ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI

Viladimir İliç Ulyanov Lenin
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Şubat-Mayıs 1914
Çeviri: Muzaffer Ardos
S
ol Yayınları, Nisan 1968

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN
ETME HAKKI

RUS Marksistlerinin programının, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkıyla ilgili 9. maddesi, (Prosveşçenye’de (9*) de belirttiğimiz gibi) oportünistlerin bize karşı bir haçlı seferine girişmelerine neden oldu. Rus likidatörleri (partiyi tasfiye hareketine katılan likidatörler söz konusudur) Petersburg’da yayınlanan gazetelerinde Bundçu Liebmann ve Ukraynalı milliyetçi-sosyalist Yurkeviç, kendi organlarında programın bu maddesine karşı, olanca güçleriyle saldırıya geçtiler ve bu maddeye karşı küçümseyici pir tutum takındılar. Kuşkusuz, marksist programımızın bu biçimde  (sayfa 53) “oniki dilden saldırıya uğraması”, genel olarak bugünkü milliyetçi dalgalanmalarla yakından ilgilidir. Biz, ancak, yukarda adı geçen oportünistlerden hiç birinin kendilerine ait olan bir tek kanıt ileri süremediğini belirtmekle yetineceğiz; bunların hepsi, Rosa Luxemburg’un 1908-09’da Lehçe kaleme alınan “Ulusal Sorun Ve Özerklik” adlı yazısında söylediklerini yineliyorlar. Biz, açıklamalarımızda adı geçen bu yazarın “özgün” kanıtlarını ele almakla yetineceğiz.

I. ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETMESİ NEDİR?

Ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi denen şeyi, Marksist açıdan incelemeye giriştiğimizde elbette ki ilk karşılaşacağımız soru budur. Bu terim ne anlama gelmektedir? Bunun yanıtını, türlü hukuk “genel kavramlarından” çıkarılan hukuksal tanımlamalarda mı aramalıyız, yoksa, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi incelemesinde mi bulmaya çalışmalıyız.

Semkovskilerin, Liebmann ve Yurkeviçlerin bu soruyla hiç ilgilenmemiş olmaları ve herhalde ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri konusunun yalnızca 1903. Rus programında (32) değil, 1896 Londra Uluslararası Kongresinin kararında da (ki, bu kongreyi, sırası geldiğinde ayrıntılı olarak ele alacağız) ele alındığını bilmeyerek, Marksist programın “muğlaklığı”nı eleştirmekle yetinmelerine şaşmamak gerekir. Şaşılacak olan şey, söz konusu sorunun, iddia edilen soyutluğunu ve metafizik niteliğini geniş ölçüde reddeden Rosa Luxemburg’un da soyutlama ve metafizik günahını işlemesidir. Konunun hukuksal tanımlamalarla mı yoksa bütün dünyadaki ulusal hareketlerin deneyimiyle mi belirleneceği sorusunu açık-seçik olarak hiç bir yerde kendi kendine sormadan, (ulusun iradesinin nasıl saptanacağı sorunu üzerinde o eğlendirici spekülasyon dahil) ulusların kendi kaderini tayin konusunda devamlı olarak genellemelere kayan,  (sayfa 54) Rosa Luxemburg’un kendisi olmuştur.

Bir Marksist’in ele almaktan kaçınamayacağı bu sorunun açık-seçik ve tam olarak ifade edilişi, Rosa Luxemburg’un kanıtlarının onda-dokuzunu hemen sarsardı. Rusya’da ulusal hareketler, ilk kez ortaya çıkmıyor; ve bu hareketler; yalnızca Rusya’ya özgü şeyler de değildir. Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı sonal zaferi dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin, tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve ensonu, pazarda büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumunda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.

Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve Bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.

Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar “icat ederek” değil de ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma  (sayfa 55) ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.

Daha aşağıda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, devlet olarak ayrı varlık hakkından başka bir anlamda kullanmanın niçin yanlış olacağının başka nedenlerini de göreceğiz. Şimdilik, biz, Rosa Luxemburg’un, ayrı bir ulusal devlet kurma özleminin derin iktisadi temellere dayandığı kaçınılmaz sonucunu “yok saymak” yolunda çabaları üzerinde durmalıyız.

Rosa Luxemburg, Kautsky’nin Milliyet ve Enternasyonalizm adlı broşürünü iyi bilmektedir. (Die Neue Zeit, (33) n° 1’in eki, 1907-1908; Rusça çevirisi: Nauçnaya Mysıl. (34) O, bu broşürün dördüncü bölümünde Kautsky’nin, ulusal devlet, sorununu inceden inceye tahlil ettikten sonra, Otto Bauer’in “bir ulusal devlet kurmaya doğru iten gücü küçümsediği” (s. 23) sonucuna vardığını bilmektedir. Bizzat Rosa Luxemburg, Kautsky’den şu sözleri aktarmaktadır: “Bugünün koşullarında en uygun devlet biçimi, ulusal devlettir” (yani ortaçağ, kapitalizm-öncesi vb. koşullarından farklı olarak, bugünün kapitalist, uygar, iktisadi bakımdan ilerici koşulları). Biz, buna, Kautsky’nin vardığı daha da kesin sonucu eklemeliyiz: türdeş olmayan (hetérogène) uluslardan meydana gelen devletler (ki bunları ulusal devletlerden ayırdetmek için ulusal-topluluklar devletleri denmektedir) “her zaman, iç yapıları, herhangi bir nedenle anormal ya da gelişmemiş bir durumda kalmış” (geri) devletlerdir. Söylemeye gerek yok ki, Kautsky, anormal sözcüğünü gelişen kapitalizmin isteklerine en iyi uyan şeylere uyamama anlamında kullanmaktadır.

Sorun, şimdi Rosa Luxemburg’un, Kautsky’nin bu noktada vardığı tarihsel ve iktisadi sonuçları nasıl ele aldığı sorunudur. Bu sonuçlar doğru mudur, yoksa yanlış mı? Tarihsel ve iktisadi teorisiyle Kautsky mi haklıdır, yoksa teorisi psikolojik bir temele dayanan Bauer mi? Bauer’in kuşku  (sayfa 56) götürmez “ulusal oportünizmiyle”, ulusal kültür özerkliğini savunmasıyla, aşırı milliyetçilik hevesiyle (Kautsky’nin dediği gibi “şurada burada ulusal yöne bir vurgu”), “ulusal yönü aşırı ölçüde abartması ve enternasyonal yönü tamamen unutması” (Kautsky) ile ulusal devlet kurma doğrultusunda güçlü eğilimi küçümsemesi arasındaki bağ nerdedir?

Rosa Luxemburg bu soruna değinmedi bile. Bu bağı aramanın gereğinin farkına bile varmadı. Hatta o, Bauer’in teorik görüşlerinin bütününü tartmadı bile. Ve o, ulusal sorunun tarihsel ve iktisadi teorisiyle psikolojik teorisi arasında bir kıyaslama da yapmamıştır. Kautsky’yi eleştiren şu gözlerle yetinmiştir:
“… ‘En iyi’ ulusal devlet, teori bakımından kolayca geliştirilip savunulabilen, ama gerçeğe uymayan bir soyutlamadan başka bir şey, değildir.” (Przeglad Socjaldemokratiyczny, 1908, n° 6, s: 499.) ve bu cüretli beyandan, sonra, büyük kapitalist devletlerin gelişmesini ve emperyalizmin küçük ulusların “kendi kaderlerini tayin etme hakkı”nı bir düş haline getirdiği iddiası gelmektedir.

Rosa Luxemburg şöyle diyor: “Şekil bakımından bağımsız olan, ama bağımsızlıkları Avrupa dengesi denen siyasal savaşım ve diplomatik oyunun sonucu olan Karadağlıların, Bulgarların, Romanyalıların, ,Sırpların, Yunanlıların, hatta İsviçrelilerin ‘kendi yazgılarına sahip olamamalarından’ söz edebilir miyiz?”! (s. 500.) Koşullara en uygun olan devlet, “Kautsky’nin sandığı gibi, ulusal devlet değildir, asalak devlettir.” Ve ardından, Fransız, İngiliz sömürgelerinin ve öteki sömürgelerin büyüklüğüyle ilgili birçok rakam verilmektedir. İnsan bu gibi iddiaları okurken, yazarın, konunun özünü anlamamakta gösterdiği başarıya şaşmadan edemiyor! Ağırbaşlı bir, tutum takınarak, Kautsky’ye, küçük devletlerin iktisadi bakımdan büyük devletlere bağımlı olduklarını,  (sayfa 57) öteki ulusları ezip sömürmek için burjuva devletler arasında bir savaşımın sürüp gittiğini, emperyalizmin ve sömürgelerin var olduğunu öğretmeye kalkışmak, akıllı görünme yolunda çocukça çaba gösterme gülünçlüğüne, düşmektir, çünkü, bütün bunların konuyla bir ilgisi yoktur. Yalnızca küçük devletler değil, örneğin Rusya bile, “zengin” burjuva ülkelerin emperyalist mali sermayesinin gücüne iktisadi bakımdan tam bağımlı durumdadır. Yalnızca küçücük Balkan devletleri değil, Marx’ın Kapital’de (35) belirttiği gibi, 19. yüzyılda Amerika bile, iktisadi bakımdan, Avrupa’nın bir sömürgesiydi. Her Marksist gibi, Kautsky de elbette ki bunları bilmektedir; ama, bunların, ulusal hareketler ve ulusal devlet sorunuyla bir ilgisi yoktur.

Rosa Luxemburg, burjuva toplumda ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri ve devletlerin bağımsızlığı sorununun yerine, bunların iktisadi bağımlılığı sorununu koymuştur. Bir burjuva devlette, parlamentonun, yani ulus temsilcileri meclisinin üstünlüğünü bir program talebi olarak tartışırken, birinin kalkıp da bir burjuva ülkede her rejim altında büyük ,sermayenin en üstün güç olduğu yolundaki tamamen doğru görüşü ileri sürmesi ne kadar akıllıca bir davranışsa, Rosa Luxemburg’un bu sözlerini de o ölçüde akıllıca sözler saymak gerekir.

Kuşkusuz, dünyanın insanca en kalabalık parçası olan Asya’nın büyük bir kısmı, “büyük devletlerin” sömürgelerinden ya da ulus olarak büyük ölçüde bağımlı olan ve ezilen devletlerden oluşmuştur. Ama herkesçe bilinen bu durum, Asya’nın kendisinde meta üretiminin en mükemmel gelişmesi için, kapitalizmin en özgür, en geniş ve hızlı büyümesi için, koşulların Japonya’da yaratılmış olduğu, yani ancak bağımsız ulusal bir devlette yaratılabildiği kuşku götürmez gerçeğini herhangi bir biçimde sarsabilir mi? Japon devleti bir burjuva devlettir, bu nedenle o da başka ulusları ezmeye ve sömürgeleri boyunduruk altına almaya başlamıştır.  (sayfa 58) Asya’nın, Avrupa gibi, kapitalizmin yıkılışından önce, bir bağımsız ulusal devletler sistemi içinde kristalleşmeye zaman bulup bulamayacağını söyleyemeyiz; ama tartışılmaz bir gerçektir ki, kapitalizm, Asya’yı uykusundan uyandırdığı için, bu kıtanın da her yerinde ulusal hareketleri depreştirmiştir; bu hareketlerin eğilimi, orada ulusal devletlerin yaratılması doğrultusundadır; kapitalizmin gelişmesi için en iyi koşullar, bu tür devletlerin oluşmasıyla sağlanabilir. Asya örneği, Kautsky’nin lehinde ve Rosa Luxemburg’un aleyhinde kanıt sayılmalıdır.

Balkan devletleri örneği de Rosa Luxemburg’un iddialarını çürütmektedir, çünkü şimdi herkes görebilmektedir ki, Balkanlarda kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşullar, bu yarımadada bağımsız ulusal devletler yaratılabildiği ölçüde gerçekleştirilebilmektedir.

Onun için, Rosa Luxemburg yanılmaktadır, bütün ilerici uygar insanlığın örneği olduğu gibi, Balkanların ve Asya’nın örnekleri de Kautsky’nin bu konudaki tutumunun kesin olarak doğru olduğunu tanıtlamaktadır. Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve “norması”dır; türdeş olmayan uluslar devleti, geriliği temsil eder, ya da istisnadır. Ulusal ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları, kuşkusuz, ulusal devlet sağlar. Bu, elbette ki, böyle bir devletin, burjuva ilişkileri koruduğu sürece, ulusların sömürülmesini ve ezilmesini önleyebileceği anlamına gelmez. Bu, ancak, Marksistlerin, ulusal devletler kurma özlemini doğuran güçlü iktisadi etkenleri görmezlikten gelemeyecekleri anlamına gelebilir. Bu, Marksistlerin programındaki “ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri” ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir.

“Ulusal devlet” kurma yolunda burjuva demokratik istemin, Marksist açıdan, yani proleter sınıfı bakımından hangi  (sayfa 59) koşullarda destekleneceği konusu ileride ayrıntılı olarak incelenecektir. Biz, şimdilik, “kendi kaderini tayin etme” kavramının tanımlanmasıyla yetiniyoruz ve yalnızca Rosa Luxemburg’un bu kavramın (“ulusal devlet”) ne anlama geldiğini bildiğini, oysa onun oportünist yandaşlarının, Liebmann’ların, Semkovskilerin, Yurkeviçlerin bunu bile bilmediklerini belirtiyoruz.

II. SORUNUN SOMUT TARİHSEL KONUMU

Herhangi bir toplumsal sorun incelendiğinde, o sorunun, belirli tarihsel sınırlar içinde formüle edilmesi ve eğer özel olarak bir ülke söz konusuysa (örneğin belli bir ülke için ulusal program gibi) o ülkeyi öteki ülkelerden aynı tarihsel dönem içinde ayırdeden özelliklerin hesaba katılması, Marksist teorinin kesin bir gereğidir. Marksizm’in bu kesin gereği, tartışmakta olduğumuz sorunda, nasıl bir tutumu zorunlu kılar?

İlkin, ulusal hareket bakımından birbirinden esasta farklar taşıyan kapitalizmin iki dönemi arasında kesin bir ayrım yapılmasını gerektirir. Bir yanda, feodalizmin ve mutlakıyetin yıkılışı dönemi, ulusal hareketlerin ilk kez yığın hareketleri haline geldikleri ve basın aracılığıyla, temsili kurumlara katılma vb. yoluyla halkın bütün sınıflarının şu ya da bu biçimde siyasal yaşama çekildiği burjuva demokratik toplum ve devletlerin kuruluşu dönemi. Öte yanda, uzun zamandan beri kurulmuş olan anayasa düzenleriyle, proletarya ile burjuvazi arasında gelişip güçlenmiş uzlaşmaz çelişkisiyle kesin olarak kristalleşmiş kapitalist devletler dönemi kapitalizmin çöküşünün öngünü diye adlandırabileceğimiz dönem vardır.

Birinci dönemin tipik özellikleri, genel olarak siyasal özgürlük ve özel olarak ulusal haklar uğruna savaşım için, ulusal hareketlerin uyanması ve nüfusun en kalabalık ve en (sayfa 60) “uyuşuk” bölümünü oluşturan köylülerin harekete çekilmesidir. İkinci dönemin tipik özellikleri, yığınsal burjuva demokratik hareketlerin bulunmayışı, gelişmiş kapitalizmin, ticari ilişkilere tam olarak sürüklenmiş olan ulusları bir araya getirirken, bunların her gün artan ölçüde birbirlerine, karışmalarını sağlarken, uluslararası ölçüde birleşmiş olan sermaye ile uluslararası işçi hareketi arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ön plana çıkarmasıdır.

Elbette ki, bu iki dönemi, su geçirmez bölmeler içinde birbirinden ayrı tutamayız; bu iki dönem arasında çok sayıda geçici bağlar vardır, nasıl ki, ayrı ayrı ülkeler, ulusal gelişme hızı bakımından, nüfusun ulusal bileşimi ve dağılımı bakımından birbirlerinden farklıysalar. Belirli bir ülkenin Marksistleri, bu genel tarihsel ve somut koşulları hesaba katmadan ulusal programlarını saptayamazlar.

Ve, işte burada, biz, Rosa Luxemburg’un iddialarındaki en zayıf noktayla karşılaşmış oluyoruz. Kendisi büyük bir gayretkeşlikle programımızın 9. maddesine karşı birçok “sert” sözcükler kullanmakta, bu maddenin “aşırı ölçüde kapsayıcı” olduğunu, “yavanlıklar”, “metafizik ibareler” içerdiğini vb. ad infinitum (durmadan -çn.) söylemektedir. Metafiziği (Marksist anlamda metafiziği, yani anti-diyalektiği) ve boş soyutlamaları böyle görkemli biçimde suçlayan bir yazarın, sorunun, somut tarihsel tahlilinin nasıl yapılacağına ilişkin bir örnek vermesini beklemek doğaldır. Biz, belirli bir ülke için -bu, Rusya’ dır- belirli bir dönemde -bu, 20. yüzyılın başlangıcıdır-, marksistlerin ulusal programını tartışıyoruz ama Rosa Luxemburg, Rusya’nın hangi tarihsel dönemden geçmekte olduğu ve o belirli ülkenin, o belirli dönemde ulusal sorununun ve ulusal hareketlerinin somut özelliklerinin ne olduğu sorununu ele alıyor mu?

Hayır; o, bu konuda kesinlikle hiç bir şey söylemiyor! Onun yapıtında, ulusal sorunun Rusya’da bugünkü tarihsel dönemdeki durumuna, ya da özellikle bu bakımdan Rusya’nın (sayfa 61) ayırdedici çizgilerinin tahliline ilişkin en küçük bir ima bile bulamazsınız!

Bize, ulusal sorunun, Balkanlarda, İrlanda’dakinden farklı olduğunu; Marx’ın 1848’in somut koşullarında Polonya ve Çek ulusal hareketlerini şu biçimde değerlendirdiğini (Marx’tan aktarmaları içeren bir sayfa); Engels’in İsviçre’nin orman kantonlarının Avusturya’ya karşı savaşımını ve 1315’teki Morgarten Savaşını şu biçimde değerlendirdiğini (Engels’ten aktarmalar ve bunlar üzerinde Kautsky’nin yorumlarını içeren bir sayfa); Lassalle’ın 16. yüzyılda Almanya’daki köylü savaşını gerici bir savaş saydığını vb. söylemektedir.

Bu yorumların ve aktarmaların yeni bir şey olduğu söylenememekle birlikte, hiç değilse, Marx’ın, Engels’in ve Lassalle’ın ayrı ayrı ülkelerde somut tarihsel sorunların tahliline nasıl bir yaklaşımda bulunduklarım tekrar tekrar anımsatmak okur için ilginçtir ve Marx ile Engels’ten bu eğitici aktarmaların okunması, Rosa Luxemburg’un,kendisini nasıl gülünç bir duruma düşürdüğünü en çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Yazar belâgat ve kızgınlıkla, değişik ülkelerde ve değişik dönemlerde ulusal sorunun somut tarihsel tahlilinin yapılması gerektiğini savunuyor ama Rusya’nın, 20. yüzyılın başlangıcında, kapitalizmin gelişmesinde, hangi tarihsel aşamadan geçmekte olduğunu ya da bu ülkede ulusal sorunun kendine özgü özelliklerini belirlemek için en ufak bir çaba göstermiyor. Rosa Luxemburg’un, başkalarının sorunu Marksist biçimde nasıl ele aldıklarına ilişkin örnekler vermesi, sanki cehenneme giden yolun ne kadar sık olarak iyi niyetlerle döşendiğini, güzel öğütlerin ne kadar sık olarak pratikte bu öğütlere uyma isteksizliğini ya da yeteneksizliğini gizlemeye yaradığını kasıtlı olarak belirtmek içindir.

İşte örnek olarak gösterilebilecek bir kıyaslama. Polonya’nın bağımsızlığı istemine karşı çıkarken Rosa Luxemburg, (sayfa 62) Polonya’nın hızlı “sınai gelişmesini” ve bu ülkenin mamullerinin Rusya’da satılmasını belirttiği, 1898’deki yapıtına atıfta bulunmaktadır. Söylemeye gerek yok ki, bundan, ulusların kendi kaderini tayin etme, hakkı sorunuyla ilgili hiç bir sonuç çıkarılamaz; bu, yalnızca, dört bir yanı eşraf egemenliğindeki Polonya’nın vb. yok olmakta olduğunu tanıtlar ama Rosa Luxemburg, kaşla göz arasında, hep Rusya ile Polonya’yı birleştiren etkenler arasında modern kapitalist ilişkilerin, salt iktisadi etkenlerin şimdi üstün geldiği sonucuna varmaktadır.

Bundan sonra bizim Rosa, özerklik sorununa geçiyor ve yazısının başlığı genel olarak “Ulusal Sorun ve Özerklik” olduğu halde, Polonya Krallığının özerkliğe özel bir hakkı olduğunu iddia etmeye başlıyor (bkz: Prosveşçenye, 1913, n° 12). Polonya’nın özerklik hakkını desteklemek için, Rosa Luxemburg, besbelli ki, Rusya’nın devlet sistemini, iktisadi, siyasal ve toplumsal özelliklerini ve her günkü yaşamıyla -“Asya despotizmi” kavramını oluşturan çizgiler topluluğuyla değerlendirmektedir (Przeglad, n° 12, s. 137).

Bilindiği gibi o tipte bir devlet sistemi, iktisadi düzende kapitalizm-öncesi ataerkil özelliklerin tam olarak egemen bulunduğu ve meta üretimi ile sınıf farklılaşmalarının pek az gelişmiş bulunduğu durumlarda büyük kararlılığa sahiptir ama eğer devlet sisteminin açık bir kapitalizm-öncesi nitelik taşıdığı bir ülkede, kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu, ulusal sınırları belli bir bölge varsa, o zaman kapitalizm ne kadar hızla gelişirse, bu bölge ile kapitalizm-öncesi devlet sistemi arasındaki çelişki o ölçüde artacak ve daha ileri durumda olan bölgenin, “modern kapitalist” bağlarla değil, “Asya despotluğu” bağlarıyla bağlı bulunduğu bütünden ayrılma olanakları o ölçüde kuvvetlenecektir.

Bu bakımdan Rosa Luxemburg’un uslamlama biçimi, burjuva Polonya ile ilişkisinde Rus hükümetinin toplumsal (sayfa 63) yapısı sorununda bir yanlıştır ve o, Rusya’daki ulusal hareketlerin, somut tarihsel, kendine özgü özellikleri sorununu bile ele almamaktadır.

Bu sorun üzerinde bizim durmamız gerekiyor.

III. RUSYA’DA ULUSAL SORUNUN SOMUT ÖZELLİKLERİ VE BU ÜLKEDE BURJUVA DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM

“Yavan sözlerden ibaret olan ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ ilkesi, esnek bir kavram olmasına ve yalnızca Rusya’da yaşayan uluslara değil, Almanya’da ve Avusturya’da İsviçre’de ve İsveç’te, Amerika’da ve Avustralya’daki uluslara da aynı biçimde uygulanabilmesine karşın, bugünün, sosyalist partilerinin hiç birinin programında buna rastlamamaktayız. …” (Przeglad, n° 6, s. 483.)

Marksist programın 9. maddesine karşı haçlı seferinin başlangıcında Rosa Luxemburg’un yazdığı budur. Programdaki bu maddenin “yavan sözler” olduğunu telkin etmeye uğraşırken, Rosa Luxemburg’un kendisi, gülünç bir cüretkârlıkla, bu maddenin, Rusya’ya, Almanya’ya vb. “aynı biçimde uygulanabileceğinin belli bir şey olduğunu” söyleyerek kendi yanılgısına kurban oluyor.

Bizim yanıtımız şudur: Besbelli ki, Rosa Luxemburg, yazısını, öğrenci ödevlerinde rastlanan bir mantık yanılgıları dermesi haline getirmeye karar vermiş bulunmaktadır. Çünkü, Rosa Luxemburg’un sözleri, kesin olarak saçmadır ve sorunun somut tarihsel konumuyla alay niteliğindedir
Marksist programın çocukça değil de Marksist’çe yorumlanmasında söz konusu edilen şeyin ancak, burjuva demokratik ulusal hareketlerin söz konusu olduğunu anlamak kolaydır. Eğer durum buysa, ki durumun bu olduğundan hiç kuşku yoktur, bu “kapsayıcı” “yavan sözler” vb. içeren programın burjuva demokratik ulusal hareketlerin bütün hallerini kucakladığının “belli bir şey olduğu” anlaşılır. (sayfa 64)Ve eğer, Rosa Luxemburg, bunun üzerinde birazcık düşünmüş olsaydı, programımızın, ancak fiilen mevcut olan ulusal hareketleri söz konusu ettiği sonucuna, daha az belli bir, şey olmayan bu ,sonuca varırdı.

Bu apaçık düşünceler üzerinde biraz kafa yorsaydı, Rosa Luxemburg, ağzından çıkanın ne büyük bir saçma olduğunu kolayca anlamış olurdu. Bizi; “yavan sözler” kullanmakla suçlarken, bize karşı, burjuva demokratik ulusal hareketlerin bulunmadığı ülkelerin programında ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının sözü edilmediği kanıtını ileri sürmektedir!

Pek akıllıca bir kanıt!

Ayrı ayrı ülkelerin, siyasal ve iktisadi gelişmesinin ve Marksist programlarının kıyaslanması, Marksist açıdan pek büyük önem taşır, çünkü, kuşkusuz, bütün modern devletler, aynı kapitalist niteliktedir ve aynı gelişme yasasına tabidirler. Ama böyle bir kıyaslama akıllıca yapılmalıdır. Burada aranan ilk gerekli koşul, kıyaslanan ülkelerin tarihsel gelişme dönemlerinin kıyaslanabilip kıyaslanamayacağı sorununun aydınlığa kavuşturulmasıdır. Örneğin ancak (Ruskaya Mysıl’daki(36)prens E. Trubetskoy gibi) kara cahiller, Rus Marksistlerinin tarım programlarını Batı Avrupa’nın tarım programlarıyla “kıyaslayabilirler”, çünkü bizim programımız bir burjuva demokratik toprak reformunun sorunlarına yanıt teşkil etmektedir, oysa Batı ülkelerinde böyle bir sorun yoktur.

Aynı şey, ulusal sorun için de doğrudur. Birçok Batı ülkelerinde bu sorun çoktan sonuca bağlanmıştır. Batı Avrupa ülkelerinin programlarında mevcut olmayan bir soruna yanıtlar aramak gülünçtür. Rosa Luxemburg, burada en önemli şeyi gözden kaçırmıştır: burjuva demokratik devrimi uzun zamandan beri tamamlamış olan ülkeler ile bu devrimi henüz tamamlamamış olan, ülkeler arasındaki farkı.

Bu fark, sorunun özüdür. Bu farkın tam olarak gözden kaçırılması, Rosa Luxemburg’un pek uzun yazısını,boş, anlamsız, (sayfa 65) yavan sözler dermesine çevirmektedir.

Batıda Avrupa kıtasında burjuva demokratik devrimler dönemi, belirli bir zaman süresi içine girer; yaklaşık olarak 1789’dan 1871’e kadar. Bu dönem, ulusal hareketler dönemi ve ulusal devletlerin kurulması dönemidir. Bu dönem sona erdiği zaman, Batı Avrupa, genel kural olarak, aynı ulusu içeren kararlı burjuva devletler sistemi haline geldi. Bu nedenle, bugünkü Batı Avrupa’nın sosyalistlerinin programlarında ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını aramak, Marksizm’in alfabesini bile bilmediğini açığa vurmak demektir.

Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva demokratik devrimler dönemi, ancak 1905’te başladı. Rusya’da İran’da Türkiye’de ve Çin’deki devrimler, Balkan Savaşları. – İşte “Doğu”muzdaki, bizim dönemimizin dünya ölçüsündeki olaylar zinciri böyledir ve ancak kör olanlar, bu olaylar zincirinde aynı ulustan oluşan bağımsız devletler kurma yolunda çaba gösteren, bir dizi burjuva demokratik ulusal hareketlerin uyanışını göremezler. İşte özellikle Rusya ve ona komşu olan ülkeler, bu dönemden geçmekte oldukları içindir ki, programımıza, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ile ilgili bir madde koymak zorundayız.

Ama biz, Rosa Luxemburg’un yazısından aktarmamızı biraz daha sürdürelim.Şöyle yazıyor: “Özellikle, aşırı ölçüde karma bir ulusal bileşimi olan bir ülkede iş gören ve kendi için ulusal sorunun birinci derecede önem taşıdığı bir partinin programı -Avusturya Sosyal-Demokrat Partisinin programı- ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı ilkesini içermemektedir.” (Aynı yazı.)

Böylece, “özellikle” Avusturya örneği ileri sürülerek, okuru inandırma yolunda bir çaba gösterilmektedir. Bu belirli tarihsel konuyu inceleyerek, bu örneğin akla-uygun bir örnek olup olmadığını görelim.

İlkin, biz, burjuva demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmaması (sayfa 66) gibi temel bir sorunu ileri sürdük. Avusturya’da bu devrim, 1848’de başladı ve 1867’de sona erdi. O zamandan beri, hemen hemen yarım yüzyıl süre ile, bu ülkede genel olarak yürürlükte olan, legal bir işçi partisinin açıkça eylemini dayandırdığı yerleşmiş bir burjuva anayasa düzenidir.

Bu nedenle, Avusturya’nın gelişmesinin ayrılmaz iç koşullarında (genel olarak Avusturya’da ve özel olarak da bu ülkedeki ayrı ayrı uluslar arasında kapitalizmin gelişmesi bakımından), sonuçlarından biri ulusal bakımdan bağımsız devletlerin kurulması olacak olan sıçrayışları oluşturan etkenler yoktur. Kıyaslamasıyla, Rusya’nın da bu bakımdan benzer durumda olduğunu varsaymakla Rosa Luxemburg, yalnızca tarihe aykırı, temelden yanlış bir varsayımda bulunmakla kalmıyor, ama farkında olmadan likidatörlerin görüşünü benimsiyor.

İkincisi, Avusturya,’da ve Rusya’daki ulusal-topluluklar arasındaki tamamen farklı ilişkiler, burada üzerinde durduğumuz sorun bakımından özel önem taşır. Avusturya, uzun zamandan beri, Almanların egemen olduğu bir devlet olmakla kalmamıştır, üstelik Avusturya Almanları, bütün Alman ulusu üzerinde egemenliğin kendilerinde olması gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu “iddia”, görünüşte, herkesin bildiği şeylere, yavan sözlere, soyutlamalara… o kadar tahammülsüz olan Rosa Luxemburg’un da anımsamak lütfunda bulunabileceği gibi, 1866 savaşında yenilgiye uğratılmıştı. Avusturya’da egemen olan Alman ulusu, 1871’de son şeklini alan bağımsız Alman devletinin dışında kendisini buldu. Öte yandan Macarların bağımsız bir ulusal devlet kurma çabası, daha 1849’da Rus serfler ordusunun darbeleri altında başarısızlığa uğradı.

Böylece tuhaf bir durum ortaya çıktı: Macarların ve sonra da Çeklerin, daha, yırtıcı ve güçlü komşuların tamamen yok edebileceği ulusal bağımsızlığı korumak amacıyla (sayfa 67) Avusturya’dan ayrılmak için değil, tersine, Avusturya’nın toprak bütünlüğünü korumak için uğraşmaları! Bu pek özel durumdan ötürü Avusturya çift merkezli (ikili) devlet biçimini aldı ve şimdi de üç merkezli (üçlü) devlet biçimine dönüşmektedir (Almanlar, Macarlar, Slavlar).

Rusya’ da buna benzer bir durum var mı? Bizim ülkemizde “yabancı ırkların”, daha kötü olan ulusal baskıdan kurtulmak için Büyük-Ruslarla birleşmeleri yolunda bir özlem var mı?

Ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri sorununda Rusya ile Avusturya’yı kıyaslamanın, anlamsız yavan ve bilisizce bir şey olduğunu görmek için, bu soruyu sormak yeter.

Ulusal sorunda Rusya’nın özel koşulları, Avusturya’da gördüğümüz durumun tam tersidir. Rusya bir tek ulusal merkezi olan devlettir -Büyük-Rusya. Büyük-Ruslar, bu ülkede geniş ve bölünmeyen bir toprak parçasında yaşamaktadırlar ve sayıları 70 milyondur. Bu ulusal devletin kendine özgü birinci özelliği, (bütün nüfusun çoğunluğunu -%57- oluşturan) “yabancı ırkların” sınır bölgelerinde yaşamalarıdır . İkinci özelliği, bu yabancı ırkların uğradıkları baskı ve zulmün, (yalnızca Avrupa devletlerine kıyasla değil) bütün komşu devletlere kıyasla çok daha ağır oluşudur. Üçüncüsü, birçok durumlarda sınır bölgelerinde yaşayan ulusal toplulukların, sınırın ötesinde daha büyük bir ulusal bağımsızlıktan yararlanan yurttaşları vardır (bu bakımdan devletin Batı ve Güney sınırlarında yaşan Finlileri, İsveçlileri, Polonyalıları, Ukraynalıları ve Romenleri anmak yeter). Dördüncüsü, “yabancı ırkların” yaşadığı sınır bölgelerinde kapitalizmin gelişmesi ve genel kültür düzeyi, merkeze kıyasla daha yüksektir ve ensonu, komşu Asya devletlerinde de burjuva devrimler ve ulusal hareketler görmekteyiz ve bunlar, Rusya sınırları içindeki akraba ulusal-toplulukları etkilemektedir. (sayfa 68)

Böylece, içinde yaşadığımız dönemde ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması sorununu, ülkemizin özellikle acil bir sorunu haline getiren şey, Rusya’da ulusal sorunun kendine özgü somut tarihsel özellikleridir.

Sırası gelmişken söyleyelim, Rosa Luxemburg’un Avusturya sosyal-demokratlarının programında ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmadığı yolundaki iddiası, olgu olarak da yanlıştır. Bütün Ukraynalı (Rutenyalı) delegasyon adına konuşan Rutenyalı sosyal-demokrat Hankebiç’in (tutanakların 85. sayfasında) ve bütün Polonya delegasyonu adına konuşan Polonyalı sosyal-demokrat Reger’in (s. 108), söz edilen iki ulustan olan Avusturyalı sosyal-demokratların amaçlarından birinin ulusal -birliği kurmak ve uluslarının özgürlük ve bağımsızlığı, olduğu yolunda beyanlarını okuyabilmek için, ulusal programı kabul etmiş olan Brünn Kongresinin tutanaklarını açmamız yeter. Demek ki, Avusturya sosyal-demokrasisi, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını doğrudan doğruya programına koymamakla birlikte, ulusal bağımsızlık isteminin partinin ileri bölümleri, tarafından öne” sürülmesine izin vermektedir. Gerçekte bu, elbette ki, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasından başka bir şey değildir! Böylece, Rosa Luxemburg’un gösterdiği Avusturya örneği, her bakımdan Rosa Luxemburg’un tezini çürütmektedir.

IV. ULUSAL SORUNDA “PRATİK OLMA”

Programımızın 9. maddesinde “pratik” değer taşıyan hiç bir şey olmadığı yolunda Rosa Luxemburg’un iddiasını, oportünistler hemen benimsediler. Rosa Luxemburg, bu iddiaya o kadar gönül bağlamıştır ki yazısının bazı yerlerinde bu “formül” tek bir sayfa içinde sekiz kez yinelenmektedir.

Şöyle yazıyor:

9: madde “proletaryanın günlük siyasetine pratik anlamda yön vermemektedir, bu maddede ulusal sorunların (sayfa 69) pratik çözümü yoktur”

Yazının başka bir yerindeki, 9. maddenin ya anlamsız olduğu ya da bizi bütün ulusal özlemleri desteklemeye zorunlu kıldığını ima eder biçimde formüle edilen iddiayı inceleyelim.

Ulusal sorunda “pratik olma” istemi ne anlama gelir?

Ya bütün ulusal özlemlerin desteklenmesi; ya her ulusun ayrılma sorununa “evet” ya da “hayır” yanıtının verilmesi; ya da ulusal istemlerin genel olarak “pratikte uygulanabilir” oldukları anlamına gelebilir.

“Pratik olma” isteminin taşıması mümkün olan bu üç anlamını ayrı ayrı inceleyelim.

Her ulusal hareketin başlangıcında doğal olarak, hegemonyayı (önderliği) elinde tutan burjuvazi, bütün ulusal özlemleri desteklemeyi pratik bir davranış sayar. Ama, burjuvazi, ulusal sorunda proletaryanın siyasetini (öteki sorunlarda olduğu gibi) ancak belli bir doğrultuda destekler; bu siyaset, burjuvazinin siyasetiyle hiçbir zaman tam uygunluk haline gelemez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi (burjuvazinin tek başına sağlayamayacağı ve ancak tam bir demokrasi ile gerçekleşebilen) ulusal barışı sağlamak için, eşit haklar sağlayabilmek ve sınıf savaşımının gerekli koşullarını yaratabilmek için destekler. Onun için burjuvazinin pratikliğine karşı, proleterler, ulusal sorunda kendi ilkelerini ileri sürerler ; onların burjuvaziye sağladıkları destek, ancak koşula bağlı olabilir. Ulusal sorunlarda burjuvazi, her zaman kendi ulusu için ayrıcalıklar ya da özel üstünlükler elde etmeye çalışır; ve buna “pratik olma” denir. Proletarya her türlü ayrıcalığa, her türlü istisnai işleme karşıdır. Proletaryanın “pratik olmasını” isteyenler, burjuvazinin kuyruğuna takılmaktadırlar, oportünizme düşmektedirler.

Her ulusun ayrılma hakkı için “evet” ya da “hayır” biçiminde bir yanıt istemek, pek “pratik” bir tutum gibi görünmektedir. Gerçekte bu, saçmadır; böyle bir tutum, teoride (sayfa 70), metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise, proletaryanın burjuvazinin siyasetine boyun eğmesi anlamını taşır. Burjuvazi, her zaman, kendi ulusal istemlerini ön plana çıkartır. Bunları kesinlikle ileri sürer. Ama proletarya için bu istemler, sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır. Teorik bakımdan, belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasının ya da bu ulusun bir başka ulusla eşitliğinin, burjuva demokratik devrimi tamamlayıp tamamlamayacağını önceden kestirmek olanaksızdır. Her iki halde de proletarya için önemli olan şey, kendi sınıfının gelişmesini güvence altına almaktır. Burjuvazi için önemli olan şey, bu gelişmeyi baltalamak ve “kendi” ulusunun amaçlarını proletaryanınkilerden öne almaktır.

Bu nedenle proletarya, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması isteminin, deyim uygun düşerse, olumsuz yönüyle yetinir ve hiç bir ulusa başka bir ulusun sırtından üstünlükler güvencesi vermeye, bu konuda taahhütlerde bulunmaya kalkışmaz.

Bu pek “pratik” bir davranış olmayabilir; ama gerçekte bu, mümkün olan çözümlerin en demokratik olanının başarılması için, en iyi güvencedir. Proletarya yalnızca bu güvencelerin gereğini duymaktadır, her ulusun burjuvazisi ise, başka ulusların durumu ne olursa olsun (başka ulusların zararına olsa da) kendi çıkarlarının güvence altına alınmasını ister.
Burjuvazi, belirli bir isteminin “pratik olup olmamasıyla yakıdan ilgilidir – başka ulusların burjuvazisiyle, proletaryaya karşı anlaşmalar arama siyaseti hep buradan gelmektedir. Ama proletarya için önemli olan, kendi sınıfını, burjuvaziye karşı güçlendirmek ve yığınları tutarlı demokrasi ve sosyalizm anlayışı içinde eğitmektir.

Oportünistler, bunun, “pratik” olmadığını düşünebilirler, ama feodallere ve milliyetçi burjuvaziye karşın, azami ulusal eşitlik ve barış sağlamanın biricik gerçek güvencesi budur. (sayfa 71)
Ulusal sorunda proleterlerin görevinin tümü, her ulusun milliyetçi burjuvazi açısından “pratik” değildir, çünkü her türlü milliyetçiliğe karşı olan proleterler “soyut” eşitlik istemektedirler , onlar ne kadar önemsiz görünürse görünsün, ilke olarak hiç bir ayrıcalığın olmamasını istemektedirler. Bunu kavrayamayan Rosa Luxemburg, pratikliği akılsızca övmesiyle, oportünistlere, özellikle de Büyük-Rus milliyetçiliğine, gerçek oportünist ödünlere kapıyı ardına kadar açmıştır.

Niçin Büyük-Rus milliyetçiliği? Çünkü Rusya’da Büyük- Ruslar, ezen bir ulustur ve ulusal sorunda oportünizm, elbette ki ezilen uluslar arasında ezen uluslar arasında ifade edildiğinden başka şekilde ifade edilecektir.
Ezilen ulusların burjuvazisi, istemlerinin “pratik” olduğu iddiasıyla, proletaryayı, özlemlerini kayıtsız şartsız desteklemeye çağıracaktır. Belirli bir ulusun ayrılma hakkı için yalnızca ‘bir “evet” dernek, ayrılmaya hakkı olan bütün ulusların lehine olarak “evet” demekten daha pratiktir.
Proletarya, bu tür pratikliğin karşısındadır. Proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir. Pratikliğe çağrı, burjuva özlemlerinin kayıtsız şartsız kabulüne çağrıdan başka bir şey, değildir.
Bize şöyle deniyor: ulusların ayrılma hakkını desteklemekle, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğine de destek olmaktasınız. Rosa Luxemburg’un dediği budur ve likidatörlerin gazetesinde bu sorunda likidatörce görüşlerin biricik temsilcisi olmayan oportünist Semkovski ona yankı olmaktadır!

Bizim buna yanıtımız şudur: hayır, bu sorunda “pratik” bir çözüm, burjuvazi için önemlidir. İşçiler için önemli olan, iki akımın ilkelerini ayırdetmektir. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda herkesten daha kararlı olarak bu savaştan (sayfa 72) yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ama ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız.

Eğer ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürmez ve onu savunmazsak, o zaman ezen ulusun yalnızca burjuvazisinin değil, ama feodallerinin ve despotizminin de oyununa gelmiş oluruz. Kautsky, bu görüşü, Rosa Luxemburg’a karşı çok eskiden savunmuştur ve ileri sürdüğü kanıtlar çürütülemez. Rosa Luxemburg, Polonya milliyetçi burjuvazisini “desteklememe” çabasıyla, Rus marksistlerinin programındaki ulusların ayrılma hakkını reddederken, gerçekte Rus kara-yüzlerine destek olmaktadır. O, gerçekte, Büyük-Rusların ayrıcalıkları (ayrıcalıktan daha kötüsü) karşısında oportünistçe teslimiyete destek olmaktadır.

Polonya’daki milliyetçiliğe karşı savaşıma dalan Rosa Luxemburg, Büyük-Rus milliyetçiliğini unutmuştur; oysa Büyük-Rus milliyetçiliği, şu anda en güçlü olanıdır, bu milliyetçilik, daha az burjuva ve daha çok feodal olanıdır ve demokrasi ile proletaryanın savaşımı önünde en büyük engel budur. Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırdederek; Polonyalı burjuvanın Yahudilere zulmetme eğilimine karşı savaşım vererek vb., vb. kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.

Bu, bir burjuvanın ve bir dar kafalının görüş açısından “pratik” olmayan bir davranıştır. Bu, ilkelere dayanan ve demokrasiyi, özgürlüğü ve proletaryanın birliğini gerçekten, ileriye götüren ulusal sorundaki biricik pratik siyasettir.

Bütün ulusların ayrılma hakkını tanımak; her somut ulusal ayrılma sorununu, eşitsizliği, her türlü eşitsizliği, her (sayfa 73) türlü ayrıcalığı ortadan kaldırma açısından değerlendirmek.

Ezen bir ulusun durumunu inceleyelim. Başka ulusları ezen bir ulus özgür olabilir mi? Olamaz. Büyük-Rus halkının(10*) özgürlüğünün gerçekleşmesi böyle bir zulme karşı savaşımı gerektirmektedir. Ezilen ulusların hareketlerinin uzun zamandan beri süregelen bastırılmaları tarihi, bu zulüm lehine “yukarı” sınıflar tarafından yürütülen sistemli propaganda Rus halkının özgürlük davasının önünde ön yargılar vb. biçiminde koskoca engeller yaratmıştır.

Büyük-Rus kara-yüzleri, kasıtlı olarak, bu, önyargıları beslemekte ve körüklemektedirler. Büyük-Rus burjuvazisi, bunları hoşgörüyle karşılamakta ya da bunlara destek olmaktadır. Bu önyargılara, karşı sistemli bir savaşıma, girişmedikçe, Büyük-Rus proletaryası kendi amaçlarına erişemez, özgürlük yolunu kendisine açamaz.

Rusya’da ulusal, özerk ve bağımsız bir devlet ,kurma, şimdiye değin, bir tek ulusun, Büyük-Rus ulusunun ayrıcalığı olarak kalmıştır. Biz Büyük-Rus proleterleri, hiç bir ayrıcalığı savunmayız ve bu ayrıcalığı da savunmuyoruz. Savaşımımızda belirli bir devleti kendimize temel olarak alıyoruz; o belirli devlet içindeki bütün ülkelerden işçileri birleştiriyoruz; biz hiç bir özel ulusal gelişme yolunu savunamayız, biz bütün olanaklı olan yollardan sınıf hedefimize doğru yürüyoruz.

Ama biz, her türlü milliyetçiliğe karşı savaşmazsak, çeşitli ulusların eşitliği uğruna savaşım vermezsek, o hedefe doğru yol alamayız.Örneğin Ukrayna’nın bağımsız bir devlet kurmasının kaçınılmaz olup olmadığı, önceden kestiremeyeceğimiz bin bir etkenin belirlediği bir şeydir. Biz, boş (sayfa 74) “tahminler”le zaman yitirmeden, hiç kuşku götürmeyen şeyi, Ukrayna’nın böyle bir devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz. Biz, bu hakka saygılıyız; biz, Büyük Rusların Ukraynalılar üzerindeki ayrıcalıklı durumlarını desteklemeyiz; biz, yığınlara bu hakkı tanımayı ve devlet kurma hakkının, herhangi bir ulusun tekelindeki bir ayrıcalık olmasını reddetmeyi öğretiriz.

Burjuva devrimleri döneminde bütün ulusların ileriye doğru yaptıkları sıçrayışlarda ulusal devlet kurma hakkı üzerinde çatışmalar ve savaşımlar olanaklı ve olasıdır. Biz; proleterler, önceden, Rusların ayrıcalıklarına karşı olduğumuzu ilan ediyoruz ve bizim bütün propagandamıza ve ajitasyonumuza yön veren budur.

Rosa Luxemburg, “pratik olma” çabasında hem Rus proletaryasının, hem de öteki ulusların proletaryasının başlıca pratik görevini unutmuştur: her türlü devlet ayrıcalığına ve ulusal ayrıcalıklara karşı ve bütün ulusların kendi ulusal devletlerini kurmada hak eşitliği uğruna günlük bilinçlendirme ve propaganda görevini. Bu görev, (şu anda), ulusal sorunda başlıca görevimizdir; çünkü biz, demokrasinin ve bütün ulusların proleterlerinin eşit olarak ittifakının çıkarlarını ancak böyle savunabiliriz.

Bu propaganda Rus zalimleri açısından olduğu gibi, ezilen ulusların burjuvazisi açısından da “pratik olmayabilir” (bunların her ikisi de kesin bir “evet” ya da “hayır” yanıtı istiyorlar ve sosyal-demokratları “muğlak” olmakla suçluyorlar). Gerçekte ise, yığınların gerçekten demokratik, gerçekten sosyalist eğitimini sağlayan bu propaganda ve ancak bu propaganda olabilir. Ancak böyle bir propaganda eğer Rusya türdeş olmayan bir uluslar devleti olarak kalacaksa, bu ülkede olanaklı olan en sağlam ulusal barışı ve eğer uluslar için bölünmek sorunu söz konusu olacaksa, en barışçı bir biçimde (ve proletaryanın savaşımı için de en zararsız biçimde) ayrı ayrı ulusal devletlere bölünmeyi sağlamada (sayfa 75) en büyük şansa sahiptir.

Bunu, ulusal sorunda bu biricik proleter siyaseti daha somut olarak açıklayabilmek için, Büyük-Rus liberalizminin “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” konusundaki tutumunu ve Norveç’in İsveç’ten ayrılması örneğini inceleyeceğiz.

V. ULUSAL SORUNDA LİBERAL BURJUVAZİ VE SOSYALİST OPORTÜNİSTLER

Rus Marksistlerinin programına karşı haçlı seferinde Rosa Luxemburg’un “güvendiği kozun”, şu iddia olduğunu gördük: Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini desteklemeye eşittir. Öte yandan şöyle söylemektedir, eğer bu hak ile, başka uluslara karşı şiddete başvurulmasıyla, savaşımdan başka bir şey kastetmiyorsa, o. zaman bunun için programa ayrı bir madde koymanın gereği yoktur, çünkü sosyal-demokratlar genel olarak her türlü ulusal baskıya ve her türlü ulusal eşitsizliğe karşıdırlar.

Birinci iddia, Kautsky’nin hemen hemen yirmi yıl önce tartışma götürmez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların burjuvazisinin milliyetçiliğinden korkmakla Rosa Luxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir; ikinci iddia ise, sonuçta, sorundan ürkmek ve kaçmaktan başka bir şey değildir: ulusal eşitliğin tanınması, ulusların ayrılma “hakkının” tanınmasını içermekte midir, içermemekte midir? Eğer içeriyorsa, o zaman Rosa Luxemburg, ilke olarak, programımızın 9. maddesinin doğru olduğunu kabul ediyor demektir. Eğer içermiyorsa, o zaman, o, ulusal eşitliğe inanmıyor demektir. Dolambaçlı sözler ve kaçamaklar burada hiç bir işe yaramaz!

Ancak yukarıdaki iddiaların ve benzerlerinin doğru olup olmadıklarının saptanması için en iyi yol, toplumun değişik (sayfa 76) sınıflarının bu sorun karşısındaki tutumlarını incelemektir. Bir Marksist böyle testler yapmalıdır. O nesnel olandan hareket etmeli ve bu noktada sınıf ilişkilerini incelemelidir. Bunu yapmadığı sürece, Rosa Luxemburg, tepeden bir bakışla hasımlarını suçladığı metafizik soyutlamalar yavan sözler, aşırı ölçüde kapsamlı beyanlar vb. günahlarını asıl kendisi işlemiş olmaktadır.
Biz, Rusya’daki Marksistlerin yani Rusya’daki bütün ulusal-topluluklardan gelme Marksistlerin programını tartışıyoruz. Rusya’daki egemen sınıfların davranışını incelememiz gerekmez mi?

“Bürokrasinin” (38) (bu muğlak terimi kullandığımız için okurdan özür dileriz) ve bizim birleşmiş soylularımız tipindeki feodal toprak sahiplerinin bu konudaki tutumu iyi bilinmektedir. Bunlar, hem ulusların eşitliğini, hem de bunların kendi kaderlerini tayin etme hakkını kesin olarak reddetmektedir. Serflik zamanının eski sloganını benimsemektedirler: otokrasi, Ortodoksluk, ulus -bu son terim yalnızca Büyük-Rus ulusunu kapsamaktadır. Ukraynalılar bile “yabancı” ilan edilmişlerdir ve onların dili bile yasak edilmiştir.

“Üç Haziran”(39) yasama ve yürütme sistemi hükümetinde yer almaya -kuşkusuz çok mütevazi bir yer, ama gene de bir yer almaya- “çağrılan” Rus burjuvazisine bir göz atalım. Oktobristlerin (40) bu sorunda sağı izledikleri yadsınamaz. Ne yazık ki, bazı Marksistler, Büyük-Rus liberal burjuvazisinin, ilericilerin(41), kadetlerin tutumlarına pek dikkat etmiyorlar. Oysa bunların tutumlarını incelemekte ve bunların üzerine düşünmekte kusur eden bir kimse, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı sorununu tartışırken, kaçınılmaz olarak soyutlamalara ve dayanaksız beyanlara düşecektir.

“Tatsız” soruları doğrudan doğruya yanıtlamaktan diplomatça kaçınma sanatında usta olmasına karşın, Anayasacı-Demokrat (sayfa 77) Partinin başlıca organı Reç, (42) Pravda (43) ile geçen yılki polemiğinde bazı değerli kabullenmelerde bulunmak zorunluluğunu duymuştu. Tartışma 1913 yazında Lvov’da toplanan Bütün Ukrayna Öğrenci Kongresi (44) üzerinde koptu. Reç’in “Ukrayna sorunları uzmanı” ya da Ukrayna muhabiri Bay Mogilyanski, milliyetçi-sosyalist Dontsov’un savunduğu ve yukarda sözü geçen kongrenin kabul ettiği Ukrayna’nın ayrılması fikrine karşı bir yazı yazdı ve bu yazıda (“sayıklamak”, “serüvencilik” vb. gibi) en ağır sözcükleri kullandı.

Raboçaya Pravda Bay Dontsov’un görüşlerine hiç bir şekilde katılmadan ve onun bir milliyetçi-sosyalist olduğunu ve birçok Ukraynalı Marksist’in kendisiyle görüş ayrılığı olduğunu açıkça belirterek, Reç gazetesinin tonunun ya da bu gazetenin sorunu ilke olarak formüle ediş biçiminin, bir Rus demokratı için ya da demokrat geçinen herhangi bir kimse (45) için yakışıksız olduğunu ve kınanması gerektiğini açıkladı. Varsın Reç, eğer istiyorsa, Dontsovları çürütsün, ama ilke bakımından, bu gazetenin sözümona Büyük-Rus demokratlarının organının, ayrılma özgürlüğünü, ayrılma hakkını unuttuğu kabul edilemez.

Birkaç ay sonra Bay Mogilyanski, Lvov’da yayınlanan Şliyaki (46) adındaki Ukrayna gazetesinden Bay Dontsov’un yanıtını öğrenince -ki bundan Dontsov, “Reç’in şovence saldırılarına yalnızca Rus sosyal-demokrat basınında gerektiği gibi karşılık verildiğini” söylemişti – Reç, n° 331’de bir “açıklama” yazdı. Bu “açıklama”da”Bay Dontsov’un öğütlediği reçetenin eleştirilmesinin, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının reddi anlamına gelmediği” üç kez yinelenmekte idi.

“Şu söylenmelidir ki” diye yazıyordu Bay Mogilyanski, ” ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ bile eleştirilmemesi gereken bir tabu (bakın hele!) değildir: ulusların yaşamındaki kötü koşullar, kendi kaderini tayin etmede (sayfa 78) kötü eğilimlere neden olabilir ve bunların günışığına çıkarılması, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının reddi anlamına gelmez.”

Gördüğümüz gibi, bu liberalin “tabu”dan söz etmesi, Rosa Luxemburg’un davranışına pek uymaktadır. Besbelli ki Bay Mogilyanski, siyasal kaderini tayin etme yanı ayrılma hakkını tanıyıp tanımadığı sorusuna doğrudan doğruya yanıt vermekten kaçınmak istiyordu.

Proletarskaya Pravda (11 Aralık 1913, n° 4’te) Bay Mogilyanski’ye ve Anayasacı-Demokrat Partiye bu soruyu açıkça sordu.

Bunun üzerine Reç, (n° 340), soruya yanıt veren imzasız,yani görüşünü gazeteye bağlayan resmi bir açıklama yayınladı. Bu yanıtı, üç noktaya indirgeyebiliriz:

1) Anayasacı-Demokrat Partinin programının 11. maddesi çok kesin ve açık olarak, “ulusların özgür kültürel kaderlerini tayin etme hakkını” tanıdığını beyan etmektedir.
2) Reç’in görüşüne göre, Proletarskaya Pravda ulusların kaderlerini tayin etme hakkı ile ayrılıkçılığı, belirli ulusların ayrılma hakkını “feci şekilde birbirine karıştırmaktadır”.
3) “Gerçekte, anayasacı-demokratlar, hiç bir zaman, ulusların, Rus devletinden ayrılma hakkını savunma taahhüdüne girmiş değildir.” (Bkz: Proletarskaya Pravda 20 Aralık, 1913, n° 2’de “Ulusal Liberalizm ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı” başlıklı yazı.)

İlkin, Reç’te çıkan yazının ikinci noktasını ele alalım. Burada Semkovskilerin, Liebmann’ların, Yurkeviçlerin ve “kendi kaderini tayin etme” teriminin “muğlaklığını” ya da “belirli olmayışını” iddia ederek kıyameti koparan öteki oportünistlerin, gerçekte yani nesnel sınıf ilişkileri ve Rusya’da sınıf savaşımı’ bakımından liberal monarşist burjuvazinin söylediklerini yinelemekten, başka bir şey yapmadıkları açıkça görülmektedir!

Bunun üzerine, Proletarskaya Pravda aydın “anayasacı-demokrat” (sayfa 79) bayları Reç üzerine şu üç soruyu sordu: (1) Uluslararası demokrasi tarihi boyunca ve özellikle 19. yüzyılın ortasından bu yana, ulusların kendi kaderini tayin etmesi teriminin tam olarak siyasal kaderi tayin etme, bağımsız bir ulusal devlet kurma hakkı anlamında kabul edildiğini yadsıyorlar mı? (2) 1896 Londra Uluslararası Sosyalist Kongresinin kabul ettiği ünlü kararın da aynı anlamı taşıdığını yadsıyorlar mı? ve (3) Plehanov’un daha 1902’de ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi konusunda yazarken kastettiği şeyin,siyasal kaderi tayin etme olduğunu yadsıyorlar mı? Proletarskaya Pravda bu üç soruyu sorduğu zaman, kadetler sustular!

Karşılık olarak hiç bir şey söylemediler, çünkü söyleyecekleri bir şey yoktu. Üstü örtülü biçimde Proletarskaya Pravda’nın kesin olarak haklı olduğunu kabul etmişlerdi.

Liberallerin, “ulusların kendi kaderini tayin etmesi” teriminin muğlak olduğu ve sosyal-demokratların, bunu, ulusal ayrılmaya “feci şekilde” birbirine karıştırdıkları yolundaki feryatları, konuyu karmakarışık hale getirme, evrensel olarak yerleşmiş bir demokratik ilkeyi kabul etmekten kaçınma yolunda çabalardan başka bir şey değildir. Eğer Semkovskiler, Liebmann’lar ve Yurkeviçler bu kadar bilisiz olmasalardı, işçilerle liberaller gibi konuştuklarından ötürü utanırlardı.

Ancak biz, sözümüze devam edelim. Proletarskaya Pravda Reç’i anayasacı-demokratların programında “kültürel” kaderini tayin etme teriminin, uygulamada siyasal kaderi tayin etmenin reddi anlamını taşıdığını kabul etmek zorunda bıraktı.

“Gerçekte, kadetler, hiç bir zaman, ulusların, Rus devletinden ayrılma hakkını savunma taahhüdüne girmiş değillerdir” – Proletarskaya Pravda’nın Reç’ten alınma ve bu sözcükleri Novoye Vremya(47) ve Zemşçina’nın,(48) kadetlerimizin “sadakatinin” bir örneği olarak salık vermesi nedensiz değildir. “Yahudileri” anma ve kadetlere karşı türlü yıpratıcı (sayfa 80) saldırılara geçme fırsatını kaçırmayan Novoye Vremya, her şeye karşın, n° 13.365’te şöyle yazıyordu: “Sosyal-demokratlar arasında siyasal bilgeliğin herkesçe kabul edilmiş bir ilkesi olan bu şey” (ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrılma hakkının tanınması sözkonusu edilmektedir), “kadet çevrelerinde bile, bugün, görüş ayrılıklarına neden olmaya başlamıştır.”
“Ulusların, Rus devletinden ayrılma hakkını savunma taahhüdüne hiç bir zaman girmiş olmadıklarını” beyan etmekle, kadetler, ilkelerde Novoye Vremya ile aynı tutumu tıpatıp benimsemişlerdir.

Bu, onları, Purişkeviçlere yakınlaştıran kadet ulusal-liberalizminin ilkelerinden biridir ve kadetlerin, Purişkeviçlere, ideolojide ve pratikte siyasal bağımlılıklarının nedenlerinden biri sayılmalıdır. Proletarskaya Pravda şöyle yazmıştır: “Kadet baylar tarihi okumuşlardır ve Purişkeviçlerin ‘eski tutuklama ve önleme’ haklarının çoğu kez neden olduğu, ılımlı bir deyişle ‘pogrom gibi’ hareketleri pekala bilirler.” Purişkeviçlerin kudretinin feodal köken ve niteliğini pek iyi bilmelerine karşın, kadetler, tutumlarını, bu sınıfın yaratmış olduğu ilişkiler ve sınırlar temeli üzerine yerleştirmektedirler. Bu sınıfın yarattığı ya da saptadığı ilişkilerde ve sınırlarda Avrupalı olmayan, anti-Avrupa! (Japonlara ve Çinlilere haksız yere hakarette bulunmamak için Asya! demiyoruz) ne kadar çok şey bulunduğunu pek iyi bildikleri halde kadet baylar, her şeye karşın, bu ilişki ve sınırları, ötesine aşma yürekliliğini göstermedikleri sınır olarak kabul etmektedirler.

Böylece onlar, Purişkeviçler önünde yaltaklanarak, onların durumlarını tehlikeye düşürmekten korkarak, halk hareketinden, demokrasiden onları koruyarak, Purişkeviçlere ayak uydurmaktadırlar. Bu, Proletarskaya Pravda’nın yazdığı gibi: “gerçekte kadetler, bu önyargılara karşı sistemli olarak savaşım vereceklerine, feodallerin çıkarlarına ve egemen ulusun en kötü milliyetçi önyargılarına kendilerini uydurdukları (sayfa 81) anlamına gelir.”

Tarihi bilen ve demokrat olduğunu iddia eden kimseler olarak kadetler, bugün Doğu Avrupa’yı ve Asya’yı nitelendiren ve her ikisini de uygar kapitalist ülkeler örneğine uygun biçimde değiştirme çabası gösteren demokratik hareketin, feodal çağda Purişkeviçlerin tam kudretli oldukları ve burjuvazi ile küçük-burjuvazinin geniş haklardan yoksun bulunduğu feodal çağda saptanan sınırları, olduğu gibi bırakması gerektiğini de söyleyemiyorlar.

Proletarskaya Pravda ile Reç arasındaki çatışmada sözkonusu edilen sorunun yalnızca yazınsal bir sorun olmadığı, tersine, günün gerçek bir siyasal konusuyla, ilgili bulunduğu, başka kanıtlar arasında 23-25 Mart 1914’te toplanan Anayasacı-Demokrat Partinin son kongresi tarafından da kanıtlanmıştır. Reç’te çıkan bu konferansa ilişkin resmi yazıda (n° 83, 26 Mart 1914) şunları okuyoruz: “Ulusal sorun üzerinde canlı tartışmalar oldu. N. V. Nekrasov ve A. M. Kolyubakin tarafından desteklenen Kiev temsilcileri, ulusal sorunun, şimdiye kadarkinden daha akıllıca ele alınması gereken önemli bir etken haline gelmekte olduğunu belirttiler. F. F. Kokoşkin, bununla birlikte.” (bu “bununla birlikte”, Sçerdin’in “ama”sına pek benziyor – “kulaklar hiçbir zaman alnı aşacak ölçüde büyümeyecektir, hiç bir zaman!”), “hem programın,hem de geçmişteki, siyasal deneyimlerin ‘ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etmeleri yolundaki esnek formülün’ çok büyük dikkatle ele alınmasını emrettiğini belirtti.”

Kadet kongresinin bu pek dikkate değer uslamlama tarzı üzerinde bütün Marksistler ve bütün demokratlar, dikkatle durmalıdırlar. (Ayraç içinde şunu da belirteceğiz ki, olayları yakından izlediğinden ve Bay Kokoşkin’in fikirlerini doğru olarak sunduğundan kuşku bulunmayan Kievskaya Mysıl(49) doğal ki, hasımlarına gözdağı vermek için, devletin “çözülüp dağılması” tehlikesini özellikle belirtmiştir.) (sayfa 82)

Reç’te çıkan resmi rapor, perdeyi olabildiğince az aralayacak şekilde ve gerçeği olabildiğince gizleyecek biçimde diplomatik incelikle kaleme alınmıştır. Ama kadet kongresinde olan şey, esasında açık-seçik ortadadır. Ukrayna’da durumu iyi bilen liberal burjuva delegeler ve ,”sol” kadetler, ulusların kendi siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri sorununu ortaya attılar.. Böyle olmasaydı, Bay Kokoşkin’in bu “formülün” “ihtiyatla ele alınmasını” öğütlemesi için bir neden olmazdı.

Kadet kongresi delegelerinin elbette ki pek, iyi bildikleri kadet programı, siyasal değil, ulusların “kültürel” kaderlerini tayin etme hakkından sözeder. Onun için Bay Kokoşkin, Ukraynalı delegelere karşı, “sol” kadetlere karşı programı savunmaktaydı; o, “kültürel” kaderi tayin etmeyi, “siyasal” kaderi tayin etmeye karşı savunuyordu. Besbelli ki, ulusların “siyasal” kaderlerini tayin etme hakkına karşı çıkarken, “devletin çözülüp dağılması” tehlikesinden sözederken, (tıpkı Rosa Luxemburg gibi!) “ulusların siyasal kaderlerini tayin etme hakkı” formülünü “esnek” bir formül olarak nitelendirirken, Bay Kokoşkin, Rus ulusal-liberalizmini, Anayasacı-Demokrat Partinin daha “‘sol” ya da daha demokratik öğelerine karşı ve Ukrayna burjuvazisine karşı savunuyordu.

Reç’te çıkan raporda kendilerini eleveren “bununla birlikte” gibi küçücük bir sözden de anlaşıldığı üzere, Bay Kokoşkin, kadet konferansında zaferi elde etmiştir. Kadetler safında Rus ulusal-liberalizmi üstün gelmiştir. Bu zafer, Rusya’daki marksistler arasında tıpkı kadetler gibi, “ulusların siyasal kaderlerini tayin etme hakkı esnek formülünden” korkmaya başlayan akılsız kimselerin gözünü açmayacak mı?

Biz, “bununla, birlikte”, Bay Kokoşkin’in uslamlama tarzının özünü inceleyelim. “Geçmişin siyasal deneyimine” atıfta bulunurken, (yani besbelli ki, Rus burjuvazisinin ulusal ayrıcalıklarından ötürü telaşa kapıldığı ve bu korku ve (sayfa 83) telâşı kadet partisinin de geçirdiği 1905 deneyimine atıfta bulunarak) ve “devletin çözülüp dağılması” tehlikesinden sözederek” Bay Rakoşkin, ulusların siyasal kaderlerini tayin etmeleri hakkının, ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet kurma hakkından başka bir anlama gelemeyeceğini pek güzel anladığını göstermiştir. Soru şudur: Bay Kokoşkinin bu korkuları, genel olarak demokratik bakımdan ve özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımı açısından nasıl değerlendirilmelidir?
Bay Kokoşkin, ulusların ayrılma hakkının tanınmasının, “devletin çözülüp dağılması”, tehlikesini artıracağına bizi inandırmak istemektedir. Bu, sloganı “tutukla ve önle” olan polis şefi Mimretsov’un da görüşüdür(50) Genel olarak, demokratik bakımdan doğru olan, bunun tam tersidir: ulusların ayrılma hakkının tanınması, “devletin çözülüp dağılma” tehlikesini azaltır.

Bay Kokoşkin tıpkı bir milliyetçi gibi konuşmaktadır. Bunlar, son kongrelerinde Ukraynalı “mazeppacılara” en sert biçimde saldırdılar. Bay Savenko ve şürekâsı, Ukraynalıların hareketinin, Ukrayna ile Rusya arasındaki bağların zayıflaması tehdidini taşıdığını beyan ettiler; çünkü Ukrayna dostluğu gösterileriyle Avusturya, Ukraynalılarla arasındaki bağları güçlendirmektedir! Avusturya’nın kullanmasından ötürü, Bay Savenko gibilerin suçladığı aynı yöntemlerle yani Ukraynalılara kendi dillerini kullanma kendi hükümetlerini kurma, özerk bir meclise sahip olma, vb. özgürlüğünün tanınması yöntemleriyle, Ukraynalılarla bağlarını “güçlendirmeyi” Rusya’nın niçin yapamayacağı sorusu yanıtsız kalıyor.
Savenkoların ve Kokoşkinlerin ileri sürdükleri iddialar, birbirinin tıpatıp aynıdır ve yalnızca mantıksal açıdan eşit ölçüde gülünç ve saçmadır. Ukrayna ulusal-topluluğunun herhangi belirli bir ülkede ne kadar özgürlükten yararlanırsa, o ülkeye o ölçüde bağlanacağı besbelli değil midir? Demokrasinin temel ilkelerini tam olarak terk etmedikçe, bir kimsenin (sayfa 84) bu belli gerçeği tartışmayacağı sanılır ve bir ulusal topluluk için, ayrılma özgürlüğünden, bağımsız bir ulusal devlet kurma özgürlüğünden büyük özgürlük olabilir mi?

Liberaller tarafından (ve saflıklarıyla onların dediklerini yineleyenler tarafından) bu ölçüde karışık hale getirilmiş olan bu sorunu biraz açıklığa kavuşturmak için, çok basit bir örnek vereceğiz. Boşanma sorununu ele alalım. Rosa Luxemburg,. yazısında demokratik merkezi devletin, onu oluşturan parçalara özerklik tanırken, boşanma ile ilgili yasalar dahil yasama kollarının en önemlilerini merkezi parlamentonun yetkisinde tutmalıdır, diye yazıyor. Demokratik devletin merkezi yetkili organının boşanma serbestliğini tanıma yetkisine sahip olmasını istemek anlaşılır bir şeydir. Gericiler, boşanma serbestliğine karşıdırlar; onlar, bu konunun “dikkatle ele alınması” gerektiğini söylerler ve yüksek sesle bunun “ailenin çözülüp dağılması” olacağını ilân ederler. Demokratlar ise, gericilerin ikiyüzlülük ettiklerine, gerçekte polisin ve bürokrasinin baskısını, bir cinsin ötekine kıyasla ayrıcalıklı durumunu ve kadınların en kötü biçimde haksızlığa uğratılmasını savunduklarına inanırlar. Onlar, boşanma serbestliğinin, ailenin “çözülüp dağılmasına” neden olmayacağına, tersine, uygar bir toplumda biricik olanaklı ve sağlam temel olan demokratik temel üzerinde aileyi güçlendireceğine inanırlar.

Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlâksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, (sayfa 85) yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.

Kuşkusuz, kapitalist toplumda yürürlükte olan ilişkilerden doğma siyasal ahlâk bozukluğu, bazen parlamento üyelerinin ve gazetecilerin belli bir ulusun ayrılması yolunda ciddi olmayan ve hatta saçma olan gevezeliklerde bulunmalarına neden olur. Ama bu gevezeliklerden korkacak olan (ya da korkar gözükecek olan) ancak gericiler olabilir. Demokratik ilkelere bağlı bulunanlar yani devlet sorunlarının halk tarafından karara bağlanmasında direnenler, siyasetçilerin üzerinde gevezelik ettikleri şeyle halkın karar verdiği şey arasında “pek büyük bir fark olduğu”nu(51) çok iyi bilirler. Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların, değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur. Böyle bir durumda kapitalist gelişmenin ve sınıf savaşımının özgürlüğünün çıkarlarına en iyi şekilde hizmet, ancak ayrılmayla sağlanabilir.

Böylece, Bay Kokoşkin’in ileri sürdüğü fikirlere hangi açıdan, bakarsak bakalım, Bunların kesin olarak saçma oldukları ve demokrasi ilkeleriyle alay ettikleri anlaşılır. Ama bu fikirlerde bir parçacık mantık da vardır: Rus burjuvazisinin sınıf çıkarlarının mantığı. Anayasacı-Demokrat Partinin üyelerinin çoğunluğu gibi, Bay Kokoşkin de bu burjuvazinin para babalarının bekçisidir. O, Rus burjuvazisinin genel olarak ayrıcalıklarını ve özel olarak da devlet ayrıcalıklarını savunmaktadır. O, bu ayrıcalıkları, Purişkeviç ile elele, omuz omuza savunmaktadır. Aralarındaki biricik fark, Purişkeviç’in feodal sopaya daha çok güvenmesi, Kokoşkin ve şürekâsının ise bu sopanın 1905’te onarılmaz biçimde çatladığına inanmaları ve küçük-burjuvaları ve köylüleri “devletin (sayfa 86) çözülüp dağılması” umacısıyla korkutarak, onları “halkların. özgürlüğü”nü, tarihin yerleştirdiği ilkelerle birleştirme vb. gibi tümceciklerle aldatarak, yığınları kandırma konusunda daha burjuva yöntemlere dayanmalarıdır.

Ulusların siyasal kaderlerini tayin etme ilkesine liberallerin düşmanlığı, sınıf açısından, tek bir anlam taşıyabilir; o da ulusal-liberalizmdir yani Büyük-Rus burjuvazisinin devlet ayrıcalıklarının savunulması ve bugün Üç Haziran Rejimi altında ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına gayretkeşlikle karşı koyan Rusya Marksistleri arasındaki oportünistler, likidatör Semkovski, bundçu Liebmann, Ukraynalı küçük-burjuva Yurkeviç, gerçekte ulusal-liberallerin peşinden gitmekte ve ulusal-liberal fikirlerle işçi sınıfı arasına fesat sokmaktadırlar.

İşçi sınıfının ve onun kapitalizme karşı savaşımının çıkarları, bütün uluslar işçilerinin tam dayanışmasını ve en sıkı birliğini gerektirmektedir; bu çıkarlar, her ulusal-topluluktan burjuvazinin milliyetçi siyasetine karşı şiddetle karşı koymayı emreder. Onun için sosyal-demokratlar, eğer ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederlerse ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal istemlerini desteklerlerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler. Ücretli işçinin, Büyük-Rus olmayan burjuvazi değil de başlıca Büyük-Rus burjuvazisi tarafından sömürülmesi ya da Yahudi burjuvazisi değil de Polonya burjuvazisi tarafından sömürülmesi vb. hiç de önemli değildir. Sınıf çıkarlarını anlayan ücretli işçi, Büyük-Rus kapitalistlerinin devlet ayrıcalıklarına olduğu kadar, Polonyalı ya da Ukraynalı kapitalistlerin, devlet ayrıcalıklarına kavuştukları zaman, dünya yüzünde cenneti kuracakları yolunda vaatleri karşısında da kayıtsızdır. Kapitalizm gelişmektedir ve türdeş olmayan toplulukların bütünleşmiş devletleri içinde olsun, ayrı ulusal devletler içinde (sayfa 87) olsun, şu ya da bu biçimde gelişmeye devam edecektir.

Her iki durumda da işçiler sömürüleceklerdir ve sömürüye karşı başarıyla savaşım verebilmek için, proletarya, her türlü milliyetçilikten arınmış olmalıdır; o, eğer deyim uygun düşerse, çeşitli ulusların burjuvazileri arasında üstünlük uğruna süregelmekte olan, savaşımda mutlak olarak yansız kalmalıdır. Eğer herhangi bir ulusun proletaryası, “kendi” ulusal burjuvazisinin ayrıcalıklarını en hafif şekilde de olsa desteklerse, bu, kaçınılmaz olarak, öteki ulusun proletaryası arasında güvensizlik yaratacaktır; işçilerin uluslararası sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları bölecektir ve böyle bir duruma sevinecek olan, ancak burjuvazi olacaktır ve ulusların kendi kaderini tayin etme ya da ayrılma hakkının reddedilmesi, uygulamada kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamını taşır.

Norveç’in İsveç”ten ayrılması gibi somut bir olguyu ele alırsak, bunun daha göze batan bir doğrulaması ile karşılaşmış oluruz.

VI. NORVEÇ’İN İSVEÇ’TEN AYRILMASI

Rosa Luxemburg, bu örneği ele alıyor ve konuyu şöyle tartışıyor:
“Federatif ilişkiler tarihinin son olayı, Norveç’in İsveç’ten ayrılması, -ki bu, Polonya sosyal-yurtsever basını tarafından (bkz: Krakov’da yayınlanan Naprzod(52) adlı gazete) aceleyle, devlet olarak ayrılma özleminin, gücünün ve ilerici niteliğinin övülecek bir belirtisi olarak ele alınmıştı- federalizmin ve onunla birlikte giden ulusal ayrılmanın ilericilik ya da demokrasinin ifadesi olmadığını pek kısa zamanda kanıtladı. İsveçli kralın tahtından indirilmesi ve Norveç’i terk etmeye zorlanması demek olan Norveç “devrimi” diye adlandırılan olaydan sonra, Norveçliler, bir ulusal referandumla cumhuriyet kurma önerisini resmen reddederek, hiç istiflerini bozmadan bir başka kral seçtiler.

Her türlü (sayfa 88) ulusal harekete ve her bağımsızlık görüntüsüne yüzeyden hayranlık duyanların, “devrim” diye adlandırdıkları şeyin köylü ve küçük-burjuva bölgeciliğinin belirtisinden, kendilerine İsveç aristokrasisinin kabul ettirdiği bir kral yerine, kendi paralarıyla “kendi” krallarına sahip olma özleminden başka bir şey değildir, ve bu yüzden de bu hareketin devrimle hiç bir ilgisi yoktur. Aynı zamanda İsveç ile Norveç arasındaki birliğin dağılması, o zamana kadar mevcut olan federasyonun, burada da ne ölçüde yalnızca hanedan çıkarlarının ifadesi olduğunu ve bu bakımdan yalnızca kralcılığın ve gericiliğin bir şeklini ifade ettiğini hemen gösterdi.” (Przeglad.)

İşte Rosa Luxemburg’un bu konuda söylediklerinin tümü bundan ibarettir! İtiraf edilmelidir ki, tutumunu savunma olanaksızlığını, buradaki kadar canlı biçimde gözler önüne sermek, Rosa Luxemburg için bile zor bir iştir.
Sorun, sosyal-demokratların, karışmış ulusal bir devlet içinde ulusların kendi kaderlerini tayin etme ya da ayrılma haklarını tanıyan bir programa muhtaç olup olmadıkları sorunuydu, ve şimdi de sorun budur.
Rosa Luxemburg’un kendisinin andığı Norveç örneği, bu noktada bize ne söylemektedir?

Yazarımız kıvranıp duruyor, nükteleri ve saldırılarıyla Naprzod’u yıpratıyor, ama soruyu yanıtlamıyor! Rosa Luxemburg, asıl konu üzerinde tek bir sözcük söylemekten kaçınabilmek için, güneş altında her konuya değiniyor! Kuşkusuz, paralarıyla kendi krallarını tutmak istemekle ve bir ulusal referandumla cumhuriyet kurma önerisini reddetmekle, Norveç küçük-burjuvazisi, burjuva dar görüşlülüğünü ve zevksizliğini açığa vurmuştur. Hiç kuşku yok ki, Naprzod da bunun farkına varmamakla aynı zevksizliği göstermiştir ama bütün bunların konumuzla ilgisi nedir? Tartıştığımız konu, ulusların kendi kaderlerini tayin etme (sayfa 89) hakkı ve sosyalist proletaryanın bu hakka karşı benimseyeceği tutum sorunuydu! Öyleyse niçin Rosa Luxemburg bu soruyu yanıtlamıyor da sözü dolandırıp duruyor.

Fareye göre kediden kuvvetli hayvan olmadığı söylenir. Rosa Luxemburg’a göre de besbelli ki, “Fraki”den kuvvetli hayvan yok. “Fraki”, “Polonya Sosyalist Partisi”nin sözde-devrimci hizbine halk arasında takılan lakaptır, ve Naprzod adındaki Krakov gazetesi, bu “hizbin” görüşlerini paylaşır. Rosa Luxemburg’un, bu “hizbin” milliyetçiliğe karşı savaşımında gözü o kadar kararmıştır ki, o Naprzod’dan başka hiç bir şey görememektedir.
Eğer Naprzod “evet” derse, Rosa Luxemburg, “hayır” demeyi kutsal görevi sayıyor, ve böyle davranmakla, Naprzod’dan bağımsız olduğunu göstermediğini, tersine, “Fraki”ye gülünç bir biçimde bağımlı olduğunu, Krakov’un karınca yuvasınınkinden daha derin ve daha geniş bir görüş açısından sorunlara yanaşamadığı gerçeği üzerine bir an durup düşünmüyor. Naprzod, kuşkusuz, Marksizm ile hiç bir ilgisi bulunmayan berbat bir gazetedir; ama bu, eğer Norveç örneğini seçmişsek, onu gerektiği gibi tahlil etmemize engel olmamalı.

Bu örneği, Marksist açıdan tahlil edebilmek için, kötünün kötüsü “Fraki”nin günahlarıyla uğraşmamalıyız, ilkin, Norveç’in İsveç’ten ayrılmasının somut tarihsel özelliklerini ve sonra da her iki ülkenin proletaryasının bu ayrılma dolayısıyla karşılaşmış, olduğu görevleri ele almalıyız.

Norveç ile İsveç arasındaki coğrafi, iktisadi ve dil bağları Büyük-Ruslarla birçok öteki Slav ulusları arasındaki bağlardan daha az sıkı değildir ama Norveç ile İsveç arasındaki birlik, rızaya dayanan bir birlik değildir, onun için Rosa Luxemburg’un “federasyon”dan söz etmesi, konunun dışına çıktığının kanıtıdır, ve o, ne söyleyeceğini bilmediği için, buna, başvurmuştur. Norveç, Napoléon savaşları sırasında krallar tarafından, Norveçlilerin iradesine karşı, İsveç’le (sayfa 90) birleştirilmişti; ve İsveçliler Norveç’i boyunduruk altına alabilmek için, askeri birlikler, göndermek zorunda kalmışlardı.

Norveç’e istisnai ölçüde geniş özerklik tanınmasına karşın (Norveç’in kendi parlamentosu vb. vardı), birliğin kurulmasından sonra ,uzun yıllar Norveç’le İsveç arasında sürekli sürtüşmeler oldu, ve Norveçliler İsveç aristokrasisinin boyunduruğunu atmaya uğraştılar. Ensonu Ağustos 1905’te bunu başardılar. Norveç parlamentosu, İsveç kralının artık Norveç kralı olmadığı kararını verdi, ve daha sonra Norveç halkı arasında yapılan referandumda pek büyük çoğunluk (birkaç yüze karşı 200.000) İsveç’ten tam ayrılma yolunda oy verdi. Kısa bir karasızlık döneminden sonra, İsveçliler bu ayrılma olgusunu sineye çektiler.

Bu örnek bize, modern iktisadi ve siyasal ilişkiler içinde ulusların hangi esaslar üzerinde ayrılıp bağımsız ,devlet kurmalarının olanaklı olduğunu ve bunun gerçekleştiğini, ve siyasal özgürlük ve demokrasi koşullarında bu ayrılmanın, aldığı biçimi gösterir.

Tek bir sosyal-demokrat bile, eğer siyasal özgürlük ve demokrasi kendisini ilgilendiriyorsa (ilgilendirmediği takdirde doğal olarak o artık sosyal-demokrat değildir), Norveç örneğinin ulusların ayrılmasıyla ilgili çatışmalarda “Rus biçiminde” değil de ancak 1905’te Norveç’le İsveç arasında uygulanan biçimde çözüme gidilmesi için, sınıf bilincine, sahip işçilerin sistemli propaganda yapmayı ve ortamı hazırlamayı kutsal görevleri saymaları gerektiğinin pratik kanıtı olduğunu yadsıyamaz. Programda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması maddesinin taşıdığı anlam tamamen budur ama Rosa Luxemburg, Norveç küçük-burjuvalarının ve Krakov Naprzod’unun burjuva zevksizliğine ve dar görüşlülüğüne sert biçimde saldırarak, kendi teorisini çürüten bir gerçeği atlamaya çalışmıştır; çünkü, o, pek iyi anlamaktadır ki, bu tarihsel gerçek, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının “ütopya” olduğu, “altın sahanlarda yemek yemek” vb. (sayfa 91) hakkı gibi bir şey olduğu yolundaki iddiasını kesin olarak çürütmektedir. Bu gibi ibareler, yalnızca Doğu Avrupa ulusal-toplulukları arasında bugünkü güçler dengesinin değişmezliğine, kendini beğenmişçe ve oportünistçe inancı ifade ederler.
Devam edelim. Öteki sorunlarda olduğu gibi ulusların kendi kaderlerini tayin etme sorununda da bizim her şeyden önce ilgilendiğimiz nokta, belirli bir ulusun içinde proletaryanın kendi kaderini tayin etmesidir. Rosa Luxemburg, bu soruna da değinmekten kaçınmıştır. Çünkü kendisinin seçmiş olduğu Norveç örneği temeli üzerinde bu sorunun tahlilinin, “teorisini” yıkacağını anlamıştır.

Ayrılma üzerine çatışmada Norveç ve İsveç proletaryası nasıl bir tutum benimsemiştir? Norveç bağımsız bir devlet kurduktan sonra, Norveç’in sınıf bilinçli işçileri elbette ki, cumhuriyete oy vereceklerdir, (11*) ve eğer bazı sosyalistler başka türlü oy verirlerse, bu, yalnızca Avrupa sosyalist hareketinde bazen ne kadar çok ahmakça küçük-burjuva dar görüşlülüğü ve oportünizmi bulunduğunu gösterir. Bu konuda iki ayrı görüş olamaz, ve biz, bu noktaya, yalnızca, Rosa Luxemburg, sözü konu dışına kaydırarak sorunu karanlığa boğma yolunda çaba gösterdiği için değindik. Norveç Sosyalist Programının, Norveçli sosyal-demokratları, ayrılma sorununda belirli bir görüşü savunmaya zorlayıp zorlamadığını bilmiyoruz. Norveç sosyalistlerinin, Norveç’in özerkliğinin, sınıf savaşımını serbestçe yürütebilmek için yeteri kadar alan sağlayıp sağlamadığı, ya da İsveç aristokrasisiyle sonu gelmeyen sürtüşme ve çatışmaların, iktisadi yaşamın özgürlüğünü baltalayıp baltalamadığı sorununu, açık bıraktıklarını sanıyoruz ama bu aristokrasiye karşı gelmenin ve (burjuva dar görüşlülüğünün sınırları içinde kalsa bile) (sayfa 92) Norveç köylü demokrasisini desteklemenin, Norveç proletaryasının görevi olduğu gerçeği tartışılamaz.

Ya İsveç proletaryasının tutumu? İsveçli büyük toprak sahiplerinin; İsveçli papazların da kışkırtmasıyla, Norveç’e karşı savaş açılmasından yana oldukları, bilinen bir şeydir. Ve Norveç, İsveç’ten çok daha zayıf olduğu, daha önce de bir İsveç istilasına uğradığı, ve İsveç aristokrasisinin kendi ülkesinde büyük ağırlığı olduğu için, bu savaş kışkırtıcılığı, büyük bir tehlike yaratabildi. İsveçli Kokoşkinlerin, “ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etmeleri gibi esnek bir. formülün dikkatle ele alınması” yolunda çağrılarda bulunarak, korkunç “devletin çözülüp dağılması” tehlikesi tablolarını çizerek ve “ulusal özgürlüğün” İsveç aristokrasisinin ilkeleriyle bağdaştığı yolunda güvence vererek, İsveç halkını aldatma yolunda epeyce zaman ve enerji harcadıklarına güvenebiliriz. Kuşkusuz, eğer, İsveçli sosyal-demokratlar, büyük toprak sahiplerinin ve Kokoşkinlerin ideoloji ve siyasetine karşı çetin bir savaş vermeselerdi, (Kokoşkinlerin de katıldığı) genel olarak ulusların eşitliğini istemekle yetinmeyip, ama aynı zamanda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını ve Norveç’in ayrılıp bağımsız devlet kurmada serbestliğini savunmasalardı, sosyalizm davasına ve demokrasi davasına ihanet etmiş olurlardı.

İsveçli işçilerin, Norveçlilerin ayrılma hakkını tammış olmaları, Norveçli ve İsveçli işçilerin kardeşçe sınır dayanışmasının ve birliğinin güçlenmesine yardım etmiştir. Çünkü bu davranış, Norveçli işçileri, İsveç işçilerinin İsveç milliyetçiliğine kapılmadıklarını, Norveçli proleterlerle kardeşliği İsveç burjuvazisinin ve aristokrasisinin ayrıcalıklarının üzerinde tuttuklarına inandırmıştır. Avrupa hükümdarlarıyla İsveç aristokrasisinin Norveç’e zorla kabul ettirdiği bağların koparılması, Norveçli işçilerle İsveçli işçiler arasındaki bağları kuvvetlendirdi. İsveçli işçiler, burjuva siyasetinin gösterdiği bütün değişmelere karşın -burjuva ilişkiler, Norveçlilerin, (sayfa 93) zora başvurularak, yeniden İsveç boyunduruğu altına alınmalarına neden olabilir- hem İsveç hem de Norveç burjuvazisine karşı savaşımlarında her iki ulus işçilerinin tam eşitliğini ve sınıf dayanışmasını koruyabileceklerini ve savunabileceklerini göstermişlerdir.

Sırası gelmişken belirtelim ki, bu; Rosa Luxemburg ile aramızdaki görüş ayrılıklarını, Polonya sosyal-demokratlarına karşı “kullanma” yolunda “Fraki”lerin çabalarının ne kadar temelsiz ve ciddiyetten uzak olduğunu gösterir. “Fraki”ler, bir proleter sosyalist parti değil, bir küçük-burjuva milliyetçi partidir, Polonya sosyal-devrimcileri gibi bir şey. Rus sosyal-demokratlarıyla bu parti arasında birlik, hiç bir zaman söz konusu olmamıştır ve olamaz da. Öte yandan, Polonya sosyal-demokratlarıyla aramızda kurulan sıkı ilişkilerden ve birlikten ötürü bir tek Rus sosyal-demokrat bile hiçbir zaman “pişmanlık duymamıştır.” Milliyetçi özlemlerin ve tutkuların derinden etkisi altında bulunan bir ülke olan Polonya’da gerçekten Marksist, gerçekten proleter ilk partiyi kurmakla Polonyalı sosyal-demokratlar, büyük bir tarihsel hizmette bulunmuşlardır ama Polonyalı sosyal-demokratların yaptığı hizmet, Rosa Luxemburg, Rus Marksistlerinin programının 9. maddesi hakkında bir sürü saçma-sapan söz etti diye değil, bu olumsuz duruma karşın büyüktür.

“Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” sorunu, elbette ki, Polonyalı sosyal-demokratlar için, Ruslar kadar önemli değildir. Milliyetçilikten gözü kararmış olan Polonya küçük-burjuvazisine karşı yürüttüğü savaşımın hızıyla, (belki de bu hız bazen aşırı ölçülere götürülmüştür) Polonya sosyal-demokratlarının “dozu kaçırmaları” anlayışla karşılanabilir.Hiç bir Rus marksisti, Polonya sosyal-demokratları Polanya’nın ayrılmasına karşıdırlar diye, onları suçlamayı aklından geçirmemiştir. Polonyalı sosyal-demokratlar, ancak, Rosa Luxemburg gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının Rus Marksistlerinin programında (sayfa 94) tanınması gereğini yadsımaya kalkıştıkları zaman yanılgıya düşerler.

Bu, aslında Krakov standartlarıyla ölçüldüğünde uygun olan bir şeyin, Büyük-Ruslar dahil Rusya’da yaşayan bütün halklara ve uluslara uygulanmaya kalkışılması gibi bir şeydir. Bu, aslında Rus sosyal-demokratı değil, enternasyonalist sosyal-demokrat değil, “ters yoldan Polonya milliyetçisi” olmak demektir.

Çünkü uluslararası sosyal-demokrasi, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasından yanadır. Şimdi de bu konuyu inceleyeceğiz.

VII. ULUSLAR ARASI LONDRA KONGRESİ (1896) KARARI

Bu kararda şöyle denmektedir:
“Kongre, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını (Selbstbestimmungsrecht) tam olarak desteklediğini beyan eder ve şu anda askeri, ulusal ya da başka biçimdeki despotlukların boyunduruğu altında acı çeken bütün ülkelerin işçilerine sempatisini ifade eder; Kongre, bütün bu ülkelerin işçilerini, dünyanın sınıf bilinçli (Klassennbewusste= Sınıf çıkarlarını anlayan) işçilerin saflarına katılmaya ve bunlarla, uluslararası kapitalizmin yenilgiye uğratılması için ve uluslar arası sosyal-demokrasinin amaçlarının gerçekleştirilmesi için omuz omuza savaşmaya çağırır.”(12*) Belirttiğimiz gibi bizim oportünistlerimiz, Bay Semkovski, Liebmann ve Yurkeviç bu kararın farkında değillerdir ama Rosa Luxemburg farkındadır ve bizim programımızdaki (sayfa 95) “kendi kaderini tayin etme” terimini içeren bu kararı tam metin olarak yazısına aktarmaktadır.

Sorun, Rosa Luxemburg’un, kendi “özgün” teorisinin yolu üzerinde duran bu engeli nasıl ortadan kaldırdığı sorunudur.

Kolayca… Kararın ikinci bölümü üzerinde özellikle durarak… Bildiri karakterini belirterek… İnsan bu bölüme ancak yanlış anlama sonucu atıfta bulunabilir!

Yazarın çaresizliği ve şaşırmış hali inanılacak gibi değil. Çoğunlukla yalnız oportünistler, programdaki tutarlı demokratik ve sosyalist noktaların yalnızca bildiri edebiyatı olduğunu iddia ederler ve bu noktalar üzerinde tartışmadan kaçınırlar. Rosa Luxemburg’un, kendisini bu kez Semkovskilerin, Liebmann’ların ve Yurkeviçlerin berbat eşliğinde bulmuş olması nedensiz değildir. Rosa Luxemburg, yukarda ki kararın doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu açıkça söylemeye yanaşmamaktadır. Sanki kararın ikinci bölümünü okumaya başlayana kadar birinci bölümü unutan ya da Londra Kongresinden önce sosyalist basında yer alan tartışmaları hiç duymamış olan, dikkatsiz ya da dünyadan habersiz okura güveniyormuşçasına, dolambaçlı yollara başvuruyor.

Ama eğer, Rosa Luxemburg, Rusya’nın sınıf bilinçli işçileri önünde Enternasyonalin bu kadar önemli bir ilke sorunu üzerindeki kararını, bu kararı eleştirip tahlil etmeye tenezzül etmeden, ayaklar altında çiğneyebileceğini sanıyorsa çok yanılmaktadır.

Rosa Luxemburg’un görüşü Londra Kongresinden önceki tartışmalar sırasında daha çok Alman Marksistlerinin organı Die Neue Zeit’ın sütunlarında ifade edilmişti ve bu görüş, sonuçta, Enternasyonal tarafından reddedilmişti! Rus okurun aklında özellikle tutması gereken sorunun özü budur.

Tartışma, Polonya’nın ,bağımsızlığı sorunu üzerinde oldu. Üç ayrı görüş ileri sürüldü.

1) “Fraki”nin görüşü, ki onlar adına Hecker konuşmuştur. (sayfa 96) Bunlar, Enternasyonalin kendi programına, Polonya’nın bağımsızlığı istemini koymasını istediler. Öneri kabul edilmedi. Bu görüş, Enternasyonal tarafından reddedildi.
2) Rosa Luxemburg’un görüşü yani Polonyalı sosyalistlerin, Polonya’nın bağımsızlığını istememeleri gerektiği görüşü. Bu görüş, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanındığı yolundaki resmi beyana tamamen aykırıydı. Bu görüş de Enternasyonal tarafından aynı şekilde reddedildi.
3) Kautsky tarafından, Rosa Luxemburg ile polemiği sırasında onun materyalizminin aşırı ölçüde “tek yanlı” olduğunu tanıtladığı zaman, en kapsamlı biçimde açıklanan görüş. Bu görüşe göre, Enternasyonal şu anda Polonya’nın bağımsızlığını programına bir madde olarak koyamaz; ama Kautsky, Polonyalı sosyalistlerin böyle bir istemle ileri çıkmaya tam hakları olduğunu belirtmiştir. Sosyalistler açısından, ulusal baskı ve zulüm mevcut olduğu bir durumda ulusal kurtuluş görevlerini görmezlikten gelmek kesin olarak yanlıştır.

Enternasyonalin kararı, bu görüşün en öz, en temel öğelerini içermektedir: bir yandan bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etmede tam haklarının doğrudan doğruya, kuşkuya yer vermeyecek biçimde tanınması; öte yandan aynı kesinlikle işçilere sınıf savaşımlarında uluslararası birlik için çağrı.

Biz, bu kararın kesin olarak doğru olduğu ve Doğu A Avrupa ve Asya ülkeleri için, 20. yüzyılın başında her iki bölümüyle birlikte ayrılmaz bir bütün olarak ele alınacak olan bu kararın, ulusal sorunda proletaryanın sınıf siyasetine tek doğru yönelimi sağladığı inancındayız.

Yukarda anılan üç ayrı görüşü oldukça ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Pek iyi bilindiği gibi Karl Marx ve Engels Polonya’nın bağımsızlığı istemini etkin olarak desteklemeyi bütün (sayfa 97) Batı Avrupa demokrasisinin ve özellikle sosyal-demokrasinin görevi saymışlardır. 1840-1850 ve 1860’lar döneminde Avusturya’da ve Almanya’da burjuva devrimleri döneminde ve Rusya’da da “Köylü Reformu”(53) döneminde bu görüş doğruydu ve tutarlı demokratik ve proleter tek görüştü. Rusya’daki ve Slav ülkelerinin çoğundaki halk yığınları henüz uykudayken, bu ülkelerde yığınları kucaklayan bağımsız demokratik hareketler yokken, Polonya’nın aristokratik kurtuluş hareketi yalnızca Rusya bakımından değil yalnızca Slavlık bakımından değil, bir tüm olarak Avrupa demokrasisi bakımından da pek büyük bir önem taşıyordu. (13*)

Ama Marx’ın bu tutumu, 1860’larda ya da 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde doğru olmakla birlikte, 20. yüzyılda artık doğru değildir. Slav ülkelerinin çoğunda hatta en geri Slav ülkelerinden birinde Rusya’da bile, bağımsız demokratik hareketler, hatta bağımsız proleter hareketler ortaya çıkmıştır. Aristokrat Polonya yok olmuş, yerini kapitalist Polonya’ya bırakmıştır. Bu koşullar altında Polonya’nın istisnai devrimci önemini yitirmesi doğal bir şeydir.

PSP’nin (Polonya Sosyalist Partisinin, bugünkü “Fraki”lerin) 1896’da Marx’ın bu konudaki başka bir çağa ait görüşünü sonsuzluğa kadar “saptamaya” kalkışması, marksizmin metnini, marksizmin ruhuna karşı kullanma yolunda bir çabadır. Onun için Polonyalı sosyal-demokratlar, Polonya küçük-burjuvazisinin aşırı milliyetçiliğine karşı çıktıkları ve ulusal sorunun Polonya işçileri için ikincil önem taşıdığını belirttikleri zaman, ilk kez Polonya’da sırf proleter bir (sayfa 98) parti kurdukları ve Polonyalı ve Rus işçilerin sınıf savaşımlarında en sıkı ittifakı kurmaları gerektiği son derece önemli ilkesini ilan ettikleri zaman çok haklıydılar.

Ama bu, 20. yüzyılın başında Enternasyonalin ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etme ilkesini ya da ayrılma hakkını Doğu Avrupa ve Asya için gereksiz saymalımı demekti? Bu, büyük bir saçmalık olurdu ve (teorik bakımdan) Türk, Rus ve Çin devletlerindeki burjuva demokratik dönüşümün tamamlanmış olduğunu kabul etme anlamını taşıyan bir davranış olurdu ve (etkisi bakımından) despotizmin yararına, oportünistçe bir tutumu benimsemek olurdu.

Hayır, Doğu Avrupa’da ve Asya’da belirmeye başlayan burjuva demokratik devrimler döneminde ulusal hareketlerin uyanması ve yoğunlaşması döneminde bağımsız proleter partilerin kurulması döneminde bu partilerin ulusal sorun konusundaki görevleri iki yönlü olmalıdır: birincisi, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanımak, çünkü burjuva demokratik devrim henüz gerçekleşmemiştir, çünkü işçi sınıfı demokrasisi tutarlı olarak, ciddiyetle ve içtenlikle (liberal Kokoşkin tarzında değil) ulusların eşit hakları için savaşır ve ikincisi, belirli bir devlet içinde tarihinin geçirdiği bütün değişmeler boyunca, burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların proleterlerinin sınıf savaşımında en sıkı ve bölünmez bir ittifakı gerçekleştirmek için savaşım verir.

1896 Enternasyonalinin kararının formüle ettiği, proletaryanın işte bu iki yönlü görevinin ta kendisidir. Ve 1913 yazında toplanan Rus Marksistleri Kongresinde kabul edilen kararın dayandığı temel ilkeler bunlardır. Bazıları, bu kararın ulusların kendi kaderlerini tayin etme ve ayrılma hakkını tanıyan 4. maddesinin milliyetçiliğe azami “ödünde” bulunur görünmesine ,karşılık (gerçekte bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması, demokrasiyi (sayfa 99) azami ölçüde tanıma ve milliyetçiliği asgari ölçüde tanıma anlamını taşır), 5. maddenin herhangi bir ulusun burjuvazisinin milliyetçi sloganlarına karşı işçileri uyarmasında ve bütün ulusların işçilerini uluslararası ölçüde birleşmiş proleter örgütlerde birliğe ve kaynaşmaya çağırmasında bir “çelişki” görmektedirler ama bu “çelişkiyi”, ancak, örneğin, İsveç ve Norveç proletaryasının birliğinin ve sınıf dayanışmasının, İsveçli işçiler Norveç’in ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma özgürlüğünü tanıdıkları zaman güçlendiğini anlayamayacak kadar yüzeyde kalan kafalar görebilirler.

VIII. ÜTOPYACI KARL MARX VE PRATİK ROSA LUXEMBURG

Polonya’nın bağımsızlığının bir “ütopya” olduğunu iddia ederken ve bunu bıkkınlık verene dek yinelerken Rosa Luxemburg, alaylı bir tonla: piçin İrlanda’nın bağımsızlığı istemini ileri sürmeyelim, diye soruyor. Besbelli ki, “pratik” Rosa Luxemburg, Karl Marx’ın İrlanda’nın bağımsızlığı sorunundaki tutumundan habersizdir. Somut ulusal bağımsızlık istemlerinin oportünist açıdan değil de gerçek Marksist açıdan nasıl tahlil edildiğini göstermek için, bu konu üzerinde durmaya değer.

Sosyalist tanıdıklarının zekalarını ve inançlarının gücünü denemek için, kendi deyimiyle, onları “sınavdan geçirme” Marx’ın adetiydi.(54) Marx, Lopatin’le tanışınca, Engels’e yazdığı 5 Temmuz 1870 tarihli mektupta genç Rus sosyalisti için pek övücü sözler kullanmakla birlikte, şunu da ekliyordu: “… Zayıf yanı Polonya. Bu konuda tıpkı bir İngiliz’in İrlanda’ dan söz ettiği gibi konuşuyor – örneğin eski ekolden bir İngiliz çartistinin.”(55)
Marx, ezen bir ulusun sosyalistinin ezilen ulus karşısındaki tutumunu soruşturuyor ,ve ardından, (İngiliz olsun, Rus olsun) egemen ulusların sosyalistlerinin ortak kusurunu (sayfa 100) açığa vuruyor: bunlar ezilen uluslara karşı sosyalist görevlerini anlayamıyorlar ve “egemen ulus” burjuvazisinin önyargılarına yankı oluyorlar.

Marx’ın İrlanda üzerine kesin beyanlarına geçmeden önce, Marx ve Engels’in ulusal sorundaki genel tutumlarının kesin olarak eleştirici bir tutum olduğunu ve bu sorunun tarihsel bakımdan göreli önem taşıdığını kabul ettiklerini belirtmeliyiz. Nitekim Engels, 23 Mayıs 1851’de Marx’a, tarih okumanın kendisini Polonya konusunda kötümser sonuçlara götürdüğünü, Polonya’nın öneminin geçici olduğunu ve bu önemin Rusya’da tarım devriminin gerçekleştiği ana kadar süreceğini yazıyordu. Ona göre, Polonyalıların tarihteki rolü “budalaca gözüpeklik” niteliğinde bir roldür. “Ve Polonya’nın, Rusya ile” kıyaslamada bile, ilericiliği başarıyla temsil ettiği tek bir örnek ya da tarihsel önem taşıyan herhangi bir harekette bulunduğu öne sürülemez.” Rusya, “yapıları aylak kavalyelerinkine pek uyan Polonyalılardan” daha çok uygarlık, eğitim, sanayi ve burjuva öğeleri içermektedir; “St. Petersburg,” Moskova, Odesa vb. ile kıyaslandığında Varşova ve Krakov nedir ki! ” Engels, Polonya aristokrasisinin ayaklanmasının başarılı olacağına inanmıyor.

Ancak, bu kadar deha ve derinliğine görüş yeteneği taşıyan bütün bu fikirler, Marx ve Engels’in 12 yıl sonra, Rusya hala uykuda iken ve Polonya içten içe kaynaşmaya başladığı zaman, Polonya hareketini en derin ve hararetli sempatiyle ele almalarına engel olmadı.

1864’te Enternasyonalin Bildirisini kaleme alırken Marx, Engels’e Mazzini’nin milliyetçiliğine karşı savaşım vermek zorunda kaldığını yazdı (4 Kasım 1864) ve şunları söyledi: “Bildiride uluslararası siyasete ayrılan yerlerde ulusal-topluluklardan değil ülkelerden sözediyorum ve küçük ulusları değil Rusya’yı eleştiriyorum.” Marx’ın “işçi sorununa” oranla, ulusal sorunun ikincil bir sorun olduğu konusunda kuşkusu yoktur ama onun teorisi, ulusal sorunu yok saymaktan (sayfa 101) pek uzaktır.

1866 geliyor. Marx, Engels’ e yazdığı mektupta Paris’teki “prudoncu kliğin” tutumunu eleştiriyor: bu klik “… Ulusal-topluluğun bir saçmalık olduğunu söylemektedir ve Bismarck ile Garibaldi’ye saldırmaktadır. Şovenliğe karşı polemik olarak taktikler yararlı olabilir ve açıklanabilir ama Proudhon’a inananlar (buradaki iyi dostlarım Lafargue ve Longuet de bunlar arasındadır), bütün Avrupa’nın, Fransa’daki baylar, yoksulluğu ve bilisizliği kaldıracakları güne kadar sessiz ve sakin yerlerinde oturabileceğini ve oturması gerektiğini sandıkları zaman gülünç oluyorlar.” (7 Haziran 1866 tarihli mektup.)

20 Haziran 1866’da Marx şöyle yazıyor: “Dün Enternasyonalin Konseyinde devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu. … Bekleneceği gibi, tartışma, bizi, genel olarak, ‘ulusal-topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü. ‘Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal-toplulukların, hatta ulusların çoktan eskimiş önyargılar olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudonlaşmış stirnerizm.(56) … Bütün dünya, Fransızların toplumsal devrim için olgunlaşmasını bekliyor. Konuşmama, ulusal-toplulukları rafa kaldırmış olan dostumuz Lafargue ve ötekilerin görüşlerini ‘Fransızca’ olarak yani dinleyicilerin onda-dokuzunun anlamadığı bir dilde savunduklarını söyleyerek başladığımda İngilizler pek güldüler. Şunu da belirtelim ki, ulusal-toplulukları yadsımakla, Lafargue, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.”

Marx’ın bütün bu eleştirici sözlerinden çıkan sonuç açıktır: ulus sorununu bir fetiş haline getirecek son sınıf, işçi sınıfı olacaktır. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, mutlaka bütün ulusları uyandırıp bağımsız bir yaşama yöneltmez ama yığınları kapsayan ulusal hareketler başladıktan sonra umursamamak ve bunlardaki ilerici olan şeyi desteklememek, sonuç (sayfa 102) olarak, “kendi ulusunu”, “örnek ulus” sayarak (ya da biz ekleyelim, kendi ulusunu devlet kurma ayrıcalığı tekeline sahip ulus sayarak) milliyetçi önyargılara kapılmak olur. (14*)

Ancak biz, İrlanda sorununa dönelim:
Marx’ın bu sorundaki tutumu, mektuplarından alınan şu satırlarda en açık biçimde ifade edilmektedir.

“İngiliz işçilerinin fenyancılığı destekleyen bu gösteri yürüyüşünü yapması için elimden geleni yaptım. … Ben, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının olanaksız olduğunu düşünürdüm: Şimdi bunun kaçınılmaz olduğuna inanıyorum, her ne kadar ayrılmadan sonra Federasyonun gelmesi olası ise de.” Marx’ın 2 Kasım 1867’de Engels’ e yazdığı budur.

Aynı yılki 30 Kasım tarihli mektubunda şunu ekliyor: “…İngiliz işçilerine neyi öğütleyeceğiz?’Benim kanımca onlar, bildirilerinde ayrı bir madde halinde Birliğe karşı çıkmalıdırlar” (yani İrlanda’nın Büyük Britanya’dan ayrılmasını desteklemelidirler) – ,”kısaca, 1783’te olanı yalnızca daha demokratik ve o zamanın koşullarına uygun hale getirmektir. Bu, bir İngiliz partisinin programına konabilecek olan biricik legal ve bu yüzden de tek olanaklı olan İrlanda kurtuluşu istemi biçimidir. İki ülke arasında sırf kişisel bir birliğin devam edip edemeyeceğini ilerde deneyim göstermelidir. …
“İrlandalıların muhtaç oldukları şunlardır:
“1) Kendi hükümetleri (self-government) ve İngiltere’den bağımsızlık;
“2) Bir tarım devrimi. …”

Marx, İrlanda sorununa büyük önem veriyordu ve Alman İşçiler Birliğinde bu konuda bir-buçuk saat süren bir konferans vermişti (17 Aralık 1867 tarihli mektup). (sayfa 103)

Engels, 20 Kasım 1868 tarihli mektubunda “İngiliz işçileri arasında İrlandalı düşmanlığına” değiniyor ve hemen hemen bir yıl sonra (24 Ekim 1869) aynı konuya dönerek şöyle yazıyor: “Il n’y a qu’un pas (bir adımlık mesafedir) İrlanda’yla Rusya’nın arası. …” “İrlanda tarihi, bize, bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altına almasının ne büyük bir felaket olduğunu gösterir. İngilizlerin bütün kötülüklerinin kökeni İrlanda’ya varır. Henüz Cromwell dönemini inceleyemedim ama şu kadarı benim için kesindir, eğer İrlanda’da askeri yönetim kurma ve orada yeni bir aristokrasi yaratma zorunluluğu olmasaydı, İngiltere’de tarihsel gelişme başka türlü olurdu. ”
Sırası gelmişken, Marx’ın Engels’e 18 Ağustos 1869 tarihli mektubunu(57) da belirtelim: “Poznan’da … Polonyalı işçiler … Berlin’deki meslektaşlarının yardımıyla bir grevi zaferle sona erdirdiler. ‘Monsieur le Capital’e karşı bu savaşım -ikinci grev biçiminde olsa da- barış için nutuklar çeken burjuva efendilerinkinden bambaşka bir biçimde ulusal önyargıları giderme yoludur.”

Marx’ın Enternasyonalde izlemiş olduğu İrlanda sorunuyla ilgili siyaset şundan da anlaşılabilir.

Marx, 18 Kasım 1869’da Engels’e, Enternasyonal Konseyinde İngiliz hükümetinin İrlanda genel affı konusundaki tutumu sorunu üzerine bir saat bir çeyrek konuştuğunu ve şu karar önerisinde bulunduğunu yazıyor:
“Hapse atılmış olan İrlandalı yurtseverlerin serbest bırakılması yolunda İrlandalıların istemlerine yanıtında… Bay Gladstone’un, bile bile İrlanda ulusunun onurunu kırdığı; “siyasal affı, kötü yönetimin kurbanları için ve onların mensup bulundukları halk için onur kırıcı olan koşullara bağladığı;
“Bay Gladstone’un sorumlu mevkiinde resmen, açıkça ve büyük şevkle Amerikan köle sahiplerinin isyanını destekledikten (sayfa 104) sonra, şimdi İrlanda halkına edilgin uysallık öğretisini aşılamaya kalkıştığı;
“İrlanda genel affı sorunuyla ilgili bütün siyasetinin, Bay Gladstone’un gürültülü bir biçimde karşı çıkarak tori rahiplerinin iktidardan düşmesini sağladığı ‘fetih siyaseti’nin uygulanmasından başka bir şey olmadığı;
“Uluslararası İşçi Derneği Genel Konseyinin, İrlanda halkının genel siyasal af lehinde kampanyayı ateşli, sağlam ve yürekli bir biçimde yürütmesine hayranlık duyduğunu İfade ettiği; “bu kararların, bütün şubelere ve Uluslararası İşçi Derneği ile ilgisi bulunan Avrupa ve Amerika’daki bütün işçi örgütlerine bildirilmesi karar altına alınmıştır.”

Marx, 10 Aralık 1869’da Enternasyonal Konseyinde okunacak olan İrlanda sorunu üzerindeki raporunun aşağıdaki temellere dayanacağını yazıyor:
“… Enternasyonal Konseyinde benimsenmesi pek doğal bir şey olan İrlanda için ‘uluslararası’ ve ‘insanca’ adalet konusunda söylenecek sözler bir yana, İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan doğruya ve mutlak çıkarı gereğidir. Ve bu, tamamen benim kanımdır; bu kanımın dayandığı nedenlerin bir kısmını, İngiliz işçilerinin kendilerine de söyleyemem. İrlanda rejiminin, İngiliz işçi sınıfının gelişip güçlenmesiyle devrilmesinin olanaklı olacağına, uzun süre inandım. Bu görüşü, The New York Tribune’de (Marx’ın uzun süre yazarlığını yaptığı Amerikan gazetesi) her zaman ifade etmişimdir. Sorunu daha derinliğine inceleyince, şimdi, bunun tam tersine inanmaktayım. İrlanda’nın kurtulmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı, hiç bir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri, … İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.(58) (İtalikler Marx’ındır.)

Marx’ın İrlanda sorunundaki izlediği siyaset, şimdi artık okur için açık-seçik bir hal almış olmalıdır. (sayfa 105)

“Ütopyacı” Marx, öylesine “pratik olmaktan uzak” idi ki yarım yüzyıl sonra bile gerçekleşmeyen İrlanda’nın ayrılması davasını savunmuştur. Marx’ın bu siyaseti hangi nedenlere dayanır ve bu yanlış bir siyaset değil miydi?
Başlangıçta Marx, İrlanda’nın, ezilen ulusun ulusal hareketiyle değil, ezen ulusun işçi hareketiyle kurtarılacağını sanmıştır. Marx, bütün ulusal-toplulukların tam kurtuluşunu ancak işçi sınıfının zaferinin gerçekleştireceğini bildiği için, ulusal hareketi mutlak bir şey olarak ele almadı. Ezilen ulusların burjuva kurtuluş hareketiyle, ezen ulusun proleter kurtuluş hareketi arasındaki olanaklı olan bütün karşılıklı ilişkileri önceden kestirmek olanaksızdır (bugün Rusya’da ulusal sorunun çözümünün bu kadar zor oluşu bundandır).

Bununla birlikte, olaylar öyle gelişti ki, İngiliz işçi sınıfı, oldukça uzun bir süre liberallerin etkisi altında kaldı, liberallerin bir yedek kuvveti durumuna düştü ve bir liberal işçi siyasetini izleyerek kendi kendini kısır hale getirdi. İrlanda burjuva kurtuluş hareketi, gittikçe güçlendi ve devrimci biçimlere büründü. Marx, bu konudaki görüşlerini yeniden gözden geçirdi ve düzeltti. “Bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altında tutması, kendisi için ne büyük felaket.” İrlanda İngiliz boyunduruğundan kurtulmadıkça, İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman özgürlüğüne kavuşamayacaktır. İngiltere’de gericilik, İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasıyla beslenmekte ve güçlenmektedir (tıpkı Rusya’da gericiliğin bir sürü ulusların boyunduruk altında tutulmasıyla beslendiği gibi!).

Ve Marx, Enternasyonale “İrlanda ulusuyla”, “İrlanda halkıyla” (pek parlak zekâlı L. VI., zavallı Marx’ bu deyimleri kullanmakla sınıf savaşımını unuttuğu için herhalde kınardı!), dayanışma kararı alınması için öneride bulunurken, “ardından federasyonun gelmesi olasılığına karşın” İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını savunuyor.

Marx’ın vardığı sonuçların teorik temeli neydi? İngiltere’de (sayfa 106) burjuva devrim çoktan, tamamlanmıştı ama henüz İrlanda’da bu devrim gerçekleşmiş değildir; yarım yüzyıl sonra, şimdi, İngiliz liberallerinin reformlarıyla gerçekleşmektedir. Eğer İngiltere’de kapitalizm, Marx’ın ilkten umduğu kadar çabuk devrilmiş olsaydı, İrlanda’da bir burjuva demokratik ve genel ulusal hareketin yeri olmazdı ama bu hareket geliştiğine göre, Marx, İngiliz işçilerine bunu desteklemeyi, bunu devrimci doğrultuda hızlandırmayı ve kendi özgürlükleri ile bağdaşan bir sonuca vardırmayı öğütledi.

1860’larda İrlanda ile İngiltere arasındaki iktisadi bağlar, doğal ki, Rusya’nın Polonya ile, Ukrayna ile vb. bugünkü bağlarından bile daha sıkıydı. (Yalnızca coğrafya koşulları ve İngiltere’nin bir sömürge imparatorluğu olarak gücü bakımından olsa bile) İrlanda’nın ayrılmasının “pratik olmayışı” ve “olanaksızlığı” besbellidir. İlke olarak federalizme düşman olmakla birlikte, Marx bu durumda federasyona da razı oluyor,(15*) yeter ki, İrlanda’nın kurtuluşu, reformist yoldan değil, İngiliz işçi sınıfı tarafından desteklenen İrlanda halkının yığın hareketiyle devrimci yoldan gerçekleşsin. Kuşkusuz, tarihsel sorunun ancak böyle bir çözümü, proletaryanın çıkarlarına en uygun ve hızlı toplumsal gelişme için en uygun bir çözüm olabilir.

Olaylar başka türlü gelişti. İrlanda halkı olsun, İngiliz proletaryası olsun, yeteri kadar güçlü olmadıklarını gösterdiler. Ancak şimdi İngiliz liberalleriyle İrlanda burjuvazisi (sayfa 107) arasındaki alçakça pazarlıklarla İrlanda sorunu, (tazminatlı) tarım reformuyla ve (henüz sözü edilmeyen) özerklikle çözüme bağlanmaktadır. O halde? Bundan Marx ve Engels’in “ütopyacı” oldukları, “gerçekleşmesi olanaksız” ulusal istemler ileri sürdükleri, İrlandalı küçük-burjuva milliyetçilerin etkisi altında kaldıkları (çünkü fenyan hareketinin küçük-burjuva nitelik taşıdığı konusunda kuşku yoktur) vb. sonucunu mu çıkaracağız?

Hayır. İrlanda sorununda da Marx ve Engels, tutarlı bir proleter siyaseti izlediler ve bu, yığınları, demokrasi ve sosyalizm zihniyeti ile eğitti. Ancak böyle bir siyaset, gerekli reformların kabul edilmesinde yarım yüzyıllık gecikmeden hem İrlanda’yı, hem İngiltere’yi kurtarabilirdi ve bu reformların liberaller tarafından, gericilere yaranmak amacıyla kuşa benzetilmesine engel olabilirdi.

Marx ve Engels’in İrlanda sorunundaki siyasetleri (bugün de pek büyük pratik önemini koruyan) ezen ulusların proletaryasının ulusal hareketler karşısındaki tutumunun parlak bir örneğidir. Bu siyaset, her renkten ve her dilden bütün ülkelerin burjuva dargörüşlülüğüne kapılmış kimselerinin, bir ulusun toprakbeylerinin ve burjuvazisinin zorbalığı ve ayrıcalıklarıyla çizilmiş olan devlet sınırlarını değiştirme fikrini, “ütopyacı'” bir fikir olarak ilân etme gayretkeşliğine karşı bir uyarı niteliğindedir.

Eğer İrlanda ve İngiltere proletaryası, Marx’ın ileri sürdüğü siyaseti kabul etmemiş olsalardı ve İrlanda’nın ayrılmasını bir slogan olarak benimsememiş olsalardı, en kötü oportünizme düşmüş olurlardı, demokratlar ve sosyalistler olarak görevlerini unuttuklarını göstermiş olurlardı ve İngiliz gericiliğine ve İngiliz burjuvazisine ödün vermiş olurlardı.

IX. 1903 PROGRAMI VE PROGRAMIN LİKİDATÖRLERİ

Rus Marksistlerinin programının kabul edildiği 1903 Kongresinin tutanaklarının suretleri kolay bulunmuyor. Öyle ki, (sayfa 108) bugün işçi hareketindeki etkin militanların büyük çoğunluğu, programın ayrı ayrı maddelerinin ardında yatan gerekçeleri bilmemektedirler (bu konuyla ilgili yazının legalite nimetlerinden yararlanması, bu bilgisizliği perçinlemektedir…). Onun için 1903, Kongresindeki, üzerinde durduğumuz sorun ile ilgili tartışmaları tahlil etmek gereklidir.

İlkin şunu belirtelim ki, “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” konusunda Rus sosyal-demokrat yazını ne kadar yetersiz olursa olsun, bu yazın, gene de söz konusu hakkın, ulusların ayrılma hakkı anlamına geldiğini açıkça ifade eder. Bundan kuşku duyan ve 9. maddenin “muğlak” vb. olduğunu iddia eden Semkovskiler, Liebmann’lar ve Yurkeviçler aşırı bilisizliklerinden ya da dikkatsizliklerinden ötürü böyle davranmaktadırlar.

Daha 1902’de Plehanov, Zarya’da, program tasarısında “ulusların kendi kaderini tayine etme hakkını” savunurken, bu istemin, burjuva demokratlar için zorunlu olmadığı halde, “sosyal-demokratlar için zorunlu” bir istem olduğunu yazıyordu. Plehanov şöyle diyordu: “Bugünkü Rus kuşağının milliyetçi önyargılarına karşı gelmekten korktuğumuz için, eğer biz, bu istemi ileri sürmeyi unutursak ya da bunda duraksama gösterirsek… dudaklarımızdaki ‘bütün ülkelerin işçileri birleşiniz’ çağrısı, utanmazca bir yalan haline gelir. … “(59)

İncelemekte olduğumuz programın bu maddesinin lehindeki temel iddianın, yerinde bir nitelendirilmesidir: o kadar ki, programımızın eleştiricilerinin, Plehanov’un bu sözlerini hiç anmamalarına şaşmamak gerekir. Bu maddenin reddi, ileri sürülen nedenler ne olursa olsun, gerçekte, Büyük-Rus milliyetçiliğine “utanç verici” bir ödündür. Ama sorun, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı sorunu olduğuna göre niçin Büyük-Rus milliyetçiliğine? Çünkü söz konusu olan Büyük-Ruslardan ayrılmadır. Proleterlerin birliği için, onların sınıf dayanışması uğruna, -ulusların ayrılma hakkını tanımalıyız – yukarda aktarılan sözlerinde, Plehanov’un (sayfa 109) bundan 14 yıl önce kabul ettiği budur. Eğer oportünistlerimiz bunun üzerine biraz düşünmüş olsalardı, ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etmeleri konusunda bu kadar saçma konuşmazlardı.

Plehanov’un savunduğu program tasarısını kabul eden 1903 Kongresinde başlıca çalışmaları, Program Komisyonu yapmıştır. Ne yazık ki, konuşmalar tutanağa alınmadı; alınsaydı, tutanaklar özellikle bu noktada ilginç olurdu, çünkü Polonya sosyal-demokratlarının temsilcileri Warszawski ve Hanecki, komisyonda yalnızca görüşlerini savunmayı denediler ve “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasına” karşı çıktılar. Bu delegelerin ileri sürdükleri kanıtları (ki bunlar, Warszawski’nin konuşmasında ve Hanecki ile birlikte sundukları bildiride açıklanmıştır: kongre tutanakları, s. 134.136 ve 388-390), Rosa Luxemburg’un yukarda tahlil ettiğimiz Polonya dilindeki yazısıyla karşılaştırma zahmetine katlanan okur, iki görüşün hemen hemen birbirinin aynı olduğunu görürdü.

Plehanov’un herkesten çok Polonyalı Marksistlere, saldırdığı İkinci Kongrenin Program Komisyonu, ileri sürülen bu iddiaları nasıl değerlendirdi? Bunlar amansızca eleştirildi ve alay konusu haline getirildi! Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasından vazgeçmelerini Rusya Marksistlerine önermenin saçmalığı, o kadar açık ve güçlü olarak tanıtlandı ki, Polonyalı Marksistler, iddialarını, kongrenin genel toplantısında yinelemeye bile kalkışmadılar! Rus, Yahudi, Gürcü ve Ermeni Marksistlerin yüksek meclisinde davalarının yenilgiye uğramasının kaçınılmazlığı karşısında, kongreyi terk ettiler.

Bu tarihsel olay, elbette ki, kendi programına ciddi olarak ilgi duyan herkes için pek büyük önem taşır. Polonyalı Marksistlerin iddialarının, kongrenin Program Komisyonunda tam yenilgiye uğraması, ve bunların kongrenin genel toplantısında görüşlerini savunmaktan vazgeçmeleri pek anlamlıdır. (sayfa 110) Rosa Luxemburg’un 1908’deki yazısında bu konuda “alçak-gönüllülükle” susması nedensiz değildir; öyle görünüyor ki, kongreyi anımsamak onun için pek tatsız bir şey! O, Warszawski ve Hanecki tarafından 1903’te yapılan programın 9. maddesini “değiştirme” yolundaki, gülünç ölçüde gereksiz öneri konusunda da (ki bu öneriyi, ne Rosa Luxemburg, ne de öteki Polonyalı sosyal-demokratlar yinelemeye yanaşmadılar ve yanaşmayacaklardır da) susmaktadır.

Ancak 1903’teki yenilgisini gizleyen Rosa Luxemburg, bu gerçekleri sessizlikle geçiştirme yolunu tuttuysa da, partilerinin tarihine ilgi duyanlar, gerçekleri saptamak zahmetine katlanacaklar ve bunların taşıdığı anlam Üzerinde düşüneceklerdir.

1903 Kongresini terkederken, Rosa Luxemburg’un dostları şöyle bir öneriyi kongreye sundular: “… Biz program tasarısının 7. .maddesinin” (şimdi 9. maddedir) “şöyle olmasını öneriyoruz: § 7. Devletin parçalarını. oluşturan bütün ulusların tam kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alan kurumlar” (tutanakların 390. sayfası).

Böylece Polonyalı Marksistler, o sıra, ulusal sorun üzerine öyle muğlak görüşler ileri sürdüler ki, ulusların kendi kaderini tayin etmesi yerine, gerçekte, onlar başka bir ad altında ünlü “ulusal kültür özerkliği”ni önerdiler.

Bu inanılmaz bir şey gibi geliyor insana, ama ne yazık ki, bir gerçektir. Bizzat kongrede de, 5 oyla beş Bundçu ve 6 oyla üç Kafkasyalı katıldığı halde (Kostrov’un danışman olarak oyunu saymıyoruz) ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkıyla ilgili maddenin silinmesi lehinde tek bir oy kullanılmadı. Bu maddeye “ulusal kültür özerkliği’nin eklenmesi için üç oy kullanıldı (bunlar, Goldblatt’ın şu formülü lehinde oylardı: “uluslara tam bir kültürel gelişme özgürlüğü sağlayan kurumların kurulması”) ve dört oy da Lieber’in (“ulusların kültürel gelişmelerinde özgürlük hakkı”) formülü lehinde kullanıldı. (sayfa 111)

Rus liberal partisinin, Anayasacı-Demokrat Partinin sahneye çıktığı şu anda, bu partinin programında, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının yerini, “kendi kültürel kaderini tayin etme”nin aldığını görmekteyiz. Böylece Rosa Luxemburg’un Polonyalı dostları, PSP’nin milliyetçiliğine karşı” savaşımda” o kadar ileri gitmişlerdir ki, Marksist program yerine liberal bir program kabul edilmesini önermeye kadar işi vardırmışlardır ve bunu yaparken bir solukta bizim programımızı oportünist olmakla suçlamışlardır; bu suçlamanın, İkinci Kongrenin Program Komisyonunda kahkahalarla karşılanmasına şaşmamak gerekir!

Gördüğümüz gibi bir tanesi bile “ulusların kendi kaderini tayin etmesi” ilkesine karşı çıkmayan İkinci Kongre delegeleri, “ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkından” neyi anlamışlardır?

Tutanaklardan aktardığımız şu üç pasaj, bu soruyu yanıtlamaktadır :
“Martinov ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri’ teriminin geniş olarak yorumlanması gerektiği görüşündedir : bu terim, ancak ulusların kendilerini ayrı siyasal bütünler olarak kurmak hakkı anlamına gelir ve bölgesel kendi kendini yönetme söz konusu değildir. (s. 171.) Martinov, Rosa Luxemburg’un dostlarının iddialarının çürütüldüğü ve gülünç hale getirildiği Program Komisyonunun bir üyesiydi. Martinov, o sıralarda, “bir ekonomist”, Iskra’nın en amansız düşmanlarındandı; ve eğer Program Komisyonunun çoğunluğunun paylaşmadığı bir görüş ileri sürseydi, kuşkusuz, sözleri reddedilirdi.

Bir bundçu olan Goldblatt, komisyon çalışmalarını bitirdikten sonra, kongre, programın 8. maddesini (şimdiki 9. madde) tartıştığı zaman ilk sözü aldı. Goldblatt şöyle dedi: “Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkına’ karşı çıkılamaz. Bir ulus bağımsızlık uğruna savaştığı zaman, ona (sayfa 112) karşı çıkılmamalıdır. Plehanov’un dediği gibi, Polonya, Rusya ile yasal evlenmeye girmeyi reddederse, o, buna zorlanmamalıdır. Ben bu sınırlamalar içinde bu görüşe katılıyorum.” (s. 175-176.)

Plehanov, kongrenin genel toplantısında bu konu üzerinde konuşmadı. Goldblatt, “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının” ayrılma hakkı anlamına geldiği basit ve ayrıntılı biçimde açıklanan Program Komisyonunda Plehanov’un söylediklerini yineledi. Goldblatt’tan sonra konuşan Lieber, şunu belirtti: “Eğer herhangi bir ulus, Rusya’nın sınırları içinde yaşamak istemiyorsa, elbette ki parti, bu ulusun önüne engeller koymayacaktır.” (s. 176.)

Okur, partinin, programı kabul eden İkinci Kongresinde, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının “ancak” ayrılma hakkı anlamına geldiği konusunda iki ayrı görüş bulunmadığını görecektir. Bundçular bile o zaman bu gerçeği benimsemişlerdi, ve ancak içinde yaşadığımız bu sürekli karşı-devrim ve her türlü “fikre ihanet'” dönemindedir ki, programın “muğlak” olduğunu söyleyebilen, bilisiz oldukları kadar cüretli kimselere rastlamaktayız. Ama bu zavallı sözde sosyal-demokratlara zaman ayırmadan önce, Polonyalıların program karşısındaki tutumları hakkında sözümüzü sona erdirelim.

Bunlar, İkinci Kongreye (1903), birliğin gerekli ve ivedi olduğunu iddia ederek geldiler. Ama Program Komisyonunda “yenilgi”lerinden sonra kongreyi terk ettiler, ve son sözleri kongrenin tutanaklarında yazılı bulunan, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yerine ulusal kültür özerkliğinin konması yolunda, yukarda sözü edilen öneriyi içeren yazılı açıklamaları oldu. 1906’da, Polonyalı Marksistler partiye girdiler, ve ne girerken, ne de sonra (ne 1907 Kongresinde, ne 1907 ve .1908 Konferanslarında, ne de 1910 Plenum toplantısında) Rus Programının 9. maddesinin değiştirilmesi yolunda bir kez olsun (sayfa 113) tek bir öneri bile ileri sürmediler!
Bu bir gerçektir.

Ve ne söylenirse söylensin, bu gerçek, Rosa Luxemburg’un dostlarının, bu soruna, İkinci Kongrenin Program Komisyonundaki tartışmalarla ve aynı kongrenin kararıyla çözüme bağlanmış bir sorun olarak baktıklarını; 1903’te kongreyi terkettikten sonra, tek bir kez bile parti kanalılarından programın 9. maddesinin değiştirilmesi sorununu ortaya atmadan, 1906’da partiye yeniden katılmalarıyla yanılgılarını üstü örtülü olarak kabul ettiklerini ve düzelttiklerini kesin olarak tanıtlar.

Rosa Luxemburg’un imzalı yazısı 1908’de yayınlandı -elbette ki, parti yazarlarına, programı eleştirme hakkını tanımamak kimsenin aklından geçmemişti- ve bu yazı yazılalı beri, Polonyalı Marksistlerin bir tek resmi organı bile, 9. maddenin değiştirilmesi sorununu ileri sürmemiştir.
Bu nedenle, Borba’nın(60) yazı kurulu adına, bu gazetenin ikinci sayısında (Mart 1914) aşağıdaki açıklamada bulunurken Trotski, Rosa Luxemburg’un bazı hayranlarına pek beceriksizce yardımda bulunmaktadır.

“… Polonyalı Marksistler ‘ulusların kendi kaderlerini tayın etme hakkının’ siyasal içerikten tamamen yoksun bulunduğu ve programdan çıkarılması gerektiği görüşündedirler.” (s. 25.)

Dost görünüşlü Trotski, düşmandan daha tehlikelidir! “Polonyalı Marksistleri” genel olarak Rosa Luxemburg”‘un yazdığı her yazının destekleyicileri olarak sınıflandırabilmek için Trotski, kanıt olarak, “özel konuşmalar”dan başka bir şey gösteremez (yani Trotski’nin, varlığını sürdürmek için her zaman gıdasını sağladığı basit dedikodudan başka bir şey gösteremez). Trotski, “Polonyalı Marksistleri” onursuz ve vicdansız kimseler olarak, kendi inançlarına ve partilerinin programına saygı göstermekten bile aciz kimseler olarak bize sunmaktadır. Dost görünüşlü Trotski! (sayfa 114)

1903’te Polonyalı Marksistlerin temsilcileri, İkinci Kongreyi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yüzünden terk ettikleri zaman, Trotski, bu hakkın içerikten yoksun bulunduğunu ve programdan çıkarılması gerektiğini söyleyebilirdi.

Ancak bundan sonra Polonyalı Marksistler, böyle bir programa sahip bulunan partiye girdiler, ve bir kez bile olsun bir değişiklik önerisi ileri sürmediler. (16*)

Trotski, bu gerçekleri, gazetesinin okurlarından niçin gizlemiştir? Yalnızca tasfiyeciliğe karşı olan Polonyalı ve Ruslar arasında anlaşmazlığı kışkırtmak konusunda ve Rus işçilerini program sorununda yanıltma konusunda spekülasyonda bulunmada çıkarı olduğundan.
Trotski’nin bugüne kadar Marksizm ile ilgili herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide-bir taraf değiştirir. Şu anda Bundçuların ve likidatörlerin dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de olumlu bir tutum değildir.

Bundçu Liebmann’ın şu söylediklerini dinleyiniz: “Bundan 15 yıl önce,” diye yazıyor bu bay, “Rus sosyal demokratları, programlarına, her ulusal-topluluğun ‘kendi kaderini tayin etme hakkını’ aldıkları zaman, herkes (!!) kendi kendisine sordu: bu modaya uygun (!!) terim ne demektir? Bu sorunun yanıtı verilmedi (!!). Bu sözcük bir sis perdesi içinde bırakıldı (!!). Gerçekten o sıralarda bu sisi dağıtmak zor bir işti. Bu maddenin somut bir duruma getirileceği zaman henüz gelmemiştir -o günlerde şöyle deniyordu şimdilik bırakalım sis içinde örtülü kalsın (!!). – Bu maddeye (sayfa 115) nasıl bir içerik konacağını bizzat yaşam gösterecektir.”

Parti programıyla alay eden bu “bezleri içinde bebeciğin”(61) durumu pek hoş değil mi?

Peki niçin alay ediyor?

Yalnızca, parti tarihi hakkında hiç bir şey öğrenmemiş olan, hatta hiç bir şey okumamış olan, ama parti sorununa ve onun temsil ettiği her şeye karşı küçümsemeyle bakmanın “moda olduğu” bir likidatörler ortamına düşmüş bulunan bir kara cahil olduğu için.

Pomyalovski’nin romanında, bir vezneci, “lahana turşusu-fıçısına tükürdüğü için”(62) övünür. Bundçu baylar daha da ileri gidiyorlar. Liebmann’ları ileri sürüyorlar ki, bu baylar, kendi fıçılarının içine herkesin önünde tükürebilsinler. Uluslararası bir kongrenin bir karara varmış olması, ve kendi partilerinin bu kongresinde kendi örgütleri olan Bundun iki temsilcisinin (ve bunlar İskra’nın ne “amansız” ve ne kararlı düşmanlarıydılar!), “ulusların kendi kaderini tayin etme”nin ne anlama geldiğini pekala anlayabildiklerini göstermeleri ve bunun programa alınması görüşüne katılmış olmaları Liebmann’ların umurunda mı ve “‘parti yazarları” (gülmeyiniz) parti tarihine ve programına karşı Pomyalovski’nin veznecisi gibi bir tutum takındılar diye partiyi dağıtmak en kolayı değil mi?

Ve işte “bezleri içinde bir bebecik” daha: ‘Dzvin’in yazarı Bay Yurkeviç, Goldblatt tarafından yinelenen Plehanov’un sözlerini aktardığına göre, ve ulusların kendi kaderini tayin etmesi hakkının ancak ayrılma hakkı anlamına gelebileceğinin farkında olduğunu belli ettiğine göre, Bay Yurkeviç’in, İkinci Kongre tutanaklarını okuduğu anlaşılmaktadır ama bu, Rus Marksistlerinin Rusya’nın “devlet bütünlüğü”nden yana oldukları iddiasıyla, onlar hakkında Ukrayna küçük-burjuvazisi arasında iftiralar yaymasına engel olmamaktadır (n° 7-8, 1913, s. 83, vb.). Doğal ki, Yurkeviçler, Ukraynalı demokratları Büyük-Rus demokratlarından soğutmak (sayfa 116) için bundan daha iyi bir yöntem icat edemezlerdi. Büyük-Rus demokratlarına karşı düşmanca tutum, Ukraynalı işçilerin ayrı bir ulusal örgütten tecrit edilmelerini savunan Dzvin’in yazarlar grubunun siyasetine pek uygun düşmektedir! (17*)

Proletaryanın saflarını bölen -ve Dzvin’in oynadığı nesnel rol bundan başka bir şey değildir- bir küçük-burjuva milliyetçi grubun, ulusal sorunu, böylesine içinden çıkılmaz duruma getirmek için çaba göstermesi anlaşılır bir şeydir. Söylemenin gereği yok ki, “partiye yakın kimseler” dendiği zaman kendilerini “fena halde” hakarete uğramış sayan Yurkeviçlerle Liebmann’lar, ulusların ayrılma hakkı sorununun programda nasıl çözüme bağlanacağı konusunda tek bir sözcük bile söylememektedirler.
Üçüncü ve başlıca “bezleri içinde bebecik”, Bay Semkovski. Bu kişi, likidatörlerin bir gazetesinin sütunlarında, önünde Rus dinleyicileri olmak üzere, programın 9. maddesine saldırıyor ve aynı zamanda, bu maddenin programdan çıkarılmasını “bazı nedenlerden ötürü doğru bulmadığını” söylüyor!!

Bu, inanılır bir şey değil ama doğru.

1912 Ağustosunda likidatörler kongresi, ulusal sorunu resmen ele aldı. Bir-buçuk yıl boyunca 9. madde konusunda, Bay Semkovski’nin yazdığı yazı dışında tek bir yazı bile çıkmadı ve Semkovski, bu yazısında “bazı nedenlerden ötürü” (bu bir gizli hastalık mı yoksa?) programı değiştirme önerisine “katılmadığı için” onu tüm olarak reddetmektedir!! Biz bahse gireriz ki, dünyanın herhangi bir yerinde buna benzer oportünizm örnekleri, ve ondan da kötüsü partinin yadsınması ve tasfiyesi yolunda çaba harcandığına ilişkin örnekler bulmak oldukça güçtür.

Semkovskilerin iddialarının nasıl şeyler olduğunu anlamak için aşağıdaki şu satırları okumak yeter: (sayfa 117) “Eğer Polonya proletaryası, tek bir devlet sınırları içinde, bütün Rus proletaryasıyla omuz omuza savaşmak istediği halde, Polonya toplumunun gerici sınıfları, Polonya’yı Rusya’dan ayırmak isterlerse ve bir referandumla ayrılmadan yana olan oyların çoğunluğunu sağlarlarsa, biz ne yapacağız? Biz, Rus sosyal-demokratları, merkezi parlamentoda, Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte oyumuzu ayrılmaya karşı mı kullanacağız, yoksa -‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını’ ihlal etmemek için- ayrılmadan yana mı oy kullanacağız?” (Novaya Raboçaya Gazeta, n° 71.)

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Bay Semkovski neyin tartışıldığını bile anlamamaktadır! Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan bölgenin parlamentosunda (diyetinde, referandumla vb.) çözüme bağlanmasını gerektirir.

Eğer demokraside çoğunluk gericilerden yanaysa “ne yapacağız?” sorusu karşısında çocukça kararsızlık, hem Purişkeviçlerin, hem Kokoşkinlerin ulusların ayrılma hakkı fikrini bile suç saydıkları bir sırada, gerçek, güncel, canlı siyasal sorunu maskelemeye yarar. Belki de, bütün Rusya’nın proleterleri, bugün Purişkeviçlere ve Kokoşkinlere karşı savaşım vermemelidirler, onları rahat bırakıp Polonya’nın gerici sınıflarıyla savaşmalıdırlar!

Bay L. Martov’un program tasarısını hazırlayan ve onun 1903’te kabul edilmesini sağlayan ve hatta sonraları ulusların ayrılma hakkı lehinde yazı yazan aynı L. Martov’un ideolojik liderleri arasında bulunduğu likidatörlerin gazetesinde yazılanlar, işte bu inanılmaz saçmalıklardır. Görünüşe göre, L. Martov, şimdi artık şu kural gereğince fikir yürütmektedir:

Zekanın gereği yok orada;
Siz Read’i gönderin,
Ve ben, hele bir düşüneyim.(63)

Ve o Read-Semkovski’yi gönderiyor, ve programımızı bilmeyen yeni okurlar önünde, günlük bir gazetede, programımızın (sayfa 118) tahrif edilmesine ve karmakarışık hale getirilmesine izin veriyor.

Evet, likidatör akım gerçekten epey yol aldı; en ileri gelen eski sosyal-demokratlarda bile parti zihniyetinin izi kalmadı.

Elbette ki, Rosa Luxemburg, Liebmann’larla, Yurkeviçler ve Semkovskilerle bir tutulamaz, ama onun yanılgılarından bu tür adamların yararlanmaları olgusu, kendisinin nasıl bir oportünizmin içine düşmüş bulunduğunu açıkça gösterir.

X. SONUÇ

Özetleyelim:
Genel olarak Marksizm’in teorisi bakımından ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı sorunu, hiç bir zorluk içermez. 1896 Londra kararlarına, ya da ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının yalnızca ayrılma hakkı anlamına geldiği gerçeğine, ya da bağımsız ulusal devletlerin kuruluşunun bütün burjuva demokratik devrimlerin eğilimi olduğu gerçeğine. ciddi olarak kimse karşı gelemez.

Zorluk, bir ölçüde, Rusya’da hem ezilen, hem de ezen ulusların proletaryasının omuz omuza savaşım vermekte olmalarından ileri gelmektedir. Proletaryanın sosyalizm uğruna sınıf savaşımı birliğini korumak ve her türlü burjuva ve kara-yüzler milliyetçiliğinin etkilerine karşı direnmek görevdir. Ezilen uluslar arasında, proletaryanın bağımsız bir parti biçiminde ayrı olarak örgütlenmesi, bazen o ulusun milliyetçiliğine karşı öyle sert bir savaşıma neden olmaktadır ki, perspektifler bozulmakta ve ezen ulusun milliyetçiliği unutulmaktadır.

Ama bu perspektif bozulması uzun süremez. Ayrı ayrı ulusların proleterlerinin ortak savaşımının deneyimi, siyasal sorunları, “Krakov” açısından değil, bütün Rusya açısından formüle etmemiz gerektiğini göstermiştir. Ve bütün Rusya’nın (sayfa 119) siyasal alanında hüküm sürenler, Purişkeviçler ve Kokoşkinlerdir. Onların fikirleri egemen durumdadır, “ayrılıktan yana oldukları” için, ayrılmayı düşündükleri için, yabancı ırklara zulmedilmesinin gereği, Dumada, okullarda, kiliselerde, kışlalarda ve yüzlerce ve binlerce gazetede savunulmakta ve uygulanmaktadır. Bütün Rusya’nın siyasal ortamını baştan aşağı zehirleyen, işte bu Büyük-Rus milliyetçiliği zehridir. Bu, başka ulusları boyunduruk altında tutarak, Rusya içinde gericiliği güçlendiren bir ulusun bahtsızlığıdır. 1849 ve 1863’ün anıları öyle bir siyasal geleneği temsil ederler ki, ülkeyi bir baştan bir başa büyük fırtınalar süpürmedikçe, bu, daha uzun yıllar Rusya’daki her demokratik ve özellikle her sosyal-demokratik hareketi engelleyebilir.

Kuşkusuz, ezilen ulusların bazı Marksistlerinin görüşleri bazı durumlarda, ne kadar doğal sayılabilirse sayılsın, gerçekte Rusya’da sınıf güçlerinin nesnel mevzilenmesi, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını savunmakta kusur etmeyi, en kötü oportünizme, Kokoşkinlerin fikirlerinin proletaryaya aşılanmasına eşit bir davranış haline getirmektedir. Ve özünde, bu fikirler, Purişkeviçlerin fikirleri ve onların siyasetidir.

Bu nedenle Rosa Luxemburg’un görüşü, ilkten Polonya’ya özgü, “Krakov” dar görüşlülüğü (18*) olarak hoş görülebildiği halde, şimdi artık, milliyetçiliğin ve hepsinin üstünde Büyük-Rus hükümetinin milliyetçiliğinin her yerde güçlendiği, Büyük-Rus milliyetçiliğinin siyaseti saptadığı bir anda, böyle bir dar görüşlülüğü hoş görmeye olanak yoktur. Nitekim “fırtınalar” ve “sıçrayışlar” fikrinden ürken, burjuva demokratik devrimin sona erdiğini sanan ve Kokoşkinlerin (sayfa 120) liberalizminin özlemini duyan bütün ulusların oportünistleri, bu dar görüşlülüğe sahip çıkmışlardır.
Büyük-Rus milliyetçiliği, öteki milliyetçilikler gibi, burjuva ülkede, o anda üstün durumda olan sınıflara göre değişik aşamalardan geçer, 1905’ten önce, hemen hemen yalnızca milliyetçi-gericileri tanıdık. Devrimden sonra, ülkemizde ulusal-liberaller ortaya çıktılar.

Ülkemizde, hem oktobristlerin, hem de kadetlerin (Kokoşkin), yani bugünün bütün burjuvazisinin benimsediği tutum budur.

Ve daha sonraları, Büyük-Rus ulusal-demokratları da kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaklardır, “Halkçı Sosyalist” (64) Partinin kurucularından Bay Peşehanov (Ruskoye Bogatstvo’nun (65) Ağustos 1906 sayısında), köylünün milliyetçi önyargılarına karşı ihtiyatlı davranmayı öğütlediği zaman, bu görüşü ifade etmiştir, Her ne kadar başkaları, biz Bolşevikleri, köylüyü “ülküleştirmekle” suçluyorlarsa da, biz, köylünün zekasıyla köylünün boşinanları arasında, köylünün demokrasi özlemleri ve Purişkeviçlere muhalefetiyle, köylünün papazla ve büyük toprak sahibiyle barış kurma yolundaki çabaları arasında her zaman açık bir ayrım yaptık ve yapacağız.

Şimdi bile, ve herhalde daha uzun bir zaman için, proleter demokrasisi, (ona ödünde bulunmak anlamında değil, ona karşı savaşım verme anlamında) Büyük-Rus köylüsünün milliyetçiliğini hesaba katmak zorundadır. (19*) 1905’ten sonra (sayfa 121) büsbütün belirli bir hal alan ezilen uluslar arasındaki milliyetçiliğin uyanışı (örneğin Birinci Duma’da “otonomist-federalistler” grubunu, Ukrayna hareketinin, Müslüman ulusların hareketinin vb. büyümesini anımsayalım), kaçınılmaz olarak, Büyük-Rusların kent ve köy küçük-burjuvazisi saflarında milliyetçiliğin yoğunlaşmasına neden olacaktır. Rusya’nın demokratlaşması ne kadar yavaş giderse, ulusal baskı ve ayrı ayrı ulusların burjuvazileri arasındaki kavga, o ölçüde gaddarca ve sert olacaktır. Rus Purişkeviçlerinin özellikle gerici zihniyeti, aynı zamanda, bazen komşu devletler içinde daha büyük özgürlükten yararlanan, ayrı ayrı ezilen milliyetler arasında “ayrılıkçı” eğilimlere neden olacak (ve bu eğilimleri güçlendirecektir).

Böyle bir durum Rusya proletaryasının karşısına iki yönlü, ya da daha doğrusu, iki yanlı bir görev koymaktadır: birincisi, her türlü milliyetçiliğe karşı ve özellikle Büyük-Rus milliyetçiliğine karşı savaşım vermek, yalnızca genel olarak bütün ulusların tam hak eşitliğini tanımakla yetinmemek, ama aynı zamanda bağımsız devlet kurmada da, hak eşitliğini, yani ulusların kendi kaderlerini tayin etmede, ayrılmada hak eşitliğini tanımak. Ve ikincisi, özellikle bütün ulusların herhangi bir biçimdeki milliyetçiliğine karşı başarıyla savaşım verebilmek için, bugünkü durum, karşımıza, proleter savaşımının ve proleter örgütlerinin birliğini koruma görevini, ulusal tecrit doğrultusunda burjuva çabalarına karşın, bu örgütleri uluslararası bir birlik içinde toplama görevini koymaktadır.
Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi -Marksizm’in ulusal programının, bütün dünyanın deneyiminin ve Rusya’nın deneyiminin işçilere öğrettiği işte budur.

Bu yazı tamamlanmıştı ki, Naşa Raboçaya Gazeta’nın üçüncü sayısı elime geçti. Burada Bay VI. Kossovski, bütün (sayfa 122) ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması konusunda şöyle yazıyor:
“Partinin Birinci Kongresinin (1898) kararlarından mekanik olarak devralınan -ki bu kongrede, bunu, Uluslararası Sosyalist Kongresinin kararlarından ödünç olarak almıştı- bu karar, tartışmalardan da anlaşıldığı gibi, 1903 Kongresinde, tıpkı Sosyalist Enternasyonalin anladığı biçimde yorumlanmıştır, yani ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etme hakkının, ulusların siyasal bağımsızlık doğrultusunda kendi kaderlerini tayin etme hakkı olarak. Böylece toprağını ayırma hakkı anlamını taşıyan, ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri formülü, belirli bir devlet organizması içinde bu devletten ayrılamayan ya da ayrılma isteğinde olmayan ulusal-topluluklarla ulusal ilişkilerin düzenlenmesi sorununu kapsamaz.”

Besbelli ki, Bay VI. Kossovski, 1903 İkinci Kongresinin tutanaklarını elinin altında bulundurmaktadır ve ulusların kendi kaderini tayin etme teriminin gerçek (ve biricik) anlamını pek iyi bilmektedir. Bunu, Bundun gazetesi Zeit’ın yazıkurulunun, Bay Liebmann’ı, muğlak olduğu iddiasıyla, programı yuhalamaya kışkırtmasıyla kıyaslayın!! Bundçular arasında hüküm süren “parti” ahlakı, tuhaf bir ahlak… Kongrenin ulusların kendi kaderini tayin etme ilkesini mekanik olarak benimsediğini niçin iddia etmektedir Kossovski, “bunu, yalnız Tanrı bilir”. Bazı kimseler illa ki “itiraz etmek isterler” ama nasıl, niçin ve neden, işte bunu bilmezler.

Şubat-Mayıs 1914’te yazıldı
Prosveşçenye, n° 4, 5 ve 6; Nisan-Haziran 1914
İmza: V. İlyin

 

DİPNOTLAR

9) Bu kitabın 15-52. sayfalarına bakınız. -Ed.
10)
Paris’ten L. Vl.37) imzasını kullanan kişiye göre, bu sözcük Marksist değilmiş. Adı geçen L. VI., eğlendirici biçimde “superklug” bir kimse (bunu alaylı bir üslupla “aşırı ölçüde zeki” diye çevirebiliriz). “Aşırı ölçüde zeki” L. Vl., anlaşıldığına göre, asgari programımızdan “nüfus”, “halk”, vb. gibi sözcüklerin (sınıf savaşımı bakımından!) çıkarılması gereği üzerinde bir inceleme kaleme almak niyetindeymiş.
11)
Eğer Norveç ulusunun çoğunluğu krallıktan yana iken, proletarya, cumhuriyetten yana idiyse, o halde genel bir biçimde, Norveç proletaryası önünde iki yol açılıyordu: ya koşullar olgunlaşmışsa, devrimi yapmak, ya da çoğunluğa boyun eğmek ve uzun bir propaganda ve ajitasyon çalışmasına girişmek.
12) Bkz: Londra Kongresine ilişkin Alman resmi raporu: Verhandlungen und Beschlüsse des internationalen sozialistischen Arbeiter- und Gewerkschafts-Kongresses zu London, vom 27. Juli bis 1. August 1896, Berlin 1896, s. 18 (“Londra’da 27 Temmuzdan 1 Ağustos 1896’ya Kadar Süren İşçi Partileri ve Sendikaları Sosyalist Enternasyonali Kongresinin Kararlarının Tutanakları”, Berlin 1896, s. 18). Enternasyonal kongrelerinin kararlarını içeren bir Rusça broşür vardır ki, bunda “kendi kaderlerini tayin etme” yanlış olarak “özerklik” şeklinde çevrilmiştir.
13) 1863’te isyan eden Polonyalı soylunun ve Polonya hareketinin önemini (Marx gibi) değerlendirebilen Rusya devrimci demokratı Çernişevski’nin tutumlarını, çok daha sonra ortaya çıkan ve bu soyluların savaşımının Rus demokrasisi için taşıdığı önemi anlayamayacak kadar Polonyalı soyluya karşı haklı bir kin duyan o barbar, uyuşuk, dar görüşlü, gübre yığınına bağlı köylünün görüşünü ifade eden Ukraynalı küçük-burjuva Dragomanov’un tutumuyla kıyaslamak çok ilginç bir tarih çalışması olur, (Bkz: Dragomanov tarafından yazılan, Tarihsel Polonya ve Büyük-Rus Demokrasisi) Dragomanov, ulusal-liberal olunca, Bay P. Struve’nin coşkun kucaklamalarına hak kazanmış bir kimsedir.”
14) 3 Haziran 1867 tarihli, Marx’ın Engels’e yazdığı mektuba da bakınız: “Times’ın yayınladığı Paris haberinden, Parislilerin Polonya lehinde ve Rusya’ya karşı çıkışlarını büyük bir hoşnutlukla öğrendim. … Bay Proudhon ve küçük doktrinci kliği, Fransız halkı değildir elbet.”
15) (Her ne kadar soyut olarak konuştuğumuzda. her ikisi de “kendi kaderini serbestçe tayin etme” kavramına girerlerse de) “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme” hakkının niçin sosyal-demokrat açıdan ne federasyon, ne de, özerklik anlamına gelemeyeceğini kavramak zaten kolaydır. Federasyon hakkı, genel olarak ele alındığında, saçma bir şeydir, çünkü federasyon iki taraf arasında bir antlaşmadır. Marksistler, programlarına, genel olarak, federalizmin savunmasını kesin olarak alamazlar: böyle bir şey söz konusu edilemez. Özerkliğe gelince, Marksistler, özerklik “hakkını” değil, türdeş olmayan ulusal bileşimi ve coğrafi ve diğer koşulları kesin değişiklikler gösteren bir demokratik devletin genel, evrensel ilkesi olarak özerkliğin kendisini savunurlar. Onun için “ulusların özerklik hakkını” tanımak “ulusların federasyon hakkını” tanımak kadar saçma bir şey olur.
16) 1913 yazında toplanan Rus Marksistleri kongresinde, Polonyalı Marksistlerin yalnızca istişari oya sahip bulundukları, ve ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı (ayrılma hakkı) üzerinde, genel olarak, bu hakka karşı oldukları için hiç oy vermedikleri bize bildirilmektedir. Kuşkusuz, Polonyalıların böyle davranmaya ve Polonya içinde ayrılmaya karşı bir ajitasyon yürütmeye hakları vardı ama Trotski’nin sözünü ettiği şey, bu değildir, çünkü Polonyalı Marksistler, 9. maddenin “programdan çıkarılmasını” istemediler.
17) Bkz: Özellikle Bay Levinski’nin Galiçya’ da Ukraynalı İşçi Hareketinin Gelişmesi Üzerine Kısa İnceleme adlı kitabına Bay Yurkeviç’in önsözü, Kiev 1914.
18) Bütün-Rusya Marksistlerinin ve öncelikle Rus Marksistlerinin, ulusların ayrılma hakkını tanımalarının, şu ya da bu ezilen ulusun Marksistlerinin ayrılmaya karşı propaganda yapmalarına engel oluşturmadığı kolayca anlaşılır; nasıl ki, boşanma hakkının tanınması, şu ya da bu durumda, boşanma aleyhine propagandadan bağımsız bir şey değilse. Onun için biz, bugün, Semkovski ile Trotski tarafından “kızıştırılan” muhayyel “çatışma”yı alaya alacak olan Polonyalı Marksistlerin sayısının durmadan artacağına inanıyoruz.
19) Örneğin eskiden soylulara özgü olan, sonra burjuva nitelik alan ve daha sonra da köylü olan Polonya milliyetçiliğindeki değişimleri izlemek pek ilginç olurdu. Das polnische Gemeinwesen in preussischen Staat (Prusya,’da Polonyalılar -Rusça çevirisi vardır) adlı kitabında, bir Alman Kokoşkin’inin görüş açısını benimseyen Ludwig Bernhard, çok karakteristik olan bir olayı anlatıyor: milliyetleri, dinleri, “Polonya” toprağı uğruna savaşım veren Polonyalı köylülerin kooperatiflerinin ve öteki derneklerinin sıkı bir birleşmesi biçiminde Almanya’daki Polonyalıların bir çeşit “köylü cumhuriyeti” kurmaları. Alman boyunduruğu, Polonyalıları birleştirdi. İlkin soylular arasında, sonra burjuvazide ve ensonu, (özellikle 1873’te Almanların okullarda Polonya diliyle eğitime karşı çıkmalarından sonra) köylü yığınlarında milliyetçiliği körükleyerek, onları kendi ulusal benliklerine çevirdi. Rusya’da da tutulan yol aynı yoldu ve söz konusu olan, yalnızca Polonya değildir.

AÇIKLAYICI NOTLAR

32) Söz konusu program, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin 1903 yılındaki II. Kongresinde kabul edilen programdır. -s. 54.
33) Die Neue Zeit (“Yeni Zamanlar”) – Alman sosyal-demokrat dergisi; 1883’ten 1923’e kadar Stuttgart’ta çıktı. 1885 ile 1895 arasında Neue Zeit, F.Engels’in birçok yazılarını basmıştır. Engels, derginin yazı kuruluna sık sık uyarmalarda bulundu ve Marksizm’den sapmalarından ötürü eleştirdi. 1895’ten sonra Engels’in ölümünü izleyen yıllarda, dergi sistemli olarak revizyonist yazılar yayınladı. 1914-1918 Emperyalist Dünya Savaşı sırasında, merkezci, Kautskici bir tutum benimsedi, sosyal-şovenleri destekledi. -s. 56.
34) Nauçnaya Mysıl (“Bilimsel Düşünce”) 1908’de Riga’da yayınlanan Menşevik eğilimli dergi. -s. 56.
35) Bkz: Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 784, dipnot. -s. 58.
36) Russkaya Mysıl (“Rus Düşüncesi”) – Liberal burjuvazinin aylık dergisi; 1880’de, Moskova’da yayına başladı. 1905 Devrimi’nderı sonra, Kadet partisinin sağ kanadının organı oldu. Lenin, Russkaya Mysıl’ı, bu dönemde, “Kara-Yüzlerin Düşüncesi” olarak adlandırır. 1918’in ortalarına doğru yayını yasaklandı. -s. 65.
37) L. Vl.(Vladimirov) – M. Seynfinkel’in takma adı. -s. 74.
38) Burada Lenin, “Çarlık Hükümeti” yerine “bürokrasi” terimini kullanmaktadır. -s. 77.
39) 3 (16) Haziran 1907 hükümet darbesi, gerici bir hükümet darbesidir: Çar hükümeti, İkinci Dumanın dağıtılmasını emretmiş ve parlamento seçimleriyle ilgili yasayı değiştirmişi. Bu yeni yasa, toprak sahipleriyle sanayi ve ticaret burjuvazisinin temsilcilerinin. sayısını gözle görülür ölçüde artırırken, köylülerin ve işçilerin temsilcilerinin, zaten az olan sayısını azaltıyordu. Yasa, Rusya’nın Asyalı halklarının çoğunluğuna oy hakkı tanımıyor ve Polonya ve Kokaz halkının temsilcilerinin sayısını yarıya indiriyordu. Bu yasa sayesinde seçilen Üçüncü Duma, 1907 Kasımında toplandı ve kara-yüzler ve Kadet bloğuna mutlak bir üstünlük sağladı. 3 Haziran hükümet darbesi, “3 Haziran rejimi” adıyla tanınan Stolipin gericiliği dönemini başlattı. -s. 77.
40) Oktobristler ya da 17 Ekim Birliği – Büyük sanayi burjuvazisinin ve topraklarını kapitalist biçimde işleten büyük toprak sahiplerinin karşı-devrimci partisi, 1905 Kasımında kuruldu. 17 Ekim bildirisini sözlü olarak tanıyan oktobristler, çar hükümetinin iç ve dış siyasetini kayıtsız şartsız desteklediler. Oktobristlerin liderleri, büyük sanayici A. Guçkov ile çok geniş arazilerin sahibi M. Rodziyanko idi. -s. 77.
41) İlericiler – Devlet Duması seçimlerinde “partisizlik” sloganıyla burjuva ve toprak sahipleri grup ve partilerinin üyelerini birleştirmeye çalışan monarşik liberal burjuvazinin siyasal grubu. Kasım 1912’de, ilericiler aşağıdaki programla kendi öz partilerini kurdular: düşük ödentili, paralı seçmenliği kabul eden bir anayasa; küçük reformlar; sorumlu bakanlık, yani Dumaya karşı sorumlu bir hükümet; devrimci hareketin bastırılması. -s. 77.
42) Reç (“Söz”) – Kadet partisinin merkez organı, günlük gazete; 1906 Şubatından itibaren Petersburg’da çıktı. 26 Ekim (8 Kasım) 1917’de Petrograd Sovyet’i devrimci askeri komitesi tarafından yasaklandı. 1918 Ağustosuna kadar başka adlar altında yayınlandı. -s. 78.
43) Pravda (“Gerçek”) – Bolşeviklerin, günlük legal gazetesi; Petersburg’da çıkıyordu; 1912 Nisanında Petersburglu işçilerin girişimiyle kuruldu. İşçilerin yığınsal gazetesi olan Pravda, işçilerden toplanan paralarla basılıyordu. İşçi sınıfından muhabirler ve yazarlar gazetenin çevresinde toplanıyordu. Tek bir yıl içinde Pravda, işçi muhabirlerinin yazdığı 11.000’den çok makale yayınladı. Günlük baskı sayısı 40.000’i, bazen 60.000’i buldu. Yurtdışında bulunan Lenin, Pravda’yı yönetiyor, hemen hemen her gün makalelerini ve yönergelerini yazı işlerine gönderiyor, gazete çevresinde en iyi yoldaşlarını topluyordu. Pravda, sürekli olarak polis baskısı altındaydı. İki yıl üç ay içinde, çar hükümeti tarafından sekiz kez yasaklandı, ama her kapatılışından sonra başka bir ad altında yeniden çıktı: Raboçaya Pravda (“İşçi Gerçeği”), Severnaya Pravda (“Kuzeyin Gerçeği”), Proletarskaya Pravda (“Proletaryanın Gerçeği”) Put Pravda (“Gerçek Yolu”), Raboçi (“İşçi”), Trudovaya Pravda (“Emeğin Gerçeği”). 8 (21) Temmuz 1914’te, Birinci Dünya Savaşı öngününde gazete yasaklandı. Gazete ancak Şubat devriminden sonra yeniden yayınlanabildi.
5 (18) Mart 1917’den itibaren RSDİP’nin Merkez Organı olarak çıkmaya başladı, 5 (18) Nisanda, yurda dönüşünde “Lenin, yazı işlerine girdi ve gazetenin yönetimini eline aldı. 5 (18) Temmuz 1917’de, yönetim yeri, öğrenci subaylar ve kazaklar tarafından tahrip edildi. Temmuz-Ekim 1917 arasında Geçici Hükümet tarafından kovuşturulan Pravda birçok kez el değiştirdi ve değişik adlar altında yayınlandı. Listok Pravda (“Gerçeğin Gazetesi”), Proletari (“Proleter”), Raboçi (“İşçi”), Raboçi Put (“İşçi Yolu”). 27 Ekim (9 Kasım) 1917’den itibaren gazete Pravda eski adı altında yayınlandı. -s. 78.
44) Söz konusu kongre, Lvov’da 19-22 Haziran (2-5 Temmuz) 1913 arasında toplanan Ukrayna Öğrencileri II. Kongresidir; kongre büyük Ukraynalı yazar, bilim ve siyaset adamı ve devrimci demokrat İvan Franko’nun jübilesiyle aynı tarihteydi. Kongreye Ukraynalı öğrencilerin temsilcileri de katılmışlardı. Ukraynalı sosyal-demokrat Donstov, özerk bir Ukrayna tezini savunduğu “Ukrayna Gençliği ve Ulusun Bugünkü Durumu” adlı bir rapor sundu. -s. 78.
45) Bkz: V. İ. Lénine, (Euvres, Paris-Moscou, t. 19, “Kadetler ve Ukrayna Sorunu”, s. 280-281. -s. 78.
46) Şliyaki (“Yollar”) – Milliyetçi eğilimde Ukraynalı Öğrenciler Birliğinin organı olarak Lvov’da, 1913 Nisanından 1914 Martına kadar yayınlanmıştır. -s. 78.
47) Novoye Vremya (“Yeni Zaman”) -Günlük gazete; 1868’den 1917 Ekimine kadar Petersburg’da çıktı. Başlangıçta ılımlı liberal olan gazete, 1876’dan itibaren gerici soylu çevrelerin ve yüksek mevkideki yöneticilerin organı oldu. Gazete, yalnızca devrimci harekete karşı savaşım vermekle kalmadı, aynı zamanda liberal burjuvalara da karşı savaştı. 1905’ten itibaren kara-yüzlerin organı oldu. Lenin, Novoye Vremya’yı satılık basının örneği olarak nitelemişti. -s. 80.
48) Zemşçina – Kara-yüzlerin günlük gazetesi; Devlet Duma’sının aşırı sağ milletvekillerinin organı; 1909 Temmuzundan 1917 Şubatına kadar Petersburg’da çıktı. -s. 80.
49) Kievskaya Mysıl (“Kiev Düşüncesi”) – 1906’dan 1918’e kadar Kiev’de yayınlanan, burjuva demokrat eğilimli günlük gazete, 1915’e kadar, gazete, haftalık resimli bir ekle birlikte çıktı; 1917’den itibaren sabah ve akşam baskıları yaptı. -s. 82.
50) Mimretsov – G. Uspenski’nin Nöbetçi Kulübesi adlı öyküsünün kahramanı; Çarlık Rusya’sının ücra bir kasabasında, kaba ve bilisiz polis tipi. -s. 84.
51) Lenin, burada, A. Griboyedov’un Aşırı Ölçüde Şakacı Olmanın Belası adlı güldürüsünden alınma bir deyim kullanıyor. -s. 86.
52) Söz konusu olan, Polonya Sosyal-Demokrat Partisinin Galiçya ve Silezya için merkezi organıdır: Naprzod (“İleri”) adlı bu gazete, 1892’den itibaren Krakov’da yayınlandı. -s. 88.
53) Rusya’da 1861’de toprak köleliğinin kaldırılması sözkonusu edilmektedir. -s. 98.
54) Lenin, burada, W. Liebknecht’in Marx ve Engels’le ilgili anılarını kastediyor. -s. 100.
55) Bkz: Marx’ın Engels’e 5 Temmuz 1870 tarihli mektubu. -s. 100.
56) İdealist Alman filozofu, anarşizmin teoricisi Max Stirner’in (1801-1856) adından oluşturulan bir sözcük. -s. 102.
57) Bkz: K. Marx’ın F. Engels’e yazdığı 17 Aralık 1867 tarihli mektup. -s. 104.
58) Bkz: K. Marx’ın F. Engels’e yazdığı 10 Aralık 1869 tarihli mektup. -s. 105.
59) Lenin, burada, Plehanov’un, 1902’de Zarya n° 4’te yayınlanan “Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Program Tasarısı”nı anmaktadır. -s. 109.
60) Borba (“Savaşım”) – Trotski’nin dergisi; 1914 Şubatından 1914 Temmuzuna kadar Petersburg’da çıktı. “Fraksiyonculuğu red”, maskesi altında, Trotski, Lenin’e, ve Bolşevik partiye karşı savaşım verdi. -s. 114.
61) N. Sçedrin’in Gurbette adlı yapıtından alınan bir deyim. -s. 116.
62) Söz konusu, Rus yazarı N. Pomyalovski’nin Papaz Okulu Öğrencileri’dir. Çarlık Rusya’sında, papaz okullarında sert bir düzen, bedeni cezalar, kaba adetler vardı. -s. 116.
63) Lenin, burada, Kırım Savaşı sırasında, 4 Ağustos 1855 günü Çornaya ırmağı üzerinde verilen muharebeyi anan Sivastopol askerlerinin bir türküsünün sözlerini aktarmaktadır. Türküyü yazan Leon Tolstoy’du. -s. 118.
64) Halkçı Sosyalistler – 1906’da sosyalist-devrimciler partisinin sağ kanadından ayrılan Halkçı Sosyalist Emek Partisinin üyeleridir. “Halkçı Sosyalistler” Kadetlerle bir blok oluşturmadan yanaydılar. Lenin, onlara, “sosyal-kadetler”, Kadetlerle sosyalist-devrimciler arasında yalpalayan “Menşevik-sosyalist-devrimcilerin” “küçük-burjuva oportünistleri” diyordu. Lenin, bu partinin, programından, cumhuriyeti ve bütün dünyanın istemini çıkardığı için, Kadetlerden çok az farklı olduğunun altını çiziyordu (Euvres, Paris-Moscou, c. 11, s. 230). Birinci Dünya Savaşı sırasında, halkçı sosyalistler sosyal-şoven saflara katıldılar. -s. 121.
65) Ruskoye Bogatstvo (“Rus Zenginliği”) – Aylık dergi, 1876’dan 1918 ortalarına kadar Petersburg’da çıktı. 1890 yılları başlarında liberal halkçıların organıydı. 1906’dan sonra Ruskoye Bogatstvo halkçı sosyalistlerin yarı-Kadet partisinin organı oldu. Lenin, derginin o dönemdeki eğilimini, “popülist”, “Popülist kadet” eğilim olarak niteliyordu. -s. 121.