YA GÖNÜL DİLİMİZ?

YEMUZ Nevzat Tarakçı
23.02.2008

Gitgide kirlendiğimiz kesin. İçimiz, dışımız, ruhumuz ve kelimelerimiz.

Toplantılarda, özellikle gençlerin konuşulanları dinledikçe  “Aşksız ve sözsüz bir beden çağını mı yaşıyoruz yoksa?” diyesim geliyor. 

Bizi, günümüzde aşkın ve gönülden süzülerek gelen sözün gereksizliğine mi inandırdılar, bilmiyorum ki? 

Bu iki değerin artık yok olduğuna mı sanıyoruz bizler? 

Aşk olmadan, gönüller sevgiye doymadan, diller derinden gelen sözle coşmadan nasıl yaşanır ki?  

Nasıl yaşanır gönül birliği sağlanmadan, dil olmadan, diller güzellikleri şakımadan? 

Hasretin, aşkı da sözü de beslediği ve bunları ince ince bestelediği doğru mu? 

Doğru mu, hasret bitince ikisinin de yitip gittiği. 

İnanmak lazım aşkın ve sözün gücüne!

Dili yaşatmak lazım, gönül diline inanmak lazım.

Gönülden anlaşmak lazım.

Dilin püf noktasını öğrenmek, onun gücüne inanarak onun bakımını yapmak lazım. 

Aşklar da bakım istermiş, değilse küsüp gidermiş.

Sevgiler de hülyalar da inançlar da böyle değil mi?

Böyle değil mi yaşamak da?

Doğru yaşamak da bakım istemez mi?

Aşkın sözünü, sözün aşkını kavramak gerekmez mi?

Gençlerimiz biliyor mu aşkın sözünü, gönlün dilini?

Biliyor mu bam telini, anlıyor mu gönül dilini?   

Bir düşünelim gençlerimizin gönül dünyasında neler var?

Nasıl konuşuyorlar dili, nasıl kullanıyorlar?

Kaç kelimeyi sindirmişler

Hani estetik, hani incelik?

Kırık dökük cümleler, yozlaşmış kelimeler, argo ifadeler.

Nasıl söyler bunu dil, nasıl titrer gönül? 

Görünen tablo şu:

Bir tarafta, sevgileri çalınmış, dili hırpalanmış, gönlü yaralanmış bir gençlik.

İçe doğru derinleşememiş, duygularıyla tanışamamış bir nesil. 

Gönülleri aç kalmış, sesi soluğu kesilmiş, gönül dili unutulmuş, dolayısıyla geleneksel değerleri aşınmış, dili yozlaşmış, ahlak anlayışı ve hayat biçimi değişmiş, daha da kötüsü yalnızlığa itilmiş bir gençlik. 

Kırık dökük bir avuç kelimeyle konuşmaya çalışan,

keşfedemediği duygularından habersiz, kendini ifade edemedikçe hırçınlaşan, dilden, gönülden uzaklaşan bir nesil.

Gönülden uzaklaştıkça maddeleşen, ruhunu bırakıp bedeniyle uğraşan, şekilcilikte boğulan bir gençlik. 

Diğer tarafta, yürekten gelen dili,ilmik ilmik işleyenler.  

Ah o eskiler, dilin o muazzam dünyasını keşfetmiş zirveler!

Tatlı dilleriyle gönülleri fethedenler!. 

Bakıyorum da bir zamanlar Türk edebiyatında, mektuplardaki kelimeler ne kadar sevgi, samimiyet kokarmış. 

“Eskimeyen sevdalar, mektuplar, buğu buğu hasret kokan… Hazret’im, Hasretim, Efendiciğim… diye başlayan ve tarihin yapraklarında kalan… Aşk ve söz, birbirini kuşatan ve besleyen derin sularmış. Söze itimat sonsuzmuş ve aşka… Cömertçe sever ve sevdiğini söylemekten, yazmaktan geri durmazmış insanlar. Aşk söz kadar temiz, duru ve yalın; söz, aşk kadar derin, dokunaklı ve sınırsızmış.” 

“Ne mektuplarmış onlar! Şimdi her biri, eski ve ölümsüz bir aşkın belgesi olarak arşivlerde, kitaplarda bizi bekliyor. Aşkın en çok hasret demek olduğunu söylüyor bu mektuplar. Aşk mektuplarının elle yazıldığını kim iddia edebilir? Kalbiyle, ruhuyla dahası bütün muhayyilesi ve bütün uzuvlarıyla yazar insan onları. “ 

“Eyvah ki aşkın sır’ının döküldüğü bir çağa kalmışız. Sözün aşkla bağlantısının büsbütün koptuğu zamanlara… Söz’ün taneleri dağılmış ve aşkın yüce sarayı tarumar olmuş. Görkemli aşk sarayının yerine çarpık, biçimsiz, dayanıksız gecekondular inşa edilmiş. Bir fırtınada yerle bir olan gecekondular… “

“Zamanımızın en derin ve en tutkulu aşkları, söze döküldüğünde, ‘Seni çok seviyorum!’ dan daha ince ve daha etkili kelimeler seslendiremiyor. Onu söyleyebilmek bile adamakıllı cesaret istiyor. ‘Gecekondular’ aşk sözleri üretebilir mi?”

“Ne mektuplarmış onlar! Şimdi her biri eski bir aşk çağının tanığı ve belgeleri gibi kitaplarda, okunmayı bekliyor: “

“Lüsiyen Hanım’ın Üstad-ı Azam Abdülhak Hamid’e yazdığı aşk mektupları.”

Şöyle başlar: “Gözümün nuru, güzelim efendim, Efendiciğim… Hazretim ve Hasretim, yazın bana, biliniz ki sizi dünyada her şeyden daha çok seviyorum ben”.

Ve bir başkası: “Efendiciğim, (…) Çamlıca’da olmanızı kıskanıyorum, münzevim benim, niçin yanınızda değilim! Yanınızda, ihtiyaç duyduğum o sükûneti bulurdum. (…) Sizden kopmuş bir parça gibiyim.”

Ve Kemal Tahir’in karısı Fatma İrfan’a mektupları:

“Seni tekrar seviyorum karıcığım, gözlerine demirlerin arasından baktığım zaman anladım ki, seni sevmekle hakikaten şerefli ve çok nefis bir iş yapmaktayım.”

Mektubunun sonuna: “Ben, senin yanında dahi hasretim sana!” dizesini ekleyecektir Kemal Tahir. Ve şöyle bitirecektir.”

“Seni bir güzel, bir derli toplu, bir anlatılmaz seviyorum ki…”

Cemil Meriç, Lamia’ya yazdığı mektupların birinde: “Kendimi bir mektupta seyrettim. Büyülü bir ayna idi bu. Bu aynada bütün paslarından arınmış bir Cemil Meriç vardı. Senin Cemil’in. Bu aynada ikimiz vardık.”

“Ya da Cemal Süreyya’ nın hastanede ölümü bekleyen ve bu yüzden de kendisinden boşanmak isteyen eşi Zühal’e yazdığı hem de her gün yazıp hastaneye ulaştırdığı mektupların birinde: “Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki.”  

Bir tarafta, kırık dökük bir avuç kelimeyle konuşmaya çalışanlar, gönül dilini anlamayanlar. 

Diğer tarafta, aşkı, söz kadar temiz, duru ve yalın; sözü, aşk kadar derin, dokunaklı ve sınırsız olanlar.

Dilin o muazzam dünyasını keşfetmiş zirveler!

Tatlı dilleriyle gönülleri fethedenler.