hemen bomboştu. Yaşlı bir kadın küçük adımlarla
karşıdan karşıya
geçiyordu; üç genç kız gülerek geçip gittiler.
Sonra erkekler, ellerinde çantaları ve aralarında konuşarak geçen
güçlü kuvvetli erkekler.
Normal insanlar, diye düşündü Eve, içinde böylesine kuvvetli bir
kin olduğuna şaşırdı. Etine
dolgun güzel bir kadın şık bir adama doğru koştu. Adam, kadına
sarıldı, dudaklarından öptü.
Eve, acı acı güldü, perdeyi indirdi.
Pierre artık şarkı söylemiyordu, ama üçüncü kattaki genç kadın
piyanoya başlamıştı.
Chopin'in bir Etüd'ünü çalıyordu. Eve, kendini çok sakin
hissediyordu. Pierre'in odasına
doğru bir adım attı, ama birden durdu, sıkıntıyla sırtını duvara
dayadı. Odadan her çıkışında
oraya yeniden girmek düşüncesiyle korkuya kapılıyordu. Yine de bir
başka yerde
yaşayamayacağını pekala biliyordu: Odayı seviyordu. Cesaretini
toplamak için durduğu bu
gölgesiz ve kokusuz odada, biraz zaman kazanmak istermiş gibi,
soğuk bir ilgiyle bakışlarını
çevresinde dolaştırdı. Bir dişçinin bekleme odasına benziyor.
Gül kurusu renginde ipek koltuklar, divan, tabureler, insana
yakın, babacan, loş ve
sessizdiler. Eve, pencereden gördüklerine benzer, ağırbaşlı ve
açık renk elbise giymiş beylerin
başladıkları bir konuşmayı sürdürerek salona girişlerini gözünün
önüne getirdi. Bulundukları
yerin neresi olduğuna aldırmadan odanın ortasına kadar dosdoğru
ilerliyorlardı. İçlerinden
biri elini bir dümen gibi arkasına salıvermiş, yolu üstündeki
yastıklara, masanın üstündeki
öteberiye hafifçe dokunuyor, bu ilintilerden hiç irkilmiyordu.
Yollarına çıkan bir eşya oldu
mu da bu oturaklı adamlar çarpmamak için sakınacakları yerde
eşyanın yerini sakin sakin
değiştiriyorlardı.
Sonunda, aralarındaki tartışmaya dalmış, arkalarına bir göz bile
atmadan oturuyorlardı.
Normal insanlar için bir oda, diye düşündü Eve. Kapalı kapının
tokmağına bakıyor, sıkıntı
boğazına yapışıyordu. Buraya girmeliyim. Onu bu kadar uzun zaman
yalnız
bırakmamalıyım. Bu kapıyı açması gerekecek, sonunda gözlerini yarı
karanlığa alıştırmaya
çalışarak Eve eşikte duracak ve oda onu bütün gücüyle itecekti.
Eve'in bu direnişi yıkması ve
odanın ta içine kadar girmesi gerekiyordu. Birden içinde Pierre'i
görmek isteği uyandı. Onun
M. Darbedat ile alay etmesinden hoşlanmıştı. Ama Pierre'in ona
ihtiyacı yoktu. Eve adamın
onu nasıl karşılayacağını önceden bilemiyordu. Birden, bir çeşit
gururla hiçbir yerde yeri
olmadığını düşündü. Sıradan insanlar benim onlardan olduğumu
sanıyorlar. Ama ben onların
arasında bir saat bile yaşayamam. Benim orada, bu duvarın öte
yanında yaşamaya ihtiyacım
var. Ama orada da beni isteyen yok. Çevresinde derin bir değişim
olmuştu. Işık yaşlanmıştı;
kırçıllaşıyordu: Günlerdir değiştirilememiş bir vazodaki su gibi
ağırlaşmıştı.
Eve, bu yaşlanan ışık altında eşyalarda, çoktandır unuttuğu bir
hüznü yeniden buluyordu. Bu
biten bir sonbaharın hüznüydü. Biraz utanarak, çekinerek çevresine
bakıyordu. Bütün bunlar
ne kadar uzaktı. Odada ne gündüz, ne gece, ne mevsim, ne de hüzün
vardı. Çok eski
sonbaharları, çocukluğunun sonbaharlarını şöyle bir hatırladı,
sonra birdenbire kendini
topladı: Anılardan korkmuştu.
Pierre'in sesini işitti.
-Agathe! Neredesin? Kadın:
-Geliyorum, diye bağırdı.
Gözlerini faltaşı gibi açıp ellerini öne doğru uzatırken ağır
günlük kokusu burun deliklerini
ve ağzını doldurdu -koku ve yarı gölge, su, hava ya da ateş gibi
ona bildik, basit bir öğeydi; boğucu ve tiksindirici
gelmiyorlardı- ve sis içinde yüzermiş gibi duran solgun bir
gölgeye doğru sakınarak ilerledi.
Bu Pierre'in yüzüydü. Pierre'in elbisesi (hasta olduğundan beri
siyahlar giyiyordu) karanlığın
içinde eriyip gitmişti. Pierre başını geriye doğru atmış,
gözlerini kapamıştı. Güzeldi. Eve onun
uzun kıvrık kirpiklerine baktı, sonra yanındaki alçak iskemleye
oturdu.
Acı çeker gibi bir hali var, diye düşündü. Kadının gözleri yavaş
yavaş alacakaranlığa
alışıyordu. İlk olarak yazı masası belirdi, sonra yatak, sonra
koltuğun yanındaki halının üstüne
dağılmış Pierre'in kendi eşyaları: ustura, zamk kutusu, kitaplar,
kuru ot koleksiyonu.
-Agathe, sen misin?
Pierre gözlerini açmıştı, ona gülerek bakıyordu.
-Çatal, biliyorsun değil mi? dedi. Bunu adamı korkutmak için
yaptım. Çatalın hemen hemen
hiçbir şeysi yoktu. Eve'nin kaygıları silindi, hafifçe güldü.
-Çok iyi başardın, dedi. Çok şaşırdı. Pierre güldü.
-Gördün mü? Çatalı elinde uzun süre kurcaladı; avucunun içinde
tutuyordu. Bu nesneleri
tutmasını bilmemekten, avuçluyorlar, dedi.
-Doğru, dedi Eve.
Pierre sol elinin ayasına sağ elinin başparmağıyla hafifçe vurdu.
-Bununla tutuyorlar. Parmaklarını yaklaştırıyorlar, nesneyi
yakalayınca avuçlarını onu
gebertmek için üstüne bastırıyorlar.
Hızlı hızlı, dudaklarının ucuyla konuşuyordu. Şaşkın bir hali
vardı. Sonra,
-Kendi kendime ne istediklerini soruyorum, dedi. Bu adam daha önce
gelmişti. Niçin beni
oraya göndermek istiyorlar?
Ne yaptığımı öğrenmek istiyorlarsa, ancak perdede okumak
zorundalar, evlerinden çıkmaları
da gerekmez. Hatalar yapıyorlar. Bense hiç hata yapmam, bu benim
kozum. Hoffka, dedi,
Hoffka: Uzun ellerini alnının önünde oynatıyordu: -Sürtük! Hoffka
paffka suffka.
Daha da ister misin?
-Çan mı? diye sordu Eve.
-Evet. Çan gitti. Ağırbaşlılıkla yeniden konuşmaya başladı: -Bu
herif bir ast dedi. Onu
tanıyorsun, onunla salona gittin. Eve karşılık vermedi.
-Ne istiyor? diye sordu Pierre. Sana söylemiş olmalı. Kadın bir an
karar veremedi, sonra
birdenbire:
-Senin oraya kapatılmanı istiyor, dedi.
Pierre'e gerçek yavaş yavaş söylenince kuşkulanıyordu, şaşırtmak
ve kuşkularını felç etmek
için gerçeği şiddetle yüzüne vurmak gerekiyordu. Eve onu
aldatmaktansa, sert davranmayı
yeğ tutuyordu. Ona yalan söylediği ve adam buna inanmış göründüğü
zaman, kadın ona karşı
hafif de olsa, üstün gelmiş gibi bir izlenimden kendini
kurtaramıyor ve bu kendi kendisinden
tiksinmesine yol açıyordu.
-Beni kapatmak ha! diye alaycı bir tavırla yeniden söze başladı
Pierre. Doğru yoldan
çıkıyorlar. Duvarlar bana ne yapabilir ki? Bunun beni
durduracağını sanıyorlar. İki türlü
çete var mı yok mu diye, bazı kez soruyorum kendime: Doğru çete,
yani Zencinin çetesi.
Öteki çete, karıştırıcının, burnunu her şeye sokan ve aptallık
üstüne aptallık yapan müsveddelerin çetesi.
Elini koltuğun kenarına doğru attı ve eline neşeli bir tavırla
baktı:
-Duvarlar aşılır canım. Sen ona ne yanıt verdin? diye merakla
Eve'e dönerek sordu.
-Seni kapatamayacaklarını. Adam omuzlarını silkti.
-Bunu söylememek gerekiyordu. Sen de yapmayacağın bir hatayı
yaptın. Bırakalım
oyunlarını oynasınlar.
Adam sustu. Eve üzgün üzgün başını önüne eğdi. Tutup avuçluyorlar.
Nasıl aşağılayıcı bir
tavırla söylemişti bunu ve doğru gibiydi. Ben de nesneleri sıkıyor
muyum? Boşuna
gözlüyorum kendimi, hareketlerimin çoğu onun canını sıkıyor
sanıyorum. Ama bana bunu
söylemiyor. Kadın kendini birdenbire zavallı hissetti, tıpkı on
dört yaşındayken ve M.
Darbedat'nın, canlı ve hafifçe: İnsan sana bakınca, ellerini ne
yapacağını bilemiyormuşsun
sanıyor, dediği zamanki gibi. Bir hareket yapmaya cesaret
edemiyordu ve tam bu
anda, durumunu değiştirmek için dayanılmaz bir istek duydu.
Ayaklarını halıya değdirerek
yavaşça iskemlenin altına götürdü. Masanın üstündeki lambaya,
Pierre'in alt kısmını siyaha
boyadığı lambaya ve satranç takımına bakıyordu. Satranç tahtasının
üstünde Pierre yalnızca
siyah taşları bırakmıştı. Bazı bazı ayağa kalkıyor, masaya kadar
gidiyor, taşları bir bir eline
alıyordu. Onlarla konuşuyor, onlara Robot'lar diyor ve sanki
parmaklarının arasında daha
gerçekleşmemiş bir hayata can veriyordu. Onları yerine koyunca
sıra Eve'e geliyor, gidip o
dokunuyordu. (Biraz gülünç oluyordu bu.) Taşlar, ölü tahta
parçaları haline dönüyorlardı, ama üstlerinde değişik, kavranamaz
bir şeyler kalıyordu, anlam gibi bir şeyler. Bunlar onun nesneleri,
diye
düşündü. Odanın içinde bana bir şey kalmıyor. Eskiden onun birkaç
mobilyası vardı. Ona
anneannesinden kalan markalı küçük bir tuvalet masası ve ayna.
Pierre buna alay yollu senin
masan, diyordu. Pierre onları kendisiyle birlikte sürüklemişti;
eşyalar gerçek yüzlerini
yalnız Pierre'e gösteriyorlardı. Eve onlara saatlerce
bakabiliyordu.
Eşyalar, yorulmadan inatla onu hayal kırıklığına uğratıyorlar, ona
dış görünüşlerinden başka bir şeylerini açık etmiyorlardı. Franchot ve M. Darbedat'a da öyle
olmalıydı. Eve kendi
kendine sıkıntıyla, Yine de ben onları tam babam gibi de
görmüyorum. Tıpkı Pierre gibi
görmem de mümkün değil, dedi.
Eve birazcık dizlerini oynattı. Bacakları karıncalanmıştı. Bedeni
sert ve gergindi, ona acı
veriyordu. Bedenini çok canlı, delişmen hissediyordu: Görünmez
olmak ve orada kalmak
istiyorum; o beni görmeden, ben onu görmek istiyorum. Bana
ihtiyacı yok; odada fazlalığım
ben. Biraz başını çevirdi ve Pierre'in üst tarafındaki duvara
baktı. Duvarın üstünde tehlikeli
şeyler yazılıydı.
Eve biliyordu, ama onları okuyamıyordu. Gözlerinin önünde oynamaya
başlayana kadar hep
duvar kağıtlarındaki iri kırmızı güllere bakıyordu. Güller
alacakaranlıkta alev alev
yanıyorlardı. Tehlike, çoğu zaman, yatağının sol üstünde, tavana
yazılmıştı. Ama bazı bazı
yer değiştiriyordu.
Kalkmam gerekiyor. Uzun zaman oturamıyorum, olmuyor. Duvarda,
soğan kesitlerine
benzeyen beyaz yuvarlaklar da vardı. Yuvarlaklar kendi
çevrelerinde döndüler ve Eve'in elleri
titremeye başladı: Çılgına döndüğüm anlar oluyor. Ama hayır, diye
düşündü acı acı, ben
deli olamam.
Sinirleniyorum o kadar. Birden elinin üstünde Pierre'in elini
hissetti. Pierre tatlı tatlı,
-Agathe, dedi.
Ona gülümsüyordu, ama elini parmaklarının ucuyla, bir çeşit
iğrenmeyle tutuyordu, sanki bir
yengeç yakalamıştı da yengecin kıskaçlarından korunmak istemişti.
-Agathe, dedi, sana fazlasıyla güvenmek isterdim:
Eve gözlerini yumdu ve göğsü kabardı: Hiç yanıt vermemek
gerekiyor, yoksa hemen
kuşkulanacak, hiçbir şey söylemeyecek.
Pierre, elini bırakmıştı.
-Seni ne kadar seviyorum Agathe, dedi. Ama seni anlayamıyorum.
Niçin her zaman odada
duruyorsun?
Eve, yanıt vermedi.
-Söyle bana, niçin?
Kadın kuru kuru:
-Seni sevdiğimi çok iyi biliyorsun, dedi.
-Sana inanmıyorum, dedi Pierre. Niçin beni sevecekmişsin?
Sana korku vermem gerek, ben kafadan sakatım. Güldü, ama birden
ciddileşti.
-Seninle benim aramda bir duvar var. Seni görüyorum, seninle
konuşuyorum, ama sen öte
yandasın. Bizi sevişmekten alıkoyan nedir? Bana öyle geliyor ki bu
eskiden çok kolaydı.
Hamburg'dayken.
-Evet, dedi. Eve, acı acı. Hep Hamburg.
Gerçek geçmişlerinden hiç söz etmiyordu. Ne Eve, ne de o, hiçbir
zaman Hamburg'da
olmuşlardı.
-Kanallar boyunca gezerdik. Bir mavna vardı, hatırlıyor musun?
Mavna siyahtı. Kaptan
köşkünün üstünde bir köpek vardı.
Alabildiğine uyduruyordu, yapmacıklı bir hali vardı.
-Senin elinden tutuyordum, başka bir tenin vardı. Bana
söylediklerinin hepsine
inanıyordum. Susunuz! diye bağırdı.
Bir an kulak kabarttı. Tasalı bir sesle:
-Şimdi geliyorlar, dedi.
Eve sıçradı:
-Geliyorlar mı? Artık hiç gelmeyeceklerini sanıyordum. Üç günden
beri Pierre çok sakindi,
heykeller gelmemişti. Her ne kadar hiç kabullenmese de Pierre'in
heykellere karşı müthiş bir
korkusu vardı.
Eve'in yoktu, ama gelip de odada vızıldayarak uçmaya başladılar mı
kadın Pierre'den
korkuyordu. Pierre:
-Bana ziuthre'ü ver, dedi.
Eve ayağa kalktı ve zuithre'ü aldı. Bu Pierre'in kendi
yapıştırdığı karton parçaları yığınıydı.
Bunu heykelleri savuşturmak için kullanıyordu. Ziuthre bir
örümceğe benziyordu. Bu
kartonlardan birinin üstüne Pierre: Tuzağa karşı kuvvet, ötekinin
üstüne: Kara, diye yazmıştı. Bir üçüncüsünün üstüne de gözleri
kırış kırış, gülen bir yüz resmi çizmişti. Bu
Voltaire'di. Pierre, ziuthre'ü bir ayağından yakaladı ve
anlaşılmaz bir tavırla dikkatle baktı.
-Artık bana hizmet etmiyor, dedi.
-Niçin?
-Onu altüst etmişler. Kadına uzun uzun baktı. Dişlerinin
arasından:
-Pek isterdin bunu, dedi.
Eve, Pierre'e kızmıştı. Her gelişlerinde, haberi oldu; nasıl
yapıyor bunu? Hiç aldanmaz.
Ziuthre, Pierre'in parmaklarının ucundan acınacak bir halde
sarkıyordu. Onu kullanmamak
için her defasında iyi bir bahane bulur. Pazar günü geldiklerinde
ziuthre'ün kaybolmuş
olduğunu ileri sürüyordu, ama ben onun zamk kutusunun arkasında
olduğunu görüyordum.
Pierre onu görmek istemiyordu. Heykelleri kendine çekenin yine
kendisi mi, değil mi diye
kendi kendime soruyorum. İnsan onun içten olup olmadığını asla
bilemiyordu.
Bazı zamanlar, Eve'e öyle geliyordu ki Pierre elinde olmadan
düşünce ve görüşlerinde
hastalıklı bir bollukla dolup taşıyordu. Ama başka zamanlar,
Pierre'in uydurur gibi bir hali
vardı. Acı çekiyor. Ama nereye kadar heykellere ve Zenciye
inanıyor? Ne olursa olsun
heykelleri görmediğini biliyorum, yalnızca işitiyor. Onlar
geçerken başını çeviriyor, -hemen
arkasından onları gördüğünü söylüyor, onları betimliyor. Birden
Doktor Franchot'nun
kırmızı yüzünü hatırladı: Ama, hanımefendi, bütün akıl hastaları
yalancıdırlar. Gerçekten
hissettikleriyle, hissettiklerini ileri sürdüklerini ayırdetmeye
kalkarsanız zamanınızı boşa
harcarsınız, dediğini hatırladı. Sıçradı: Franchot niye dışarıdan
gelip işe karışıyor? Ben
kendimi onun yerine koyup düşünemem.
Pierre ayağa kalkmıştı, zuithre'ü gidip kağıt sepetine attı:
İstediğim senin gibi
düşünmektir? diye mırıldandı kadın. Pierre mümkün olduğu kadar az
yer kaplamak için
dirseklerini yanlarına yapıştırıp ayaklarının ucunda, küçük
adımlar atarak yürüyordu.
Geri gelip oturdu ve anlaşılmaz bir tavırla Eve'e baktı.
-Siyah duvar kağıtları yapıştırmak gerek, dedi. Bu odada yeteri
kadar siyah yok.
Koltuğa yığılmıştı. Eve, her zaman çekilmeye, büzülmeye hazır bu
cimri bedene kederle
baktı: Kollar, bacaklar, kafa, içeri çekilebilen uzuvlar
gibiydiler. Saat altıyı vurdu, piyano
susmuştu. Eve içini çekti:
Heykeller hemen gelmiyorlardı, onları beklemek gerekiyordu.
-Işığı yakmamı ister misin?
Kadın, onları karanlıkta beklemeyi yeğliyordu.
-İstediğini yap, dedi Pierre.
Eve küçük masa lambasını yaktı ve odayı kırmızı bir sis kapladı.
Pierre de bekliyordu.
Konuşmuyordu, ama dudakları kıpırdıyordu; kırmızı siste iki koyu
gölge yapıyorlardı. Eve,
Pierre'in dudaklarını seviyordu. Eskiden coşturucu ve
duygulandırıcıydılar, ama haz
vericiliklerini yitirmişlerdi.
Biraz titreyerek birbirlerinden ayrılıyorlar ve durmadan
birleşiyorlardı, yeniden ayrılmak
için birbirlerini eziyorlardı. Bu içine kapanmış yüzde yalnızca
onlar yaşıyorlardı; iki korkak
hayvan gibiydiler. Pierre ağzından tek bir ses çıkmadan saatlerce
böyle mırıldanabiliyordu ve
çoklukla Eve, bu sürekli küçük hareketlerle büyüleniyordu. Ağzını
seviyorum. Pierre onu hiç öpmüyordu artık; dokunuşlardan
korkuyordu: Geceleri Pierre'e, katı ve kuru erkek
elleri dokunuyordu, bütün bedenini çimdikliyorlardı; çok uzun
tırnaklı kadın elleri iğrenç
iğrenç okşuyorlardı onu. Her zaman baştan aşağıya giyimli
yatıyordu, ama eller elbiselerinin
altına giriyorlardı ve gömleğini çekiyorlardı. Bir kere, gülme
duymuştu ve şişkin dudaklar
kendi dudakları üstüne gelip yapışmıştı.
O geceden beridir artık Eve'i öpmüyordu.
-Agathe, dedi Pierre, ağzıma bakma! Eve gözlerini indirdi.
Arkasından nobranca:
-Dudaklardan birşeyler okumanın öğrenilebileceğini bilmiyor
değilim, dedi.
Eli koltuğun kolu üstünde titriyordu. İşaret parmağı gerildi,
gelip başparmağa üç kere vurdu
ve öteki parmaklar kasıldılar:
Bu bir kötü ruhları kovma işaretiydi. Kadın Başlıyor, diye
düşündü. Pierre'i kollarının
arasına almak istedi. Pierre yüksek sesle ve kibar bir tavırla
konuşmaya başladı:
-San Pauli'yi hatırlıyor musun? Yanıt vermemeli. Belki bir
tuzaktır.
-Ben seni orada tanımıştım, dedi hoşnutça. Bir Danimarkalı
denizcinin elinden almıştım
seni. Az daha dövüşecektik, ama hesabını ödedim de seni götürmeme
ses çıkarmadı.
Güldürüden başka bir şey değildi bu.
Yalan söylüyor, söylediklerinin birine inanmıyor. Adımın Agathe
olmadığını biliyor. Yalan
söylediği zaman ondan nefret ediyorum. Ama kadın, onun sabit
bakışlarını gördü ve
kızgınlığı eriyip gitti. Yalan söylemiyor, diye düşündü, tükenmiş
bitmiş. Heykellerin
yaklaştığını hissediyor. Onları duymamak için konuşuyor. Pierre
iki elini de koltuğun
kenarlarına yapıştırıyordu. Yüzü uçuktu, gülümsüyordu.
-Bu karşılamalar her zaman bir gariptir, dedi adam, ama ben
rastlantı olduğuna
inanmıyorum. Seni kimin gönderdiğini sormuyorum, biliyorum ki
yanıt vermeyeceksin. Ne
olursa olsun, sen beni çatlatma konusunda oldukça beceriklisin.
İğneleyici ve aceleci bir sesle güçlükle konuşuyordu.
Doğru dürüst söyleyemediği ve ağzından yumuşak ve şekilsiz bir
madde gibi çıkan
sözcükler vardı.
-Beni şenliğin orta yerine götürdün; siyah otomobillerin olduğu
yere, ama ben sırtımı döner
dönmez kırmızı gözleri ışıl ışıl yanan bir kalabalık vardı
otomobillerin arkasında. Benim
koluma girmiş, onlara işaret ettiğini düşünüyorum, ama ben bir şey
görmüyordum. Ben
Kutlama Törenlerinin büyüsü içindeydim.
Kadının önüne doğru, gözleri iri iri açılmış, baktı. Elini,
çabucak, kısa bir hareketle ve
konuşmasını kesmeksizin alnından geçirdi. Konuşmasını kesmek
istemiyordu.
-Bu Cumhuriyeti kutlama törenleriydi, dedi keskin bir sesle.
Sömürgelerin tören için
gönderdikleri cins cins hayvanlar nedeniyle ilgi çekici bir
görüntü vardı. Sen maymunların
arasında kaybolmaktan korkuyordun. Maymunlar arasında dedim, diye
çevresine bakarak
küstah bir sesle tekrarladı: Zenciler arasında diyebilirdim!
Masaların altına kaçan ve
görünmediklerini sanan eciş bücüşler, benim bakışım tarafından
hemen ortaya çıkarılmışlar
ve çivilenip kalmışlardır. Emir susmak'tır, diye bağırdı. Susmak.
Herkes yerine ve heykellerin girmesi için hazır ol, bu emirdir.
Taralala -uluyor ve ellerini ağzına götürüp boru gibi
yapıyordu- tralala, trala-lalala.
Adam sustu ve Eve anladı ki heykeller odaya girmekteler. Solgun ve
aşağılayıcı bir ifadeyle
dimdik ayakta duruyordu. Eve de kaskatı olmuştu ve ikisi birden
sessizlik içinde beklediler.
Koridorda biri yürüyordu: Marie, hizmetçi kadındı bu, kuşkusuz
şimdi gelmişti. Eve düşündü:
Gaz için ona para vermem gerekecek. Sonra heykeller uçmaya
başladılar, Eve ile Pierre'in
arasından geçiyorlardı.
Pierre Hınk, yaptı ve ayaklarını altına alarak koltuğa büzüldü.
Başını çeviriyordu, zaman
zaman sırıtıyordu, ama alnında ter damlaları boncuk boncuk
beliriyordu. Eve, bu solgun
yüzün, yumuşak bir titremeyle şekil değiştiren bu ağzın görünüşüne
dayanamadı, gözlerini
kapattı. Gözkapaklarının kırmızı fonunda yaldızlı çizgiler
oynamaya başladılar.
Kendini yaşlı ve bitkin hissediyordu. Kadının hemen yanında Pierre
gürültüyle soluyordu.
Heykeller uçuyorlar, vızıldıyorlar, onun üstüne doğru
eğiliyorlar... Hafif bir gıdıklanma,
omzunda ve sağ böğründe bir ağrı duydu. İçgüdüsüyle, bedeni iğrenç
bir şeye değmekten
sakınır gibi, ağır ve biçimsiz bir eşyanın geçişine yol verir gibi
sola doğru eğildi. Birden yer
tahtası gıcırdadı, içinden, gözlerini açmak, elleriyle havayı
yoklayarak sağına bakmak isteği
delice kabarmıştı.
Hiçbir şey yapmadı. Gözlerini kapalı tuttu ve yakıcı bir sevinç
onu ürpertti: Ben de
korkuyorum, diye düşündü. Bütün yaşarlığı gelip sağ yanına
sığınmıştı. Gözlerini açmadan
Pierre'e doğru eğildi. Küçücük bir çaba ona yetecek ve ilk kez bu
dokunaklı evrene girecekti.
Heykellerden korkuyorum, diye düşündü. Bu şiddetli ve gözü kapalı
bir kabullenme, bir dua
idi.
Kadın bütün gücüyle onların varlığına inanmak istiyordu. Sıkıntı
sağ yanını
kötürümleştiriyordu. Bundan yeni bir duygu, bir dokunum çıkarmaya
çalışıyordu. Kolunda,
böğründe ve omzunda onların geçişini hissediyordu.
Heykeller alçaktan ve yavaş uçuyorlardı. Vızıldıyorlardı. Eve
onların kötücül bir tavırları
olduğunu ve gözlerini çevreleyen kirpiklerin taştan çıktığını
biliyordu, ama onları çok kötü
canlandırabiliyordu. Onların tümüyle canlı olmadıklarını da
biliyordu, ama koskoca
bedenlerin üstünde et tabakalarının, ılık pulların görüldüğünü de
biliyordu; parmaklarının
ucunda taş, deri soyulur gibi soyuluyor ve avuç içleri onları
kaşındırıyordu. Eve bütün bunları
göremiyordu. Devanası gibi iri, gösterişli ve gülünç kadınların,
bir insanoğlu tavrı ve taşın
som inatçılığıyla, tam onu yalayıp geçtiklerini düşünüyordu
yalnızca. Pierre'in üstüne
eğiliyorlar. Eve öyle bir güç harcıyordu ki elleri titremeye
başladı.
Bana doğru eğiliyorlar... Korkunç bir çığlık birdenbire onu
dondurdu. Pierre'e
dokundular. Kadın gözlerini açtı: Pierre başını ellerinin arasına
almıştı, soluk soluğaydı. Eve
tükendiğini, bittiğini hissetti: Bir oyun, diye düşündü acı bir
pişmanlıkla, bir oyundan
başka bir şey değil, bir an olsun buna içten inanmadım. Ama bu
sırada Pierre gerçekten acı
çekmiştir.
Pierre yatıştı ve derin bir soluk aldı. Ama gözbebekleri garip bir
şekilde iri iri duruyorlardı;
terliyordu.
-Onları gördün mü? diye sordu adam.
-Görmedim.
-Böylesi senin için daha iyi, seni korkuturlardı. Ben alıştım
buna.
Eve'in elleri hep titriyordu, kanı başına çıkmıştı. Pierre
cebinden bir sigara çıkarıp ağzına
götürdü. Ama sigarayı yakmadı.
-Benim için fark etmez onları görmek, dedi, ama bana dokunmalarını
istemiyorum. Bana
sivilce bulaştırmalarından korkuyorum.
Bir an düşündü ve sordu:
-Onları işittin mi?
-Evet, dedi Eve, bir uçak motoru gibi.
(Pierre, geçen pazar, kadına tam böyle söylemişti.) Pierre biraz
babacan bir tavırla
gülümsedi.
-Abartıyorsun, dedi. Ama solgundu. Eve'in ellerine baktı: Ellerin
titriyor. Seni etkiledi bu.
Agathe'cığım. Ama sinirlenmenin gereği yok, yarından önce
gelmeyecekler. Eve
konuşamıyordu, dişleri takırdıyordu ve Pierre'in bunu görmesinden
korkuyordu. Pierre ona
uzun uzun baktı.
-Adamakıllı güzelsin, dedi başını sallayarak. Yazık, gerçekten
yazık. Hızla elini uzattı ve
kulağını okşadı.
-Benim güzel şeytanım! Biraz canımı sıkıyorsun; çok güzelsin. Beni
rahatsız ediyor bu.
Özetleme söz konusu olmasaydı...
Durdu ve şaşkın şaşkın Eve'e baktı:
-Bu sözcük olmadı... Dilimin ucunda... Dilimin ucunda, dedi
belirsiz bir tavırla
gülümseyerek. Bir başka sözcük var dilimin ucunda... Şey canım...
tam yerinde. Sana
söyleyeceğimi unuttum.
Bir an düşündü ve başını salladı:
-Haydi, dedi, ben uyuyorum. Çocuksu bir sesle ekledi: Biliyorsun
Agathe, yoruldum.
Kafamı toparlayamıyorum. Sigarasını attı ve kaygıyla halıya baktı.
Eve yastığı başının altına
koydu.
-Sen de uyuyabilirsin, dedi gözlerini kapayarak, gelmeyecekler.
ÖZETLEME. Pierre uyuyordu, dudaklarında saf bir yarım gülüş vardı,
başını eğiyordu.
Yanağıyla omzunu okşamak istiyor gibiydi. Eve'in uykusu yoktu,
düşünüyordu:
Özetleme. Pierre birden aptalca bir havaya bürünmüştü ve sözcük
ağzından dışarı
dökülmüştü, uzun ve beyazımsı. Pierre şaşkın şaşkın önüne
bakmıştı; sözcüğü görüyor ve onu
tanımıyor gibi. Ağzı yumuşaktı, açıktı. İçinde bir şey kırılmış
gibiydi.
Geveledi. Bu ilk kez geliyor onun başına. Farkına vardı zaten.
Artık kafasını toplayamadığını söyledi. Pierre tatlı tatlı inledi
ve eli belli belirsiz kıpırdadı.
Eve ona dik dik baktı: Nasıl uyanacak bakalım? Bu düşünce içini
kemiriyordu. Pierre uyur
uyumaz, bunu düşünmesi gerekiyordu, bundan vazgeçemiyordu. Gözleri
dönmüş bir halde
uyanmasından ve saçmalamaya başlamasından korkuyordu.
Ben aptalım, diye düşündü, bu bir yıldan önce başlamaz, Franchot
söyledi ya. Ama içinin sıkıntısı gitmiyordu. Bir yıl; bir kış, bir
ilkbahar, bir yaz, bir başka sonbaharın
başlangıcı. Bir gün bu çizgiler bozulacaktı; çenesi sarkacaktı,
sulu gözlerini yarım yamalak
aralayacaktı. Eve, Pierre'in elinin üstüne doğru eğildi ve
dudaklarını değdirdi:
Daha önce
öldürürüm seni. |