‘YÜZ ÇİÇEK AÇSIN, BİN FİKİR YARIŞSIN‘

Sezai Babakuş
22.04.2010

Genel kanı, internet’in yeni bir aydınlanma çağı başlattığıdır. Buna dijital devrim diyenler de var. En sevdiğim tanım ise muhafazakar toplum bilimcilerin kullandığı ‘anarşinin altın çağı’dır. Zira dijital devrimin geniş kitlelere sağladığı ‘bilgiye ulaşma’ imkanı klasik düzeni sarsıyor, hiyerarşik yapıları altüst ediyor. Artık statüko sökmüyor, emir-komuta işlemiyor. Toplumlar devlet elitine ve yönetenlere internet sayesinde meydan okuyabiliyor; toplum-devlet ilişkisi yeniden tanımlanıyor. Şeffaflık ve hesap sorulabilirlik kurumsallaşıyor. Bu demokrasidir, özgürlüktür, özgürleşmedir.

İnternet bize sadece bilgiye kolay ulaşma olanağı vermiyor, düşüncelerimizi, itirazlarımızı beklentilerimizi, velhasıl kişisel manifestolarımızı deklare etme, yayma imkanı da sağlıyor. Başka bir değişle, olup bitene müdahil olma şansı tanıyor. Mail platformları, web siteleri, ‘facebook’lar, ‘twitter’ler vb. sanal etkileşim araçları sayesinde oturduğumuz yerden dünyanın öbür ucundakiyle fikir alışverişinde bulunabiliyor, laf yarıştırabiliyoruz. Sanal fikir kulüpleri, sanal örgütlenmeler, hizipler, fraksiyonlar… Ve internet sayesinde daha çok tartışma zemini bulabiliyoruz. Yaşasın dijital devrim.

Tartışmak iyidir. Toplum ve siyaset bilimciler bizi kandırmıyorsa tartışmalar, gruplaşmalar ve ayrışmalar iyiye işaret. Zira bu, diasporada siyasallaşma sürecinin alametleri. Kendimiz için, kendi kimliğimiz ve geleceğimiz için siyasallaşma… İyi yolda olduğumuzu gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz. Öyle görülüyor ki, tartışmalar daha da artacak, daha da keskinleşecek. Daha çok sinirlerimizi gerecek, canımızı sıkacak. Bunlar toplumsal devinimin doğallığı. Hatta gerekliliği. Yeter ki tartışmayı bilelim ve bu tartışmalar ileriye hamle yapmamızı sağlayacak fikirler ortaya çıkarabilsin. Ünlü Çin liderinin meşhur deyişiyle, ‘yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın’…

Belki henüz fikir yarıştıracak düzeye ulaşamadık. Dijital platformlar şimdilik serbest atış poligonlarına benziyor. Kimimiz mavra keyfi için, kimimiz yazar olma hevesini tatmin için, kimimiz başkasını karalamak için yazıyoruz. Sataşmak, laf çakmak, havanda su dövmek… Dahası, kimi ‘ağır abi’lerimiz işi tehdide kadar vardırabiliyor. Böyle mecralarda iki satır yazarak toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmiş gönül rahatlığına eriyoruz. Hepimiz freni olmayan araçlarda, sadece gaz pedalına basarak yol alan sürücüler gibiyiz. Kural yok, nezaket yok, saygı yok, tevazu yok. Kimsenin kimseyi aldırdığı yok. Kimsenin kimseyi gördüğü, duyduğu yok.

‘Görmek’ ve ‘duymak’… Bunlar, bilim-kurgu romancılığının dahilerinden Ursula K. Leguin sıkça kullandığı imgelerdir. Yarattığı hayali gezegenlerde yaşayan farklı toplumlarda iletişimin sihirli sözcükleridir. Biri diğerinin tavır, davranış ve konuşmasından hoşlanır, benimser, önemserse ‘seni duyuyorum’ der. Kabuldür, teşviktir, devamdır. Aksi durumda ise ‘seni duymuyorum’ der. Reddim, yoksaymadır, sondur. James Cameron bu imgeleri, Avatar filminde Pandora gezegeni halkı Na’vi’ler arası iletişimde kullanmıştır. Benzerlerine Avustralya, Amerika ve Afrika yerli halkları anlatılarında da sıkça rastlarız.

Bu sihirli sözcükleri, Kafkasya ve Kafkas halklarının toplumsal meselelerine kafa yoranlarımız arasında bir iletişim dili olarak kabullensek, acaba her birimizin diğerimiz için sıkça kullanacağı sözcük hangisi olurdu? Herhalde hepimizin ‘seni duymuyorum’ ya da ‘seni görmüyorum’ yazılı yaka kartlarıyla dolaşması pratik çözüm olurdu. Çünkü giderek ‘duymayı’ ve ‘görmeyi’ peşinen reddeden şijofrenik bir uçuruma sürükleniyoruz. Her birimiz, diğerimizin ne dediğini anlamaya zerre kadar niyetli gözükmüyoruz. Benimseyeceğimiz düşünceler olsa dahi, sırf karşı taraftan geldiği için elimizin tersiyle itiveriyoruz. ‘Olumlu’dan bakmak yerine ‘olumsuz’a odaklanıyoruz. Bırakın yazı dilini, gün içi sohbetlerde bile çoğu kez karşı tarafı dinlemek için değil, söz bize geçince ne diyeceğimizi düşünmek için susuyoruz. İletişim çağında iletişimsizliğe mahkum oluyoruz. Giderek duyma-görme engelli bireyler haline geliyoruz.

Yine de iyimserliği elden bırakmamak gerekiyor. Bakın, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doçenti Mitat Çelikpala toplumsal gelişim sürecini nasıl tanımlıyor;

“(…) Diasporayı oluşturan insanlar için öncelikle yaşama tutunma, sonra kültüre sahip çıkma ve son aşamada ise siyasi kimlik oluşturma süreçleri yaşanır. Başka bir değişle “muhacir”, “göçmen” gibi tanımlamalardan siyasal bir kimlik olarak diasporaya dönüşüm söz konusu olur ve yeni bir kimlik tanımlamasına geçilir. (…) Bu bir siyasallaşma sürecidir. (…) Bu dönüşüm, kimlik oluşturma süreci öyle çok rahat ve kolay biçimde ilerlemez. Bu sancılı bir süreçtir ve bu süreci atlatırken ya da bu süreç içinde yaşarken çekişmeler, parçalanmalar ve mücadeleler söz konusu olur. Ben, Türkiye’deki diaspora arasında bugün şahit olduğumuza benzer tartışmaları daha çok yapacağımıza inanıyorum. Büyük ihtimalle, Türkiye’deki Kuzey Kafkasya diasporası içinde ya da oluşacak çeşitli diasporalar arasında daha büyük ayrışmalar, daha fazla gruplaşmalar hatta daha sert karşılaşmalar olacak. (…) Benim gözlemim, Türkiye’de ve Türkiye merkezli diasporalarda bu ayrışma süreç başlamıştır. Akademik açıdan çok mantıklı, çok doğal gelen bu süreç işin içinde olan sizler açısından çok rahatsız edici olabilir. Ama bu bir gerçek ve yaşanıyor.”

Tezcanlılığımız ve hırçınlığımız, kültürel kimlikten siyasal kimliğe geçişte geç kalmışlığımızdan kaynaklanıyor olabilir. Belki şimdi, kısa süreye çok şey sığdırma telaşındayız. O yüzden bu kadar hoyrat, bu kadar sorumsuz davranıyoruz. Çelikpala, sürecin nasıl ilerleyeceğini ise iki ihtimalli değerlendiriyor;

“(…) Bu süreç iki türlü gelişebilir: (1) Bu farklı diasporalar ya da farklı diasporik kimlikler ayrı ayrı kendi tanımlamalarını, siyasi konumlarını, ilke, amaç ve hedeflerini oluştururlar, daha sonra diğer benzer diasporalar ya da diasporik kimliklerle ortak bir algılama, anlayış ve vizyon geliştirmeye yönelirler; böylece daha sağlıklı bir şekilde hem anavatan hem yaşanılan ülkenin gerçeğine uygun kendi toplumuna bütünsel bir kimlik kazandırmak, politik vizyon sağlamak ve birlikte ortak bir hedef ortaya koymak söz konusu olabilir. (2) Ayrışma süreci iyi algılanamaz ve iyi yönetilemez ise önü alınamaz bir çözülme yaşanır. Bunun yaratacağı sonuç etkisiz, örgütsüz ve kifayetsiz yapılar olacaktır.”

Toplumsal gelişim sürecimize ilgi duyanlar, Çelikpala’nın ve birbirinden değerli akademisyenlerin konuyla ilgili makalelerini Abhazya’nın Dostları tarafından yayınlanan “Abhazya’nın Bağımsızlığı ve Kafkasya’nın Geleceği” kitabında okuyabilirler.

Sayın Çelikpala’nın analizlerine katılıyorum. Kültürel kimlikten siyasal kimliğe geçiş süreci iyi yönetilemez ve iyi rotalanamazsa, Türkiye’deki sol siyasi gruplar gibi asgari müştereklerin yitirildiği kaotik bir didişmeye yelken açarız.

Velhasıl,

Tartışmak, toplumsal fayda sağlayacak düşünce ve önermelerin ortaya çıkması mümkün olduğu sürece iyidir. Yüz çiçeğin açıp bin fikrin yarışacağı bir zenginliğe ve olgunluğa ulaşması dileği ile…