UMUT

Sezai Babakuş
14.06.2011

12 Haziran’da Türkiye kendine yakışan bir şekilde sandıklandı. Sürpriz yok, genel görüntü değişmedi. Memleket, milliyetçi-mukaddesatçı ideolojinin dominasyonunda yoluna devam edecek. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle tahkim edilen sağın 30 yıldır süren yüzde 70’lik hegamonyasının neredeyse ‘makus talih’e dönüştüğünü söyleyebiliriz. AKP, MHP ve diğer milliyetçi-muhafazakar parti ve grupların oylarına bir de CHP’ye yuvalandırılanları eklersek, üzerimizde nasıl bir sağ ağırlık olduğunu daha iyi kavrarız. Yine de, benim gibi nefes almakta zorlanan azınlıktakileri umutlandırabilecek pekçok olumlu gelişme de oldu…

Recep Tayyip Erdoğan’ın her iki faniden birinin hayır duasını alan muazzam yükselişi otoriterliği daha da mutlaklaştıracak gibi gözükse de, AKP’li vekil sayısının 330’un altında kalması benim kafadakiler için önemli bir teselli ikramiyesidir. Neyse ki başbakanın bu meclis aritmetiğinden anayasayı istediği gibi değiştirip herşeye kadir bir ‘başkan baba’ olması pek mümkün gözükmüyor. AKP’liler hayallerindeki 367’yi bulamadılar, kabullendikleri 330’u bulamadılar. 326’nın sağlayacağı ‘lüküs hayat’la yetinsinler…

CHP’nin ‘sağ oy aşkına’ kimi milliyetçi gladyatörleri omuzlayıp meclise çıkarmasına içerlesek de, vitrinini epeyce değiştirmiş olması, proje üretir hale gelmesi, demokratik açılımlar yapması ve halkçılığını yeniden hatırlaması umut vericidir. Yanısıra Rıza Türmen, Sencer Ayata, Binnaz Toprak gibi değerleri meclise kazandırmış olması sevindiricidir. Umarız bu ve benzeri isimler, daha önce AKP saflarında meclis’te boy gösterip gıkı çıkmayan Zafer Üskül gibi ‘etkisiz eleman’ konumuna düşüp mahcup olmazlar. Sakarya Kafkas Derneği’mizin üyesi Engin Özkoç’a da meclis’te başarılar dileyelim, toplumumuzun kendisinden çok şey beklediğini belirtelim.

Beni asıl tesellendiren ve umutlandıran ise, omurgasını BDP’nin oluşturduğu ‘Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun meclise taşıdığı 36 bağımsız vekildir. Bu blokta yer alanlar, siyaseti dar Kürt milliyetçiliği ekseninden çıkarıp solu kucaklayan bir genişliğe ve menzile ulaştırabilirse, meclis’te taa 45 yıl önce 15 TİP’li vekilin yarattığı umut ve heyecan fırtınasını yeniden oluşturabilirler. Bu Türkiye için, demokrasi için, sol için bir şanstır. Umarız Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve benzerleri, Ufuk Uras’ın ve Akın Birdal’ın beceremediğini becerip, bu döneme sol adına damga vururlar.

Bu minvalde son sözüm MHP içindir. Türk milliyetçiliğinin barajı aşıp meclis’e girmiş olması, giremeseydi kendisini sokakta ve daha uçta ifade etmeye yönelebileceği ihtimali nedeniyle, tesellidir. Demek oluyor ki, mücadelelerine meclis yoluyla ve diliyle devam edeceklerdir…

Herşeye rağmen bu seçim sonuçlarıyla Türkiye yeni bir döneme adım atmıştır. Önümüzde duran en çetrefilli konu, ülkeyi ‘Türk-Sünni’ monolitiğine hapseden zapt-ı raptın topyekün değiştirilerek, tüm kesimleri kucaklayacak çağdaş bir anayasa’nın yapılmasıdır. Elbette buradaki makul beklenti, yeni anayasanın Kürtlerin ve diğer etnik-kültürel-dinsel-siyasal-toplumsal hak ve taleplerin karşılık bulacağı bir ustalıkta kotarılabilmesidir. Velhasılı yeni dönem, hak ve taleplerin en üst düzeyde seslendirileceği, toplumsal uzlaşı pazarlıklarının en keskin uçlarda sonuçlandırılacağı bir dönem olacak.

Hiç kuşku yok ki bu yeni dönemde ‘ağlayana meme verilecek’. Elbette ne istediğini bilen ve en üst perdeden seslendiren Kürtler ve bunu kısmen yapabilen Aleviler yol alacak. Peki ‘diğer’lerin hakları nasıl zapta geçirilecek? Biz Çerkesler gibi hak ve taleplerini ürkek-mahcup sözcüklerin ilerisine taşıyamayanlar ya da hiç ses vermeyenler, sessizliğin çaresizliğini mi yaşayacak? Eğer bugünkü gidişat aynen devam ederse, görünen o ki, yıllardır hüküm süren etnik ve mezhepsel monolistik yapıdan dualistik yapıya geçilecek; Türk-Kürt, Sünni-Alevi…

Denilebilir ki, dualizm monolizmden ehvendir; riske gireceğimize yeni toplumsal denklemin empati insafına kendimizi teslim edelim, elbet bize de birşey düşer. Bu da bir tercihtir, ‘bekle ve bekle’ tercihi… Diğer yolsa, bu dualizmin dışında kalan ve tek tek yeterince ses veremeyenlerin biraraya gelip koro oluşturmasını ve birlikte ses vermesini denemektir. Yani, Çerkesler, Boşnaklar, Lazlar, Gürcüler, Arnavutlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Museviler, Rumlar… velhasılı kader birliği yapabilecek diğer ‘az sesliler’ ve ‘sessizler’ biraraya gelip bir ıslık çalabilir. Umut var mı? Var…

Yukarıda tariflemeye çabaladığım Türkiye iyimserliğimin yanında umudumu artıran başkaca gelişmeler de oldu. Geçen ay ‘Çerkes soykırımını tanıma’ kararı alarak siyasi kurnazlık atağı yapan Gürcistan Parlamentosu’nun bu adımı hem Adigeler hem diğer Kuzey Kafkas halkları tarafından pek ciddiye alınmadı, karşılık bulmadı.

Gürcistan’ın bu kararı ilk günlerde anavatanda ve diyasporada kimi Adige milliyetçilerinin gönlünü biraz okşamış olsa da, Kaf-Fed’in kararlı tavrı sayesinde bu kurnazlığın foyası çabuk döküldü. Münferit alkışlar ve ‘teşekkür Gürcistan’ sesleri giderek sustu, yerini aklı selime bıraktı. Sonuçta Gürcistan’ın Kuzey Kafkas halklarını yanına alarak Abhazya ve G. Osetya’yı yalnızlaştırma stratejisinin ürünü olan ‘Çerkes açılımı’na prim verilmedi. Kafdağı kardeşliğinin Gürcü kurnazlığına ve hokkabazlığına feda edilemeyecek kadar güçlü ve kalıcı olduğunu görmek sevindirici ve gelecek için güven verici…

Bir diğer umut verici gelişme ise insanlık ve vefa adınaydı, tarihi bir kadirşinaslık örneği…

Geçen hafta (10 Haziran günü) Abhazya’dan bir dostum kısa bir mail göndererek İtalya’dan gelen bir heyetin Tatyana Sultanovna Pabba’yı ziyaret ederek 1943-1945 yıllarında İtalya’da faşizme karşı savaşa katılan rahmetli babası Sultan Pabba adına kahramanlık nişanı verdiğini bildirdi.

Tatyana Pabba Abhazya’ya ilk gittiğimde (1989) beni havaalanında karşılayan ve evinde konuk eden ‘Tata hala’mdır. ‘Osmanlı kadını’ denilen türde bir insan abidesidir, beni hep en sıcak duygularla bağrına basmıştır. Sekiz yıl kadar önce Abhazya’ya gidebilmiş olsaydım, İtalya’da savaşa katılıp kahramanlık gösteren Sultan Pabba’yı da tanıyacaktım. Tata hala bu eksiğimi babasını uzun uzun anlatarak gidermeye çalışmıştı. Sultan Pabba’nın öyküsü bir romana ya da bir sinema filmine konu olacak kadar heyecanlıdır. 2. Dünya Savaşı’nda Sovyet ordusunda piyade ve istihbarat subayı olarak görev almış, Alman işgal kuvvetlerince yakalanıp önce Polonya’ya sonra Almanya’ya oradan da İtalya’ya gönderilmiş, üç arkadaşıyla birlikte faşistlerin elinden kaçarak İtalya’daki anti-faşist direniş hareketine katılmış, İtalyan kahramanı Guseppe Garibaldi’nin adını taşıyan partizan birliğinde komutan yardımcılığı yapmıştır. Levanto şehrinin kurtarılması ve müttefik kuvvetlerin Cenova’da karaya çıkmalarını sağlayan operasyonda öncü rol üstlenmiş, birkaç kez yaralanmış ve savaşın bitiminde 1946’da Abhazya’ya geri dönmüştür.

İşte 70 yıl kadar sonra İtalya’dan bir heyet Abhazya’ya gelerek, vatanlarının kurtarılması savaşına katılan ve kahramanlık gösteren bu adamı onurlandırmışlardır; şimdi 80’lerine gelmiş olan kızı Tatyana’ya rahmetli babasının hakettiği kahramanlık nişanını vermişlerdir. Ey insanlık vefası, ey İtalyan kadirşinaslığı. 70 yıl unutmamış, 70 yılın üstüne yatıp teşekkür borcunu görmezden gelmemiş. Hafızasında saklamış, zamanı gelince yola düşmüş, aramış araştırmış Sultan Pabba’nın ailesini bulmuş ve şükranlarını sunmuş, Sultan Pabba’nın Eşera köyündeki mezarına gitmiş ve saygı duruşunda bulunmuş.

Bu bana insanlık bilinci adına umut verdi. Biraz da utandırdı. Biz de bir toplumuz, biz de 1992-1993’de Abhazya’nın özgürlük savaşına diyaspora adına katılan kahramanlara sahibiz. Toplum olarak şehitlerimizi, gazilerimizi, kahramanlarımızı hafızamızda ne kadar canlı tutabiliyoruz, onları ne kadar layikiyle onurlandırabiliyoruz? Toplumsal bilinç ve vefa duygusu açısından Avrupa ile aramızda okyanus kadar mesafe olsa da, insanlık bilinci ortaktır, bize de ulaşır elbet. Bize de bir pay düşer…