Bizi büyük beyaz bir odaya soktular, gözlerim kırpışmaya başladı,
ışık gözlerimi rahatsız
ediyordu. Sonra bir masa ve masanın arkasında dört herif gördüm,
sivildiler, kağıtlara
bakıyorlardı. Öteki tutukluları dibe yığmışlardı; onların yanına
kadar gidebilmemiz için bütün
odayı baştan başa geçmemiz gerekiyordu. Aralarında pek çoğunu
tanıyordum; ötekiler
yabancı olmalıydılar. Önümde duran ikisi yuvarlak kafalı,
sarışındılar. Birbirlerine
benziyorlardı. Fransız'dılar sanıyorum.
Küçük olan durmadan pantolonunu yukarı çekiyordu: Sinir işte. Bu
üç saate yakın sürdü.
Sersemlemiştim; kafam bomboştu. Ama oda iyiden iyiye sıcaktı; bu
da hoşuma gitmiyor
değildi; yirmi dört saatten beri buz kesmiştik. Muhafızlar
tutukluları birbiri ardı sıra masanın
önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve
işlerini soruyorlardı. Çoğu
zaman pek derine inmiyorlar ya da mühimmat depoları sabotajına
katıldın mı? Ayın
dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun? gibilerden şuradan
buradan sorular
soruyorlardı. Yanıtları dinlemiyorlardı, dinler gibi bile
görünmüyorlardı. Bir an susuyorlar,
dosdoğru önlerine bakıyorlar, sonra da yazmaya koyuluyorlardı.
Tom'a Uluslararası Tugay'da
çalıştığının doğru olup olmadığını sordular.
Ceketinin içinde ele geçirilen kağıtlar yüzünden Tom aksini
söyleyemiyordu. Juan'a hiçbir
şey sormadılar, ama odanı söyledikten sonra uzun uzun bir şeyler
yazdılar.
-Anarşist olan erkek kardeşim Jose'dir, dedi Juan. Artık burada
olmadığını pekala
biliyorsunuz. Ben hiçbir partiden değilim, ben hiç siyasetle
uğraşmadım.
Yanıt vermediler. Juan yine:
-Ben bir şey yapmadım. Başkaları uğruna gürültüye gitmek
istemiyorum, dedi.
Dudakları titriyordu. Bir gardiyan onu susturdu ve götürdü. Sıra
bana gelmişti:
-Sizin adınız Pablo Ibbieta mı?
-Evet, dedim. Herif kağıtlara baktı.
-Ramon Gris nerede? diye sordu.
-Bilmiyorum.
-Ayın altısından on dokuzuna kadar onu evinizde saklamışsınız.
-Hayır.
Bir an bir şeyler yazdılar, sonra gardiyanlar beni çıkardılar.
Koridorda Tom ile Juan iki
gardiyanın arasında bekliyorlardı. Yürümeye koyulduk. Tom
gardiyanlardan birine sordu:
-Şimdi ne olacak?
-Ne olmuş ki? dedi gardiyan:
-Bu bir soruşturma mıydı, yoksa bir yargılama mı?
-Yargılamaydı, dedi gardiyan.
-Peki, şimdi bizi ne yapacaklar? Gardiyan, kuru kuru:
-Karar size hücrelerinizde bildirilecek, dedi.
Gerçekte bize hücre olarak verilen yer hastanenin mahzenlerinden
biriydi. Burası, hava
akımı yüzünden korkunç soğuktu. Bütün gece buz kestik; gündüz de
bundan daha iyi değildi
durum.
Bundan önceki beş günü ortaçağdan kalma bir çeşit zindan olan
başpiskoposluk mahzeninde
geçirmiştim. Çok tutuklu olmasına karşılık yer az olduğundan
neresi olursa olsun
yerleştiriyorlardı.
Ben kendi yerimden yana şikayetçi değildim, soğuktan üşümüyordum,
ama orada yalnızdım.
Zaman uzayınca da bu sinir bozucu bir şey oluyor. Mahzende can
yoldaşı vardı. Juan hiç
konuşmuyordu.
Korkuyordu ve üstelik söyleyecek bir sözü olmayacağı kadar gençti.
Tom konuşkandı ve İspanyolca'yı iyi biliyordu.
Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi
getirip bırakınca oturduk,
sessizce beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom,
-İşimiz bitik, dedi.
-Bence de, dedim. Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey
yapmayacaklar.
-Ona bir suç yükleyemezler, dedi. O eylemcilerden birinin kardeşi,
hepsi bu.
Juan'a baktım; söylenenleri işitirmiş gibi bir hali yoktu. Tom
yeniden söze başladı:
-Saragossa'da ne yapmışlar, biliyor musun? Adamları yerlere
yatırmışlar, sonra üzerlerinden
kamyonlarla geçmişler. Bunu bize asker kaçağı bir Faslı söyledi.
Mermi harcamamak
için böyle yaptıklarını söylüyorlarmış.
-Ama onun yerine benzin harcıyorlar, dedim. Tom'a kızdım; böyle
şeyler söylememeliydi.
-Yolda dolaşan, durumu kolaçan eden subaylar var, diye devam etti.
Elleri ceplerinde,
ağızlarında sigarayla bu olanları seyrediyorlar. Adamların işini
bitirdiklerini mi sanıyorsun?
Hepsine vız geliyor. Bağıra bağıra gebermelerine aldırmıyorlar
bile. Bazen bir saat sürüyor.
Faslı, diyordu ki: Bunu ilk gördüğünde neredeyse kusuyormuş.
-Burada da böyle yapacaklarını sanmıyorum, dedim.
Ama cephaneleri yetersizse, bilemem.
Solda, tavana açılmış, gökyüzüne bakan yuvarlak bir delikten ve
dört hava deliğinden içeri
ışık giriyordu. Çoğunlukla bir kapakla kapalı duran bu yuvarlak
delikten mahzene kömür
boşaltılırmış. Tam deliğin altında kalın bir toz yığını vardı.
Kömür hastaneyi ısıtsın diye
getirilmişti, ama savaşın başlamasıyla hastalar hastaneden
çıkarılmışlar, kömür de orada işe
yaramaz bir halde kalmıştı.
Yukarıdan içeri yağmur giriyordu, çünkü kapağı kapatmayı
unutmuşlardı.
Tom titremeye başladı.
-Hay Allah, titriyorum, dedi. İşte yine başlıyor.
Ayağa kalktı, el kol hareketleri yapmaya başladı. Her hareketiyle
beyaz ve kıllı göğsü
üstünde gömleği aralanıyordu. Yere sırtüstü uzandı, bacaklarını
havaya kaldırdı, makas
hareketleri yaptı. İri sağrısının titrediğini görüyordum. Tom
topuz gibiydi, ama yağlıydı da.
Tüfek mermilerinin ya da süngü uçlarının tıpkı bir topak
tereyağına
dalar gibi bu yumuşak et
yığınına gömülüvereceğini düşündüm. Tom sıska olsaydı aynı şey
aklıma gelmeyecekti.
Ben o kadar üşümüyordum, ama sanki kollarım omuzlarım benim
değildiler. Zaman zaman
bir şeyim eksikmiş gibi geliyordu da çevremde ceketimi aramaya
koyuluyordum, sonradan
birden ceketi bana vermedikleri aklıma geliyordu. Bu daha da
kötüydü. Elbiselerimizi kendi
askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz
kalmıştı; bir de hastanede
yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar.
Bir süre sonra Tom kalktı,
oflaya puflaya gelip yanıma çöktü.
-Isındın mı?
-Ne gezer, soluğum kesildi.
Akşamın saat sekizine doğru yanında iki falanjist ile bir komutan
içeri girdi. Elinde bir yığın
kağıt vardı. Gardiyana seslendi:
-Nedir onların adları? Şu üçünün?
-Steinbock, Ibbieta, Mirbal, dedi gardiyan.
Komutan kelebek gözlüklerini taktı, elindeki listeye baktı:
-Steinbock... Steinbock... İşte. Ölüme mahküm edildiniz. Yarın
sabah kurşuna
dizileceksiniz.
Yine baktı:
-Öteki ikisi de aynı, dedi.
-Olamaz, dedi Juan. Ben değilim.
Komutan, şaşkın bir tavırla ona baktı:
-Sizin adınız nedir?
-Juan Mirbal, dedi.
-İyi ya, adınız işte burada, dedi komutan. Ölüme mahküm edildiniz.
-Ben hiçbir şey yapmadım ki, dedi Juan.
Komutan omuz silkti, Tom'la bana döndü:
-Bask mısınız?
-Yok, Bask değiliz. Canı sıkılmış gibiydi.
-Bana üç tane Bask olduğunu söylediler. Onların peşinden koşup
zaman kaybedemem.
Papaz istemezsiniz herhalde, değil mi?
Yanıt bile vermedik. Komutan,
-Şimdi bir Belçikalı doktor gelecek, dedi. Geceyi sizinle geçirmek
için emir aldı.
Askerce selam verip çıktı.
-Evet, dedim, olan ufaklığa oldu.
Bunu adil olmak için söylüyordum, ama ufaklığı sevmiyordum. İpince
bir yüzü vardı; korku,
ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün çizgilerini
bozmuştu. Üç gün öncesine kadar
canlı bir oğlandı; böylesinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı
bir ibneye benziyordu, ne
yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum. Ona
biraz şefkat göstermek hiç
de fena olmazdı, ama şefkat beni tiksindiriyor, giderek midemi bulandırıyordu.
Tek söz söylemedi, ama kül gibi oldu. Yüzü ve elleri kül
gibiydiler. Tekrar yerine oturdu; iri
iri açılmış gözlerle toprağa baktı. Tom temiz yürekliydi. Onu
kucaklamak istedi, ama ufaklık,
yüzünü buruşturarak kendini sertçe çekiverdi.
-Bırak, dedim, alçak sesle. Neredeyse zırlamaya başlayacak,
görüyorsun.
Tom ister istemez boyun eğdi. Ufaklığı avutmuş olsaydı, bu onu
meşgul edecek, kafası
kendine takılmayacaktı. Ama bu benim canımı sıkıyordu; ölümü hiç
düşünmemiştim, çünkü
böyle bir fırsat olmamıştı, ama şimdi fırsat vardı ve bunu
düşünmek dururken neden başka
şeyler yapmalıydı. Tom konuşmaya başladı:
-Sen herifleri hakladın mı? diye sordu bana.
Yanıt vermedim: Ağustos başından beri altı adam hakladığını
anlatmaya başladı. Durumu
pek anlamıyordu; anlamak istemediğini de açıkça görüyordum. Ben de
tam tamına ne olup
biteceğini canlandıramıyordum kafamda; çok acı çekilip
çekilmeyeceğini kendi kendime
soruyordum, kurşunları düşünüyordum, bedenimi delip geçen yakıcı
sivriliklerini hayal
ediyordum. Bütün bunlar gerçek sorunun dışındaydı, ama ben
sakindim. Anlamak için
önümüzde bütün bir gece vardı. Bir süre sonra Tom konuşmasını
kesti. Göz ucuyla Tom'a
baktım: Onun da kül gibi olduğunu gördüm; zavallı bir görünüşü
vardı. Başlıyor dedim
kendi kendime. Neredeyse gece oluyordu, hava delikleri ve kömür
yığını boyunca donuk bir
ışık süzülüyor, gökyüzünün altında iri bir leke yapıyordu.
Tavanın deliğinden belli belirsiz bir yıldız görüyordum. Gece açık
ve ayaz olacaktı.Kapı açıldı, iki gardiyan içeri girdiler. Belçika üniforması
giymiş kumral bir adam geliyordu
arkalarından. Bizi selamladı.
-Ben doktorum, dedi. Bu eziyetli durumlarda yanınızda bulunmak
için emir aldım.
Hoş ve kibar bir sesi vardı.
-Buraya ne yapmaya geldiniz? dedim.
-Kendimi sizin yerinize koyuyorum. Şu birkaç
saatinizin ağırlığını hafifletmek için elimden
geleni yapacağım, dedi.
-Neden bizim yanımıza geldiniz? Başkaları da var, hastaneler
onlarla dolu.
-Beni buraya yolladılar, dedi şaşkın bir tavırla. Ah! Sigara içmek
ister misiniz? diye ekledi
birden. Sigara da var, yaprak sigara da.
Bize İngiliz sigaraları ve purolar sundu. Ama reddettik.
Gözlerinin içine bakıyordum;
sıkılmış gibiydi.
-Siz, buraya acıyıp ilgilenmeye gelmediniz, dedim. Zaten sizi
tanıyorum. Beni tutukladıkları
gün sizi faşistlerle kışlanın avlusunda görmüştüm.
Daha da konuşacaktım, ama birden beni şaşırtan bir şey oldu: Bu
doktorun burada olması
beni kendi kendimle ilgilenmekten alıkoymuştu. Çoğunlukla ben bir
insanın üstüne
düştüm mü kolayını bırakmam. Yine de konuşma isteği yitti gitti
içimden, omzumu silktim,
gözlerimi çevirdim. Biraz sonra başımı kaldırdım; meraklı bir
tavırla beni süzüyordu.
Gardiyanlar bir ot minderin üstüne oturmuşlardı. Koca sıska Pedro
başparmaklarını çeviriyor,
öteki de uyumamak için zaman zaman başını oynatıyordu.
-Işık ister misiniz? diye Pedro birden sordu doktora. Beriki,
başıyla Evet, dedi. Doktorun
meşe odunu kadar kafasız olduğunu düşünüyordum, ama kuşkusuz, kötü
yürekli değildi.
Soğuk, mavi iri gözlerine bakınca bana öyle geldi ki bu adam daha
çok hayal gücü noksanlığı
yüzünden yanılgıya düşüyordu. Pedro çıktı; bir petrol lambasıyla
geri döndü, lambayı sıranın
köşesine koydu. Kötü aydınlatıyordu, ama hiç yoktan iyiydi.
Geçtiğimiz gece bizi karanlıkta
bırakmışlardı. Lambanın tavana vuran yuvarlak ışığına şöyle bir
süre baktım. Büyülenmiştim.
Sonra birden kendime geldim, ışığın yuvarlağı silindi, koskoca bir
yük altında ezildiğimi
hissettim. Bu ne ölüm düşüncesiydi, ne de korku; bu adsız bir
şeydi. Elmacık kemiklerim
yanıyordu ve kafam berbattı.
Silkindim, iki yoldaşıma baktım. Tom başını ellerinin arasına
gizlemişti, ancak kalın ve
beyaz ensesini görüyordum. Küçük Juan bütün bütün dağılmıştı; ağzı
açıktı, burun delikleri
titriyordu.
Doktor ona yaklaştı, sanki ona güç vermek istercesine elini omzuna
koydu; ama gözleri
soğuk soğuk bakıyordu. Sonra Belçikalının elinin sinsice Juan'ın
kolu boyunca aşağıya,
bileğine kadar indiğini gördüm.
Juan kayıtsız davranarak kendini bırakıyordu. Belçikalı dalgın bir
tavırla bileği üç parmağı
arasına aldı, aynı anda biraz geri çekildi ve bana sırtını dönmek
için şöyle bir yerleşti. Ama
ben geriye kaykıldım; saatini çıkardığını ve ufaklığın bileğini
elinden bırakmadan bir süre
yakaladığını gördüm. Sonra hareketsiz duran eli bırakıverdi ve
gitti duvara yaslandı, acele not
etmesi gereken çok önemli bir şey varmış gibi birden cebinden bir
defter çıkardı, oraya bir şeyler çiziktirdi. Aşağılık herif, diye geçirdim içimden
kızgınlıkla, benim de nabzımı
yoklamaya kalkma sakın, pis ağzının orta yerine yerleştiririm
yumruğu. Gelmedi, ama bana
baktığını hissediyordum. Başımı kaldırdım, ben de ona baktım.
Kimliği belirsiz bir sesle
sordu:
-İnsan burada buz keser, öyle değil mi?
Üşümüş bir hali vardı, morarmıştı.
-Üşümüyorum, dedim.
Gözlerini dikip bana bakmaktan vazgeçmiyordu.
Birden anladım, elimi yüzüme götürdüm: Tere batmıştım. Bu mahzende, kışın ortasında, yel üfürür su
götürürken, ben terliyordum.
Terle keçeleşmiş saçlarımın arasına geçirdim parmaklarımı. Aynı
anda gömleğimin
ıslandığını, tenime yapıştığını fark ettim. En azından bir saattir
terliyordum ve bunu
hissetmemiştim. Ama bu, Belçikalı domuzun gözünden kaçmamıştı.
Yanaklarımdan süzülen
damlaları görmüştü ve marazlı sayılacak bir korku durumunun ortaya
çıkması diye
düşünmüştü; o kendisini doğal hissediyor, böyle olmakla da gurur
duyuyordu; çünkü
üşüyordu. Kalkıp suratını dağıtmak geldi içimden, ama tam
davranmıştım ki utancım da,
kızgınlığım da silinip gitti, kayıtsızca sıranın üstüne çöktüm.
Boynumu mendilimle kurulamakla yetindim, çünkü şimdi terlerin
saçlarımdan süzülüp
enseme aktığını hissediyordum; bu hoş bir şey değildi. Birden
kurulanmaktan vazgeçtim
zaten, yararsızdı. Mendilim sırılsıklam olmuştu ve hep
terliyordum. Kaba etlerim de
terliyordu ve ıslanan pantolonum sıraya yapışıyordu.
Küçük Juan birdenbire konuşmaya başladı:
-Doktor musunuz?
-Evet, dedi Belçikalı.
-İnsan uzun zaman acı çeker mi?
-Ne zaman?.. Yok canım, dedi Belçikalı babacan bir sesle, çabuk
biter.
Ücretli muayene olmuş bir hastanın tasasını dağıtır gibi bir tavrı
vardı.
-Ama ben... Bana dediler ki... Çoklukla iki kez yaylım ateşi
açılırmış.
-Bazen, diye başını sallayarak yanıt verdi Belçikalı. İlk yaylım
ateşinde can alıcı yerlere bir
şey olmazsa bir daha ateş edebilirler.
-O zaman tüfekleri yeniden doldurmak ve yeniden nişan almak
gerekmez mi?
Düşündü, kısılmış bir sesle ekledi:
-Bu da zaman alır!
Ufaklıkta acı çekmenin korkusu vardı, bundan başka bir şey
düşünmüyordu. Gençti. Bense
bunu pek düşünmüyordum; beni terleten acı çekme korkusu değildi.
Ayağa kalktım, toz
yığınına kadar yürüdüm. Tom sıçradı, kin dolu bir bakışla bana
baktı; canını sıkıyordum
çünkü ayakkabılarım gıcırdıyordu. Kendi kendime acaba benim yüzüm
de onunki kadar kara
sarı mı diye sordum. Baktım o da terliyordu. Gökyüzü muhteşemdi,
bu kuytu köşeye hiç ışık
girmiyordu, Büyük Ayı'yı görmek için başımı kaldırmam yeterdi.
Ama artık eskiden olduğu gibi değildi, önceki gece
başpiskoposluktaki zindanımda koskoca
bir gök parçası görebiliyordum ve günün her saati bana bir başka
anıyı hatırlatıyordu.
Sabahleyin gök pürüzsüz ve hafif mavi olduğunda Atlantik
kıyılarındaki plajları
düşünüyordum.
Öğleyin güneşi görüyordum ve hamsiyle zeytin yiyerek manzanilla
içtiğim, Sevilla'daki bir
içki evini hatırlıyordum. Öğleden sonra gölgeye giriyordum ve
arenaların bir yarısı güneşten
yanarken öbür yarısına düşen derin gölgeyi düşünüyordum. Dünyayı
böyle gökyüzüne vuran
yansısıyla görmek gerçekten acı verirdi insana.
Ama şimdi istediğim kadar bakıyordum gökyüzüne. Artık gökyüzü bana
hiçbir şey
hatırlatmıyordu. Böylesini yeğ tutuyordum. Gidip Tom'un yanına
oturdum. Uzun bir zaman
geçti.
Tom alçak sesle konuşmaya başladı. Hep konuşması gerekiyordu,
böyle olmazsa düşünceleri
içinde kendine yol bulamıyordu pek. Konuştuğu bendim, ama yüzüme
bakmıyordu
sanıyorum. Kuşkusuz, beni böyle kül gibi ve ter içinde, olduğum
gibi görmekten korkuyordu.
Birbirimize benziyorduk ve işin kötüsü birbirimizin
aynası gibiydik. Capcanlı duran
Belçikalıya bakıyordu.
-Sen anlıyor musun? diyordu. Ben anlamıyorum.
Ben de alçak sesle konuşmaya başladım. Belçikalıya bakıyordum.
-N'oldu, ne var?
-Anlayamadığım bir şey gelecek başımıza.
Tom'un çevresinde acayip bir koku vardı. Her
zamankinden daha çok koku duyar gibi
oldum. Alay ettim:
-Şimdi anlarsın.
-Anlaşılır gibi değil, dedi inatçı bir tavırla. Tam anlamıyla
cesur olmak istiyorum, ama en
azından olup bitecekleri bilmeliyim...
Dinle, bizi avluya götürecekler. Herifler gelip karşımıza
sıralanacaklar.
-Kaç kişi olurlar?
-Ne bileyim. Beş ya da sekiz. Çok değil.
-İyi. Sekiz kişi olacaklar. Onlara Nişan al! diye bağıracaklar ve
bana çevrilmiş sekiz tüfek
göreceğim. Duvarı yarıp içine girmeyi isterim diye düşünüyorum;
olanca gücümle duvara
sırtımla yaslanacağım ve duvar karşı koyacak. Tıpkı kabus gibi.
Bütün bunları düşlüyorum
kafamda. Ah bir bilsen nasıl düşlediğimi.
-İyi iyi! dedim, ben de düşlüyorum.
-Çok acı veren bir şey olmalı bu. Yüz tanınmasın diye insanın
ağzına ve gözlerine nişan
aldıklarını biliyorsun, diye ekledi haince. Şimdiden yaraları
hissediyorum; bir saatten beri
boynumda ve başımda ağrı var. Gerçek acı değil. Kötüsü de bu ya,
yarın sabah duyacağım
acılar. Peki sonra?
Ne demek istediğini çok iyi anlıyordum, ama hiç de öyle görünmek
istemiyordum. Acılara
gelince, ben de küçük bıçak yaraları gibi bedenimde bu acıları
duyuyordum. Alışamıyordum,
ama onun gibiydim, önem vermiyordum.
-Sonra, dedim sert bir biçimde, nalları dikeceksin. Yalnızca
komedi, için konuşmaya
koyuldu. Gözlerini Belçikalıdan ayırmıyordu. Berikinin dinler gibi
bir hali yoktu. Ben onun
ne diye buraya geldiğini biliyordum. Ne düşündüğümüz onu
ilgilendirmiyordu. Bizim
bedenlerimize bakmaya gelmişti, diriyken can çekişen bedenlerimizi
seyretmeye gelmişti.
-Kabuslarda olduğu gibi, diyordu Tom, insan bazı şeyler düşünmek
ister, hep böyle
olduğunu bilir, anlamakta gecikmez ve sonra çekilip gider,
elimizden kaçar ve düşer. Kendi
kendime, sonra hiçbir şey olmayacak artık, diyorum. Ama bunun ne
demek olduğunu
anlamıyorum. Hemen hemen buraya kadar ulaştığım anlar oldu... ama
sonra olan oluyor,
yeniden acıları, kurşunları, patlamaları düşünmeye başlıyorum. Ben
maddeciyim, inan bana.
Deli olmuyorum. Ama sonu gelmeyen bir şey var. Cesedimi görüyorum:
güç değil, ama kendi
gözlerimle kendimi görüyorum.
Düşünmeye başlamam gerekiyor... hiçbir şeyi görmeyeceğimi, hiçbir
şeyi işitmeyeceğimi ve
dünyanın ötekiler için sürüp gideceğini düşünmeye başlamam
gerekiyor. İnsan bunu
düşünmek için yaratılmamıştır Pablo. İnan bana. Bazı şeyler
bekleyerek uykusuz
geçirdiğim bütün bir gecede bütün bunlara ulaştım. Ama bu aynı şey
değil. Arkadan
saldıracak bize. Pablo, biz de hazırlıksız olacağız.
-Kes sesini, dedim ona, istersen bir günah çıkaran papaz çağırayım
sana?
Karşılık vermedi. Peygamberlik taslamak, kişiliksiz bir sesle
konuşarak bana Pablo demek
isteğinde olduğunu çoktan fark etmiştim: Böylesi bir şeyi
sevmiyordum, ama öyle gözüküyor
ki bütün İrlandalılar böyledirler. Belli belirsiz bir sidik
kokuyor gibime gelmişti. Aslında
Tom'a pek yakınlık duymuyordum ve her ne kadar birlikte de
bulmuyordum. Bazı adamlar
vardır ki onlarla olan ilişki farklıdır, sözgelişi Ramon Gris'le.
Ama Tom'la Juan arasında
kendimi yalnız hissediyordum: Zaten böylesi daha işime geliyordu.
Ramon'la bir arada olaydım belki de yumuşardım. Ama şu anda
korkunç derecede katıydım ve böyle kalmak
istiyordum.
Bir çeşit dalgınlıkla Tom, sözcükleri gevelemeye devam ediyordu.
Kendini düşünmekten
alıkoymak için konuştuğu kesindi. Yaşlı prostat hastaları gibi
keskin sidik kokuyordu.
Aslında ben de onun gibi düşünüyordum; bütün söylediklerini ben de
söyleyebilirdim:
Böylesi ölmek doğal bir şey değildir. Ölüm yolunu tuttuğumdan bu
yana hiçbir şey bana
doğal gelmiyordu, ne bu kömür yığını, ne tahta sıra, ne de
Pedro'nun pis suratı. Yalnızca
Tom'la aynı şeyleri düşünmek hoşuma gitmiyordu. Pekala biliyordum
ki bütün bir gece, hiç
olmazsa beş dakika kadar bazı şeyleri aynı anda düşünüp duracağız,
terleyeceğiz ya
da titreyeceğiz. Şöyle yandan baktım ona, bana ilk kez tuhaf
gözüktü; ölümünü yüzünde
taşıyordu. Gururum yaralanmıştı; yirmi dört saatlik bir süre
içinde Tom'un yanı başında
yaşamıştım, onu dinlemiştim, onunla konuşmuştum, biliyordum ki hiç
ortak bir şeyimiz
yoktu. Şimdiyse ikiz kardeşler kadar birbirimize benziyoruz, basit
bir şey, çünkü birlikte
geberip gideceğiz. Tom bana bakmaksızın elimi tuttu:
-Pablo, kendi kendime soruyorum... İnsanoğlunun yok olup gittiği
gerçekten doğru mu diye
soruyorum.
Elimi çektim,
-Ayaklarının arasına bak, salak, dedim.
Ayaklarının arasında küçük bir su birikintisi vardı ve
pantolonundan damlalar düşüyordu.
-Bu da ne? dedi korkuyla.
-Altına işemişsin, dedim.
-Doğru değil, dedi kızgınlıkla. İşemem, bir şey yok. Belçikalı
yaklaşmıştı. Göstermelik bir
merakla sordu:
-Hasta mısınız?
Tom karşılık vermedi. Belçikalı hiçbir şey söylemeden birikintiye
bakıyordu.
-Bu da nedir, anlamadım, dedi Tom, sert bir tavırla. Ama
korkmuyorum. Size yemin ederim
ki korkmuyorum. Belçikalı yanıt vermedi. Tom ayağa kalktı, gitti
bir köşeye işedi. Önünü
ilikleyerek geri geldi, oturdu, bir daha da ağzını açmadı.
Belçikalı not alıyordu.
Üçümüz birden ona bakıyorduk, çünkü canlıydı. Bir canlının
hareketleri, bir canlının
kaygıları vardı. Yaşayan insanlar nasıl titrerse öyle titriyordu
bu mahzenin içinde. Kendi
emri altında ve iyi beslenmiş bir bedeni vardı. Biz ötekiler,
bedenimiz var mı yok mu bir şey
duymuyorduk. Ne olursa olsun hiçbir şey. Bacaklarımın arasını,
pantolonumu yoklamak
istedim, ama cesaret edemiyordum. Belçikalıya bakıyordum.
Bacaklarının üstünde yay gibi
gergin, kaslarına hükmediyor ve yarını da düşünebiliyordu. Biz,
kanımız çekilmiş üç gölge,
orada duruyorduk, ona bakıyorduk ve vampirler gibi hayatını
emiyorduk.
Sonunda küçük Juan'a yaklaştı. Çocuğun ensesine dokunmak istemesi
meslek aşkından
mıydı, yoksa bir acıma isteğine boyun eğmesinden mi? Acımak söz
konusuysa bütün bir
gecede bir tek kere oldu bu. Küçük Juan'ın başını ve boynunu
okşadı. Ufaklık kendini
bırakıverdi, gözlerini ondan ayırmıyordu, sonra birden adamın
elini yakaladı, garip garip
baktı. Belçikalının elini iki eli arasında tutuyordu ve ellerin
hiç de hoş bir görünüşü yoktu.
Bu tombul ve kırmızı eli, kül rengi iki mengene sıkıyordu.
Birşeylerin olacağından
kuşkulanıyordum. Tom da aynı durumda olmalıydı. Ama Belçikalı bir
şeyin, farkında değildi,
babacan bir tavırla gülümsüyordu. Bir süre sonra ufaklık, kırmızı
iri eli ağzına götürdü ve ısırmak istedi. Belçikalı can havliyle
elini kurtardı ve sendeleyerek duvara kadar gitti. Bir
saniye bize korkuyla baktı, bizim kendisine benzer adamlar
olmadığımızı birden anlamış
olmalıydı. Gülmeye başladım. Gardiyanlardan biri yerinden sıçradı.
Öteki uyumuştu;
gözleri açık ve bembeyazdı.
Kendimi hem yorgun, hem de aşırı coşkulu hissediyordum. Sabaha
karşı başımıza gelecek
olanı, ölümü düşünmek istemiyordum. Bunun hiçbir anlamı yoktu, ya
kelimeler ya da
boşluktan başka bir şey değildi karşılaştığım. Başka bir şey
düşünmeye kalktığımda, üzerime
çevrilmiş tüfek namlularını görüyordum. Belki yirmi kereden fazla
idam edilişimi yaşadım.
Bir keresinde sahiden oldu sandım; bir dakika dalıp uyumuş
olmalıyım. Beni duvara doğru
götürüyorlardı, debelenip duruyordum ve beni bağışlamalarını
istiyordum. Sıçrayarak
uyandım ve Belçikalıya baktım. Uykumda bağırmış olmaktan
korkuyordum. Ama o bıyığını
buruyordu, bir şeyin farkında değildi.
İsteseydim bir an uyurdum sanıyorum. Kırk sekiz saattir
uyumamıştım, canıma tak etmişti.
Ama hayattan iki saat kaybetmek istemiyordum. Şafak atarken gelip
beni uyandıracaklardı,
uyku sersemi arkalarından gidecektim ve gık demeden gidecektim.
Böylesini istemiyordum.
Bir hayvan gibi ölmek istemiyordum. Anlamak istiyordum. Üstelik
kabus görmekten de
korkuyordum. Ayağa kalktım, bir uçtan bir uca yürüdüm, kafamdaki
düşünceleri değiştirmek
için geçmiş hayatımı düşünmeye başladım. Bölük pörçük bir yığın
anı kafama yığıldı. İyileri
de vardı, kötüleri de. Ya da ben önceden bunları böyle
adlandırıyordum. Yüzler ve öyküler
vardı. Yortu şenlikleri sırasında Valensiya'da boynuz yemiş bir
matador yamağının yüzü,
amcalarımdan birinin yüzü, Ramon Gris'nin yüzü gözümün önünde
yeniden canlandı.
Başımdan geçenleri hatırladım: 1926'da nasıl üç ay işsiz güçsüz
kaldığımı, nasıl açlıktan
geberdiğimi, Granada'da bir sıra üzerinde geçirdiğim geceyi
hatırladım: üç gündür ağzıma bir
lokma koymamıştım, kudurmuştum, geberip gitmek istemiyordum. Bu
beni güldürdü.
Mutluluk peşinde, kadınların peşinde, özgürlüğün peşinde
koşmuştum, hem de nasıl. Niyeydi
bütün bunlar?
İspanya'yı kurtarmak istemiştim. Piy Margall'a hayrandım. Anarşist
harekete katılmıştım.
Toplantılarda konuşmuştum. Her şeyi ciddiye alıyordum; sanki
ölümsüzmüşüm gibi.Bu anda bütün hayatım önüme seriliymiş gibi bir izlenim uyandı
içimde ve düşündüm:
Kutsal bir kuruntuymuş demek ki. Madem ki sona erecek, hiçbir şeye
değmezmiş. Kızlarla
nasıl dalga geçebildiğimi, nasıl gezip tozabildiğimi sordum
kendime. Böyle öleceğimi
bilseydim tek parmağımı bile oynatmazdım. Hayatım önümdeydi,
kapalı, saklı, bir çanta gibi.
Gelgelelim içinde olanlar daha bitmemişti. Bir an hayatımı
yargılamaya kalktım. Kendi
kendime güzel bir hayattı demek isterdim. Ama bir yargıya
varamıyordu insan, bu bir
taslaktı. Zamanımı ölümsüzlük için uğraşmakla geçirmişim, bir şey
anlamamışım. Hiçbir
şeyden hayıflanmıyordum. Hayıflanabileceğim bir yığın şey vardı,
manzanilla'nın tadı, Cadiz
yakınlarında küçük bir koyda yazın denize girişim gibi. Ama ölüm
hepsini berbat etmişti.
Belçikalının güzel bir fikri vardı: birden,
-Dostlarım, dedi, askeri yönetimin izin vereceği biçimde, sizden
sevdiklerinize bir iki söz ya
da bir hatıra götürebilirim.
Tom, gürledi:
-Benim kimsem yok!
Hiçbir yanıt vermedim. Tom bir an durdu, sonra bana dönüp merakla,
-Concha'ya söyleyecek bir şeyin yok mu? dedi.
-Hayır.
Bu çiçeği burnunda sırdaşlıktan tiksiniyordum.
Benim yanılgımdı. Geçen gece Concha'dan
söz etmiştim, kendimi tutmalıydım. Bir yıldan beri bu kadınla
birlikteydim. Daha dün gece,
onu beş dakika görebilmek için bir baltada kolumu kesip
atabilirdim. İşte bu yüzden
konuştum, benden daha güçlü bir şeydi. Şimdiyse onu görmek
gelmiyordu içimden, ona
söyleyecek sözüm yoktu artık. Onu kollarıma alıp sıkmak da
istemiyordum.
Bedenimden
ürkmüştüm, çünkü kül rengine dönüşmüştü ve terliyordu. Onunkinden
de korkmayacağımdan
emin değildim. Concha ölümümü öğrenince ağlayacaktı. Aylarca
içinden yaşamak isteği
gelmeyecekti. Ama ölecek olan bendim. Tatlı güzel gözlerini
düşündüm. Bana baktığı zaman
ondan bana bir şeyler geçerdi. Bunun bittiğini düşündüm. Şimdi bana
baksaydı bakışı
gözlerinde kalır, bana kadar ulaşmazdı. Yalnızdım.
Tom da yalnızdı, ama aynı biçimde değil. Ata biner gibi oturmuştu,
dudaklarında bir çeşit
gülümsemeyle tahta sıraya bakıyordu; şaşkın bir hali vardı. Elini
uzattı, sakınarak tahtaya
dokundu, sanki bir şeyleri kırmaktan korkuyor gibiydi, sonra birden
elini çekti ve titredi. Ben
Tom olsaydım sıraya dokunmakla oyalanmazdım. Bu da bir İrlanda
güldürüsüydü. Ama ben
de eşyalarda garip bir hava bulunduğunu teslim ediyordum.
Fazlasıyla silikleşmişlerdi, her
zamankinden daha az yoğundular. Ölüme gittiğimi duymam için
sıraya, lambaya, toz yığınına
bakmam yetip artıyordu bile. Elbette ölümümü açık seçik
düşünemiyordum. Ama onu her
yerde görüyordum, eşyaların üstünde, kuytuya çekilmiş ve
birbirlerinden gelişigüzel
uzaklaşmış, tıpkı bir ölünün başucunda alçak sesle konuşanlar
gibi, bir biçimde. Sıranın
üstünde gidip dokunduğu Tom'un kendi ölümüydü.
İçinde yaşadığım durumda elimi kolumu sallayarak evime
gidebileceğimi, hayatımın
bağışlandığını söyleselerdi, buz gibi ederdi bu beni. İnsan
ölümsüz olma hayalini yitirince
birkaç saat ya da birkaç yıl beklemek aynı şey. Bir şeye
aldırmıyordum, bir anlamda
sakindim. Ama bu korkunç bir sakinlikti; bedenimin yüzünden.
Bedenim. Onun gözleriyle
görüyordum, onu kulaklarıyla işitiyordum, ama bu artık ben
değildim. Tek başına titriyor, tek
başına terliyordu. Ben onu tanımıyordum artık. Ne olduğunu anlamak
için ona
dokunmalıydım, ona bakmalıydım, bir başkasının bedeni mi değil mi
diye. Vakit vakit onu
hissediyordum yine, burun üstü inişe geçen bir uçaktaymış gibi
kaymalar ya da yüreğimin
çarptığını hissediyordum. Ama bu bana yeterli gelmiyordu,
bedenimden gelen her şeyde kirli
karanlık bir hava vardı. Çoğu zaman susuyordu, sessiz sedasız
oluyordu ve bir çeşit ağırlıktan,
bana aykırı iğrenç bir varlıktan başka bir şey hissetmiyordum.
Kocaman bir kemirici
böceğe bağlanmışım gibime geliyordu. Bir an pantolonumu yokladım
ve ıslak olduğunu
hissettim. Terden mi yoksak sidikten mi ıslandığını bilmiyordum.
Ama önlem almak için
gittim kömür yığınının üstüne işedim.
Belçikalı, saatini çıkardı baktı.
-Saat üç buçuk, dedi.
Salak herif! İlle de bunu demeliydi sanki. Tom havaya sıçradı.
Zamanın akıp gittiğinin
farkında bile değildik daha. Gece bizi karanlık ve şekilsiz bir
yığın gibi sarıyordu. Gecenin
başladığını hatırlamıyordum bile.
Küçük Juan bağırmaya başladı. Ellerini eğip büküyor, yalvarıyordu:
-Ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum!
Kollarını havaya kaldırarak bütün mahzen boyunca koştu, sonra ot
minderlerden birine
yığıldı ve hıçkırdı. Tom donuk gözlerle ona bakıyordu ve artık onu
avutmak içinden
gelmiyordu. Aslında bu acı çekme değildi. Ufaklık, bizden daha çok
gürültü ediyordu, ama
daha az işin farkındaydı. Hastalığına ateşle karşı koyarak kendini
savunan hasta gibiydi. Ateş de olmasa durum daha da kötüdür.
Ağlıyordu. Kendi kendine acıdığını görüyordum açıkça. Ölümü düşünmüyordu. Bir saniye,
yalnızca bir saniyecik ben de kendime ağlamayı düşündüm, kendime
acıyarak ağlamayı.
Ama tam tersi oldu, ufaklığa şöyle bir göz attım, sarsılan zayıf
omuzlarını gördüm ve kendimi
insanlık dışı buldum. Ben ne başkalarına acıyabilirdim, ne
kendime. Kendi kendime
Dürüstçe ölmek istiyorum, dedim.
Tom kalkmıştı, yuvarlak deliğin tam altına gitti ve günışığını
gözlemeye koyuldu. Benimse
aklım bir şeye gelip takılmıştı: dürüstçe ölmek istiyordum ve
bundan başka bir şey
düşünmüyordum. Ama her şeyin üstünde, doktorun bize saati
söylediğinden bu yana,
zamanın kayıp gittiğini, damla damla aktığını hissediyordum.
Tom'un sesini duyduğumda
hava hala karanlıktı.
-Duyuyor musun?
-Evet.
Herifler avluda yürüyorlardı.
-İşimizi bitirmeye mi geldiler yoksa? Karanlıkta ateş edemezler
ki!
Bir süre sonra hiçbir şey duymadık. Tom'a,
-İşte gün doğdu, dedim.
Pedro esneyerek ayağa kalktı, gidip lambayı söndürdü. Arkadaşına,
-Amma ayaz, dedi.
Mahzen kül rengi olmuştu. Uzaklardan tüfek sesleri işittik.
-Başlıyor, dedim Tom'a. Yapsalar yapsalar bu işi arkadaki avluda
yaparlar.
Tom doktordan bir sigara istedi. Ben istemedim; canım ne sigara
istiyordu ne de içki. Bu
andan sonra sürekli ateş edip durdular.
-Anlıyor musun? dedi Tom.
Bir şeyler eklemek istiyordu, ama susuyordu, kapıya bakıyordu. Kapı
açıldı, dört askerle bir
teğmen içeri girdi. Tom sigarasını düşürüverdi.
-Steibock kim?
Tom karşılık vermedi. Onu gösteren Pedro oldu.
-Juan Mirbal kim?
-Şu ot minderin üstündeki.
-Ayağa kalkın, dedi teğmen.
Juan kımıldamadı. İki asker koltuk altlarından tuttukları gibi onu
kaldırdılar. Ama bırakır
bırakmaz yığılıverdi. Askerler duraksadılar.
-Kendini kötü hisseden ilk mahküm değil bu, dedi
teğmen. Siz ikiniz alın götürün onu,
orada ne yaparlarsa yapsınlar. Tom'a döndü:
-Haydi, yürüyün.
Tom iki askerin arasında çıktı. Öteki iki asker artlarından
gidiyorlardı, küçüğü
koltuklarından ve dizlerinden tutmuşlar götürüyorlardı.
Bayılmamıştı, gözleri iri iri açılmıştı
ve yanaklarından yaşlar akıyordu. Ben de çıkmak isteyince teğmen
beni durdurdu:
-Siz İbbieta mısınız?
-Evet.
-Şimdilik burada bekleyin. Birazdan gelip sizi alacaklar.
Çıktılar. Belçikalı ve iki gardiyan da çıktı, ben yalnız kaldım.
Başıma ne geleceğini
bilmiyordum, ama hemen işimi bitirseler benim için iyi olurdu.
Hemen hemen düzenli
aralıklarla salvoları işitiyordum, her biriyle titriyordum. Ulumak
ve saçlarımı yolmak
istiyordum. Ama dişlerimi sıkıyor, ellerimi ceplerime
daldırıyordum; çünkü dürüst kalmak
istiyordum.
Bir saat sonra beni almaya geldiler ve birinci kata, sıcaklığının
bana boğucu geldiği, sigara
kokan bir odaya götürdüler. Orada, dizlerinin üstünde kağıtlar
olan, koltuklara oturmuş sigara
içen iki subay vardı.
-Senin adın İbbieta mı?
-Evet.
-Ramon Gris nerede?
-Bilmiyorum.
Beni sorguya çeken, kısa boylu, tıknaz biriydi. Kelebek
gözlüklerinin ardında katı bakışlı
gözleri vardı.
-Yaklaş, dedi.
Yaklaştım. Ayağa kalktı, yüzüme, beni yerin dibine sokmak
istercesine bakarak kollarımdan
yakaladı. Aynı zamanda bütün gücüyle pazılarımı sıkıyordu. Bu bana
acı çektirmek için
değildi, bu büyük bir oyundu, bana sözünü geçirmeye çabalıyordu.
Pis soluğunu suratıma
üflemekten de geri kalmıyordu. Böyle bir süre kaldık, bu bana
gülmek isteği veriyordu.
Ölüme giden adamı yıldırmak için daha da fazladan bir şeyler yapmak
gerekirdi. Bu işe
yaramıyordu.
Şiddetle beni itti ve yine oturdu.
-Onun hayatına karşılık senin hayatın. Onun nerede olduğunu bize
söylersen hayatını
kurtarırız. Kırbaçlı, çizmeli bu iki adam yine de bir gün
ölecektiler. Benden biraz daha sonra,
ama çok sonra değil. Ellerindeki kağıt parçalarında ad
arıyorlardı, başka insanları hapsetmek
ve aşağılamak için onların peşlerinden koşuyorlardı. İspanya'nın
geleceği konusunda ve başka konularda görüşleri vardı. Onların küçük
çabaları bana kaba, gülünç geliyordu.
Kendimi onların yerine koyamıyordum artık, bana deliymiş gibi
geliyorlardı. Tıknazı hep
bana bakıyordu, kırbacıyla çizmelerine vuruyordu. Bütün
hareketleri ona canlı ve yırtıcı bir
hayvan görünüşü vermek için hesaplı kitaplıydı.
-Evet? Anlaşıldı mı?
-Gris'in nerede olduğunu bilmiyorum, dedim. Sanırım Madrid'teydi.
Öteki subay solgun elini şöyle bir kaldırdı. Bu şöyle bir hareket
bile hesaplıydı. Bütün küçük
oyunlarını görüyordum ve böyle eğlenmek isteyen insanların
bulunması beni şaşırtıyordu.
Yavaşça,
-Düşünmek için on beş dakikanız var, dedi. Alın bunu çamaşırhaneye
götürün, on beş
dakika sonra geri getirin. İnkar etmekte direnirse hemen kurşuna
dizilecek.
Ne yaptıklarını biliyorlardı: Geceyi beklemekle geçirmiştim. Ondan
sonra, Tom ve Juan
kurşuna dizilirken beni bir saat daha mahzende bekletmişlerdi,
şimdi de götürüp beni
çamaşırhaneye kapatıyorlardı. Yapacakları şeyi geceden hazırlamış
olmalıydılar.
Zamanla sinirlerin harap olacağını söylüyor ve benim de böyle
olacağımı umut ediyorlardı.Aldanıyorlardı. Çamaşırhanede arkalıksız bir iskemleye oturdum,
çünkü kendimi pek bitkin
hissediyordum. Düşünmeye koyuldum. Ama onların önerisini değil
elbette. Gris'in nerede
olduğunu biliyordum doğrusu: Yeğenlerinin yanında gizleniyordu,
şehirden dört kilometre
uzaktaydı. Gizlendiği yeri açık etmeyeceğimi de biliyordum,
işkence yapmazlarsa. (İşkenceyi
düşünür gibi bir halleri de yoktu zaten.) Bütün bunlar pek düzgün,
anlaşılırdı ve beni zerre
kadar ilgilendirmiyordu. Yalnızca davranışımın nedenlerini anlamak
istemiştim. Gris'i ele
vermektense gebermeyi yeğ tutuyordum. Niçin? Artık Ramon Gris'i
sevmiyordum. Ona olan
dostluğum Concha'ya olan aşkımla, yaşamak tutkumla birlikte gün
doğmadan az önce ölüp
gitmişti. Kuşkusuz ona hep değer veriyordum, yiğit bir adamdı. Ama
onun yerine ölmeyi
kabul edişimin nedeni bu değildi; hayatı benimkinden daha değerli
değildi. Hiçbir
hayatın değeri yoktu. Tutup bir adamı duvara dayıyorlar, sonra da
geberip gidene kadar
üstüne ateş ediyorlardı. İster bu adam ben olayım, ister Gris
olsun, ister bir başkası, hep
aynıydı. İspanya söz konusu olunca, Gris'nin benden daha işe yarar
bir insan olduğunu
biliyordum, ama İspanya ve kargaşa vız geliyordu bana. Artık
hiçbir şeyin önemi yoktu.
Gel gelelim ben buradaydım. Gris'i ele vererek de postu
kurtarabilirdim ve bunu yapmayı
reddediyordum, hatta bunu gülünç bile buluyordum; bu inattandı.
Dik başlılık etmek gerek!
diye düşünüyordum. İçime tuhaf bir sevinç doluyordu. Gelip beni
aldılar, iki subayın yanına
götürdüler: Ayaklarımızın dibinden bir fare geçti ve dalgaya aldım
işi. Falanjistlerden birine
döndüm ve:
-Fareyi gördünüz mü? dedim.
Yanıt vermedi. Karamsardı, ciddi olmaya çabalıyordu. İçimden
gülmek geliyordu benimse,
ama kendimi tutuyordum, çünkü bir başladım mı kendimi
tutamayacağımdan korkuyordum.
Falanjist, bıyıklıydı. Ona yeniden:
-Bıyıklarını kesmelisin ahbap, dedim.
Yaşarken yüzünü kılların sarması bana tuhaf geliyordu. Gelişigüzel
bir tekme savurdu bana
ve sustum.
-Ee, dedi tıknaz subay, düşündün mü?
Çok ender görülen cinsten böceklere bakar gibi merakla baktım
onlara.
-Nerede olduğunu biliyorum, dedim. Mezarlıkta gizleniyor. Ya bir
mezar çukurunda, ya da
mezarcıların kulübesinde.
Bu onlara bir oyun oynamak içindi. Onların ayağa kalktıklarını,
fişekliklerini kuşandıklarını
ve telaşlı bir tavırla emirler verdiklerini görmek istiyordum.
Ayağa fırladılar.
-Haydi gidelim. Moles, git Teğmen Lopez'den on beş adam iste. Sen;
dedi tıknaz olanı, sana
gelince doğruyu söylüyorsan sözüm yok; bizi uyutuyorsan bu sana
pahalıya mal olacak.
Bağıra çağıra gittiler ve ben falanjistlerin gözetimi altında
sakin sakin bekledim. Zaman
zaman kendi kendime gülümsüyordum, çünkü neler yaptıklarını
düşünüyordum. Kendimi
sersemlemiş ve kötücül hissediyordum. Onları mezar taşlarını
kaldırırken, bir bir lahit
kapılarını açarken gözümün önüne getiriyordum. Sanki bir
başkasıymışım gibi durumu
gözümde canlandırıyordum. Kahramanlık yapmayı aklına koymuş şu
mahküm, bıyıklarıyla şu
heybetli falanjistler ve mezarların arasında koşup duran şu
üniformalı adamlar: Bu
dayanılmaz bir gülünçlüktü.
Yarım saat sonra ufak tefek tıknaz olanı tek başına çıkageldi. Beni
kurşuna dizme emri
vereceğini düşündüm. Ötekiler mezarlıkta kalmış olmalıydılar.
Subay bana baktı. Pek öyle bozum olmuş bir hali yoktu.
-Ötekilerle birlikte bunu da büyük avluya götürün, dedi. Askerî
harekattan sonra, görevli
mahkeme kaderini tayin edecek.
Anlamamıştım.
-Yani
beni... Beni kurşuna dizmeyecek misiniz? diye sordum.
-Şimdi değil herhalde. Sonra. Artık işin orasını bilmem.
Hiç, ama hiç anlamıyordum.
-Ama niçin? dedim.
Yanıt vermeden omuzlarını silkti ve askerler beni alıp götürdüler.
Büyük avluda kadınlarla,
çocuklarla, yaşlılarla yüz kadar tutuklu vardı. Ortadaki
yeşilliğin çevresinde dönmeye
koyuldum, şaşkındım. Öğleyin, bizi yemekhanede doyurdular. İki üç
herif beni sorguya çekti.
Onları tanıyor olmalıydım, ama yanıt vermedim. Nerede olduğumu da
bilmiyordum artık.
Akşama doğru on kadar yeni tutukluyu avluya getirdiler. Fırıncı
Garcia'yı tanıdım. Bana:
-İşe bak! Seni hayatta bulacağımı düşünmüyordum, dedi.
-Beni ölüme mahkum etmişlerdi, dedim, sonra da fikirlerini
değiştirdiler. Nedendir
bilmiyorum.
-Beni saat ikide tutukladılar, dedi Garcia.
-Niçin?
Garcia siyasetle uğraşmıyordu.
-Bilmiyorum, dedi. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi tutukladılar.
Sesini alçalttı.
-Gris'yi de hakladılar. Titremeye başladım.
-Ne zaman?
-Bu sabah. Aptallık etmiş. Salı günü yeğeninden ayrılmış, çünkü
bir şeyler öğrenmişler. Onu
gizleyecek adam yok değilmiş, ama o kimseye yük olmak
istemiyormuş. İbbietalarda
gizlenecektim, ama onlar yakalanınca gidip mezarlığa gizleneceğim,
demiş.
-Mezarlığa mı?
-Evet. Aptallık işte. Tabii bu sabah oradan geçtiler, olan oldu.
Mezarcıların kulübesinde
buldular onu. Ateş ettiler, işini bitirdiler.
-Mezarlıkta!
Her şey dönmeye başladı ve toprağa çöküverdim: Öyle bir gülüyordum
ki, gözümden yaşlar
geliyordu.
|