YAKIN TARİHE FARKLI BİR BAKIŞ “Ne esir edildim, ne de satıldım”

Hanifi Atlas
Türkistan-N TR

Değerli arkadaşımız Hüseyin Mümtaz’ın Müdafaa-i Hukuk dergisinin bir sayısında Korku Tüneli başlığıyla yayımlanan yazısından ötürü, Birleşik Kafkasya Konseyi’nin yayın organı olan derginin Ocak-Şubat-Mart 2003 tarihli sayısında; “Müdafaa-i Hukuk Dergisi Yetkililerinin Dikkatine” başlıklı ve “Sönmez Can, E.Kur.Alb.” imzasıyla cevabı nitelikte bir yazı
yayımlanmış. Alt başlığında da belirtildiği üzere, söz konusu yazı Hüseyin Mümtaz’a hitaben kaleme alınmış. Ne var ki, “Sayın” ile başlayan yazının ilk cümlesi “sen” diye devam edip bittiği gibi, sonraki paragraflarda yer alan cümleler de yine hep “sen”le başlayıp “sen”le noktalanıyor.

Emekli Kurmay Albay Sönmez Can’ın “siz” ile başlayıp senle noktalanan cümlesi, aklıma yıllar önce seyrettiğim bir tiyatro oyununu getirdi. Anadolu’da turneye çıkan gezginci bir çadır tiyatrosunun konu edildiği, “Hisseli Harikalar Kumpanyası” adlı oyunun bir sahnesinde, çadır tiyatrosuna gelen bir Kürt kahya, karşısına çıkan kişiye soruyordu: “Bu çadırın ağası sen misiniz?”

Sayın Sönmez Can’ın, aynı rütbeden emekli olan meslekdaşı Hüseyin Mümtaz’a hitaben kaleme aldığı yazının en sonunda bir başka emekli ve fakat çok çok daha üst rütbeli bir şahsiyete “saygılarını” sunmayı ihmal etmemiş olması karşısında, arkadaşımıza yaptığı kabalığın, Kürt kahyanın yaptığı cinsten bir sürç-i lisan olmadığı yahut dilimizi yeterince bilmemekten kaynaklanmadığı anlaşılıyor. Başlığından ‘Birleşik Kafkasya Konseyi’ adına yazıldığı izlenimi edinilen yazının aslında Sayın Can’ın canını çok sıktığından olacak “Hüseyin Mümtaz”a yönelik kişisel bir öfke ve tepkinin yansımasından ibaret olduğunu ise yazarın kendisi en sonunda ikrar ve itiraf ediyor. İyi de o zaman Birleşik Kafkasya Konseyi ibaresini en başa koymanın alemi ne?

Bay Sönmez Can’ın arkadaşımıza yaptığı kabalık bu kadarla ve kişisel boyutta da kalmıyor; Sayın Hüseyin Mümtaz o yazısında Çerkezlere yönelik hiçbir olumsuz yargıda bulunmamış olduğu halde, adı geçen, “öfke ve tepkisini” yenemeyerek, güya Çerkesliği savunmak adına secaat arz etmeye başlıyor, fakat gitgide biz Türklerin milli duygularını incitecek biçimde de saldırganlaşıyor.

Şimdi sadede gelelim ve onun bazı iddialarını ele alalım. Öncelikle de kendisini değerli arkadaşımız Hüseyin Mümtaz’a “Sen Kimsin?” diye soracak kadar yüksekte gören bu kişinin “bilir misin” ile biten sorularına cevap verelim.

Estağfurullah Beyim! Biz de kim oluyoruz ki? Hem biz ne biliriz ki? Biz yurt sevgisini ne biliriz Beyim! Bakın iste yurt sevgisinden ayrı bir de vatan sevgisi olduğunu bile zat-i alinizden öğreniyoruz. Çünkü bizim bir tek yurdumuz var: Türk yurdu. İkinci bir dilimiz olmadığı gibi, ikinci bir vatanımız da yok…

Tabii biz hürriyeti de bilmeyiz. Gerçi Atamızın da buyurduğu gibi, biz Türkler her ne kadar “Tarih boyunca istiklale timsal olmuş bir millet” isek de, tıpkı derya içinde olan balıklar gibiyizdir. Biz o dediklerinizi bilmeyiz; ancak başkalarından öğreniriz. Biz, bir kısım milletdaşlarımızı köle sınıfı diye ayırmadığımız gibi, öz kızlarımızı “Saray’a da girer inşallah” diyerek güle oynaya kendi ellerimizle köle tacirlerine de satmadık ki; köleliğin de, hürriyetin de ne demek olduğunu bilip anlayalım. Biz kesinlikle vermezdik ama, velev ki vermek istesek bile, zaten bizim kızlarımızı kim saraylara layık görürdü ki, alsın götürsündü!? O saraylarda özünü kayırmayan ama bizden başkalarını özünden ayırmayan Şahlardan başka akrabamız mi vardı ki bize ve bizimkilere koltuk çıkıp kol kanat gersin, yol yordam öğretsindi? Biz de iste o yüzden böyle milletçe hepten cahil kaldık. Bundan ötürü de siz kusura kalmayın, lütfen cehaletimizi bağışlayın…

Doğrusu biz sadakat neyim de bilmeyiz. “Padişahımız efendimizin nan-i azizi (niçin biraz da bizim) boğazımızdan” geçmiyor diye Saltanatı yıkıp cumhuriyeti kuran yine biz değil miyiz? Boğazımızdan hiç geçmemiş o lokmalar gözümüze dizimize dursun… Yine buyurduğunuz gibi, biz Türkler iyi niyetli de değiliz, hiç kuskusuz. Değil mi ki, Padişah ve Halife Efendimizi kurtaracağız diye kongreler toplayıp Meclis açtık, sonra da bu sözlerimizi unutup velinimetimiz Padişah Efendimizi bütün sülalesiyle birlikte kovduk, yurt dışına sürdük? İyi niyet bunun neresinde? Oysaki Padişah ve Halife Efendimize beynen, fikren ve kalben bağlı ve sonuna kadar sadakat gösteren birçok has kulları bizim bu kötü niyetimizi Padişah Efendilerinden bile daha erken fark edip biz nankör Türklere karşı Hilafet Orduları teşkil ettiler; İzmit’ten başlayıp, ta Sivas Yıldızeli’ne varıncaya
kadar isyanlar çıkardılar; yahut bizden ayrılıp gerçek kurtarıcı olduğunu keşfettikleri Yunan kuvvetlerine katıldılar. Yunan işgali altındaki İzmir’de kongreler toplayıp Padişah Ve Halife Efendimizin taç ü tahtı ile Saraylı aşiretinin bekası için çalıştılar. Sadakat dediğin iste böyle olur. Biz ise bu göz yaşartıcı sadakati ödüllendireceğimiz yerde, bu insanların bir kısmını memleket dışına sürgün ettik. Saltanatı ve Hilafeti ortadan kaldırmakla kalmayıp Osmanlı sülalesine mensup herkesi acımasızca hudut
harici ederken, Padişah Efendimizin saraylarında beslediği Osmanlı taç ve tahtının pırlanta ve elmasları mesabesinde olan has kullarını ise hiç düşünmedik. Saraylarda yaşamaya alışmış ve adeta kendilerini Saray aşireti gibi gören insanların Sultanlar ve saraylar olmadan yapamayacaklarını, saraydan beslenmenin özlemiyle yanıp tutuşacaklarını hiç mi hiç düşünemedik…

Cumhuriyet dedik. “Herkes yasa önünde eşittir” dedik. “Hiçbir kişiye, aileye ve zümreye ayrıcalık tanınamaz” dedik! Hiç olacak şey miydi bu? Hiç saraylara layık olanlarla; izbelerde yaşamaya alışmış olanlar, ayağı çarıklılar ve hatta ayağında çarık bile bulunmayanlar eşit olabilirler miydi? Tabii ki birincileri biz kendimizle eşit görsek bile, onlar bunu asla kabullenmeyecekler, “daha eşit” olmak isteyeceklerdi ve buna da hakları vardı. Demek biz aynı zamanda düşüncesizmişiz de Beyim!

Bütün bunlara kabul.. Eyvallah… Fakat, her konuda cehaletimizi kabul etmeğe razı olan ben, konu askerlik ve tarih olunca, haddimi(!) çok çok aşarak, Emekli Kurmay Albay Sönmez Can’ın şu söylediklerine itiraz ediyorum: “Onlar (yani Çerkezler) asırlar boyunca, Rusya’ya karşı göğüs gererek Osmanlı topraklarının korunmasını sağlamışlar, hem Kafkaslarda hem Balkanlarda senin lafla sahip çıktığın Anadolu’nun istilasının önüne set çekmişlerdir. 1859 Şeyh Şamil’in teslim olmasını takip eden 1864 sürgünü ile Kafkasya’daki mukavemet kırıldıktan sonra Rus güçlerinin Doğu’da Erzurum’a, Batı’da İstanbul kapılarına dayandığını bilmezlikten geliyorsun”

Sayın Bay Sönmez Can’ın yukarıya aldığımız sözlerindeki “senin lafla sahip çıktığın” ibaresi, Sayın Hüseyin Mümtaz kendilerinin sözünü ettiği dönemde yaşamadığına göre, aslında “Türklere” yönelik bir tarizdir. Peki ama Kurmay Albay rütbesiyle emekli olmuş bu kişinin söyledikleri doğru mudur ve biz Türklere yönelik böylesi bir tarize hakki var midir?

Çerkez kabileleri 17. asırda Müslüman olmuşlar ve ayni dine mensup bulunmak hasebiyle Türk-Osmanlı devletinin doğal müttefikleri haline gelmişlerdir. Bu tespit günümüz için dahi doğrudur. Fakat Rusların Kafkasya’yı aşıp Anadolu’ya ve Balkanlara doğru ilerlemesinin önündeki en önemli engel; Kurmay Albay Sönmez Can’ın iddia ettiği gibi Kafkasya’daki Çerkez kabileleri değil; adlarına Kırım Tatarları denilen Kırım Türkleridir. Rusların Türklük aleyhine genişleyip yayılması Korkunç İvan’ın 1552’de Kazan şehrini kuşatıp almasıyla başlamıştır. Türk-Osmanlı Devleti’nin Ruslarla doğrudan savaşı ise 1639 yılında başlamış ve 1917 yılına kadar tam on dört kez tekrarlanmıştır. Bu çarpışmaların toplam süresi kırk dokuz yılı bulmaktadır ki; bu, ortalama olarak her on dokuz yılda bir Ruslarla savaştığımız anlamına gelir. Kazan şehrinin düşmesinden tam iki yüz yirmi yıl sonra yani 1768-1774 Türk-Rus savaşı sonucunda Kırım Rusların eline geçmiştir. Bu tarihe kadar Rusların ne Balkanlara, ne de Kafkasları aşıp Anadolu’ya inmeleri söz konusudur. Fakat ne zaman ki Kırım Rusların eline düşmüştür, hemen arkasından Ruslar Kafkasya’yı fethetmeye koyulmuşlardır. Nitekim bundan sonraki Türk-Rus savaşı (1806-1812) daha başlamadan önce Ruslar Kafkasya’yı kamilen ele geçirmişlerdir:

1800’lü yılların başlarında Avaristan, Bakü, Kuba, Derbend, Karabağ Hanlıkları Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Rus kuvvetleri 1807, 1810 ve 1811’de Kafkasya’yı aşıp Ahiska kapılarına dayanmışlar, ancak bu kuşatmaları sonuç vermemiş, kuşatmadan vazgeçerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Daha sonraki savaşta da (1827-1829) bugünkü Gürcistan sınırları içinde kalan ve bir Türk şehri olan Ahıska (Ahilkelek) Ruslarca yeniden kuşatılmış; Navarin’de Osmanlı Donanması’nın yakılmış; Yeniçeri Ocaklarının kaldırılmış ve Tımar sisteminin çoktan bozulmuş olması, Nizam-i Cedit denilen yeni askeri düzenin de daha kuruluş aşamasında bulunması gibi sebeplerle yani Ruslarla savaşacak bir ordudan ve donanmadan yoksun kalmamızdan ötürü, Ahıska Türklerinin çok çetin ve kahramanca direnişine rağmen Ahıska şehri düşmüş ve Ruslara Erzurum yolu açılmıştır. Ruslar daha sonra Kars ve Ardahan’ı almakla da kalmamışlar, Erzurum kapılarına dayanmışlar ve savunmasız kalan bu şehrimizi ilk kez bu sefer sonucunda işgal etmişlerdir. Ünlü Rus romancı ve yazarı Puşkin’in Erzurum Yolculuğu adlı eseri de bu savaş sırasında yazılmıştır. İşte Ruslara Erzurum ve Anadolu yolunun açılmasının özeti budur. Nitekim Ahıska’nın düşmesinin ne anlama geldiğini Türk halkı arasında yaygın olan şu dörtlük en özlü ve en çarpıcı biçimde anlatır:
“Ahıska gül idi gitti
Bir ehli dil idi gitti
Söyleyin Sultan Mahmud’a
İstanbul kilidi gitti!”

Hangi mukavemet ve hangi Kafkas setti, Sayın Bay Emekli Kurmay Albay Sönmez Can? 1552 yılında Kazan’ın düşmesiyle 1771’de Kırım’ın Rusların eline geçmesi arasında tam iki yüz yirmi yıl vardır. Yıkılan Kafkas setti değil, Türk settidir ve yıkılması da iki asırdan daha uzun sürmüştür. Türk setti
yıkıldıktan otuz yıl sonra ise sözünü ettiğiniz o anlı şanlı Kafkas setti aşılmış, bu tarihten elli yıl sonra da Ahıska düşmüş ve Erzurum yolu açılmıştır. O halde, hangi asırlar Bay Emekli Kurmay Albay Sönmez Can? Siz yoksa yılları asırlarla mı karıştırıyorsunuz?

(Eğer bir Kafkas Mukavemet cephesi yani Kafkas setti kurulmuş ise de Bay Can, bu Türkiye’nin dışında Türkleri korumak için değil, Türkiye’nin içinde ve Türklere karşı kurulmuştur. Bu söylediklerimin ne anlama geldiğini de ancak “sivil ve askeri bürokrasi” tarihini bilenler bilir. Bir de saray tarihini tabii ki!)

Türk Ordusu’nda Kurmay Albay rütbesine kadar yükselmiş bir kimsenin yukarıda özet olarak değindiğimiz gerçekleri bilmesi gerekmez mi? Kurmay mektebinde bunları öğrenmediyse eğer, bunları kendisine biz mi öğreteceğiz?

Bay Sönmez Can, muhatabına “Kurtuluş Savaşı’nda Çerkeslerin Rolü” adlı kitabı hangi maksatla tavsiye etmektedir? Bu tavsiyenin arkasında ” böyle bir rolü ileri sürerek pay sahipliği iddiasında bulunmak” saklı düşüncesi var mı, yok mu?

Emekli Kurmay Albay Sönmez Can’a, tavsiye ettiği bu kitaptan ve bu vesileyle sözünü ettiği Çerkes kökenli Ordu komutanlarından ötürü ise şunları söylemek gerekir.

Sayın Bay Sönmez Can!
61 üst rütbeli komutandan dokuzunun Çerkes kökenli olduğunu vurgulamanızın anlamı nedir? Ben de dahil hiçbir Türk’ün, Türk ordusunun komuta kademesinde hizmet vermiş insanları etnik kökeninden ötürü ayrı ve farklı değerlendirmeyecek olduğu muhakkaktır. Hal böyleyken sizin yaptığınız çok açık bir ayrımcılık değil midir? O sözünü ettiğiniz kimseler Türk Ordusu’nda birer Türk subayı sıfatıyla değil de, Çerkes kabilelerini temsilen mi yani Çerkeslik adına mi görev yapıyorlardı ki, onların yaptıklarını Çerkeslerin Rolü adı altında değerlendiriyorsunuz? Dünyanın hangi ordusunda olursa olsun, askerlik, asker olurken içilen andın ve “askerlik namusu ve şerefi”nin gereğini yerine getirmek değil midir? Sizin sayısını verdiğiniz komutanlardan başka bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz daha niceleri askerlik namusunun, şerefinin ve haysiyetinin icabı olan nice kahramanca görevleri yaptılar. Fakat onlar üzerlerinde Türk Ordusu’nun üniformasını taşıyorlardı, Birleşik Anadolu İslam Cemahiriyesi Ordusunun değil!

Peki ama ya Hilafet Ordusu ve Kuvayi İnzibatiye’nin kadroları kimlerden oluşuyordu? Ahmet Anzavur kimdi? İzmit’ten başlayıp ta Sivas Yıldızeli’ne kadar uzayan gerici nitelikli ve Kuvayi Milliyecileri yok etmeye yönelik isyanları çıkaranlar kimlerdi? Bu isyanlar acaba hangi etnik grup mensuplarından destek buluyordu?

O zaman bizim de kendisine su kitapları tavsiye etmek ve aşağıdaki soruları sormak hakkimiz doğmaz mi?

Sayın Bay Can;
Mehmed Arif Begin 93 Harbinde Doğu cephesindeki çarpışmaları ve sonrasını ayrıntılı olarak anlattığı “Başımıza Gelenler” adlı kitabını okudunuz mu? O kitapta kahramanca davranışlarını takdir etmekle birlikte yazarı, “Devlet-i Ali Osman’a ne böyle hizmet ne böyle mihnet lazımdır” demek zorunda bırakanlar kimlerdir acaba? Aynı “hizmet ve mihnet” ( “hizmet ederim ama her fırsatta başınıza da kakarım” yahut “ayağıma yer edeyim gör sana neler edeyim” anlayışı) günümüzde bile geçerli bir davranış kalıbı mıdır? Kitabın yazarı, kimleri kastederek, “kadınlar aleme hakimdirler” cümle-i felsefisini” çözülemeyen (mesela cepheden topluca firar eden bazı kabile mensuplarının yakalanıp cepheye gönderilmesi için yapılan yazışmaların sonuçsuz kalması gibi) bazı sorunların cevap anahtarı olmak üzere işaret etmek zorunda kalmıştır?

Ben de size Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’na; Sovyet Generali Frunze’nin, Sovyet elçisi Aralov’un, o döneme ilişkin birçok yerli ve yabancı yazarın seyahat notlarına ve anılarına bakmanızı tavsiye ederim. Bakin bakalım, son atına ve son kurşununa kadar savaşmaktan çekinmeyenler kimlerdir, savaşmakta isteksiz davrananlar kimlerdir? Cephe gerisinde eli silah tutacak erkek kalmamış Türk köylerinde halkın ırzına, namusuna el uzatanlar, malini mülkünü yağmalayıp gasp edenler kimlerdir?

Ankara hükümetinin Hariciye bakanı olarak gittiği Londra konferansı sırasında, Ankara’nın bağımsızlık iradesini temsil etmek konumunda bulunduğunu unutup İngilizlerle Kafkasya’da kurulacak Çerkes devletinin pazarlığına oturanlar ve aynı pazarlığı Moskova’da Ruslarla yapanlar kimlerdir?

Lozan Antlaşması gereği 150 kişi ile sınırlanan listenin dörtte üçünü teşkil edenler kimlerdir? Bu listeye girmeye hangi sebeplerle müstehak olmuşlardır?

Sayın Bay Sönmez Can, Birleşik Kafkasya Konseyi adına verdiği ültimatomun pardon yazdığı mektubun sonunda da söyle buyuruyor: “Senin bilmediğin bir şey daha var. Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 milyonluk nüfusu Balkanlardan Kafkaslara Kırım’dan -Arap yarımadasına ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir coğrafyada yaşayan değişik etnik kökene mensup halkların, birlikte oluşturduğu ve mensup olmakla gurur duydukları, Atatürk’ün; “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözcükleri ile en iyi ifade edilen bir millet üst kimliği ile kendi dil ve alt kültürlerini; milli birlik ve beraberliğe zarar vermeden, renk katarak yaşatmalarının hiçbir yanlışının olmadığını herkes bilir. Ancak siz ve sizin gibi bağnaz, agresif, benmerkezci kişilerin ters olduğunu söylemek için çok akıllı olmaya, bu düşünce tarzının kabul göreceği dar bir çevrenin insanı olmaya mahkum, lafla her şeyi halleden, vatan sevgisini, millet sevgisini yalnız kendi inhisarında sanan zavallılara çok şey söylemeye gerek yok.

Akaretlerdeki ilk Çerkes Okulu’nun binasının sizin açınızdan neyin sembolü olduğunu bilmiyorum. Ama çok iyi bildiğim bir şey var. Sizin gibilerin tavrı birleştirici, bütünleştirici olmaktan çok, ayrılık yaratan, ayrıştıran ve tepkiyi doğuran bir tavırdır.”

Şimdi en sondan başlayalım.

“Ayrılık yaratan, ayrıştıran ve tepkiyi doğuran” tarzda ne demiş Hüseyin Mümtaz da, Sönmez Can’ın yukarıya aldığımız bu kadar kaba ve küstahça sözlerine muhatap olmayı hak etmiş? Bakınız ne demiş: ” Asil fecaat Aktüel dergisinin 7-13 Kasım 2002 tarihli 590’inci sayısında yaşanıyor.

Türkiye’deki 5 milyon Çerkes, nüfusun 20’sini oluşturan 15 milyon Kürt ve 1 milyon Laz’ın ana dilde öğrenim istediğini, üstelik (140 yıldır kendilerine kucak açan bu ülkeyi bir türlü benimseyemedikleri için kendilerini hala diasporada sayan HM) Çerkeslerin eğitim için ille de Akaretlerdeki Osmanlı döneminin Çerkes Okulu binasını istediklerini” yazıyor dergi.

Daha başka nereleri isteyecek Çerkesler?

“Kürtler” hangi, “Lazlar” hangi sembol binaları isteyecekler?”
Sayın Can’ın kopardığı kızılca kıyametin sebebi iste su üç dört satır.

Lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin, yukarıya aldığımız satırların neresinde, Bay Sönmez Can’ın ” bağnaz, agresif, benmerkezci” türünden iltifatini(!) ve “dar bir çevrenin insani olmaya mahkum, lafla her şeyi halleden, vatan sevgisini, millet sevgisini yalnız kendi inhisarinda sanan zavallılar” tarzındaki hakaretlerini gerektirir hangi ibare vardır? Besbelli ki yoktur? O halde böylesine hiddetlenip celallenmesinin sebebi nedir?

Niçin her şeyi pek iyi bilen ve bildiklerini(!) de pek yüksek perdeden serd eden Bay Sönmez Can, “Akaretler’deki ilk Çerkes Okulu’nun binasının sizin açınızdan neyin sembolü olduğunu bilmiyorum” diyerek, bu okulun ne anlama geldiğini bilmezlikten geliyor? Peki kendisi için ne anlama geliyormuş? Bunu niçin söylemiyor? Eğer o okulun kötü bir anlamı yoksa, Hüseyin
Mümtaz’ın bir iki cümlesinden ötürü niçin bu kadar öfkeleniyor? Bir takım kötü anıları çağrıştırdığı için mi? Ve kimin için kötü, kimin için iyi?

Türkçe’de “işkilli büzük dingilder” diye bir söz var.

Sönmez Can’ın söylemediklerini, söylemekten kaçındıklarını da onun hemşehrileri söylesinler:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde (yani çöküş döneminde-H.A.) İstanbul’da kurulan ve Çerkes toplumunun kültürel gelişimini amaçlayan Çerkes Örnek Okulu, Çerkes Teavün Cemiyeti gibi kurumlar da yine Cumhuriyet döneminde kapatıldı.”

Demek ki neymiş?

Çerkes Örnek Okulu, Çerkes Teavün Cemiyetini çağrıştırmakla kalmıyor, onunla birlikte anılıyormuş.

Peki Çerkes Teavün Cemiyeti’ninin, Arnavut Baskım Kulübü, Kürt Teali Cemiyeti, Teali-i İslam Cemiyeti, Ermeni Hinçak ve Taşnak Cemiyetleri ile Rum Mavri Mira, Etnik-i Eterya gibi ayrılıkçı ve bozguncu cemiyetler arasında sayıldığı ve onlarla birlikte anılmakta olduğu da bir gerçek değil mi?

Demek ki, bay Sönmez Can, “Çerkes Örnek Okulu, Çerkes Teavün Cemiyeti gibi kurumlarınız” ayrılıkçılığın ve bozgunculuğun sembolü olduğu için cumhuriyet döneminde kapatılmış. Hüseyin Mümtaz bu kadarını dahi söylemediği halde, leb demeden leblebiyi anlayan siz, aslında bu vesileyle Çerkes Teavün Cemiyetinin hatırlanmasını mı istemiyordunuz yoksa?! Bütün kaygınız ve derdiniz de işte buydu, öyle değil mi? Peki ama o okul başka neyin sembolü olabilirdi ve başka neyi çağrıştırabilirdi ki?

Peki, Hüseyin Mümtaz’a bu kadar şiddetle tepki gösteren ve onu ayrılık yaratmakla suçlayan siz, Aktüel Dergisinin o yayını bal gibi ayrımcılık ve bölücülük koktuğu halde, niçin aynı şiddette benzer bir tepkiyi o dergiye karşı göstermediniz?

Peki Bay Sönmez Can;
Çerkeslik gayretiyle kaleme aldığınız anlaşılan o yazıda, özet olarak aslında Türk ve Türk milleti yoktur; Osmanlı İmparatorluğu’nun döküntülerinden oluşturulmuş derme çatma bir kalabalık yani bir mozaik vardır demeye getirdiğiniz Türk Milleti için, Atatürk’ün aynı anlama gelebilecek bir tek sözünü bize gösterebilir misiniz?

Gösteremezsiniz. Ama ben size onun Türklüğün asaleti ve necabeti ile ilgili sayısız söz ve beyanını gösterebilirim. Sözgelimi o, 1 Kasım 1922 günü Hilafet ve saltanatın ayrılmasına ve saltanatın kaldırılmasına dair Meclis kürsüsünde yaptığı uzun konuşmasında aynen söyle diyordu:
“Efendiler!
Bu dünyayı beşeriyette asgari yüz milyonu mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk milleti azimesi vardır. Ve bu milletin saha-i arzdaki vüs’ati nispetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır!”
Sizin oradan buradan toplama diye kendi konumunuza göre tarif ettiğiniz Türk milleti için Atatürk daha 1922 yılında işte bunları söylüyordu.

Naçizane ben de, “Mozaik” ve “Türkiye halkı” gibi söylemlerle Türk yurdunda, Türklüğü yok sayma niyetini açığa vuran bir bildiriyi kaleme alanlara ve onlar gibi mozaikçi benzeri söylemlerin (“Türk milleti bilmem ne kadar alt kimliğin oluşturduğu bir üst kimliktir” safsatasının) sahiplerine karşı Yeni Hayat’ın 2000/Eylül sayısında şunları yazmıştım:

1) Her şeyden önce, Türkiye’de yaşayanların bir tek ortak adi vardır; o da Türk Milleti veya Türk Ulusudur; Türkiye halkı değil. Anayasamıza ve yasalarımıza göre, hiçbir farklılık olmaksızın bütün yurttaşlarımız yasalar karşısında eşittir. Ancak, kendisini Türk saymayan, Türklükten ayrı gören herkes de şunu çok iyi bilmelidir: Nasıl ki, Almanya Almanların, Fransa Fransızların, Ispanya İspanyolların ise Türkiye de Türklerindir! (Bunu bir
savaş narası olarak söyleyen de Mustafa Kemal Atatürk’tür).

Hem de daha 1911 yılında (Bkz. Armstrong; Bozkurt) . Aksini iddia edenlere söylenecek olan sudur: Biz Türkler bu konu üzerinde tartışmayız; eğer tartışırsak da, o tartışmanın nasıl yapıldığını, en son olarak, Türk Milleti, on altı yıl boyunca bütün dünyanın destek verdiği bölücü hainlere ve onların yardakçılarına göstermiştir. Yeni hevesliler varsa buyursunlar. Onlar da boylarının ölçüsünü alsınlar.

2) Bildirinin altında imzası bulunan yirmi küsur dernek, NGO ve sair kuruluş hangi sıfatla ve “Türkiye halkı” yaftasıyla 65 milyon adına konuşabiliyor? Türklükten rahatsız olan bu baylar, eğer Türkiye’nin bir mozaik olduğu kuruntusunda iseler, buna uygun olarak da kendileri o mevhum mozaiğin hangi parçasına mensup iseler onların adına konuşsunlar; 65 milyon adına değil!

3) Türkiye bin yıldır Türklerindir; sonsuza kadar da öyle kalacaktır. Bundan yüz elli yıl önce bile, Karl Marks, Anadolu’dan söz ederken, burası hakkında şunları yazıyordu: ” … Hiç kimse Türklerin Anadolu üzerindeki haklarını inkar etmiyor. Anadolu’nun nüfusu kesif olmamakla beraber, burası TÜRKLÜĞÜN ANA KALESİDİR. GENİŞ İMPARATORLUĞUN İNZİBATI İÇİN LÜZUMLU KUVVETLER HEP ANADOLU’DAN ALINIR.”

Karl Marks’in yüz elli yıl önce kabul ve teslim ettiği bu gerçeği içine sindirememiş olanlara bir iki şey söylemeden geçemeyeceğim. Osmanlı İmparatorluğu hiç kuskusuz bir Türk devletiydi; Türklerin devlet kuruculuktaki engin dehalarının en mükemmel örneklerinden biriydi. Fakat o imparatorluk, bünyesindeki Türk olmayan unsurların, emperyalist batılı
devletlerin himaye ve kışkırtmalarıyla, gizli ve açık destekleriyle,
ayrılmak yönünde çıkardıkları ayaklanmalar ve savaşlar yüzünden çözüldüğünde, içerisinden tam 19 adet irili ufaklı devlet çıktı; ama bir tane daha çıkmayacaktır. Bunların hepsi de, Türk olmayan “anasırı muhtelifenin” her birine ait ulusal-etnik karakterli devletlerdi. Türkiye Cumhuriyeti ise, onun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, “elde kalan bir avuç ata yurdu” dediği Türk topraklarında yani Türk yurdunda ve yine onun Onuncu Yıl Nutkunda söylediği gibi; “yüksek Türk kültürü ve yüksek Türk
kahramanlığı üzerinde (temelinde) kurulmuştur.” Türk Ulusu, yüksek kültüründen kuşku duyanlara, hiç olmazsa yüksek kahramanlığını göstermek gücüne ve iradesine her zaman sahiptir ve sahip kalacaktır. Onun düşmanlarıyla gizli ve açık işbirliği içinde bulunan “dahili bedhahlara”, içimizde yuvalanmış yabancı gizli servislerin etki ajanlarına, yabancı devletlerden ve onların gizli servislerinin kurdurdukları birtakım vakıflardan aldıkları para karşılığı Türk düşmanlığı yapanlara duyurulur.

Millet birçok şeyin farkındadır, o uyuduğu, uyutulduğu veya öyle sandığınız zamanlarda da, onun asil kanını damarlarında taşıyanların uyumadığını ve bütün bu ihanet kurgularını, tuzaklarını çok iyi ve derin bir dikkatle izlediklerini biliniz. EVET BAYLAR!  BİZ DE UYUMUYORUZ! ”

Sayın Bay Sönmez Can;
Acaba sizin, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Medeni Bilgiler (Yurttaşlık Bilgileri) adlı eserinden, onun bu eserinde Türk milletinin nasıl oluştuğuna ve Türk milletini nasıl tanımladığına ilişkin olarak yazdıklarından ve yine o eserinde yer alan su sözlerinden acaba haberiniz var mı?.

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, bir kaç düşman aleti, mürteci beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi ayni maziye, tarihe, ahlâka hukuka sahip bulunuyorlar”

Peki siz bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından çizilen yukarıdaki bu tablonun içinde kendinizi nereye koyuyorsunuz?

Son olarak sözlerimi, Kuvayi Milliye döneminde, o kadroları oluşturanların çok iyi bildikleri ve belledikleri İshak Refet’e ait asağıdaki su dörtlükle noktalıyorum. Bu, ayni zamanda Hüseyin Mümtaz’ın şahsında, “sen kimsin” sorusuna muhatap olan bütün Türkler adına verilmiş bir cevaptır.

“Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım,
Gönlümün en yüksek gururudur bu;
Ne esir edildim, ne de satıldım,
Türk benliği, Türklük şuurudur bu!”