Lulu çıplak yatıyordu, çünkü örtülerin tenine değmesinden
hoşlanıyordu. Ayrıca, çamaşır
yıkatmak pahalıya mal oluyordu. Başlangıçta Henri buna karşı
çıkmıştı: İnsan yatakta
çırılçıplak yatmamalı, böyle şey olmaz, bu pisliktir, diye. Ama
daha sonra o da karısına
uymuştu, bu da boşvericiliğinden ileri geliyordu. Herkesin içinde kazık gibi sert olurdu, yaratılışı gereği,
(İsviçrelilere, özellikle de
Cenevrelilere bayılıyordu. Onlarda bir hava buluyordu. Çünkü tahta
gibiydiler) ama kendini
küçük şeylerle de yormuyordu; sözgelişi pek temiz değildi, donunu
oldukça seyrek
değiştirirdi.
Lulu donları kirliye atarken bacak aralarının sürtünmeden
sarardığını hemen fark ederdi.
Lulu'nun kişisel olarak pislikten iğrendiği yoktu: Bu çok mahrem
bir şeydir, yumuşak
gölgeler bırakır. Sözgelişi dirseklerin bıraktığı çukurlar. Şu
İngilizleri hiç sevmiyordu. Hiçbir
şey kokmayan bu kişiliksiz bedenleri sevmiyordu. Ama kocasının
boşvericiliğinden
tiksiniyordu. Çünkü bütün bunlar kendini dara sokmamak için
yapılan kaçamaklardı. Sabah
kalktığında kendine karşı pek yumuşaktı; kafası hayallerle doluydu
ve günışığı, soğuk su,
fırçaların uzun ve sert kılları şiddet dolu haksızlıklar gibi
geliyordu Henri'ye.
Lulu sırtüstü yatmış, sol ayağının başparmağını çarşafın yırtığına
sokmuştu. Bu bir yırtık
değildi, söküktü. Bu Lulu'nun canını sıkıyordu; burayı yarı dikmem
gerekiyor. Ama ipliklerin
kopuşunu duymak için yine de biraz çekip gerdi çarşafı. Henri daha
uyumamıştı, ama artık
rahatsız etmiyordu. Gözlerini kapattıktan sonra çok ince ve çok
dayanıklı bağlarla sarılıp
bağlandığını hissettiğini, küçük parmağını bile oynatamayacağını
Lulu'ya her zaman
söylemiştir. Bir örümcek ağına takılmış iri bir sinek gibi. Lulu
bu ele geçirilmiş koca bedeni
kendi yanında hissetmekten hoşlanıyordu. Böyle inmeli gibi kala
kalsa ona bakacak olan
bendim; çocuk gibi temizleyip paklardım, bazen onu yüzükoyun
yatırıp kıçına kıçına vururdum, günün birinde annesi Henri'yi
görmeye gelince bir bahane bulup üstünü örten
örtüleri açıverirdim, annesi de onu çırılçıplak görüverirdi.
Kadının kaskatı kesileceğini,
oğlunu on beş yıldır böyle çırılçıplak görmediğini düşünüyordum.
Lulu elini kocasının
kalçası üstünde hafifçe gezdirdi ve kasığına küçük bir çimdik
attı.
Henri mırıldandı, ama kımıldamadı. İktidarsızlığa düşmüştü. Lulu
güldü: iktidarsızlık sözü
onu her zaman güldürürdü. Yanında böyle kötürüm gibi yatarken ve
Henri'yi hala sevip
okşadığı zaman, onu, küçükken Gulliver'in serüvenlerini okuduğu
kitaplarda gördüğü
resimlerdeki küçük adamlar tarafından sabırla sarılıp sarmalanmış
olarak hayal etmekten
hoşlanıyordu. Henri'ye çoklukla Gulliver diyordu. Henri de bundan
hoşlanıyordu; çünkü bu
bir İngiliz adıydı ve Lulu eğitim görmüş biri havasına giriyordu;
ama Lulu'nün aslına uygun
söylemesini yeğ tutardı. Canımı sıkmayı becerdiler: eğitilmiş
biriyle evlenmek isterse Jeanne
Beder'le evlenmeliydi; av borusu gibi göğüsleri vardır, ama beş
dil bilir. Pazar günü
Sceau'lara gidildiği zaman ailenin arasında öyle canım sıkılırdı
ki ne olursa olsun elime bir
kitap alırdım. Muhakkak ne okuduğumu gözetleyen biri çıkardı ve
küçük kız kardeşi gelir
sorardı: Anlıyor musunuz, Lucie? Henri'nin beni iyi yetişmiş
bulmadığı meydanda.
İsviçreliler, evet, onlar seçkin insanlar, çünkü büyük kız kardeşi
ona beş çocuk doğurtan bir
İsviçreliyle evlendi ve İsviçreliler onu dağlarıyla etkilediler.
Ben çocuk doğuramıyorum,
beden yapısıyla ilgili bir şey, ama onun yaptığı şeyin seçkin bir
şey olduğunu da
hiç düşünmedim; benimle çıktığı zaman genel tuvaletlere gider
durmadan, onu beklerken
dükkanların vitrinlerini seyretmek zorunda kalırım; durumum ne
oluyor benim? Sonra
pantolonunu çekiştirerek ve bacaklarını yaşlı bir adam gibi çarpık
çarpık kullanarak dışarı
çıkar.
Lulu çarşafın yırtığından parmağını çekti, bu tutsak ve gevşek et
yığınının yanında kendi
varlığını daha canlı duymak zevkine varmak için ayaklarını biraz
oynattı. Bir gurultu duydu:
Şarkı söyleyen bir karın, canımı sıkar bu, benim karnım mı onun
karnı mı guruldayan, bunu
bilemem. Gözlerini kapadı: Yumuşak borular yığını içinde dolaşan
sıvıydı bu, böyle şeyler
herkeste olabilir, Rirette'de de, bende de (bunu düşünmek
istemiyorum, karnıma ağrılar
giriyor). Beni seviyor, barsaklarımı sevmiyor, bir cam kavanoz
içinde ona apandisitimi
gösterseler tanımazdı, her zaman beni mıncıklar durur, ama cam
kavanozu eline verseler,
hiçbir şey hissetmez, içindeki onunla ilgili bir şeydir diye
düşünmez; insanın birini her
şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğeriyle, barsaklarıyla sevebilmesi
gerekir. Belki de insan
onları alışmadığından sevmiyor; onları da ellerimiz ve kollarımız
gibi görseydik belki de
severdik. Öyleyse deniz yıldızlarının bizden daha iyi sevişmesi
gerekir; hava güneşli olunca
kumsala yayılırlar, hava aldırmak için midelerini dışarı
çıkartırlar ve herkes onları görebilir.
Kendi kendime soruyorum, biz midemizi nereden dışarı çıkaracağız,
göbeğimizden mi yoksa?
Gözlerini yummuştu ve mavi daireler dönmeye başladılar, dün,
fuarda olduğu gibi; lastik
oklarla dairelere atış yapıyordum, okum daireye her vuruşunda
yanan harfler vardı, harfler bir
kentin adını oluşturuyorlardı; gelip bana arkamdan abanma tutkusu
yüzünden Dijon
sözcüğünü yazmama engel oldu. Birinin gelip arkamdan bana
dokunmasından hoşlanmam.
Sırtım olmasın isterdim; ben onları görmediğim zaman insanların
bana bir şeyler
yapmalarından hoşlanmıyorum, bununla yetinebilirler ve sonra
elleri görülmez, aşağıya
indikleri ya da çıktıkları hissedilir, ellerinin nereye doğru
gittikleri önceden kestirilemez,
gözlerini dikip size bakarlar, siz onları görmezsiniz, Henri buna
bayılır, bunu hiç düşünmemiş
olmalıdır, ama o benim arkama geçmekten başka bir şey düşünmez ve
yalnızca kıçıma
dokunmak için yaratıldığından eminim, çünkü bir kıçım olduğu için
utançtan geberdiğimi
biliyor, benim utanmam onu kışkırtıyor, ama onu düşünmek
istemiyorum (korktu),
Rirette'i düşünmek istiyorum. Tam Henri'nin inleyip horuldamaya
başladığı sıralarda, her
gece aynı saatte Rirette'i düşünüyor. Ama bir direnme vardı
ortada, öteki kendini göstermek
istiyordu, bir anda kara kıvırcık saçları gördü, orada olduğunu
sandı ve titredi, çünkü insan ne
olacağını bilemezdi, yalnızca bir surat olsa neyse, geçer gider,
ama yüzeye çıkan pis anılar
yüzünden gözünü kırpmadan geçirdiği geceler vardı. Bir erkeği
bütünüyle tanımak berbat bir
şeydi, özellikle böylesini. Henri, aynı şey değil o, tepeden
tırnağa gözümde canlandırabilirim
onu, bu beni gevşetir, çünkü o yumuşacıktır, yalnızca karın
tarafları pembe olan boz renkli bir
et yığınıdır, iyi yapılı bir erkeğin karnı oturduğu zaman üç
kıvrım yapar der, ama
onunki altı kıvrım yapar, yalnızca onları ikişer ikişer sayar,
ötekileri görmezlikten gelir.
Rirette'i düşünürken yüzünü buruşturdu. Lulu, sen güzel bir erkek
bedeninin ne olduğunu
bilmezsin. Gülünç, pekala da bilirim ne olduğunu, kaslı ve taş
gibi katı bir beden demek istiyor, hoşlanmam böylesinden,
Patterson böyleydi, bana sarıldığı zaman bir tırtıl gibi yumuşacıkmışım sanırdım kendimi, Henri bir rahibe benzediği için,
yumuşak olduğu için
onunla evlendim. Rahipler uzun giysileriyle hanım hanımcık
gibidirler zaten, kadın çorabı
bile giyerlermiş gibi gelir insana. On beş yaşındayken yavaşça
entarilerini kaldırmak, erkek
dizlerini ve uzun donlarını görmek isterdim. Bacaklarının arasında
bir şeyler olacağı
tuhaf gelirdi bana; bir elimle entarilerini tutmalı, öteki elimi
de ayak bileklerinden ta
yukarılara, düşündüğüm yere kadar çıkarmalıydım; kadınları o denli
sevmediğimden değil,
ama bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri bir
çiçek gibidir. Ama gerçekte
hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca
olur, ama bir
hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi,
dimdik havaya kalkması, hoyratça
bir şey; pis olan bu aşk. Bense Henri'yi seviyordum, çünkü, küçük
zımbırtısı hiç
sertleşmiyordu, başını hiç kaldırmıyordu, gülüyordum, bazen onu
öpüyordum, artık bir
çocuğunki kadar korku vermiyordu bana; akşam, küçük yumuşak şeyini
parmaklarımın
arasına alıyordum, Henri kızarıyor, içini çekerek başını öte yana
çeviriyordu, ama o şey
kıpırdamıyordu, uslu uslu duruyordu elimde, sıkmıyordum, uzun süre
böyle kalıyorduk ve
Henri uyuyordu. O zaman sırtüstü uzanıyor, papazları, saf şeyleri,
kadınları düşünüyor, önce
güzelim düz karnımı okşuyor, ellerimi aşağı indiriyor,
indiriyordum ve işte zevk buradaydı;
ancak kendi kendime vermesini bilebildiğim zevk.
Kıvırcık saçlar, Zenci saçları. Ve sıkıntı bir yumak gibi boğazda.
Ama gözkapaklarını
kuvvetle sıktı, sonunda Rirette'in kulağı çıktı ortaya. Nöbet
şekerini andıran yaldızlı ve
kırmızımsı küçük bir kulak. Bunu gören Lulu her zamankinden
fazlaca hoşlanmadı, çünkü
aynı zamanda Rirette'in sesini de duyuyordu.
Bu ses Lulu'nün sevmediği iğneli, keskin bir sesti: Pierre'le
birlikte gitmelisiniz,
Lulu'cüğüm, yapılacak tek akıllıca şey bu. Rirette'e karşı
fazlasıyla yakınlık duyarım, ama
kendini önemseyince, söyledikleriyle kendini bir şey sanınca biraz
canımı sıkıyor.
Geçen gün, Coupole'de, Rirette akıllı görünen bir havayla, sertçe
öne doğru eğilip:
Henri'yle birlikte kalamazsınız, artık onu sevmediğinize göre bu
bir suç olur, demişti. Henri
hakkında kötü konuşmak için fırsatları kaçırmaz, ben bu
davranışını nazik bulmuyorum,
Henri ona hep açık davranır, Henri'yi artık sevmiyorum, olabilir,
ama bunu söylemek Rirette'e
düşmez. Kendi açısından her şey yalın ve kolay görülür: Sevilir ya
da sevilmez, ama ben, o
kadar basit değilim. Burada önce benim alışkanlıklarım gelir,
sonra Henri'yi pekala
seviyorum, benim kocam. Rirette'i dövmek isterdim, şişman bir
kadın olduğu için hep canını
acıtmaya niyetlendim. Bu bir suç olurdu. Kolunu kaldırdı. Koltuk
altını gördüm, çıplak
kolla dolaşmasını her zaman yeğlerim. Koltuk altı. Sanki bir ağız
gibi koltuk altı aralandı ve
Lulu, saça benzeyen kıvırcık tüyler altında, biraz kırışık,
morumsu bir et gördü. Pierre,
Rirette'e tombul Minerve der, o böyle şeyleri sevmez. Lulu,
sırtında kombinezonla
dolaşırken, küçük kardeşi Robert'in kendisine söylediklerini
düşünerek güldü: Senin niçin
kollarının altında saç var? Karşılık vermişti: Bu bir hastalıktır.
Küçük kardeşinin
önünde giyinmekten çok hoşlanıyordu, çünkü her zaman tuhaf şeyler
düşünürdü, insan kendi
kendine bunları nereden bulur diye sorardı. Ve çocuk, Lulu'nün her
şeyine elini sürerdi,
özenle entarilerini katlardı, eli yatkındı, gelecekte büyük bir
kadın terzisi olacak. Terzilik
güzel bir meslek ve ben onun için kumaşlara desen çizeceğim. Bir
erkek çocuğun ileride
kadın terzisi olmayı düşünmesi ilginç bir durum. Erkek çocuk
olsaydım ya araştırıcı ya da
oyuncu olmak isterdim gibime geliyor, kadın terzisi değil ama.
Robert her zaman hayal kurar,
yeterince konuşmaz, düşüncelerini uygular; bense varlıklı evlerden
onun için yardım
toplayan bir rahibe olmak isterdim. Gözlerimin yumuşak etten
yapılmış gibi yumuşacık
olduğunu hissediyorum, neredeyse uyuyacağım. Rahibe başlığı
altında solgun güzel yüzüm,
kibar bir tavrım olacaktı. Yüzlerce karanlık sofa görecektim. Ama
hizmetçi kız hemen ışığı
yakacaktı, o zaman aile resimleri, konsollar üstünde bronz sanat
yapıtları gözüme çarpacaktı.
Ve giysi askıları.
Evin hanımı küçük bir karne ve 50 franklık bir pusulayla geliyor.
Buyurun, rahibe
hanım. -Teşekkür ederim hanımefendi, Tanrı sizi esirgesin. Yine
görüşürüz. Ama ben gerçek
bir rahibe olmayacaktım. Bazı kez otobüste adamın birine göz
kırpacaktım, adam önce şaşıp
kalacaktı, sonra bana birtakım yalanlar anlatarak peşime düşecekti
ve sonra onu polise verip
deliğe tıktıracaktım. Toplanan yardım paralarını kendime
ayıracaktım. Ne alırdım kendime?
PANZEHİR. Yok canım. Gözlerim kayıyor, hoşuma
gidiyor bu; insan onların suya battığını söyleyebilir, tüm bedenim rahat. Yeşil güzel taç, zümrütlerle ve
lacivert taşlarla süslü. Taç
döndü döndü ve korkunç bir inek başı oldu, ama Lulu korkmadı:
Amanın. Cantal'ın kuşları.
Kal. Uzun kırmızı bir ırmak kurak kırlar boyunca uzanıp gidiyordu.
Lulu kıyma makinesini
ve sonra briyantini düşünüyordu.
Bu bir suç olurdu! Sıçradı ve bakışları sert, gecesinin içinde
dimdik oturdu. Bana işkence
ediyorlar, bunun farkına varmayacaklar mı? Rirette'in iyi niyetle
böyle yaptığını çok iyi
biliyorum, ama ötekilere göre çok daha aklı başında biri olarak,
düşünmem gerektiğini de
anlamalıydı. Pierre bana Geleceksin! dedi, gözlerini ağartarak.
Benim evimde benim
olacaksın. Benim olmanı istiyorum. Gözleriyle beni etkilemek
istediği zaman ondan
korkuyorum; kolumu sıkıyordu. Bu gözlerle onu görünce göğsündeki
kılları düşünürüm.
Geleceksin, benim olmanı istiyorum; insan nasıl söyler böyle
şeyleri? Ben bir köpek değilim.
Oturduğum zaman, ona gülümsedim, onun için pudramı değiştirmiştim.
Böylesini seviyor
diye gözlerimi boyamıştım, ama o hiçbir şeyi görmedi, yüzüme
bakmaz ki, memelerime
bakıyordu, memelerim göğsümün üstünde kuruyup kalsınlar isterdim,
onu aptallaştırmak için.
Yine de memelerim iri değillerdir, küçücüktürler.
Nice'deki villama geleceksin. Beyaz boyalı olduğunu, mermer
merdivenleri bulunduğunu,
denize baktığını ve bütün gün çırılçıplak yaşayacağımızı söyledi.
Bir merdiveni çıplakken
çıkmak acayip olsa gerek, bana bakmasın diye onu benim önümden
çıkmak zorunda
bırakacağım. Yoksa ayağımı bile kıpırdatamam, içimden kör olmasını
dileyerek kaskatı
dururum. Zaten benim için bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek; o orada
oldukça hep çıplakmışım
gibime gelir.
Beni kollarının arasına aldı, şeytanca bir hali vardı. Sen benim
derimin altındasın, dedi
bana; ben korktum. Evet, dedim. Sana mutluluk vermek istiyorum,
otomobille, vapurla
gezintiye çıkacağız, İtalya'ya gideceğiz; ne istersen alacağım
sana. Ama villasında neredeyse
hiç eşya yok ve biz bir örtünün üstünde yerde yatacağız.
Kollarının arasında uyumamı istiyor;
kokusunu duyacağım; göğsünü severim, geniş ve yanıktır çünkü, ama
yukarılarında bir kıl
yığını var. Erkekler kılsız olsun isterim. Onunkiler kara ve yosun
gibi yumuşaktır. Çok
kereler okşuyorum, çok kereler ürküyorum, gidebildiğim kadar uzağa
gidiyorum, ama o beni
kendine çekiyor.
Kollarında uyuyayım isteyecek, beni kollarında sıkmak isteyecek,
kokusunu duyacağım ve
karanlık basınca denizin gürültüsünü işiteceğiz; canı bir şey
yapmak istiyorsa beni gece yarısı uyandırabilecek. Ancak aybaşı olduğum zamanlar rahat
edeceğim, onun dışında
sakin sakin uyuyamayacağım. Çünkü beni huzura kavuşturan tek şey o
işi yapmak ve yine de
kanamalı kadınlarla o şeyi yapan erkekler var gibi geliyor bana ve
sonra karınlarının üstünde
kanlar, kendilerinin olmayan kanlar, örtülerin üstünde her yerde
kan, iğrenç bir şey; Neden
bedenlerimiz var?
Lulu gözlerini açtı, perdeler sokaktan gelen bir ışıkla kırmızı
renk almıştı, aynada da kırmızı
bir yansıma vardı; Lulu bu kırmızı ışığı seviyordu. Çin işi gölge
oyununu andıran bir koltuk
vardı pencerenin önünde. Henri pantolonunu koymuştu üstüne,
askıları boşlukta sarkıyordu.
Ona bir askı lastiği almam gerekiyor. Oh! istemiyorum, gitmek
istemiyorum. Bütün gün beni
öpecek ve onun olacağım, ona zevk vereceğim, bana bakacak ve
aklından geçirecek: Bu
benim zevkim, orasına burasına dokundum ve canımın istediği zaman
yeniden
başlayabilirim. Port-Royal'de, Lulu örtüleri ayaklarıyla
tekmeledi. Port-Royal'de olup
bitenleri anımsadıkça Pierre'den tiksiniyordu. Çitin arkasındaydı.
Pierre'in otomobilde
olduğunu, haritayı incelediğini sanıyordu ve birden onu gördü,
sinsi sinsi arkasına gelmişti,
ona bakıyordu. Lulu Henri'ye bir tekme attı, uyansın diye. Ama
Henri homurdandı, uyanmadı.
Genç güzel bir erkek tanımak isterdim, bir kız gibi saf;
birbirimize dokunmazdık, deniz
kıyısında gezerdik, el ele tutuşurduk, geceleri birbirine benzeyen
iki ayrı yatakta yatardık,
kardeş kardeş, sabaha kadar konuşurduk.
Ya da Rirette'le yaşamak isterdim, kadınlar kendi
aralarında ne kadar sevimli oluyorlar.
Yağlı ve parlak omuzları var Rirette'in. Fresnel'i sevdiği zaman
iyiden iyiye bozulmuştum.
Ama asıl beni altüst eden Fresnel'in onu okşadığını
düşünmekti, ellerini omuzlarında ve
kalçalarında gezdirdiğini ve Rirette'in iç geçirdiğini düşünmekti.
Bir erkeğin altına,
çırılçıplak, böyle uzandığı zaman acaba yüzü nasıl olur ve etinde
dolaşan ellerden ne hisseder,
kendi kendime bunu soruyorum.
Yeryüzünün bütün altınlarını verseler ona dokunmazdım. Çok istese,
bana çok istiyorum
dese bile yine de ne yapacağımı bilemezdim, ama görünmez adam
olsaydım, ona o işi
yaparlarken orada olmak, yüzünü seyretmek isterdim (yine de
Minerva gibi görünmesi beni
şaşırtırdı) ve açıkta kalmış dizlerini okşamak, pembe dizlerini
okşamak, inleyişini duymak
isterdim. Lulu, boğazı kurumuş, kesik kesik güldü: Gelir aklına
insanın bazı böyle düşünceler.
Bir keresinde, Pierre, Rirette'in ırzına geçmek istese diye bir
şey uydurmuştu. Ve ben ona
yardım ediyordum. Rirette'i kollarımın arasında tutuyordum. Dün.
Yanakları ateşliydi,
divanın üstünde karşılıklı oturmuştuk, bacaklarını yan yana
bitiştirmişti, ama hiçbir şey
söylememiştik, hiçbir şey de söylemeyeceğiz. Henri horlamaya
başladı ve Lulu ıslık çaldı.
Ben buradayım, uyuyamıyorum, sinirleniyorum ve o orada horlayıp
uyuyor, aptal. Beni
kollarının arasına alsaydı, bana yalvarsaydı, Sen benim için
yaratılmışsın, Lulu, seni
seviyorum, gitme, deseydi, bu dileğini yapardım, kalırdım, evet
onunla kalırdım, bütün
yaşamım boyunca, onu hoşnut etmek için.
Rirette, Döme Kahvesi'nin taraçasına oturdu, porto şarabı söyledi.
Yorgunluk duyuyordu,
Lulu'ya kızmıştı. ...ve portolarında mantar tadı var, Lulu alay
eder, çünkü o kahve içer, ama
insan aperitif alınacak saatte de kahve içemez ya. Burada bütün
gün ya kahve içerler ya da
kafe-krem, çünkü meteliksizdirler, bu durum onları sinirlendirse
gerek, ben yapamazdım,
bütün dükkandakileri müşterilerin yüzüne fırlatırdım, bunlar
olmasa da olur türden adamlar.
Niçin benimle hep Montparnasse'da buluşmak ister, anlamıyorum, ya
Cafe de la Paix'de ya da
Pam-Pam'da benimle buluşsa hem onun için yakın olurdu hem de ben
işimden çok
uzaklaşmamış olurdum. Hep bu suratları görmek bana hüzün verir de
diyemeyeceğim, bir
dakikam boş olsun da ben buraya geleyim, yine de taraçaya belki
gelinebilir, ama içerisi
kirli çamaşır kokuyor, ben başıbozuklardan hoşlanmam. Üstelik
taraça bile benim yerim
değilmiş gibime geliyor, çünkü üstüme başıma biraz özenirim; tıraş
bile olmayan erkeklerle
neye benzedikleri belli olmayan kadınlar arasında beni görmeleri,
sokaktan geçenleri
şaşırtıyor olmalı. Kendi kendilerine: Ne işi var onun orada?
derler kesinlikle. Yazın arada bir
oldukça paralı Amerikalı kadınların geldiğini biliyorum, ama şimdi
bizim hükümetin tutumu
yüzünden İngiltere'de takılıp kalıyorlar gibi gözüküyor, öteberi
ticareti bundan iyi gitmiyor,
geçen yıl bu sıralarda yaptığım satışın yarısından daha az satış
yaptım, ötekiler ne yapar
acaba, madem ki en iyi tezgahlar benim, Bayan Dubech söyledi bunu
bana, küçük Yonel'e
acıyorum, satış yapmasını bilmiyor, ücretinden bir metelik fazla
alamadı bu ay. İnsan bütün
gün ayaküstü durunca şöyle güzel bir yere gidip rahatlamak ister,
lüks ister biraz, biraz sanat
kokan bir şeyler ister, yanında adama benzer biriyle, şöyle
kendinden geçmek ister, kendini
şöyle bir salıvermek ister ve sonra hafiften bir müzik olmalı,
arada sırada, Ambassadeurs
dansingine gitmek pek o kadar pahalıya oturmazdı. Ama buranın
garsonları pek saygısız, bana
hizmet eden küçük kumraldan başka hepsi halk tabakasıyla haşır
neşir; o naziktir.
Lulu çevresinde şu herifleri görmekten hoşlanır sanırım; biraz
süslü bir yere gitmek onu
korkutuyordu, gerçekte kendine güveni yoktur, yol yordam bilen bir
adamın yanında utanır.
Louis'yi sevmiyordu. Burada kendini rahat hissedeceğini düşünürüm
pekala, bazılarının
yakalığı bile yok, yoksul görünüşleri ve pipoları var, ya üstünüze
dikilen gözleri, gizlemeye
bile yeltenmiyorlar, kadınlara bir şey ısmarlayacak paraları
olmadığı ortada, gel gelelim
çevrede eksik olan bir şey değil kadın; can sıkıcı olan da bu.
Size sanki yiyiverecekmiş
gibi bakarlar, size karşı istekli olduklarını bile birazcık
incelikle söyleyemezler, işi sizin
hoşunuza gidecek bir yola sokamazlar.
Garson yaklaşıyor:
-Şarabınız sek mi olsun matmazel?
-Evet, teşekkür ederim. Sevimli bir tavırla ekliyor:
-Ne güzel hava!
-Erken sayılmaz, diyor Rirette.
-Doğru, kış hiç bitmeyecek gibi gelmişti.
Garson çekip gitti. Rirette gözleriyle adamı izledi. Seviyorum bu
çocuğu, diye düşündü.
Yerini doldurmasını biliyor, içli dışlı değil, ama bana söyleyecek
bir söz buluyor, özel küçük
bir ilgi. Zayıf ve kambur bir genç adam durmadan ona bakıyordu;
Rirette omuz silkip
arkasını döndü. Kadınlara göz eden bir adamın hiç olmazsa
çamaşırları temiz olmalı. Böyle
karşılık veririm ona eğer bana söz atarsa. Lulu neden gitmiyor
diye soruyorum kendi
kendime. Henri'ye eziyet etmek istemiyor, çok hoş buluyorum bunu:
Bir kadının kendi
yaşayışını bir iktidarsız için berbat etmeye hakkı yoktur. Rirette
iktidarsızlardan iğreniyordu,
bu insanın yapısından gelen bir şeydi. Lulu gitmeli, diye karar
verdi. Söz konusu olan onun
mutluluğu; mutluluğuyla oynanamayacağını söyleyeceğim. Lulu,
mutluluğunuzla
oynamaya hakkınız yok. Bundan başka tek sözcük söylemeyeceğim, bu
kadar; yüz kez
söyledim ona, kendisi istemedi mi insanoğlu zorla mutlu edilemez
ki. Rirette kafasında
büyük bir boşluk duydu, çünkü çok yorulmuştu, şaraba bakıyordu,
sıvı bir karamela gibi
bardağa yapışmıştı ve içinde bir ses tekrarlayıp duruyordu:
Mutluluk, mutluluk. İnsanı
duygulandıran, ciddi bir sözcüktü bu. Paris-Soir gazetesinin
yarışmasında kendisine sormuş
olsalar, bu sözcüğün Fransız dilinin en güzel sözcüğü olduğunu
söyleyeceğini düşünüyordu.
Bunu düşünen biri var mı acaba? Çaba dediler, yüreklilik dediler,
ama bunları söyleyenler
erkekler, bir kadın olmalıydı, böyle şeyleri bulabilenler
kadınlardır, ortaya iki ödül konması
gerekirdi, biri erkekler için ve en güzel adı onur olmalıydı, biri
de kadınlar için, mutluluk
diyerek ben kazanmış olurdum. Onur ve mutluluk, uyumlu, ne hoş.
Ona Lulu,
mutluluğunuzu elden kaçırmaya hakkınız yok, mutluluğunuz, Lulu,
mutluluğunuz,
diyeceğim. Kişisel olarak ben Pierre'i iyi buluyorum, önce
gerçekten erkek adam, sonra akıllı,
şımarmıyor, parası var, onun üstüne titreyecek. Yaşamanın ufak
tefek güçlüklerini ortadan
kaldırmayı beceren adamlardan, bu da bir kadın için hoş bir şey,
buyurup yönetmesini
bilen adama bayılırım, bu bir ayrıntı, ama konuşmasını da bilir,
garsonlarla, otel katipleriyle.
Herkes ona boyun eğer, ben böylesine adam derim. Belki de Henri'de
eksik olan bu. Sonra
sağlık konuları var, babasıyla birlikte çok dikkat etmesi
gerekirdi, ince ve narin olmak hoş, ne
acıkmak ne de uyumak, o da iyi; gecede dört saat uyumak ve kumaş
işlerini düzene sokmak
için bütün gün Paris'te dolaşmak o da iyi, ama düşüncesizlik bu,
akla yatkın bir beslenme
düzeni izlemek zorunda olmalı, aynı zamanda az yemek, ben de çok
istiyorum, ama sık sık ve
belli saatlerde. On yıllığına bir sanatoryuma gönderildiği zaman
hali bitik olacak.
Göstergeleri on bir yirmiyi gösteren Montparnasse Kavşağının
saatine şaşkın bir tavırla göz
attı. Lulu'yu anlamıyorum, acayip bir huyu var, erkekleri seviyor
mu, onlardan iğreniyor mu
hiç anlayamadım. Gelgelelim Pierre'den hoşnut olmalı, bu yüzden,
benim Rebut (döküntü)
dediğim, Rabut denen adamı bir kenara bırakıyor. Bu an ona
eğlenceli geldi, ama
gülümsemekten vazgeçti, çünkü zayıf genç adam durmadan ona
bakıyordu, başını çevirince
onun bakışıyla karşılaşmıştı. Rabut'nün kara noktalarla dolu bir
suratı vardı ve Lulu tırnakları
arasında deriyi sıkarak onları pırtlatmaktan hoşlanıyordu:
Tiksindirici bir şey bu, ama onun hatası değil, Lulu güzel bir
erkeğin ne olduğunu bilmiyor,
ben şık erkeklere bayılıyorum, önce güzel erkek giysileri,
gömlekleri, ayakkabıları, yanar
döner güzel boyunbağları ne hoştur; biraz kabadır istenirse, ama
istenilince de ne kadar
yumuşaktırlar, kuvvetli, tatlı bir kuvvet, üstlerine sinen İngiliz
tütünü ve kolonya kokusu ve
güzelce tıraş oldukları zaman derilerinin görünüşü kadın teni gibi
değil, Cordoba derisi sanki,
kuvvetli kolları bedeninizi sarar, başınızı göğüslerine yaslarlar,
bakımlı erkek kokuları
kuvvetle hissedilir, size tatlı sözler fısıldarlar; güzel
giysileri vardır, öküz derisinden yapılma
sert ayakkabıları, size fısıldarlar: Güzelim, tatlım, ve elinizin
ayağınızın kesildiğini
hissedersiniz. Rirette geçen yıl onu bırakıp giden Louis'yi
düşündü ve yüreği daraldı: Sevilen
bir adam ve bir yığın ufak tefeği olan bir adam, bir şövalye
yüzük, bir altından sigara tabakası,
küçük tutkuları... Yalnızca bunlar, bazı kez kaba adamlar olurlar,
kadınlardan beter.
En iyisi kırk yaşında bir erkek olmalı, arkaya taranmış ve
şakaklarında kırlaşmaya başlamış
saçlarıyla henüz kendine özen gösteren biri, çok kuru, geniş
omuzlarıyla, çok çevik, ama
hayatı tanıyan bilen biri, acı çekmiş olduğu için babacan biri.
Lulu bir yumurcaktan başka bir şey değil, benim gibi bir dostu
olduğu için de talihli, çünkü Pierre ondan bıkmaya başladı, ona hep sabretmesini söyleyen benim
gibi biri yerine bu durumdan yararlanmaya kalkanlar var
ve ben bana biraz yakın davranınca bunu görmezden gelirim de her
zaman onu övecek bir iki
güzel söz bulurum, ama o eline geçirdiği talihe layık bir kadın
değil, kendine güveni yok,
Louis gittiğinden beri benim yalnız yaşadığım gibi yalnız yaşasın
da göreyim, akşamları
odasına yalnız dönmek, bütün gün çalışıp da odayı bomboş bulmak ve
başını bir omuza
dayamak dileğiyle ölmek neymiş görürdü. Ertesi sabah kalkmak ve
işe gitmek cesaretini
nereden bulur insan, çekici ve neşeli olmak, böyle yaşamaktansa
ölmeyi yeğleyenlere nasıl
cesaret verir insan.
Saat on bir otuzu çaldı. Rirette mutluluğu düşünüyordu, mavi kuşu,
mutluluk kuşunu, aşkın
başkaldıran kuşunu düşünüyordu. Kendine geldi: Lulu otuz dakika
geç kaldı, olabilir.
Kocasından hiç ayrılamayacak, bunun için yeteri kadar güçlü değil.
Aslında Henri ile
yaşamasının nedeni saygı görmek: Ona Madam, deniyor, ama bir
yandan da Henri'yi
aldatıyor, bunu önemsemiyor. Onun için kötü sözler söylüyor, ama
onun dün söylediklerini
söyleyince de kıpkırmızı kesilip güceniyor. Ben elimden geleni
yaptım, ona söyleyeceğimi
söyledim, yazık eder kendine.
Dome'un önünde bir taksi durdu ve Lulu indi içinden. Koca bir
valiz taşıyordu ve yüz ifadesi
kasıntılıydı biraz.
-Henri'den ayrıldım, bıraktım onu, diye bağırdı uzaktan.
Valizin ağırlığıyla biraz yamulmuş yaklaştı. Gülümsüyordu.
-Nasıl, Lulu, dedi Rirette şaşkın. Ne diyorsunuz?..
-Evet, dedi Lulu. Bitti, bırakıverdim.
Rirette henüz inanamıyordu.
-Biliyor mu? Kendisine söyledin mi?
Lulu'nün gözlerinde bir fırtına dolaştı:
-Elbette! dedi.
-Çok iyi Lulu'cüğüm!
Rirette ne düşüneceğini bilemiyordu, ama Lulu'nün de
yüreklendirilmeye ihtiyacı vardı.
-Ne kadar iyi, ne kadar da cesaretliymişsiniz, dedi. Sözlerine
eklemeye niyetlendi:
Görüyorsunuz ya pek de zor değilmiş. Ama kendini tuttu. Lulu
hayranlıkla izleniyordu:
Yanakları kırmızı, gözleri alevliydi. Oturdu, valizini yanına
koydu. Üstünde kül renkli bir
mantoyla deri bir kemer, yuvarlak yakalı açık sarı bir kazak
vardı. Başı açıktı. Rirette
Lulu'nün böyle başı açık gezmesini sevmiyordu: Lulu'nün içine
düştüğü kınama ve alay dolu
o garip karmaşık tavrı kavramakla gecikmedi. Lulu onda hep bu
etkiyi yaratıyordu. Lulu'da
sevdiğim şey, diye karara vardı Rirette, onun canlılığı.
-Şip şak, dedi Lulu. Ona istim üstünde olduğumu söyledim. Şafak
attı.
-Kendimi toplayamadım, dedi Rirette. Peki, kim kışkırttı sizi
Lulu'cüğüm? Aslan kesildiniz.
Dün akşam kellemi keserim, onu bırakmaya niyetiniz yoktu.
-Ne olduysa küçük erkek kardeşimin yüzünden oldu. Bana babalansın,
ne yaparsa yapsın,
tamam, ama aileme dokununca dayanamıyorum.
-Peki nasıl oldu bunlar?
-Garson nerede? dedi Lulu iskemlede oynayarak:
Döme'un garsonları, çağrıldıkları zaman ortadan kaybolurlar. Bize
hizmet eden
şu küçük sarışın mı?
-Evet, dedi Rirette. Onunla aram iyi, bilmez misiniz?
-Ya? Peki öyleyse lavabodaki kadına göz kulak olun, onunla, pek
sıkı fıkı. Yaltaklanıyor
ona, ama bazen, tuvalete giren kadınları gözlemek için, kadınları
utandırmak için, çıkarlarken
onların gözlerinin içine bakıyor. Sizi bir dakika yalnız bıraksam.
İnip Pierre'e telefon
etmeliyim. Takaza eder sonra! Garsonu görürseniz bana bir kafe-krem
söyleyin, yalnızca bir
dakika ve sonra her şeyi anlatacağım size.
Ayağa kalktı, birkaç adım yürüdü ve Rirette'e doğru döndü.
-Çok mutluyum Rirette'ciğim.
-Sevgili Lulu, dedi Rirette, ellerini tutarak.
Lulu kurtuldu, taraçayı uçarak geçti. Rirette onun uzaklaşmasını
seyretti. Böyle bir şey
yapabileceğine hiç mi hiç inanmazdım. Ne kadar neşeli, diye
düşündü. Biraz başına buyruk
gibi, kocasını başından atmayı da böylece başardı. Beni dinlemiş
olsaydı, çoktan her şey olup
bitmişti. Ne olursa olsun benim yüzümden oldu. Sözün kısası çok
etkiledim onu. Lulu bir
süre sonra geldi.
-Pierre apıştı kaldı, dedi. İşin. ayrıntılarını öğrenmek istiyor.
Az sonra anlatacağım ona.
Yemeği birlikte yiyeceğiz. Yarın akşam gidebileceğimizi söylüyor.
-Bilsen ne kadar mutluyum Lulu, dedi Rirette. Çabuk anlatın bana.
Bu gece mi karar
verdiniz buna?
-Bilirsiniz, hiçbir şeye karar vermedim, dedi Lulu
alçakgönüllülükle. Ne olduysa kendi
kendine oldu.
Sinirli sinirli vurdu masaya:
-Garson! Garson! Canımı sıkıyor şu garson, bir kafe-krem
istemiştim.
Rirette şaşkındı. Lulu'nün yerinde olsa, böylesi ciddi bir
durumda, bir kafe-krem için bu
kadar zaman yitirmezdi. Lulu cana yakın bir insandı, ama böyle boş
kafa olduğu zaman
şaşırtıcı bir şey, kuş gibi.
Lulu alabildiğine güldü:
-Henri'nin suratını görmeliydiniz!
-Anneniz bu işe ne der diye kendi kendime soruyorum, dedi Rirette,
ciddi ciddi.
-Annem mi? Bü-yü-le-ne-cek, dedi Lulu, güvenle. Araları bozuktu
onunla biliyorsunuz,
kızar ona. Henri hep benim kötü yetiştirildiğimi dokundurur ona,
yok böyleymişim, yok
şöyleymişim, yok ne idüğü belirsiz bir eğitim gördüğüm apaçıkmış.
Biliyorsunuz, ona biraz
da anneme yaptıkları için böyle davrandım.
-Neler oldu?
-Ne olsun, Robert'e bir şamar attı.
-Robert sizde miydi?
-Evet, bu sabah geçerken uğramış, çünkü annem bir şeyler öğrensin
diye Gompez'nin yanına
vermek istiyor onu. Sanırım bunu size söyledi. Kahvaltımızı
yaparken bize uğradı. Henri bir
şamar attı ona.
-Ama niye? diye sordu Rirette, yüzünü hafifçe buruşturarak.
Lulu'nün olup bitenleri anlatış
biçiminden hoşlanmıyordu.
-Atıştılar, dedi Lulu, belli belirsiz. Küçük de ona katlanmazdı,
kafa tuttu, ağız dolusu
küfretti. Çünkü Henri kötü yetişmiş diyordu ona. Bunu bilir, bunu
söyler; buruluyordum.
Sonra Henri kalktı, odada kahvaltı ediyorduk ve bir tokat attı;
öldürecektim onu.
-Sonra evi terk mi ettiniz.
-Terk etmek mi? Lulu şaşırmıştı.
-Nereyi?
-İşte o zaman bıraktınız Henri'yi sanıyordum. Dinle, Lulu'cüğüm,
olup biteni sırayla anlatın
bana, böyle olmazsa hiçbir şey anlayamam. Söyleyin bana, diye
ekledi, kuşkuya kapılmıştı,
Henri'yi kesinlikle bıraktınız mı, doğru mu bu?
-Evet, tabii, bir saattir size bunu anlatıyorum.
-Güzel. Henri, Robert'e tokat attı. Sonra?
-Sonra, dedi Lulu, Henri'yi balkona kapattım, çok gülünç bir şeydi
bu. Sırtında pijaması
vardı, cama vuruyordu, ama kırmaya da cesaret edemiyordu; çünkü
cimridir. Ben onun
yerinde olsam, ellerim kan içinde de kalsa her şeyi kırar
dökerdim. Sonra Texier'ler geldiler.
Camın öteki tarafından Henri bana gülümsüyordu, işi şakaya boğar
gibi gösteriyordu.
Garson geçti. Lulu adamı kolundan yakaladı:
-Buraya bakar mıydınız? Zahmet olmazsa bana bir kafe-krem
getirseniz?
Rirette canının sıkıldığını hissetti, garsona biraz suçlu gibi
gülümsedi, ama garson
anlamsızca durdu, alay dolu aşırı bir saygıyla eğildi. Rirette,
Lulu'ye biraz kızdı: Kendinden
aşağı olanlara nasıl davranacağını bir türlü bilemiyordu, bazı kez
senli benli, bazı kez çok
uzak ve çok kuru.
Lulu gülmeye başladı.
-Henri'yi pijamayla balkonda görüyorum da ona gülüyorum. Soğuktan
titriyordu. Biliyor
musunuz, nasıl kapattım onu balkona? Henri salonun dibindeydi.
Robert ağlıyordu, o da dır
dır öğütler veriyordu. Kapıyı açtım, Henri, bak, bir araba çiçekçi
kadına çarptı, dedim.
Yanıma geldi, çiçekçi kadını sever; çünkü Henri'ye İsviçreli
olduğunu söylemiş, kendine aşık
da sanıyor onu. Nerede, nerede? diyordu. Ben yavaşçacık çekildim,
odaya girdim, kapıyı
kapattım. Camın ardından bağırdım: Sana öğretirim ben kardeşimle
dalaşmanın ne
olduğunu. Bir saatten fazla bıraktım onu balkonda. Gözlerini iri
iri açmış bize bakıyordu.
Öfkeden morarmıştı.
Henri'ye dilimi çıkarıyordum ve Robert'e şeker veriyordum. Ondan
sonra öteberimi salona
getirdim. Henri'nin bundan tiksindiğini bildiğim için Robert'in
önünde giyindim. Robert
küçük bir erkek gibi sarılıyordu bana, çok sevimli, sanki Henri
orada yokmuş gibi
davranıyorduk. Bu hengamede yüzümü yıkamayı unuttum.
-Camın öteki tarafında seninki. Çok gülünç, dedi Rirette, yüksek
sesle gülerek.
Lulu gülmeyi kesti.
-Soğuk almış olmasın sakın, dedi acele, sinirliyken insanın aklına
gelmiyor. Neşeyle
yeniden söze başladı: yumruğunu sallıyordu bize, durmadan
konuşuyordu, ama dediklerinin yarısı anlaşılmıyordu. Sonra Robert
gitti, hemen ardından Texier'ler kapıyı çaldılar. Onları
içeri aldım.
Onları görünce gülmeye başladı, balkondan onlara selamlar verdi ve
ben Texier'lere Bakın
kocama, şu şeker adama, akvaryumda bir balığa benzemiyor mu?
diyordum. Texier'ler camın
ardından ona selam verdiler; biraz şaşırmışlardı, ama renk
vermediler.
-Görür gibiyim, dedi Rirette gülerek. Ha hay! Kocanız balkonda ve
Texier'ler içeride!
Birçok kez tekrarladı:
-Kocanız balkonda ve Texier'ler içeride... Sahneyi Lulu'ye
betimlemek için gülünç ve tuhaf
sözcükler bulmak isterdi, Lulu'nün gülmece duygundan yoksun
olduğunu düşünüyordu. Ama
sözcükler aklına gelmedi.
-Pencereyi açtım, dedi Lulu, ve Henri içeri girdi. Texier'lerin
önünde öptü beni, küçük
haylaz dedi bana. Küçük haylaz, diyordu, bana bir oyun oynamak
istedi. Ben de
gülümsüyordum. Texier'ler de gülümsüyorlardı kibarca, herkes
gülümsüyordu. Ama onlar
gidince kulağımın tozuna bir yumruk indirdi. O zaman bir fırça
kaptım ve ağzının ortasına
fırlattım, iki dudağını da yardım.
-Zavallı Lulu, dedi Rirette, şefkatle.
Ama Lulu bu şefkat gösterisini bir hareketle savuşturdu. Kumral
saç kıvrımlarıyla oynayarak
kavgacı bir tavırla dimdik duruyordu. Gözlerinden kıvılcımlar
saçıyordu.
-Orada düşünceler ortaya döküldü; olanlar orada oldu; bir havluyla
dudaklarını sildim ve
canıma tak ettiğini, artık onu sevmediğimi, gideceğimi söyledim
ona. Ağlamaya başladı,
kendini öldüreceğini söyledi. Ama laf bunlar, anımsarsınız,
Rirette, geçen yıl,
Rhenanie'yle olan hikayeler sırasında, bütün gün aynı teraneyi
okurdu bana; Neredeyse savaş
çıkacak, Lulu, gideceğim, öleceğim, benim için üzüleceksin, bana
çektirdiğin bütün acılar
yüzünden pişmanlık duyacaksın. İyi iyi, diye karşılık veriyordum
ona, sen
iktidarsızsın, seni askere falan almazlar. Ardından yatıştırdım
onu, çünkü beni odaya
kilitlemekten söz ediyordu, bir aydan önce gitmeyeceğime söz
verdim. Bundan sonra işine
gitti, gözleri kıpkırmızıydı, dudağının üstünde yara bandı vardı,
hiç de hoş görünmüyordu.
Ben ev işleriyle uğraştım, mercimeği ateşe koydum ve çantamı
hazırladım. Mutfak masasının
üstüne de bir iki satır not yazıp bıraktım.
-Ne yazdınız ona?
-Şöyle yazdım, dedi Lulu, gururla: Mercimek ateşin üstünde, yemeği
ye ve gazı kapat.
Buzdolabında jambon var. Benden bu kadar, ben gidiyorum. Hoşça
kal.
İkisi birden güldüler ve geçenler dönüp baktı. Rirette sevimli bir
görünüşleri olduğunu
düşündü ve niçin Viel ya da Cafe de la Paix'in taraçasında
oturmamış olmalarına üzüldü.
Gülmeleri geçince sustular. Rirette artık söyleyecek birşeyleri
kalmadığını gördü. Biraz hayal
kırıklığına uğramıştı.
-Ben kaçıyorum, dedi Lulu, kalkarak, Pierre'i öğleyin göreceğim.
Çantamı ne yapsam
acaba?
-Onu bana bırakın, dedi Rirette, az sonra lavabodaki kadına emanet
ederim. Sizi bir daha ne
zaman göreceğim?
-Saat ikide sizi almaya geleceğim, sizinle birlikte yapacak bir
yığın iş var, öteberimin
yarısını almadım; Pierre bana para vermeli.
Lulu gitti. Rirette garsonu çağırdı. İkisi için de kendini kaygılı
ve üzüntülü hissediyordu.
Garson koştu: Çağıran kendisi olursa garsonun hemen geldiğini
Rirette daha önceden fark
etmişti.
-Beş frank, dedi. Biraz kuru bir tavırla ekledi: İkiniz de pek
neşeliydiniz, kahkahalarınız aşağıdan duyuluyordu. Lulu onu kırdı,
diye düşündü Rirette, canı sıkkın, kızararak.
-Arkadaşım bu sabah biraz sinirli, dedi.
-Sevimli bir kadın, dedi garson içinden gelerek. Teşekkür ederim,
küçük hanım.
Altı frankı cebine indirdi, çekip gitti. Rirette biraz şaşkındı,
ama saat öğleyi çaldı, Rirette,
Henri'nin eve döndüğünü, Lulu'nün yazısını bulduğunu düşündü: Bu
onun için huzur dolu bir
an oldu.
-Tüm bunların yarın akşamdan önce Vondamme Sokağındaki Hotel du
Theatre'a
gönderilmesini istiyorum, dedi.
Lulu kasadaki kadına, bir hanımefendi tavrıyla.
Rirette'e doğru döndü:
-Bitti, Rirette, bağlar koptu.
-İsim? dedi kasadaki kadın.
-Mme Lucienne Crispin.
Lulu mantosunu koluna attı, koşmaya başladı. Samaritaine'nin büyük
merdivenlerini koşarak
indi. Rirette onu izliyordu, ama bastığı yere bakmadığı için az
kalsın kaç kez düşecekti:
Gözleri ancak önünde dans eden mavi ve açık sarı incecik bedeni
görüyordu! Ne olursa olsun
insanı baştan çıkaran bir bedeni olduğu bir gerçek... Rirette,
Lulu'yu sırtından ya da yandan
her görüşünde çizgilerinin baştan çıkarıcılığıyla sersemliyor, ama
kendi kendine bunun
niçinini açıklayamıyordu; bu bir izlenimdi. Kıvrak ve ince, ama
uygunsuz bir şeyler var onda,
nedir çıkartamıyorum. Her giydiğini bedenine kalıp gibi oturtmayı
beceriyor, bundan olmalı.
Arkasından utandığını söyler, sonra da kalçalarına yapışan
eteklikler giyer. Pekala biliyorum,
arkası küçük, benimkinden çok küçük, ama daha çok gözüküyor.
Yusyuvarlak, zayıf
böğürlerinin altında, etekliği iyice dolduruyor, oradan içeri
akıtılmış sanki; sonra da
çalkalanıyor.
Lulu döndü; birbirlerine güldüler. Rirette, bir ayıplanma ve
isteksizlik karışımıyla
arkadaşının uygunsuz bedenini düşünüyordu:
Küçük kalkık göğüsler, düz ve parlak bir ten, sapsarı -insan ona
dokunsa kauçuktan
olduğuna yemin eder- uzun oyluklar, uzun uzun organlı, bıçkın bir
beden. Bir Zenci kadın
bedeni, diye düşündü Rirette, rumba yapan bir Zenci kadın havası
var. Döner kapının
yanındaki bir ayna dolgun çizgilerinin görüntüsünü yansıttı
Rirette'e: Ben daha sportmenim,
diye düşündü Lulu'nün kolundan tutarak. Giyinik olduğumuz zaman
benden daha çok etki
yapıyor, ama çıplakken, ondan daha iyi olduğum kesin.
Bir an sessiz kaldılar, sonra Lulu,
-Pierre iyiydi. Siz de, siz de iyiydiniz, Rirette; her ikinize de
birşeyler borçluyum, dedi.
Bunları zoraki bir tavırla söylemişti, ama Rirette buna dikkat
etmedi: Lulu hiç mi hiç
teşekkür etmesini bilmezdi, çok utangaçtı.
-Canım istemiyor, dedi birden Lulu, ama bir sutyen almak
zorundayım.
-Buradan mı? dedi Rirette. Çamaşır satan bir mağazanın önünden
geçiyorlardı.
-Hayır. Burada gördüm de aklıma geldi. Sutyeni Fischer'den alırım.
-Montparnasse Bulvarında mı? diye bağırdı Rirette. Dikkatli olun,
Lulu, diye devam etti
ciddiyetle, Montparnasse Bulvarında pek gözükmemek iyi olurdu,
hele şu saatlerde:
Henri'yle burun buruna geliveririz, bu da son derece tatsız bir
şey olur.
-Henri'yle mi? dedi Lulu, omuz silkerek. Yok canım,
niçin olsun?
Öfkeden Rirette'in yanakları ve şakakları pembeleşmişti.
-Siz her zaman aynısınız, Lulu'cüğüm, bir şey hoşunuza gitmedi mi,
onu saflıkla ve
kolaylıkla yadsıyorsunuz. Fischer'e gitmek istiyorsunuz,
gelgelelim, bana, Henri'nin
Montparnasse Bulvarından geçmediğini söylüyorsunuz. Her gün saat
altıda buradan geçtiğini
pekala biliyorsunuz, burası onun yolu. Bunu bana siz
söylemiştiniz:
Rennes Sokağını çıkar, otobüsü Raspail Bulvarının köşesinde
bekler, diye.
-Şimdi saat olsa olsa beş, dedi Lulu. Sonra, belki işe gitmedi.
Ona yazdığım yazıdan sonra
yayılıp kalmış olmalı.
-Ama Lulu, dedi Rirette, bir başka Fischer var, biliyorsunuz.
Opera'dan pek uzak değil,
Quatre-Septembre Sokağında.
-Evet, dedi Lulu, gevşek bir tavırla. Ama oraya kadar gitmek
gerekiyor.
-A! Çok hoşsunuz Lulu'cüğüm! Oraya kadar gitmek gerekiyor! Ama iki
adımlık yer,
Montparnasse Kavşağından çok daha yakın.
-Sattıkları şeyleri beğenmiyorum.
Rirette içinden alaylı alaylı tüm Fischer'lerin aynı malı
sattığını düşündü. Ama Lulu'nün
anlaşılmaz dikkafalılıkları vardı: Henri, şu anda Lulu'nün en az
karşı karşıya gelmek zorunda
olduğu söz götürmez bir kişiydi. Sanki bunu ayaklarına kapansın
diye bile bile yapıyordu.
-Pekala, dedi hoşgörüyle. Haydi Montpainasse'a, zaten Henri o
kadar iri ki, o bizi görmeden
biz onu görürüz.
-Hem niçin? dedi Lulu. Onunla karşılaşırsak
karşılaşırız, o kadar, bizi yemez ya.
Lulu, Montparnasse'a doğru yürümeye koyuldu; hava almaya ihtiyacı
olduğunu söylüyordu.
Seine Sokağından, sonra Odeon Sokağından ve Vaugirard Sokağından
geçtiler. Rirette,
Pierre'e övgüler yağdırdı ve bu durumda yapması gerekeni yaptığını
Lulu'ya anlattı.
-Paris'i bu kadar sevdiğime göre üzüleceğim oralarda, dedi Lulu.
-Susun şimdi Lulu. Düşünüyorum da Nice'e gitmek gibi bir fırsat
var ve Paris'ten yana
üzüntü çekiyorsunuz.
Lulu karşılık vermedi, araştırıcı ve hüzünlü bir havayla sağa sola
bakmaya koyuldu.Fischer'den çıktıklarında saatin altıyı vurduğunu işittiler.
Rirette, Lulu'yu dirseğinden
yakaladı, onu daha hızlı götürmek istedi. Ama Lulu, çiçekçi
Baumann'ın önünde durdu.
-Şu açelyalara bakın, Rirette'ciğim. İyi bir salonum olsaydı
bunlardan her yana koyardım.
-Saksıda çiçek sevmem, dedi Rirette.
Çileden çıkmıştı. Başını Rennes Sokağından yana çevirdi ve olan
oldu, bir dakika sonra
Henri'nin aptal iri görüntüsünün belirdiğini gördü. Başı açıktı,
sırtında kestane rengi tweed
spor bir ceket vardı.
Rirette kestane renginden tiksiniyordu.
-İşte Lulu, işte, dedi, atılırcasına.
-Nerede? dedi Lulu, nerede? Rirette kadar bile sakin değildi.
-Ardımızda, öteki kaldırımda. Gidelim, o yana da dönmeyin.
Lulu birden döndü.
-Gördüm onu, dedi.
Rirette onu sürüklemeye kalktı, ama Lulu karşı koydu, sabit
gözlerle Henri'ye bakıyordu.
Sonunda,
-Sanırım bizi gördü, dedi.
Korkmuş gözüküyordu, kendini Rirette'e bırakıverdi ve uysalca onun
peşine takıldı.
-Şimdi, Tanrı aşkına, Lulu, dönmeyiniz artık, dedi Rirette, biraz
nefes nefese. Sağdaki en
yakın sokaktan dönüveririz. Delambre Sokağından. Çok hızlı
yürüyorlardı, geçenleri itip
kakıyorlardı. Bazen Lulu sürükleniyordu, bazen da Rirette'i ileri
doğru sürükleyen o oluyordu.
Ama Rirette Lulu'nün biraz ardında iri kumral bir gölge gördüğü
zaman daha Delambre
Sokağının köşesine ulaşmamışlardı; bunun Henri olduğunu anladı ve
öfkeden titremeye
başladı. Lulu gözkapaklarını eğik tutuyor, sinsi ve inatçı bir
havada gözüküyordu.
Tedbirsizliğine üzülüyor, ama çok geç, bu çok kötü onun için.
Adımlarını sıklaştırdılar,
Henri onları tek bir söz söylemeden izliyordu. Delambre Sokağını
geçtiler, Observatoire
yönünde yürümeye devam ettiler. Rirette, Henri'nin ayakkabılarının
gıcırtısını duyuyordu,
yürüyüşlerini noktalayan düzenli ve hafif bir çeşit hırıltı da
vardı. Bu Henri'nin soluklarıydı
(Henri her zaman kuvvetli soluk alır verirdi, ama hiçbir zaman şu
andaki gibi değil; ya onlara yetişmek için koştuğundan, ya da
heyecandan). Sanki o burada değilmiş gibi
davranmalı, diye düşündü Rirette.
Varlığı gözümüze ilişmemiş gibi gözükmeli. Ama göz ucuyla ona
bakmaktan da kendini
alamıyordu. Çamaşır gibi beyazdı ve gözkapaklarını öylesine
eğmişti ki gözleri kapalı gibiydi.
Uyurgezer dense yeridir, diye düşündü Rirette bir çeşit korkuyla.
Henri'nin dudakları
titriyordu ve alt dudağının üstünde yarı kopmuş kırmızımsı bir
yara bandı da titreyip
duruyordu. Ve soluğu, düzenli ve boğuk soluğu şimdi hımhım bir
müzikle sona eriyordu.
Rirette kendini kötü hissediyordu. Henri'den korkmuyordu, ama
hastalık ve tutkuydu hep ona
korku veren.
Biraz sonra Henri, elini, bakmaksızın yavaşça uzattı, Lulu'nün
kolunu yakaladı. Lulu
neredeyse ağlayacakmış gibi ağzını büzdü ve irkilerek kendini
kurtardı.
-Üüf! yaptı Henri.
Rirette'in durmak gibi çılgınca bir düşünce vardı kafasında.
Göğsünde bir sancı vardı,
kulakları uğulduyordu. Ama Lulu neredeyse koşuyordu; o da bir
uyurgezeri andırıyordu.
Lulu'nün kolunu bıraksa ve kendisi dursa, öteki ikisi yan yana,
suskun ölüler gibi solgun ve
gözleri kapalı koşmayı sürdürecekler gibi geliyordu Rirette'e.
Henri konuşmaya başladı. Kısık, garip bir sesle konuşuyordu:
-Benimle eve dön.
Lulu karşılık vermedi. Henri boğuk ve vurgusuz aynı sesle yeniden
konuştu:
-Benim karımsın. Benimle gel.
-Dönmek istemediğini pekala görüyorsunuz, dedi Rirette, dişlerini
sıkarak. Rahat bırakın
onu. Henri'nin Rirette'i duymamış bir hali vardı. Tekrarlıyordu:
-Senin kocanım, benimle eve dönmeni istiyorum.
-Onu rahat bırakın rica ederim, dedi Rirette, tiz bir sesle. Onun
canını sıkmakla hiçbir şey
geçmez elinize. Rahat bırakın bizi.
Henri, Rirette'e doğru şaşkınca döndü:
-Bu benim karım, dedi. Bu kadın benimdir, benimle evine dönsün
istiyorum. Lulu'nün
kolunu yakaladı, bu kez kendini kurtaramadı Lulu.
-Defolun, dedi Rirette.
-Bir yere gitmem, onu her yerde izleyeceğim, eve dönsün istiyorum.
Zorlanarak
konuşuyordu. Birden dişlerini gösteren bir yüz hareketi yaptı ve
var gücüyle bağırdı:
-Sen benimsin!
İnsanlar gülerek dönüp baktılar. Henri, Lulu'nün kolunu sarsıyor,
dudaklarını oynatarak bir
hayvan gibi homurdanıyordu. Bereket versin boş bir araba geçiverdi.
Rirette arabaya işaret
etti ve araba durdu. Henri de durdu. Lulu yürüyüp gitmek istedi,
ama her biri bir kolundan
sıkıca tuttular onu.
-Anlamalısınız, dedi Rirette, Lulu'yü yola doğru çekerek. Bu
zorbalıkla onu eve
götüremezsiniz.
-Bırakın onu; bırakın karımı, diye Henri, Lulu'yü öteki yana
çekiyordu. Lulu bir çamaşır
paketi gibi yumuşaktı.
-Binecek misiniz, binmeyecek misiniz? diye bağırdı şoför
sabırsızlıkla.
Rirette, Lulu'nün kolunu bıraktı ve Henri'nin eline
yağmur gibi yumruklar indirdi. Ama
Henri, bunları duymuyormuş gibi gözüküyordu. Biraz sonra Henri,
Lulu'yü koyuverdi, aptal
bir tavırla Rirette'e bakmaya başladı. Rirette de ona baktı.
Düşüncelerini toplamakta zorluk
çekiyordu; uçsuz bucaksız bir tiksinti kaplamıştı içini. Bir iki
saniye göz göze durdular. İkisi
de soluyordu. Rirette, Lulu'yü gövdesinden yakaladı, arabaya dek
sürükledi.
-Nereye? dedi şoför.
Henri onların ardındaydı, birlikte arabaya binmek istiyordu. Ama
Rirette onu var gücüyle itti
ve kapıyı birdenbire kapattı.
-Oh, kalkın, kalkın! dedi şoföre. Nereye gideceğimizi sonra
söyleriz.
Araba kalktı, Rirette arabanın arkasına doğru kaykıldı. Her şey ne
kadar bayağıydı, diye
düşündü. Lulu'dan nefret ediyordu.
-Nereye gitmek istiyorsunuz, Lulu'cüğüm, diye sordu tatlılıkla.
Lulu karşılık vermedi. Rirette onu kollarıyla sardı, inandırıcı
olmaya çalıştı:
-Bana karşılık vermelisiniz. İster misiniz sizi Pierre'e
bırakayım?
Lulu, Rirette'in evet anlamı çıkardığı bir hareket yaptı. Rirette
öne eğildi:
-Messine Sokağı, 11.
Rirette döndüğü zaman Lulu ona garip bir tavırla bakıyordu.
-Nesi vardı... diye söze başladı Rirette.
-Sizden iğreniyorum! diye bağırdı Lulu, Pierre'den iğreniyorum,
Henri'den iğreniyorum.
Nedir benden istediğiniz? Bana işkence ediyorsunuz.
Birden durdu, tüm çizgileri gerildi.
-Ağlayın, dedi Rirette, sakin bir ağırbaşlılıkla. Ağlayın, iyi
gelir size. Lulu iki büklüm oldu,
hıçkırmaya başladı. Rirette onu kollarının arasına aldı, sıktı.
Saçlarını okşuyordu. Ama, bunun
dışında, kendini soğuk ve aşağılanmış hissediyordu. Araba durduğu
zaman Lulu yatışmıştı.
Gözlerini kuruladı ve yüzüne pudra sürdü.
-Bağışlayın beni, dedi kibarca. Sinirden. Onu bu durumda görmeye
dayanamadım, bana acı
veriyordu.
-Bir orangutana benziyordu, dedi Rirette durgunca. Lulu güldü.
-Sizi ne zaman göreceğim? diye sordu Rirette.
-O! Yarından önce olmaz. Pierre, annesinin yüzünden beni eve
götüremez, biliyorsunuz.
Ben Hotel du Theatre'dayım. Zahmet olmazsa, biraz erkence
gelebilirseniz; dokuza doğru,
çünkü daha sonra annemi görmeye gideceğim.
Rengi uçuktu. Lulu'nün darmadağın olmasındaki kolaylığın
korkunçluğunu hüzünle düşündü Rirette.
-Bu gece pek yormayın kendinizi, dedi.
-Korkunç derecede yorgunum, dedi Lulu, sanırım Pierre beni erken
rahat bırakır, ama böyle
şeyleri hiç anlamıyor.
Rirette arabada kaldı ve evine gitti. Bir an için sinemaya gitmeyi
düşündü, ama bunu
yapmayı artık yüreği götürmedi. Şapkasını bir sandalyenin üstüne
attı, cama doğru yürüdü.
Ama yatak çekti onu, gölgeli çukurluğu içinde
serin, yumuşacık, bembeyaz. Oraya kendini
atmak, yanan yanaklarında yastığın okşayışını duymak. Ben
güçlüyüm, ne yaptıysam ben
yaptım Lulu için ve şimdi yalnızım ve kimse benim için bir şey
yapmıyor. Kendine öylesine
acıdı ki bir hıçkırık düğümü geldi takıldı boğazına. Nice'e
gidecekler, onları artık
görmeyeceğim: Onların mutluluğunu yaratan bendim, ama beni
düşünmeyecekler artık. Ve
ben burada, Burma'da yalancı inciler satarak günde sekiz saat
çalışıp duracağım. İlk
gözyaşları yanağından aktığı zaman kendini yavaşça yatağa bıraktı.
Nice'e... diye
tekrarlıyordu acı acı ağlayarak, Nice'e... güneşe... Riviera
kıyılarına...
Off! Karanlık gece. Sanki biri odanın içinde yürüyor gibi:
Terlikleriyle bir adam.
Sakınarak bir adım atıyordu, döşemenin hafifçe gıcırdamasına
aldırmadan, sonra ötekini.
Duruyor, bir an suskunluk oluyor, sonra odanın öteki köşesinden,
birden bir sapık gibi,
amaçsızca yürümeye başlıyordu. Lulu üşümüştü, örtüler son derece
hafifti. Yüksek sesle
Off! dedi ve kendi sesinden kendi korktu.
Off! Şimdi yıldızlara ve gökyüzüne baktığına eminim, bir sigara
yakar, dışarıdadır, Paris'in
göğünün morumsu rengini sevdiğini söylerdi. Kısa adımlarla evine
döner, kısa adımlarla:
Böyle yaptığı zamanlar kendini şair gibi hisseder, bunu bana
söyledi, sağılmaya götürülen bir
inek kadar hafif, düşünmez artık ve ben kirliyim. Şu anda temiz
olması beni şaşırtmıyor,
pisliğini burada bıraktı, karanlıkta, bir havlu onunla dolu,
yatağın ortasında çarşaf ıslak,
bacaklarımı geremiyorum, çünkü ıslaklığı derimin altında
duyacağım, ne pislik. O kupkuru,
çıktığı zaman pencerenin altında ıslık çaldığını duydum, o orada
aşağıda, güzel giysileri
içinde kuru ve taze, mevsimlik pardösüsü içinde; giyinmesini
bilmekle tanınır o, bir kadın
onunla dışarı çıkmaktan gururlanabilir, o pencerenin altındaydı ve
ben çırılçıplak gecenin
içindeydim, üşümüştüm ve ellerimle karnımı ovuşturuyordum, çünkü
hala ıpıslak olduğuna
inanıyordum. Bir dakikalığına buraya çıktım, demişti, yalnızca
odanı görmek için. İki saat
kaldı ve yatak gıcırdadı -şu pis demir karyola.
Nereden bulmuştu bu oteli, diye sordum kendi kendime, bana eskiden
burada on beş gün
geçirdiğini söylemişti, pek rahat olacakmışım burada, odaların
tuhaflıkları bunlar, iki oda
gördüm, bu denli küçük oda görmemiştim, eşyayla doluydular,
puflar, kanepeler, küçük
masalar vardı, bunlar pis pis aşk kokuyor, on beş gün geçirdi mi
geçirmedi mi bilmem, ama
muhakkak ki yalnız değildi on beş gün, bana oldukça saygı
göstermesi gerekiyor beni buraya
bağlaması için: Biz yukarı çıkarken otelin garsonu alay ediyordu.
Cezayirliydi, bu adamlardan nefret ederim, korkarım onlardan,
bacaklarıma baktı, sonra
yazıhaneye girdi, kendi kendime Tamam, işi pişirecekler demiştir,
pis şeyler kurumuştur
kafasında, orada, kadınlara yaptıkları şeyler korkunç gözüküyor;
ellerine bir kadın düşerse,
yaşamı boyunca eksik kalır. Pierre durmadan canımı sıkarken, benim
ne yaptığımı düşünen ve
olduğundan da daha kötü pislikleri kafasında canlandıran bu
Cezayirliyi düşünüyordum.
Odada biri var! Lulu soluğunu kesti, ama çıtırtı da durdu hemen
hemen. Oyluklarının arasında
ağrı var, bu kaşındırıyor beni, bu yakıyor beni, canım ağlamak
istiyor, bu böyle her gece
olacak, yalnız önümüzdeki gece değil, çünkü trende olacağız.
Lulu dudağını ısırdı ve titredi çünkü inlediğini anımsıyordu.
Doğru değil bu, inlemedim,
yalnızca biraz güçlü soluk aldım, çünkü çok ağırdı, üstümde olduğu
zaman soluğumu kesiyor.
İnledin, hoşlanıyorsun, dedi bana, böyleyken konuşulmasından
tiksinirim, insan kendini
unutsun isterim, ama o açık saçık şeyler söylemekten geri kalmaz.
İnlemedim bir kere, zevk
alamıyorum, bu bir olgu, hekim söyledi, üstelik de ben vermiyorum
kendimi ona. Buna
inanmak istemiyor, buna hiç inanmak istemediler. Hepsi: Çünkü sen
kötü başlamışsın,
zevkin ne olduğunu öğreteceğim ben sana, diyorlardı. Bırakıyordum
söylesinler, olup biteni
pek iyi biliyordum, tıpla ilgili bir olaydı, ama bu işlerine
gelmiyor.
Biri merdivenleri çıkıyordu. İşte, biri giriyor içeri. Ne olur,
Tanrım, gelen o olsun. Eğer onu
götürmek düşüncesi varsa kafasında, yapar o yapacağını. Bu değil
o, ağır adımlar bunlar -öyleyse -Lulu'nün yüreği hopladı -Cezayirliyse, yalnız olduğumu
biliyor; neredeyse
yüklenecek kapıya, dayanamam, böylesine dayanamam, hayır,
aşağıdaki kattan bu, biri odasına dönüyor, anahtarını kilide
sokuyor, zaman gerek ona, sarhoş, kim oturuyor
bu otelde diye soruyorum kendime, sözüm ona temiz kimseler olmalı;
bu öğleden sonra
merdivende kızıl saçlı bir kadına rastladım, gözleri esrarkeş
gözüydü. Ben inlemedim! Ama
doğal olarak, beni uyarmak için sonunda bütün marifetlerini ortaya
döküyor, bu işi beceriyor,
bu işi bilenlerden korkarım, bozulmamış bir erkekle yatmayı
yeğlerdim. Gitmesi gereken yere
dosdoğru giden hafifçe dokunan, biraz bastıran, fazla değil,
eller... Çalmasını bildikleri için
bundan bir övünç payı çıkardıkları bir çalgı yerine koyuyorlar
sizi.
Beni uyarmalarından iğreniyorum, boğazım kuru, korkuyorum, ağzımda
bir tat var ve bana
egemen olduklarını sandıkları için yerin dibine geçiyorum; Pierre,
kendini beğenmiş budalaca
bir tavır takındığı ve -Benim tekniğim var, dediği zaman
tokatlasam onu. Tanrım, yaşam
bunun için mi, bunun için mi giyinip kuşanmak, yıkanmak ve güzel
olmak, tüm romanlar da
bunun üstüne mi yazılmışlar, her zaman bu mu düşünülüyor, sonunda
işte meydanda olup
biten, yarı yarıya soluğunuzu kesen ve işin sonunu getirmek için
karnınızı ıslatan adamın
biriyle bir odaya giriliyor. Uyumak istiyorum, oh! Yalnızca biraz
uyuyabilsem, yarın bütün
gece yolculuk yapacağım, harap olacağım. Nice'de başıboş dolaşmak
için biraz diri olmak
isterim; güzel bir şey gibi gözüküyor.
İtalyanvari küçük sokaklar ve güneşte kuruyan renkli çamaşırlar
vardır. Resim sehpamla
kurulacağım oraya ve resim yapacağım ve küçük kızlar gelip ne
yaptığıma bakacaklar. Pislik!
(Biraz kaykılmıştı ve kalçası çarşafın ıslak lekesine dokunmuştu.)
Bunun için beni götürüyor.
Kimse sevmiyor beni. Yanımda yürüyordu ve ben hemen hemen
bitkindim, tatlı bir söz
bekliyordum. Seni seviyorum, deseydi, muhakkak onun evine dönemeyecektim, ama ona
hoş şeyler söyleyecektim, dostça ayrılacaktı, bekliyordum,
bekliyordum, kolumu tuttu,
kolumu ona bıraktım, Rirette kızgındı, orangutana benzediği doğru
değil, ama bilirim Rirette
böylesi şeyler düşünür, kötü bakışlarla yan yan ona bakıyordu,
kötü olabilmesi şaşırtıcı bir
şey, pekala, buna karşın kolumu yakaladığı zaman karşı koymadım,
ama onun istediği ben
değildim, karısını istiyordu, çünkü benimle evliydi ve çünkü benim
kocamdı; beni her zaman
eziyordu, benden daha akıllı olduğunu söylüyordu, başına ne
geldiyse kendi hatasındandır,
bana yüksekten bakmamalıydı; yine de onunla olurdum.
Şu anda beni aramadığına, özlemediğine eminim, ağlamaz, dırlanır,
işte bütün yaptığı budur
ve hoşnuttur; çünkü tüm yatak onundur ve iri bacaklarını
yayabilir. Ölmek isterdim. Benim
için kötü düşünür diye çok korkuyorum. Ona hiçbir şeyi
açıklayamıyordum, çünkü Rirette
aramızdaydı, konuşuyordu, konuşuyordu, konuşuyordu, hırçın bir
hali vardı. Rirette de
hoşnuttur şimdi, yürekliliği için kendi kendini över, bir koyun
kadar uysal olan Henri'ye kötü
davrandığı için. Gideceğim. Bir köpek gibi onu ortada koyup
gitmeye zorlayamazlar beni.
Yatağın dışına atladı ve düğmeyi çevirdi. Çoraplarım ve
kombinezonum yeter. Saçlarını
taramak zahmetine bile katlanmadı, öylesine aceleciydi. Beni
görecek insanlar koca külrengi
mantom içinde benim çıplak olduğumu bilmeyecekler; ayaklarıma dek
iniyor. Cezayirli
-yüreği çarparak durakladı- bana kapıyı açması için onu uyandırmam
gerekiyor. Merdivenleri
sessizce indi- ama basamakları tek tek gıcırdıyordu, yazıhanenin
camına vurdu.
-Ne var? dedi Cezayirli.
Gözleri kırmızı ve saçları karmakarışıktı, pek ürkütücü gibi
gözükmüyordu.
-Bana kapıyı açın, dedi Lulu kuruca.
Bir çeyrek kadar sonra Henri'nin kapısını çalıyordu.
-Kim o? diye sordu Henri kapının ardından.
-Benim!
Karşılık vermiyor, benim içeri girmemi istemiyor. Açana dek
vuracağım kapıya, komşular
yüzünden direnmez. Bir dakika sonra kapı aralandı ve Henri
burnunun üstünde bir sivilceyle,
solgun bir yüzle çıktı ortaya, sırtında pijaması vardı. Uyumadı,
diye düşündü Lulu şevkatle.
-Böyle gitmek istemedim; seni yeniden görmek
istedim.
Henri hiçbir şey söylemiyordu. Lulu onu biraz iterek içeri girdi.
Ne de beceriksizdir, insan
onu hep yolunun üstünde bulur, bana gözlerini açmış bakıyor, eli
kolu sallanıyor, ancak gövde
gösterisi bilir. Sus, git, sus, canının sıkkın olduğunu ve
konuşamadığını pekala görüyorum.
Henri tükrüğünü yutmak için çaba harcıyordu, kapıyı Lulu kapatmak
zorunda kaldı.
-Dostça ayrılalım istiyorum, dedi.
Henri konuşmak istiyormuş gibi ağzını açtı, birden döndü ve kaçtı.
Ne oldu? Ardından
gitmeye cesaret edemiyordu. Ağlıyor mu? Lulu birden onun
öksürüğünü duydu; tuvaletteydi.
Henri döndüğü zaman boynuna sarıldı ve ağzını onun ağzına
yapıştırdı: Kusmuk kokuyordu.
Lulu hıçkırdı.
-Üşüyorum, dedi Henri.
-Yatalım, diye önerdi ağlayarak Lulu. Yarın sabaha dek kalmak
istiyorum.
Yattılar. Lulu büyük hıçkırıklarla sarsıldı, çünkü odasına, güzel
temiz yatağına ve camdaki
kırmızı ışığa yeniden kavuşmuştu. Henri onu kollarının arasına
alır diye düşünüyordu; ama o
hiçbir şey yapmadı:
Boylu boyunca yatıyordu, yatağa serilmiş bir örtü gibiydi sanki.
Bir İsviçreliyle konuştuğu
zamanki kadar katıydı. Lulu onun başını ellerinin arasına aldı ve
ona sabit sabit baktı, Sen
temizsin, sen, sen temizsin. Henri ağlamaya başladı.
-Öylesine mutsuzum ki, dedi, hiç böylesi mutsuz olmamıştım.
-Ben mutsuz değilim artık, dedi Lulu.
Uzun süre ağladılar. Bir süre sonra Lulu yatıştı ve başını
Henri'nin omzuna koydu. Uzun
süre böyle kalınabilse: Saf ve mahzun iki öksüz gibi, ama olanağı
yok bunun, hayatta olmaz
bu. Yaşam Lulu'nün üstüne üstüne gelen ve onu Henri'nin
kollarından çekip koparan
koskoca bir dalgaydı. Elin, kocaman elin. Elleriyle gururlanır,
çünkü iridir onlar, eski
ailelerden gelenlerin ellerinin ayaklarının iri olduğunu söyler.
Bedenimi ellerinin arasına
almayacak artık -biraz gıdıklıyordu beni, ama gururlanıyordum,
çünkü neredeyse parmakları
birbirine değiyordu. İktidarsız olduğu doğru değil, temiz o, temiz
-ve biraz tembel. Yaşlı
gözleriyle güldü ve onu çenesinin altından öptü.
-Ne diyeceğim anneme babama? dedi Henri. Annem duyunca ölür.
Mme Crispin ölmeyecekti, sevinç duyacaktı tersine. Benden söz
edecekler, yemekte, beşi
birden kınayan bir tavırla, her şeyi enine boyuna bilen insanlar
gibi, ama on altı yaşındaki
küçük kızın varlığından ötürü her şeyi söylemek istemeyen insanlar
gibi, yanında bazı
şeylerden söz edilmeyecek yaşta bir kızdı o. Öte yandan benimle
eğlenecek, çünkü öğrenecek
her şeyi, her şeyi bilir her zaman ve tiksinir benden. Tüm çamur
bu! Ve görünüşler
bana karşı.
-Hemen şimdi söyleme, diye yalvardı Lulu. De ki sağlığı için
Nice'e gitti.
-İnanmayacaklar bana.
Lulu, Henri'nin tüm yüzünü çabuk çabuk öptü.
-Benimleyken yeterince kibar değildin, Henri.
-Sahi, dedi Henri, yeteri kadar kibar değildim. Ama
sen de değildin, dedi düşünceli bir
yüzle; kibar değildin.
-Ben değildim, ha! dedi Lulu. Ne kadar mutsuzuz. Lulu o kadar
kuvvetli ağlıyordu ki
tıkanacağını sandı: Birazdan gün doğacak ve o gidecekti. İstenilen
şey hiç mi hiç yapılmıyor,
sürüklenip gidiyor insan.
-Böyle gitmek zorunda değildin, dedi Henri. Lulu içini çekti:
-Seni çok seviyordum, Henri:
-E şimdi sevmiyor musun beni artık?
-Aynı şey değil bu.
-Kiminle gidiyorsun?
-Senin tanımadığın kimselerle.
-Benim tanımadığım kimseleri sen nasıl tanıyorsun, dedi Henri
öfkeyle. Nerede görüyorsun
onları?
-Bırak bunu, şekerim, benim küçük Gulliverim, kocalık
yapmayacaksın ya şu sıra?
-Bir erkekle gidiyorsun! dedi Henri ağlayarak.
-Dinle, Henri, yemin ederim ki değil, annemin başı için erkekler
fazlasıyla tiksindiriyor beni
şu an. Bir karı-kocayla gidiyorum, Rirette'in dostları, yaşlı
insanlar. Yalnız yaşamak
istiyorum, bana iş bulacaklar. Oh! Henri bir bilsen yalnız
yaşamaya nasıl ihtiyaç duyuyorum,
tüm bunlar iğrendiriyor beni.
-Ne? dedi Henri. Seni iğrendiren ne?
-Her şey! Öptü onu. Beni iğrendirmeyen tek şey sensin, şekerim.
Ellerini Henri'nin pijamasından içeri soktu ve tüm bedenini
okşadı. Henri bu soğuk ellerden
titredi, ama bıraktı onu, yalnızca,
-Hastalanacağım, dedi.
İçinde kırılan birşeylerin olduğu kesindi.
Saat yedide Lulu kalktı, ağlamaktan gözleri şişmişti; bitkince,
-Oraya dönmem gerekiyor, dedi.
-Orası neresi?
-Hotel de Theatre'dayım, Vandamme Sokağında. Pis bir yer.
-Benimle kal.
-Hayır, Henri, rica ederim, zorlama; sana bunun olanaksız olduğunu
söyledim.
Sizi sürükleyen dalgadır, yaşam bu; ne yargılanabilir, ne
anlaşılabilir, bırakın gitsin
demekten başka yapacak bir şey yok. Yarın Nice'de olacağım.
Ilık suda gözlerini yıkamak için tuvalete geçti.
Titreyerek mantosunu giydi. Bir alınyazısı
gibidir bu. Allah vere de bu gece trende uyuyabilsem, öyle olmazsa
Nice'e varınca gebermiş
olurum. Birinci mevki alır umarım. Birinciyle ilk kez yolculuk
yapacağım. Her şey her zaman
böyledir: Yıllardır birinci mevkide uzun bir yolculuk yapmak
isterdim; tam bunun
gerçekleşeceği sırada her şey öylesi bir düzene girdi ki ne tadı
kaldı, ne tuzu benim için.
Gitmekte acele ediyordu, çünkü şu son anlarda katlanılmazı
olanaksız bir şeyler vardı.
-Şu Gallois'yla ne yapacaksın? diye sordu Lulu. Gallois, Henri'den
bir duvar ilanı istemişti,
Henri yaptı onu, şimdi de Gallois artık istemiyordu ilanı.
-Bilmiyorum, dedi Henri.
Henri örtülerin altında büzülmüştü, saçlarından ve kulağının
ucundan başka bir şey
görünmüyordu artık. Ağır ve cansız bir sesle,
-Sekiz gün boyunca uyumak isterdim, dedi.
-Hoşça kal, şekerim, dedi Lulu.
-Hoşça kal.
Onun üstüne eğildi, örtüyü biraz araladı ve alnından öptü. Uzun
bir süre kapının
sahanlığında, kapıyı kapatıp kapatmama kararsızlığı içinde durdu.
Bir süre sonra, gözlerini
çevirdi ve şiddetle kapıyı çekti. Kuru bir gürültü duydu ve az
daha bayılacağını sandı.
Buna benzer bir duyguyu babasının tabutu üstüne ilk toprak
atılırken de duymuştu.
-Henri pek nazik davranmadı. Beni kapıya kadar geçirmek için
yataktan kalkabilirdi. Kapıyı
o kapatsaydı daha az acı duyardım gibi geliyor bana.
-Yaptı yapacağını! dedi Rirette, bakışları uzakta. Yaptı
yapacağını! Akşamdı. Saat altıya
doğru Pierre, Rirette'e telefon etmişti ve Rirette, Döme'da gelip
onu bulmuştu.
-Peki siz, dedi Pierre; biz onu bu sabah saat dokuza doğru
görmeyecek miydiniz?
-Gördüm.
-Tuhaf bir durumu yok muydu?
-Yo, hayır, dedi Rirette. Bir şey fark etmedim. Biraz yorgundu,
ama bana siz gittikten sonra
Nice'i görmek düşüncesinden doğan coşkudan ve biraz da Cezayirli
garsonun korkusundan
pek iyi uyumadığını söyledi... Bakın, üstelik de bence sizin
birinci mevki bilet alıp
almayacağınızı sordu bana, birinci mevkide yolculuk etmenin
hayatının düşü olduğunu
söyledi. Yok, diye kesti attı Rirette, kafasında bu gibi şeyler
yoktu eminim, hiç olmazsa ben
oradayken yoktu. İki saat kaldım onunla, tüm bunların dışında
oldukça da gözlemciyimdir,
gözüme ilişen bir şey olsaydı, o çok gizli kapaklıdır diyeceksiniz
bana, ama onu dört yıldır
tanıyorum, yığınla olayların arasında gördüm onu, ezberime
almışımdır ben Lulu'cüğümü.
-Öyleyse Texier'ler onu karar vermeye zorlamışlardır. Tuhaf...
Biraz daldı ve birden yeniden
başladı söze: Onlara kim verdi Lulu'nün adresini diye soruyorum
kendi kendime, oteli seçen
benim, bu otelden söz edildiğini daha önce hiç duymamıştı.
Dalgın dalgın Lulu'nün mektubuyla oynuyordu Pierre,
Rirette'in canı sıkkındı, çünkü
mektubu okumak isterdi ve Pierre bu konuda bir şey önermiyordu.
-Ne zaman aldınız mektubu? diye sordu sonunda.
-Mektup mu? Mektubu aldırmadan uzattı ona. Bakın, okuyabilirsiniz.
Saat bire doğru kapıcı
kadına bırakılmış olmalı. Menekşe renkli ince bir kağıttı bu,
tütüncülerde satılan cinsten.
Şekerim,
Texier'ler geldiler (adresi kim verdi onlara bilmiyorum), sana çok
zahmet
veriyorum, ama gitmiyorum, sevgilim, sevgili Pierre, Henriyle
kalıyorum, çünkü son derece
üzgün. Texier'ler onu bu sabah görmüşler, onlara kapıyı açmak
istememiş. Mme Texier
adamda insan suratı kalmadığını söyledi. Pek naziklerdi ve
söylediğim nedenleri anladılar.
Mme Texier olup biteni bir yana bırakalım, dedi, ayının tekidir,
ama içinde kötülük yoktur,
dedi. Dedi ki: onun için ne kadar önemli olduğumu anlaması için
böyle bir şey gerekliydi.
Kim verdi onlara adresimi bilmiyorum, söylemediler bana, bu sabah
ben Rirette'le otelden
çıkarken beni görmüş olmalı. Mme Texier benden hatırı sayılır bir
özveride bulunmamı
istediğinin farkında olduğunu, ama buna karşı çıkmayacağımı
bilecek kadar da beni tanıdığını
söyledi.
Nice yolculuğumuz için çok üzülüyorum, sevgilim, pek mutsuz
sayılmazsın diye düşündüm,
çünkü sen bana her zaman için sahipsin. Ben tüm yüreğim ve bütün
bedenimle seninim, eskisi
kadar sık sık göreceğiz birbirimizi. Ama Henri bana artık sahip
olmasaydı öldürürdü kendini,
ben onun için vazgeçilmez bir şeyim, kendimi böylesi bir
sorumluluk içinde hissetmek benim
hoşuma gitmiyor, inan. Umarım beni pek korkutan ağız kavgaları
yapmaya kalkmayacaksın,
pişmanlık acısı çekeyim istemezsin, değil mi? Şimdi Henri'nin
yanına dönüyorum, onu da bu
halde göreceğimi düşününce biraz kanım çekilir gibi oluyor, ama
koşullarımı ileri sürecek
kadar cesaretim olacak. Önce fazlasıyla özgürlük isteyeceğim,
çünkü seni seviyorum, sonra
Robert'i rahat bırakmasını ve annem için kötü şeyler söylememesini
isteyeceğim.
Şekerim, çok mutsuzum, burada olmanı isterdim, seni istiyorum,
sarıl bana, tüm bedenimde
okşayışlarını duyayım. Yarın saat beşte Döme'da olacağım.
-Lulu.
-Zavallı Pierre'ciğim! Rirette onun elini tuttu.
-Asıl onun için üzüldüğümü size söyleyeyim! dedi Pierre. Havaya ve
güneşe ihtiyacı vardı.
Ama madem ki, böyle karar verdi... Annem korkunç sahneler yarattı,
diye sürdürdü. Villa
onun ya, oraya bir kadın götürmemi istemiyordu.
-Ya? dedi Rirette kesik kesik. Ya? Çok iyi öyleyse herkes durumdan
hoşnut.
Pierre'nin elini bıraktı. Neden bilinmez içini acı bir pişmanlık
duygusu kapladığını
duyuyordu.
|