ÜMİT KIVANÇ: TÜRKİYE’NİN TEMEL MESELESİ RİYADIR

Röportaj: Başar Başaran – Burak Cop  
Yeni Harman, Şubat 2010 

Sizce bugün Türkiye’nin en önemli meselesi nedir?

Ahlaksızlıktır. Riyadır. En önemli meselemiz riyadır. Yani hayatımızın yalan üstüne kurulu olması ve bundan ötürü herkesin, aslında ahlaksızlık olan, yalan olan, normalde insanlar arası ilişkileri bozacağı kabul edilen şeyleri çok doğal ve hayatın normali saymasıdır. En önemli mesele budur. Bunun olduğu yerde hiçbir şeyi halledemezsiniz.

Tarihimiz riya üstüne kurulu. Sen birilerini öldürmüşsün, sürmüşsün, malına mülküne el koyup üstünde oturuyorsun. Ve bunu da biliyorsun. Sordukları zaman da inkâr ediyorsun. Bu kompleksle yaşamaya çalışıyorsun. Dolayısıyla hiçbir meseleyi de halledemiyorsun. Problemli bir ergen olmaktan kurtulamıyorsun.

Bir milli eğitim sistemi kurmuşsun, düşünmeyi öğretmen gereken yerde buna karşı çalışıyorsun. Aydınlanma, çağdaşlık falan diye getirdiğin şey, bunun tam tersi.

Aydınlanma temelde bireyin özgürlüğü etrafında dönen bir şeyken sen devlet güdümünde cemaat yaratan bir ideolojiye bunu kılıf yapmışsın. Orda bir riya var.

İşte öbür tarafta yüzde 99’u Müslüman diye övünüyorsun. Burada kastettiğin şey aslında “ben bu ülkeden birilerini temizledim” demek. Bunu da herkes biliyor. Dinin bu kadar yaygın olmasının biraz ahlaka falan katkısı olacağı varsayılır, hiç öyle bir şey yok. Beş vakit namazını kılan adam seni kaşla göz arasında kandırabiliyor. Yani din onu bundan alıkoyan kültürel bir şey sağlamıyor… Toplum değiliz.

Toplum değiliz!

Evet. Cemaatler var. Sürekli maç yapıyor bunlar birbirleriyle. Genel olarak önemli meseleler bunlar. Ama riya olmasa bunların hepsi belki bir şekilde halledilebilir. Mesela hukuk diye bir şeyin olması bazı şeylerin panzehiridir. İnsanların hepsini dürüst yapmak mümkün değildir. Ama birarada iken belli şartlara göre davranmalarını sağlamak mümkündür. Mesela üçümüz burada mahsur kalsak bir süre sonra şunu konuşmaya başlarız; “bu yiyecekleri nasıl paylaşalım, nasıl tüketelim?”. Bir şey üzerinde anlaşacağızdır. Toplum böyle bir şeydir. Bizde böyle bir şey yok ki. Bizde cemaatler ve bireyler var. Kendini, aileni, yakın çevreni ve cemaatini diğerlerine karşı korumak, kendine mümkün olduğunca bir şeyler koparmak… Çünkü bir de üstte esas eşkıya var…

Devlet?

E tabii. İşte, ondan koparabildiğini ya da onun sana tanıdığı alanlarda bir şeyler yapmak falan… Bütün hayat bunun üzerine kurulu.

Bunun da doğru bir teze oturmayan, dürüst bir teze oturmayan bu devlet projesinden kaynaklandığını mı düşünüyorsunuz?

Kaynaklanıyor demek iddialı olur. Ama, bir kere, onun tarafından yeniden-üretiliyor. Her gün yeniden-üretiliyor. Bakın, bunlar çok vahim insanlık suçları ve çok vahim durumlar; sen üniversiteni mesela şuna tabi kılmışsın: “Şu konular konuşulmasın, şu konular konuşulsun, onlarda da şunlar densin”. Bunu dediğin anda aslında “üniversitem yok” demiş oluyorsun…

Mesela milli eğitim sistemi… Yahu, her şeyden önce ülkesini seven bir insan, ülkesinin gelişmesini isteyen bir insan nasıl bir milli eğitim sistemi kurmaya çalışır? Der ki, buradan becerikli, girişimci insanlar çıksın… Bizde öyle değil. Daha baştan ilkokuldan itibaren adamın düşünce damarlarını kesiyorsun sen. Ona nedensellik diye bir şeyin olmadığını anlatıyorsun mesela. Adam düşünmekten, bağlantı kurmaktan yoksun yetişiyor bir kere.

Bunlar çok vahim şeyler. Çünkü bir insanın solcu olması, sağcı olması, dinci veya Atatürkçü olması falan bize esas meseleler gibi gözüküyor, ama farkındaysanız kimse kimseyle bir şey tartışamıyor bizim ülkemizde.

Bir sorun çözülüp masadan kalkılamıyor…

Tartışılamıyor. Herkes bir şeyi tebliğ ediyor. Düşünün ve bana söyleyin; hayatınızda, yani televizyon tartışması, özel hayat, her şey dâhil… İki-üç kişinin bir şey tartıştığını, ve bunlardan birinin, tartışmanın bir aşamasında “a evet, ben yanlış düşünmüşüm” dediğine kaç kere şahit oldunuz? Öyle bir şey olmaz. Mümkün değil. Çünkü pozisyon koruyoruz, ve her şey bir araç.

Türkiye’de süregiden bir mücadele var. Egemenler-arası bir mücadele olarak da okuyabiliriz bir bakıma. Bunun ideolojik yansımaları, politik hegemonya savaşı da var. Şimdi bu mücadele, bahsettiğiniz, kabilelerden müteşekkil, toplum olamamış bir insan grubu olma özelliğini devam ettirmez mi bu ülke insanının?

Hayır. Çünkü bizim toplum olabilmemiz bir kere şu andaki devlet-toplum ilişkisinden kurtulmamıza bağlı öncelikle. Çünkü ordan hiçbir cemaat tek başına kurtulamaz, böyle bir ihtimal yok. Yani “ordan kurtulalım” diye bir irade bizim gerçek kurtuluşumuz olacak öncelikle.

Kurtulunca ne olacağız? Gene işçilerin ezildiği, gene hakların o kadar da geniş olmadığı, çok da matah olmayan insanlarca yönetilmediğimiz bir ülke olacağız, ilk etapta… Şimdi bugün mesela demokrasi mücadelesini desteklememek için, ya da AKP’li görünmemek için, ya da ne bileyim liberal diye suçlanmamak için bulunan bahaneler var ya yani… Şimdi onların çoğu o kadar komik ki aslında. AKP neden iyi bir parti olsun ki? Neden biz onu sevelim ki? Zoraki demokrattır AKP. Ama aslında zoraki olması onu daha güvenilir kılar birçok açıdan. Kendisi istemese de, kendisi o iyilikte olmasa da bir şeyleri yapmak zorunda.

Peki nüanslı bir mücadele mümkün değil mi yani? Hem eski statüko ile mücadele edip hem de… 

Mümkün, ben yapıyorum işte. Hayır, “mümkün” değil, zaten böyle olur. Politika dediğimiz şey kabaca şudur zaten, senin ne olduğunu iyi anlatman lâzım bir kere. Ben buyum, bunları istiyorum. Kardeşim ben sosyalistim, ben insanların şöyle yaşadığı bir düzen istiyorum, bütün bunları bunun için yapıyorum.

Ya, MHP’li bir apartman yöneticim vardır. Herif apartmanın bahçesine araba konmasın, biz buraya ağaç dikelim diye bir şeyler yaparsa, niye ben bu adamla beraber olmayacağım ki? Faşist mi olacağım bunu yapınca?

Alt kattaki oğlan da, Kardeş Türküler konserine beraber gittiğim bir çocuktur yani, oraya araba koyan. Ona çıkar arabanı diyeceğim. O da bana kızacak ve beni sevmeyecek. Ama ben doğru davranmış olacağım. İstikrarla her durumda bunu yaparsan… İnsanların şunu demesi lazım; “Abicim solcular hırsızlık yapmaz. Solcular şunu yapmaz… Ha, solcu mu? Dürüst adamdır ama enayidir”. Bu ülkede kimse bunları diyebilir mi solcular için? Birbirini öldürür, her boku yer der yani. Siz mesela, o kadar çok sol-içi vahamet yaşamadınız. Biz yaşadık. Ben sol örgüt liderlerinin Mesut Yılmaz, Tayyip Erdoğan ya da Tansu Çiller’den farklı insanlar olduklarını düşünmüyorum politikacı olarak.

Türkiye’de yaşanan değişim süreci nasıl yorumlamalı?

Solcuları çevirip soralım. Ne değişti, mesela hangi yasa değişti, soralım insanlara. Bir madde, bir şey sayacak insan çıkar mı? Çıkmaz, değil mi? Biliyoruz. Avukat falan değilse, özel alanı falan değilse, çıkmaz. Niye? Çünkü bizi ilgilendirmiyor. Oligarşinin yasaları filan. Emekçilere n’oldu ki falan diye bakmıyor muyuz hepsine biz? Tamam da bir tuhaflık yok mu peki burada? Yani mesela polis telaşa düşüyor bir takım yasa değişikliklerinden dolayı. Ama solcuları hiç ilgilendirmiyor. Hadi o ilgilendirmiyor, AKP bir fenomen. Göreceğiz bundan sonra, ki bir sürü Batı üniversitesinde muhtemelen yapılıyordur, tez konusu oluyordur, araştırılıyordur… Bu nedir, nasıl, nerden çıktı falan…

Ama bir yerden çıktı mı ki gerçekten? Türkiye’nin genel merkez sağ geleneğinden AKP’yi ayıran konjonktürel bir zoraki demokratlığın ötesinde ne var ki?

Çok şey var. Siyasi insanlar var. AKP Türkiye’nin belki de, çeşitli sol oluşumlar dışında, ilk siyasi partisidir. Siyasi hedefleri olan bir partidir.

Nuray Mert’in Vatan’a verdiği bir röportaj var biliyorsunuz, çok ses getirdi. O röportajında Andrew Arato adlı, anayasa yapım süreçleri uzmanı bir siyaset bilimcinin bir tespitini aktarıyor. “Türkiye’de devrim olmadan devrim yapılmaya çalışılıyor” diye bir tespiti var Arato’nun. Şimdi, Türkiye’de gerçekten de ne nesnel koşulları var bir “devrimin”, ne de bunun aktörleri var. Ama bir şekilde, biraz da mizansen, köpürtme ve makyajla böyle bir hava yaratılmaya çalışılıyor gibi…

Nerden çıkıyor bu sonuç? Ben niye çıkarmıyorum bu sonucu? Bakın, binlerce yasa değişti birkaç ay içinde. Ve bir kısmı önemli şeylerdi onların. Normalde hiçbir parlamento birkaç ay içerisinde binlerce yasa değiştirmez. Bence 500 yıl sonra bugünkü Türkiye’yi inceleyen biri “o dönemde Türkiye’de devrim olmuş galiba” der… Ama yanlış anlaşılmasın, “devrim” kelimesini yalnızca bu manada kullanıyorum. Ve bunların hiçbiriyle nasıl ilgilenmediğimize dikkat çekmek istiyorum. Bugün olan devrim falan değil. Ama, hani nerdeyse “ulan bu devrim gibi bir şey” dedirtecek olaylar oldu.

MGK Genel Sekreteri olan adam ifadeye çağrılıyor, ve bize göre hiçbir şey olmuyor, oyun oynuyorlar sadece… Veli Küçük içerde nihayet. Hadi Veli Küçük’ü falan bırak, Sabih Kanadoğlu ifade vermeye gitti bu ülkede. Kozmik Oda’da arama yapılıyor. Bizim hepimizin oraya toplanması lazım.

Sorun tam da bu değil mi? O Kozmik Oda’da arama yapılıyor ama biz biliyoruz ki ordan ne 1 Mayıs 1977 çıkacak, ne suikastlar çıkacak…

Oradan o çıkmaz. Oradan onun çıkması için “Kozmik Oda’da arama yapılıyor” denilecek, doluşacağız oraya, binlerce kişi çadır kurup bekleyeceğiz, “bilmem neyi de bulmadan gitmiyoruz” diye mesela. Bizim bunu yapmamız lazımdı. Ha o arada istiyorsak şunu da söylerdik; görüyorsunuz işte AKP’liler bu işin sonuna kadar gidemiyor. Ya, benim meselem o kemiklerin bulunması AKP’den önce… Şimdi, herif yapıyor, sen diyorsun ki “sen bizim meselemizi çaldın, sen zaten yapamazsın”. İyi o zaman abi, ölmeye devam et.

“AKP sen benim meselemi çaldın”dan ziyade orada şöyle bir kuşku yok mu sizce; AKP bunu yalnızca önceden belirlenmiş belli bir yere kadar götürebilecek. Asıl meseleye giremeyecek… 

Bunları söyleyebilmemiz için bizim de bir şey yapmamız lazım. Yani gidip talep edeceğiz, tamam mı? Şuna ne engel var; başından beri söylüyorum, tek başıma yapmaya kalktım, beceremeyip bıraktım tabii üçüncü ayda: Ergenekon davası mı açılıyor… Alırsın bütün iddianameyi, bütün o dosyaları. Ben oralarda neler buldum… Ekipler kurarsın, “bu niye yok, şu niye yok?” dersin. Orda mesela bazı şeyler var ki onları bizim dönemin insanları çok daha iyi çözer savcıdan. Hemen anlıyorsun çünkü.

Müthiş bir şey söylüyorsunuz, çok doğru bir şey bu… Somut bir şey varsa aklınızda şimdi bizimle paylaşır mısınız?

Hiçbir şey söylemeyeceğim ağabey. Çok şey var yani. 500 sayfa not var elimde.

Kitabını mı yazacaksınız?

Hayır. Yapamam yani, tek başına yapılacak bir iş değil. Günlerce Facebooklarda falan isim aradım, internette. Bir sürü bağlantı, bir sürü şey buluyorsun…

Bu söylediğiniz, solun ataletine güzel bir örnek…

Atalet değil ağabeyciğim… Şimdi, Ergenekon işi başladığında solcuların tavrını unutmayalım yani. Ben girdiğim bütün ortamlarda azımsanmayacak sayıda insanın “bu da tam nedir, anlayamadık ki, kafamız karıştı” tavrında olduğuna tanık oldum. Ulan senin nasıl kafan karışıyor ya Veli Küçük’ü görünce? Veli Küçük’ü görünce kafası karışan adam kötü niyetlidir arkadaş.

Ümit bey, gelin tam da bu noktada şunu Susurluk’la kıyaslayın. Susurluk’ta ne fark vardı? Susurluk’ta bütün sol birleşti…

Gafletine gelmiş (gülerek). Fark AKP’ydi herhalde… Ayrıca şunu da unutmayın, Susurluk bir süre sonra hükümete karşı Kemalist gösterilere dönüştürüldü. Manipüle edilmeye çalışıldı.

Hemen arkası da 28 Şubat zaten…

Evet. Yani, öyle de bir şey oldu. Bu bağlantıyı şimdi bize gösterip solcuların bir günahı olarak söylüyorlar. Eh, cevap verirken insan zorlanıyor tabii ki. Sonuçta böyle bir şey çıkmış ortaya.

Derin Devlet faaliyetlerinden en çok çeken solcular oldu…

Evet. En çok öldürdükleri biziz ve Kürtler. Bir de Aleviler… Daha önce de Gayrimüslimler.

Bu kesimlerin taleplerinin taşıyıcısı da Türkiye Solu olmuştur diyelim, kabaca. Türkiye Solu bundan çok çekti. Hiçbir akımın çekmediği kadar çekti. Şimdi iktidardakilerin kökenlerini oluşturan Milli Selametçiler, Akıncılar, onlar Devlet’le uğraşmadılar…

Uğraşmadılar tabii. Yani Devlet’in kanatları altındaydılar ama onların da çektiği bir şeyler vardı. Biz onlarla çok ilgilenmediğimiz için bilmiyoruz ama onlar da sonuçta hep bir tehdit hissediyordu. Başka türlü yaşamak istiyorsun ama ona adım attığın anda Devlet tepene dikilecek biliyorsun. Çünkü sana ayrıcalığı bir şartla vermiş o…

12 Eylül’den sonra, kimi zaman yalnızca görünürde de olsa, sivil iktidarlar tarafından yönetilmiş bir ülke… Ama Anayasa değiştirilemedi. Bugün darbe hâlâ bir ihtimal olarak konuşuluyor. Ve başka şeyler… O gölge hiç uzaklaşmıyor sistemin üzerinden.

Gölge filan yok, sistem bu zaten. Devletin yönetildiği bir yer var, orası da meclis, hükümet falan değil. Esas yönetildiği bir yer var, orası bunlar değil. Ama tabii ki koca bir devletten bahsediyoruz. Burası 2 milyonluk bir ülke değil. O koca devletin bir yerlerinde de siyasetçiler yer alıyorlar. İktidarı bir miktar paylaşıyorlar. Ama şunu biliyoruz ki iş sıkıya geldiğinde bizzat onlar bile asılabiliyor yani. Ya da …tirin gidin diye meclisten atılabiliyor. Partileri kapatılabiliyor. Herşeyine el konabiliyor.

Biz bir kere sivil politikacıların bir şeyi neden yapmadıklarının hesabını sorarken buradan hareket edeceğiz önce. İkincisi, Türkiye’deki sivil politikacı tipine sen politika olarak nasıl bir alan bırakmışsın? Kardeşim sen gelirsin buraya. Seçim falan da yaparız. Sen hükümet olursun. Burdan da işte zengin olursun. Tamam, para ye. Yakınlarına çıkar sağla. İşte taşrada falan bilmemne ihalesini alan adam beyaz eşyacı Ahmet Bey değil de müteahhit Mehmet Bey olsun… Bunlar bırakılmış. Şimdi bu alanı böyle tanımlayıp bizi buna mahkum edenleri bırakıp, bu alana girmiş bir takım soysuz adamları mı esas konu kabul etmemiz lazım? Esas sorun onlar değil ki. Onun için ilk siyasi parti AKP’dir diyorum. AKP bu alanı kabul etmedi. “Hayır ben Kıbrıs konusunda da karar vereceğim” falan diyor herifler. Adamın vereceği karar iyi veya kötü olabilir. O ayrıca tartışılır.

2007 seçimleri öncesindeki gerilimli günleri hepimiz hatırlıyoruz. Ancak Dolmabahçe Mutabakatı diye de kritik bir dönemeç var. Bu dönemeçten sonra hâlâ ordu ile sivil siyaset arasında bir itişmeden söz etmek mümkün mü?

Ben size sorayım, boşverin Dolmabahçe’yi, şu anda ordu ile sivil siyaset arasında bir itişme var mı yok mu?

Hem itişiyorlar hem beraber yürüyorlar.

Beraber yürüyorlar ama polis mesela bir askeri almaya kalktığında elinden kaçırıp götürüyorlar, savcıya bırakmıyorlar. Demek ki askerle sivil arasında bir sürtüşme var yani… Hayır, sizin dediğiniz gibi olursa biz neden sevineceğiz ben onu anlamıyorum.

Sizin denkleminizde emperyalizm yer alıyor mu? Emperyalizmi denkleme koyduğunuz zaman mesele daha anlaşılır olmaz mı?

Emperyalizmi biz o kadar fazla yere koyduk ki biraz dışarıda bıraksak daha iyi anlayacağız bazı şeyleri.

Emperyalizm sizin sol tanımınızın neresinde?

Benim sol tanımımda emperyalizm niye olsun ki? Türkiye solunun antiemperyalizmi milliyetçiliğin kibarca söylenmesinden başka hiçbir şey değildir ve bu beni uzaktan yakından ilgilendirmiyor.

Latin Amerika solunun antiemperyalizmi nedir o zaman?

Latin Amerika’da konuşmuyoruz ki biz bunları. Antiemperyalizm neden tartışma konusu olsun ki, ben onu anlamıyorum.

Bugüne kadar darbelerin, askeri vesayetin, ülkeyi yöneten Kemalist kliğin beraber iş gördüğü emperyalizmi denklemden bir anda buharlaştırarak çıkartırsak süreci nasıl okuyabiliriz ki? Bugün de emperyalizm AKP ile beraber değil mi?

Biz böyle olsun istiyoruz. Böyle olursa rahat edeceğiz. Emperyalizm tabii ki buharlaşmadı ama bizim ülkemizde darbeleri Amerika yaptırmadı. Şöyle söyleyeyim; Amerika’dan onay almadan darbe yapılmadı Türkiye’de. Onay alındı. Darbe yaptırmakla darbeye onay vermek o kadar farklı şeyler ki…

Amerika durup dururken Türk ordusuna abicim siz gidin bir 12 Eylül darbesi yapın demedi. Ama bizimkiler ABD’den onay almadan onu yapamazlardı. Bu ikisi tamamen farklı dünyalar yani. ABD niye senin ülkende darbe yaptırsın ki? ABD’nin bir derdi mi vardı seninle 12 Eylül günü? ABD’nin her istediği oluyordu zaten Türkiye’de, niye darbe yaptırsın, manyak mı? Türkiye ABD’nin en sıkı müttefikiydi. Bu şöyle bir icat ve uydurma; biz (devrimciler) mi Türkiye’ye o sırada hâkim olmak üzereydik de ABD bunun üzerine darbe yaptırttı? Birbirimizi öldürüyorduk zaten be.

Biz 1 Mayıs 1977’den sonra kaybettik ve zaten düşüşe geçtik. Gidin namuslu herhangi bir insan şunu size itiraf edecektir; 11 Eylül günü bu ülkedeki solcuların hiçbiri ne yapacağını bilmiyordu zaten. Faşistler de bilmiyordu. Böyle kalmıştık hepimiz. Kitleler falan da bizim peşimize takılmış değildi. Onları yeterince mutsuz ettik zaten. Bunlar bir takım efsaneler… Yok böyle şeyler yani. Allah saklasın, devrim yapsaydık biz en az 5 milyon kişi öldürürdük. 12 Eylül kaç kişi öldürdü? Birkaç yüz kişidir yani.

Balyoz Planı’nı duyduğunuzda ne hissettiniz?

Hiç şaşırmadım. Şuna seviniyorum tabii; bunları birileri sızdırıyor dışarı. O sızdıran insanların çok kararlı olduğu anlaşılıyor… Çok sinirlendim aslında. Bu ortaya çıkan kaçıncı şey yani… Bunların henüz ilkinde bütün ortalığın ayağa kalkması gerekirdi. Kafes Planı haberleştirilmedi. Kafes’te Hrant Dink Operasyonu diye laf geçiyor ya.

Sahiden, Kafes’e ana-akım medyanın önemli bir kısmının kayıtsız kalmasının sebebi neydi sizce? Orada okka altına gidecek olanların Gayrimüslimler olması mı? Türklük/Müslümanlık mı galebe çaldı medyada? Ya da Kafes’te Balyoz kadar belge olmaması mı? Neticede Balyoz’da acayip belgeler var…

Ama Ayışığı ve Sarıkız’da da az değildi ki belgeler. Konuşturmayın adamı. Sahte bunlar diye yazı yazdı herkes. Radikal’de bile yazıldı günlükler sahte diye. Ben Alper’e (Görmüş) sormadım bile bunları. Bak güveniyor musun, sahte mi bu belgeler, nerden geldi… Tek kelime sormadım, hâlâ da bilmiyorumdur. Bu son belgeleri de sormam. En küçük bir şüphe duyarsam çalışmam ki orada (Taraf’ta) zaten.

Öyle diyorsunuz ama NTV olayında çok fena bir duruma düştü Taraf. 

Evet. Yapılmayacak bir hata. Ama ben o psikolojiyi biliyorum. “Müthiş bir şey yakaladık abi” diye atladılar. Ama onlar zaten NTV’den biri yaptı bunu manasında yazmamışlardı. Orayı kullanarak yaptı diye yazdılar. Halbuki NTV’den arayabilecekleri 40 tane insan var o noktada. Ben olsam arardım… Sonuçta aramışlar birisini, hiç aramadı değiller. NTV’den gazeteci birilerini arayıp gelin beraber bakalım bu işe demeleri daha doğru olurdu bence. Taraf hata etti. Bu şimdi neyi gösteriyor? Aculluk yaptıklarını. Toyluk ettiklerini. Biraz ayıp ettiklerini, aramayarak.

Taraf solcu bir gazete mi sizce?

Türkiye’de Taraf solcudur ağabey. Türkiye için solcu bir gazetedir. Ekonomik konularda solculuğu tartışılır esas. Yani işçi meselelerinde falan solculuğu tartışılır. Sol liberal bir gazete diyebiliriz aslında.

Bu arada, ayrı da bir uzmanlık geliştirdi; belge gazeteciliği.

Evet. Ama Taraf olmasaydı ne olacaktı bu yıllarda? Bu belgeler hiçbir yerde yayımlanmayacaktı. Bunu net olarak biliyoruz. Benim önüme Balyoz gibi bir şey gelecek, ben oturup bu belge neden Mehmet Baransu’ya geldi diye mi düşüneceğim?

İkisi aynı anda yapılamaz mı? Hem Balyoz’dan dehşete kapılıp hem de n’oluyor yahu demek…

Niye yahu, niye?

Diyorsunuz ki benim için ikincildir.

İkincil bile değildir. Hiç umurumda değildir. Ben “bu doğru mu değil mi?” ile ilgilenirim. Şayet doğruysa, manipüle edilmek ne demektir yani? Nasıl manipüle edilmiş oluyorum yani doğruysa o? Biz ilk günden beri şunu konuşuyoruz: Bunlar niye Taraf’a geliyor? Ulan kime gidecek başka! Gazetecilik yapan herkes bunu adı gibi bilir, bu altın kuraldır, değişmez; sen şimdi mesela Fethullah Gülen’le ilgili bir yolsuzluk dosyası bulsan Samanyolu’na mı götürürsün başka bir yere mi?

Taraf’a mı götürürüz?

Bilmem. Taraf’a da götürmem mesela.

Niye?

Götürmem. Çünkü ulan belli mi olur, böyle diyorlar, bilmemne diye düşünürüm. Bakın, hakikaten şöyle tahammülüm kalmadı, en azından maaşımızı alırdık değil mi Fethullah Gülen falan olsaydı… En azından aylıklar falan verilirdi. İnsanlar gitmezdi, o kadar sıkıntı çekmezlerdi. Başbakan hakkında bir yazı yazıldı diye gazete malî olarak bloke edilip çökertilmeye çalışılmazdı.

Türkiye’de 5 yıl önce olamayacağını düşündüğümüz şeyler oluyor. Sabih Kanadoğlu sorgulanıyor. Kuvvet komutanları sorgulanıyor. Bunlar olabiliyor yani. Ama ne hikmetse Hrant Dink davası 3-5 değersiz tetikçinin yargılanması şeklinde gidiyor. İktidara bağlı olan polisin bu işteki dahli çok açık. Nasıl bir iştir bu, iktidar mı koruyor polisi?

Benim tahminim şu; devlet hiyerarşisi içerisinde,“Teşkilat-ı Mahsusa” diyebileceğimiz bir şey, başından beri var. İttihatçılar’dan beri. Bu tabii ki Ordudan ibaret bir şey değil. Bizim karşımıza çıkan bir normal polis, ama yanındaki başka bir yerden mesela. Böyle bir yapı var yani. Bu yapıda, 2000’lerin başında, ki Ergenekon belgelerinin tarihleri de o yıllar hep, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı’na bir şey denk geliyor. Ama ne olduğunu bilmiyoruz. Ve birileri şu fikre kapılıyor; ulan zaten bütün teşkilat var elimizde, biz bunun hiyerarşisini devlet dışına, Genelkurmay dışına kaydıralım. Ergenekon aslında böyle bir şey. Bu yüzden mevcut devlet içinde de birileri Ergenekon ortaya çıkarılsın istiyorlar. Çünkü bu hiyerarşi devletin hiyerarşisidir. O tarihlerde de bu AB işi çok canlanmıştı. Bunlar “biz kaybediyoruz” diye düşünmüş olabilirler. Çünkü AB işi olursa Teşkilat-ı Mahsusa falan kalmayacak. Zaten Kafes Planı’nın da ilginçliği orda. Bu ülkedeki Gayrimüslimleri öldürerek Gayrimüslimleri hedef almıyorlar aslında. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisini koparmak için öyle bir şeyi öngörüyorlar. Üstelik çok kolaylıkla radikal İslamcıların üzerine atılabilecek bir şey.

Neden Ergenekon Davası ile Hrant Dink Davası birleştirilmiyor?

Hrant Dink Davası’ndan yalnızca polis çıkacak gibi bir yanılgı içindesiniz. Değil. Asker de var; jandarma da var. İkisi beraber var, yalnızca polis değil. Belki Ergenekon’dan farklı olarak polis çok fazla var. Ama Ergenekon Davası daha polise bulaşmadı. Hrant’ın katili yakalandı ikinci günde. Bu zaten başlı başına enteresan bir şey. Herifi götürdüler Emniyet’e. Bayrağın önüne koyup, fotoğrafını çekip, basına dağıttılar. Şimdi Türkiye’de aklınıza gelebilecek en faşist emniyet müdürü veya jandarma komutanını düşünün. Cinayetin ikinci günü memleketteki havayı hatırlayın. Kimse cesaret etmezdi öyle bir olaya Türkiye’de. Kimsenin zaten aklına gelmez. Ordaki iki tane polis yapamaz bunu. Ordaki emniyet müdürü de yapamaz, jandarma komutanı da yapamaz.

Yapan?

Soruyorum ben de. Ben bilmiyorum, nereden bileyim… Yukarıdan birileri bunlara dedi ki, bunu yapın. İşin rengini değiştiren olay buydu. “Bakın bu çocuğa biz sahip çıkıyoruz, o yalnız değil” gibi… Ama ondan sonra ne oldu? Cenaze oldu. O bizim yaptığımız iyi bir şey sayılır ya. Aslında biz yapmadık, normal insanlar geldiği için öyle oldu. Bu tür şeyler çok önemli faktörler aslında. Bu heriflerin hatt-ı harekatında bir sürü şeyi değiştiriyor bu olaylar. “Haa, bir dakika” falan diyor herifler.

Bakın, Hrant Dink Davası öyle bir şey ki, Ergenekon’dan da farklı. Bu cinayet davasının çözülmesi halinde hakikaten Devlet değişir Türkiye’de. Kilittir yani. Ergenekon Davası’ndan daha önemlidir çünkü Ergenekon’dan daha fazla şeyi kapsamaktadır aslında.

Bunun biraz adını koyalım, neyi kapsıyor?

Ergenekon’u Devlet içinde bir teşkilat kabul edersek, Hrant Dink suikastı bu teşkilat dışındaki Devlet görevlilerinin de katıldığı bir olay. Yani bu suikasttan 7-8 polis, 7-8 jandarma, subaylar, emniyet müdürleri, bilmemnelerden falan oluşan bir kadronun mahkum edildiğini düşünün, eh ertesi gün biraz zor olur artık bazı şeyleri yapmak.

Peki Ergenekoncu olmayan Devlet görevlileri neden bu suikasta iştirak etmiştir?

Hrant Ermeni olduğu için. Solcu olduğu için. Solcu öldürmek serbesttir Türkiye’de, mubahtır.

Hele bir de Ermeniyse.

Ermeni olması şeydi… Bir süredir tarihi ve turistik koruma altında olduğu için dokunulamıyordu. Ama solcu öldürmek her zaman mubahtır yani.

Hrant’ın eski yazılarına, durduğu yere baktığınız zaman, mesela bir Doğu Konferansı’ndaki duruşuna baktığınız zaman, onu öldürmenin bu adamlar için çok iyi bir fikir olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Çok iyi bir fikirdi. Hrant milliyetçi bir Ermeni olsaydı ona kimse dokunmazdı… Bakın, biz hep bu davada polislerin kollanmasını falan konuşuyoruz da, bir de tersini yazdığı bir şeyden ötürü Hrant’ı mahkum eden bir Yargıtay var. Niye kimse bunu konuşmuyor? Yargıtay Başsavcısı “hayır adam bunu yazmamıştır, 8 yazı yazmış, bunlara da bakıldığında tam aksi çıkıyor” diyor, Yargıtay Hrant’ı mahkum ediyor.