TÜRLERİN KÖKENİNE YOLCULUK

Charles Robert Darwin
Focus Dergisi

TÜRLERİN KÖKENİNE YOLCULUK

“Binyılın en büyük bilimsel gelişmesi hangisidir” sorusuna, olasılıkla farklı yanıtlar gelecektir: Bir ihtimalle Büyük Patlama, izafiyet, belki de kuvantum kuramı. Ancak, herkes Darwin’in “evrim kuramı”nı bilir… Charles Darwin, getirdiği yeni bilimsel yaklaşımlar nedeniyle, evrim biliminin babası olarak nitelendiriliyor. Hatta, evrim sözcüğü çoğunlukla Darwin’le eşanlamlı kullanılıyor ve bu yüzden de darwincilik diye anılıyor. Darwin ve ona ait terimler, “Türlerin Köke”ni” adlı kitabının yayımından bugüne geçen 140 yılı aşkın bir süreden beri, dünyanın en uzun bilimsel tartışmasını oluşturuyor.

Charles Robert Darwin, 12 Şubat 1809’da, İngiltere’nin Shrewsburg kentinde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında, zamanının büyük bölümünü böcek, bitki, kuş yumurtası ve çakıltaşı toplamakla geçirdi. Bilime meraklıydı, babası doktor olmasını istediğinden, onu Edinburg Üniversitesi’ne gönderdi. Ancak, doktorluk Darwin’e göre bir meslek değildi. Bu sefer de, teoloji öğrenimi yapması için Cambridge Üniversitesi’ne yollandı. Okulu yeterli bir dereceyle tamamladı.
İlginç bir biçimde, Darwin’i “Türlerin Kökeni” adlı kitabı yazmaya yönlendiren kişi bir papazdı. Cambridge Üniversitesi botanik profesörü John Stevens Henslow’un bilimsel çalışmaları, Darwin’in zooloji ve botaniğe merak salmasına öncülük etti. Zamanının çoğunu, Henslow’la birlikte araziye çıkıp kınkanatlı böcekleri toplamakla geçiriyordu.

Bu arada, İngiliz gemisi HMS Beagle, bilimsel araştırmalar yapmak üzere, Güney Amerika’yı yakından tanıyan kaptan Robert Fitzroy’un yönetiminde, dünya turu yapmak için sefere hazırlanıyordu. Başta, yolculuğun iki yıl süreceği düşünülüyordu; ama, beş yılda tamamlandı. Kaptan, yanında jeolojik yapıyı gözlemesi için iyi yetişmiş bir doğabilimcisini de götürmek istiyordu. Darwin, babasının itirazına karşın, Henslow’un çabalarıyla bu geziye çıkmayı kabul etti. 27 Aralık 1831’de, 22 yaşındaki Darwin, Devenport limanından denize açıldı.

Yanına pek çok kitap almıştı. Bunlardan biri de, Henslow’un salık verdiği, İskoç bilim adamı Charles Lyell’in yazdığı “Jeolojinin İlkeleri” (Principles of Geology) başlıklı kitabın birinci cildiydi. Kitapta, dünya yüzünün devamlı değişme fikri işleniyordu ve Darwin bundan büyük ölçüde etkilendi. Lyell’in kitabı ona, gününün dünyası ile geçmiş arasında ilişki kurulabileceğini gösterdi. Dahası, dünyanın geçmişi çok eskilere uzanıyordu. İşte bu kavramlar, Darwin’in evrim kuramının kaynağını oluşturdu.

Güney Amerika’daki yolculuğu, bilim adamına birtakım anahtar göstergeler de sundu. Kıyılarda yol alırken, türlerin çevre etkisiyle nasıl değişikliğe uğradığını saptadı. Patagonya’da, Arjantin pampalarındaki büyük devekuşlarının, yerini daha küçük olanlara bıraktığına tanık oldu. O zaman, bu kuşların ortak bir atadan geldiğini ve coğrafi ayrılmalara bağlı olarak birbirinden farklılaştığını varsaydı. Galapagos Adaları’na ulaştığında, ilk bakışta çok ıssız görünen bu adalarda, evrimsel uyuma çok iyi bir örnek oluşturan birçok canlı buldu. Bu hayvanlar, Güney Amerika’dakilere benziyordu, ancak onlardan belirli derecelerde farklılaşmışlardı.
Her adada, diğer adalara uçarak ulaşamayan, bir çeşit ispinoz kuşu yaşıyordu. Her kuş, bulunduğu adaya uyum sağlamıştı. Bu, “uyumsal açılım” adı verilen evrimsel kurala en iyi örneklerden biri. Yine dev kaplumbağaları, iguanaları inceleyerek, her türün birinden diğerine evrimle farklılaştığını kaleme aldı.

1836 yılında İngiltere’ye döndüğünde, elindeki malzemeler bir kitap yazmak için yeterli değildi. Ancak yine de, türlerin standart görünümlerine ilişkin birtakım soruları sormaya başladı. Güvercin yetiştiricilerini ziyaret ederek, onların ayıklanma (seçilim) yoluyla nasıl yeni özellikler elde ettiklerini öğrendi. Örneğin, yapay ayıklanma yöntemiyle birkaç döl sonra büyük kuyruklu güvercinler elde ediliyordu.

Charles Robert Darwin

Darwin, evrimle ilgili açıklayamadığı bir işleyişi, Thomas Malthus’un 1798 yılında yazdığı “Nüfusun Kuralları Üzerine bir Deneme” (An Essay on the Principles of Population) adlı makalesini okurken çözdü. Makale, türlerin sayısını sabit tutacak düzeyden çok, daha fazla üreyebilme yeteneğini savunuyordu ve kavramı insana uygulamıştı. Darwin, bundan hareketle türlerin gerekenden fazla ürediklerini, aralarında başarılı olan varyasyonların uyum sağlayarak ayakta kaldıklarını açıkladı. Bunlar, gelecek için seçeneklerin doğmasını sağlıyordu.

1858’de, doğabilimci Alfred Russel Wallace’tan bir yayın taslağı aldı. Bu kısa makalede de, Darwin’in uzun yıllar sonra ulaştığı sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişme kavramı açıklanıyordu. Sonraları çok sıkı dost olan iki bilim adamı, araştırmalarını yayımlatmaya karar verdiler. 24 Kasım 1859’da, “Doğal Ayıklanma ile Türlerin Kökeni” ya da kısa adıyla “Türlerin Kökeni” (Origin of Species) adlı kitap 1.250 adet basıldı. Bu kitapta, tüm organizmaların gereğinden fazla yavru meydana getirme yeteneğine sahip olduğunu; ancak, elenenlerle nüfusta denge sağlandığını belirtti. İkinci olarak, bir türün içerisindeki bireylerin, kalıtsal özellikler bakımından farklı olduğu gerçeğini anlattı. Bu gerçeklerden hareketle, yavruların hayatta kalması için yaşam kavgası vermek zorunda olduğunu, çevreye uyum sağlayan türlerin yaşamına devam ettiğini, veremeyenlerinse ortadan kalktığını, istenen özelliklerin de kalıtsal olarak gelecek döllere aktarıldığını ve türlerin özelliklerinin seçiminin her bölge ve koşulda farklı olması gerektiğini varsaydı.

Bilimsel çevrelerde büyük yankı uyandıran kitap, saldırılarla da karşılaştı. Aslında kitabında Tanrısal bir yaratılış fikrini benimsediğini belirtmişti. Ona göre, tanrı tarafından ruh verilmiş bir ya da pek az basit formdan, dünyada var olan fiziki güçlerle çeşitlenmeler ortaya çıkmış ve çok sayıda mükemmel, güzel yaratıklar oluşmuştu.

Darwin, tüm tepkilere rağmen araştırmalarını sürdürdü ve insan evrimi konusundaki görüşlerini saklamanın gereksiz olduğuna karar vererek, 1867'de, “İnsan Soyunun Türemesi ve Cinsiyetine Bağlı Ayıklanma” (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex) kitabını yayımladı. Burada, insanın diğer memelilerden morfolojik, fizyolojik ve psikolojik bakımdan farklı olmadığını savunuyordu. Çünkü insan da evrim yasalarına bağlıydı. Bu kitapta aynı zamanda eşeysel ayıklanma kavramı da açıklanıyordu.

Biyolojideki yeni gelişmeler, genetik bilimi, özellikle kalıtım konusundaki bilgi birikimi, Darwin’in varsayımını özü itibariyle destekliyor. 19 Nisan 1882’de hayata gözlerini yuman Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı eseri, bilim tarihinin en önemli eserlerinden. Darwin’in mezarı, tarihe adını yazdırmış kişilerin gömüldüğü Westminister Manastırı’nda bulunuyor.

Darwin, Galapagos Adaları’ndaki kaplumbağaların hızını ölçüyor
Evrim kuramı, son zamanlarda ciddi eleştirilere hedef oluyor. Hatta bazılarına göre, binyılın en önemli yapıtlarından biri olan “Türlerin Kökeni” çökmek üzere. Bu saldırılara geçmeden önce, ilk basımı 1859 tarihinde yapılan bu bilimsel eserin ana tezlerini bir kez daha hızlı bir biçimde anımsayalım.

Bu eserinde, Darwin’in en büyük fikri, “doğal ayıklanma” kavramıydı. Evrim kuramında “doğal ayıklanma”, türlerin değişimini yönlendiren tek değilse bile, temel etkendi. Darwin, bu görüşe bir çıkarsamadan ve bir gözlemden yola çıkarak ulaşmıştı. Çıkarsamasının temelinde, dönemin havası egemendi. 19. yüzyıl başlarında insanlık “ilerleme” hareketinin peşine düşmüştü. İşte Darwin, pozitivistlerin öncüsü olduğu bu “ilerleme” kavramını, toplumsal ve ekonomik boyuttan alıp doğaya taşımıştı. Ona göre türler, içinde yaşadıkları ortamdan her zaman daha iyi bir ortama uyum sağlama eğilimi içindeydiler.

Darwin’in gözlemi ise, doğadaki olağanüstü çeşitlilikti. O, bunu Beagle adlı tekneyle yaptığı dünya turunda, özellikle de Galapagos Adaları’ndaki ispinoz kuşları üstündeki çalışmalarında edinmişti. Nitekim bu kuşlar, günümüzde Darwin ispinozları olarak adlandırılıyor. Darwin’in dikkatini, bu kuşlardaki beslenme ihtiyacından kaynaklanan çok farklı gaga yapıları çekmişti. Bu arada, çeşitli ihtiyaçlar için yetiştiricilerin geliştirdiği “yapay ayıklanma” ürünü güvercin türlerini de gözlemleyen Darwin, onlardan farklı olarak “doğal ayıklanma” hipotezini geliştirdi: Bu ayıklanma, yetiştiricilerin fantezilerinden değil, ortama uyum sağlama gereksinmesinden kaynaklanıyordu.

Darwin’in yola çıktığı “HMS Beagle” gemisi

Peki bu mekanizma nasıl çalışıyordu? Türler arasındaki mücadele ve fizik koşullar, uygun değişikliklerin korunmasını, ötekilerin de yok olmasını getiriyordu. Başka bir deyişle, ortama en iyi uyum gösteren ayakta kalıyordu. Tabii bu noktada hemen şu sorular gündeme geliyordu: Doğal ayıklanmanın gerçekleştiği değişimlerin doğası neydi? Bunlar nasıl ortaya çıkıyordu ve nasıl aktarılıyordu? Darwin, bu konuda çağdaşları gibi çok açık fikirlere sahip değildi. Hemen hatırlatalım ki, Mendel ünlü yasalarını, “Türlerin Kökeni”nin yayımlanmasından 6 yıl sonra formülleştirmiş; ama çalışmaları, ne yazık ki 1900 yılına kadar tamamen göz ardı edilmişti.
Darwin, bu değişimlerin esas olarak kendiliğinden ve rastlantısal olduğunu düşünüyordu. Ama bu arada, çevrenin kendisinin de yeni uyumları gerektiren değişimleri zorlayabileceğini ve bunların, kullanım ilkesine bağlı olduğunu da kabul ediyordu. Ona göre bir organ, eğer gerekliyse, artan derecede güçlenip gelişecek, ama bir şeye yaramadığı zaman da yok oluncaya kadar da gerileyecekti. Bu konuda, Fransız doğabilimci Lamarck’ın “zürafanın boynu” örneğini esas alıyordu. Bu hayvanın boynu, akasya ağacının yüksek dallarındaki yaprakları yemek için evrim geçirerek bugünkü uzun konumunu almıştı. Her kuşakta kazanılan değişimler, bir sonraki kuşağa iletiliyordu. Bu mekanizmaya Lamarck “kazanılan karakterlerin kalıtımı” adı vermişti. Kalıtım kuramında Darwin, kesin bir biçimde Lamarck’ı izliyordu.

Ne var ki, Darwin’in çağdaş izleyicileri yenidarwinciler, Lamarck’ın “kazanılmış karakterlerin kalıtımı” kuramını kabul etmiyorlar. Onlara göre, Darwin’de değişiklikler kendiliğinden ya da rastlantısaldı; ama, bunların ayıklanmasında ana belirleyici “doğal ayıklanma” kavramıydı. Ancak 80’li yıllarda yapılan bazı deneyler, tamamen olumsuz bir ortamın, çevrenin etkisiyle, normalin üstünde, daha yüksek bir oranda mutasyonlara yol açabileceğini gösterdi. Bunun en somut kanıtı, “Escherichia coli” adlı bakteriydi. Normalde enerji kaynağı olarak süt şekerini (laktoz) kullanamayan bu bakteri, sadece laktoz sağlayan bir ortamda büyümeyi ve çoğalmayı başarabiliyordu. Yine bazı genlerin, anne ve babadan miras kaldığından farklı olduğunu, bugün bilim kanıtlamış durumda. Yani doğada, Lamarck’ın iddia ettiği gibi bir “kazanılmış karakterlerin kalıtımı” söz konusu. Aslında, yenidarwinciler, bu kavrama tümden karşı çıkmıyorlar; ama, olayın yalnız kültürel kalıtımla sınırlı olduğunu söylüyorlar. Ve bunun, sadece “ileri” primatlarda ve insanda görüldüğünü vurguluyorlar.

Son yıllarda Darwin’e yöneltilen eleştirilerden biri de “evrimin ritmi” konusunda. Bu akımın başını, 1972 yılında bir dizi omurgasız fosilini inceleyen ve “amaca yönelik dengeler” (ponctual denge) kuramını geliştiren, iki Amerikalı bilim adamı, Niles Eldredge ile Stephen Jay Gould çekiyor. Darwin’e göre, türlerin dönüşümü aşamalı bir biçimde, küçük dönüşümlerin birikimiyle gerçekleşiyordu. Bu mantıktan hareket edince, belli bir zaman aralığının ayırdığı aynı fosil çizgisindeki iki tür arasında, kaçınılmaz olarak ara serilerin varlığı gerekiyordu. Aktarımın devamlılığı için bu şarttı. Yine Darwincilere göre, eğer bugün bu ara türlerin fosilleri yoksa, nedeni ya fosilleşmemiş olmaları ya da henüz keşfedilmemeleriydi. Yani, zincirin halkalarında boşluklar vardı. Kuşkusuz bu halkalardaki boşlukların en önemlisi, büyük maymunlarla insan arasında kalan türlere ilişkin örneklerdi.

Amerikalı Eldregde ve Gould’a göre “halka boşlukları” diye bir şey söz konusu değil… Onlar için, evrim sürecinde açık bir biçimde var olan bu boşluklar, aslında çok uzun denge dönemlerinden başka bir şey değil. Bu uzun denge dö-nemlerinde, söz konusu olan bir grup tür, anlamlıdeğişiklikler göstermiyor ve yeni türlerin oluşumuna yol açmıyor. Bu uzun denge dönemleri içinde, amaca yönelik, yoğun türleşme dönemleri bulunuyor. Yoğun türleşme döneminin uzunluğu, 5 ile 50 bin yıl arasında değişirken, uzun denge dönemleri birkaç milyon yıla yayılıyor.

Amaca yönelik dengeler kuramı, darwinciliğe “yok oluş kuramı” alanında da bir darbe indiriyor. Eldredge ve Gould’a göre, yok oluş dönemleri de tıpkı tür-leşme dönemleri gibi ani, hızlı ve yoğun bir özellik gösteriyor. Tıpkı dinozorların yok olması gibi… Yenidarwincilere göre ise, yok oluşu belirleyen, türler arasındaki rekabet… En zor uyum gösteren elenirken, iyi uyum sağlayan varlı-ğını koruyor. Chicago Üniversitesi öğretim üyelerinden David Raup, yok oluş ile “doğal ayıklanma” arasında hiçbir ilişki bulunmadığını savunuyor. Ona göre, bazı türler yanlış zamanda yanlış yerde oldukları için, o güne kadar çevrelerine mükemmel bir uyum gösterseler de yok oluyorlar. Ne var ki, bu konuda Darwin’i aşırı eleştirmemek gerekiyor. Çünkü, bir asteroit düşmesinin ya da yanardağ patlamasının Darwin’in kuramıyla tamamen çatıştığı söylenemez. Çünkü, bu olaylar son kertede çevrenin fizik kurallarını etkiliyor ve yeni oluşan koşullar, türlerin bazıları için duruma uyumu olanaksız kılıyor.

Dengeci ponktüalistlerin eleştirisi, bugüne kadar Darwin’e yapılan saldırıların en sert olanı. Onlara göre, “Türlerin Kökeni”, sadece, ama sadece türlerin çevrelerine uyumunu açıklayan bir eser. Yeni türlerin yaratılışı ve yok oluşu konusunda kesinlikle yetersiz. Amerika’daki Santa Fe Enstitüsü’nden kuramsal biyoloji profesörü Stuart Kaufmann ise, eleştiriyi bir başka noktaya taşıyor ve Darwin’in, “doğal ayıklanma, türlerin çevreye uyumunun sürekli bir biçimde ileri gitmesini garanti eder” çıkarmasının doğru olmadığını ileri sürüyor. Özellikle enformatik modeller, günümüzde durumun her zaman böyle gerçekleşmediğini gösteriyor.

“İnsan maymundan geliyor”… Darwin’in bu sözleri, o yıllarda büyük bir skandal yaratmıştı. Bugün, çok az sayıda insan bunun tersini düşünüyor. Ancak mesele bütünüyle açıklığa kavuşmuş değil. Özellikle bir soru hâlâ yanıtını arıyor: Maymundan insana geçiş nasıl gerçekleşti? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanın evrimi aşamalı bir biçimde mi, yoksa bir anda, aniden mi gerçekleşti? Ya da insan sürekli bir biçimde, çevresindeki değişikliklerin etkisiyle aşamalı bir biçimde mi ayağa kalktı, yoksa bir tramplenden atlar gibi, embriyon gelişimini etkileyen çok ani dönüşümlerin sonucu her şey bir anda mı gerçekleşti?

Gelişme aşamalarıyla (fazlarıyla) ilgili uzunluk ve hız değişmelerinin, yeni türlerin doğmasında çok önemli bir etken olduğu tezi, 70’li yıllarda Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Son günlerde bir başka araştırmacı, Paris’teki Doğal Tarih Ulusal Müzesi paleontologlarından Anne Dambricourt Malasse, insan evriminin mekaniğinin geometrik bir modelini oluşturarak, bu kurama yeni bir soluk kazandırdı. Bazı uzmanlar, Malasse’ın çalışmalarının Yaratılış Kuramına temel oluşturduğunu ileri sürerken, bir başka grup, tamamen bilimsel bir özelliği olduğunu savunuyorlar.

Malasse çalışmalarını, çocuklardaki yüz ve altçene büyüme anormallikleri inceleyen ünlü ağızbilimci (stomatolog) Marie Josephe Deshayes’ın araştırma sonuçlarına dayandırıyor. Yüz ve ağız ortopedisi uzmanları, bu bölgelerin gelişiminde sık sık anormallikler saptıyorlar. Boynu yüze bağlayan altkafatasındaki büyüme sorunlarından kaynaklanan bu anormallikler iki büyük kategoriye ayrılıyor: Altçene gerilediği için, omuriliğin içinden geçtiği artkafa boşluğu yukarıda kalıyor ya da altçene çok öne çıktığı için, boyun ve boğaz çok fazla ön tarafta bir konum alıyor. Birincisinde, yüzün dikey ve yatay büyümesinde yetersizlik söz konusuyken, ikincisinde yüz, çok dikey bir biçimde büyüyor.

Peki ama, embriyon ya da çocuk büyümesiyle insan evrimi arasındaki ilişki ne? Geçen yüzyılda geliştirilen bir ilkeye göre, ontojeni (bireyoluş; embriyonun ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar olan gelişimi) ile filojeni (soyoluş; türler arasındaki akrabalık ilişkileri) arasında bir paralellik var. İşte bu ilkeden hareket eden Malasse, çocuklar üstünde gerçekleştirilen gözlemleri, 1952’de paleontolog Robert Gudin tarafından geliştirilen geometri öğelerini kullanarak, primatlardaki kafatası temelinin evrimine uyarladı. Gudin, profilden görülen kafatası örneğinde, kafatasının tabanıyla yanlarını birer çizgiyle birbirine bağlamıştı. Böylece “pantograf” adı verilen bir geometrik şekil elde etmişti. Embriyonun gelişimi boyunca bu pantograf, kafatası ve yüz kemiklerinin kasılıp açılması sonucu dönüşüme uğruyor ve sonunda, Homo sapiens türüne özgü bir denge durumuna geliyordu. Bu denge durumu, gerçek anlamda bir ontojenik bellekti ve insan, insan olduğundan, yani tam 120 bin yıldan beri bütün insanlarda tekrarlanıyordu. Evrimimiz boyunca sıralanan her tür, kendi karakteristik denge durumuna (pantografına) sahipti.

Malassea göre, çocuklardaki güncel dengesizlikler, söz konusu dengenin şimdiye kadar gözlenen korelasyonlarının kopma noktasına geldiğini gösteriyor. Öte yandan diş ve çene ortopedisi, normal bir gelişimin, dengesizliğe girip farklı bir yönde evrim gösterebileceği dönemlerin varlığını kabul ediyor. Malasse bunlara “dinamik pencereler” (dynamic windows) adını veriyor ve evrimimiz sırasında da böyle “dinamik pencereler”in var olabileceğini söylüyor. Sonuçlar, kafatası ve yüz kemiklerindeki 5 kasılıp açılmanın, bizi ilk primatlardan ayırdığını gösteriyor. Kafatası gelişimindeki değişikliklerden her biri, bütün embriyojenezi tamamen yeniden yapılandırabiliyor. Örneğin, bipedi rahatsızlığı, bu kasılmaların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Oysa bu kasılmalar, kesinlikle yeni bir çevreye uyumun ürünü değil.

İnsan çizgisinin çeşitli türleri arasındaki zincir o denli fazla alt üst olmuş değil. Homo habilis, ergaster, rudolfensis, erectus; hatta neardertaller, aynı pantografa ve denge durumuna sahipler. Bütün bunlar, aslında bir grup oluşturuyor ve Malasse, bunlara “ilkel insanlar” adını veriyor. Sadece modern insan, “sapiens” türünün sahip olduğu pantografın aynısına sahip. İşte bu nedenle, insanın var oluşunu sapiens türü ile özdeşleştiriyor.
Peki bütün bu açıklamalarda Darwin nerede? Malasse, “Kesinlikle uyum mantığı üzerine kurulu bir kuramı kabul edemeyiz” diyor. Ona göre tesadüf ve doğal ayıklanma, kuşkusuz bir rol oynuyor; ama, kesinlikle bir maymunu Homo australopithecus yapmıyor. Hemen şu soruyu ekliyor: “Her türün kendisine özgü olan embriyon belleği nereye kayıtlı? DNA’ya mı, hücrelere mi, yoksa hücreler arasındaki interaktif ilişkilere mi?” Bunun yanıtını henüz bilmediğimizi söylüyor. Ama ona göre bir tek şey kesin: Günümüzde evrim mekanizmalarına ilişkin söylenenlerin hemen tümü büyük bir dönüşüm sürecinde… Eğer yukarıdaki sorunun yanıtı bulunursa, darwinciliğin günleri sayılı demektir.

“Doğal Ayıklanma”, Hitler’in elinde öldürücü bir silaha dönüştü.
Darwin kuramı, 1859 yılında yayımlandığı tarihten hemen sonra, bir anda birbirine tamamen zıt ideolojilerin çekim merkezi haline dönüştü. Aslında buna o kadar da şaşmamak gerekir. Toplumsal ve ekonomik eylemin temeli olarak mücadele, o günlerde çok yaygındı. Nitekim Karl Marx ve Friderich Engels, “Türlerin Kökeni” eserinin satır aralarında, toplumların tarihsel değişiminin ipuçlarını yakaladıklarını düşünüyorlardı. Onlar, sadece doğadaki var olma mücadelesini sınıf mücadelesine dönüştürmekle yetindiler.

Darwin’in düşünceleri, marksizmden tamamen uzak bir başka ideoloji için de çok elverişli zemin hazırlamıştı. Üstün ırk hayali peşinde koşanların elinde, artık ciddi bir silah vardı. Bu konuda ilk adımı, Darwin’in kuzeni İngiliz antropolog Francis Galton (1822-1911) attı. Darwin’in eserinde yakaladığı İngilizce “eugenics” kelimesinden hareket ederek, öjenizm (soyarıtımcılık) akımını başlattı. Ona göre, öjenizm iki ana biyolojik kuram çevresinde biçimleniyordu: Evrim ve kalıtım kuramları… Evrim konusunda Darwin’in “doğal ayıklanma” kavramını benimsemişlerdi. Bireyler ve topluluklar arasındaki rekabet, ayakta kalacak olanı belirleyecekti. Ne var ki, evrim kuramının yorumunda “soyarıtımcılar” ikiye ayrılmışlardı. İngiliz doğabilimci ve sosyalist Alfred Wallace ile Alman biyoloji uzmanı Ernst Haeckel “pasif” bir ırkçılığın sözcülüğünü yapıyorlardı. Onlara göre, “doğal ayıklanma” insanı, özellikle de beyinsel ve etik yeteneklerini etkiliyordu. Bu duruma kesinlikle müdahale etmeye gerek yoktu. İlerlemeye olan genel eğilim ve toplumların yetkinleşmesi, kaçınılmaz biçimde “ilkel” olanları eleyecek, “ileri” unsurların varlığını koruyacaktı. Bu süreç, yine kaçınılmaz olarak “beyaz ırkın” üstünlüğüyle sonuçlanacaktı.

Antropometre, insan vücudunu bir çizgilere indirgiyor ve bu çizgilerle ırkları ayrıştırıyor.

Bu pasif ırkçılığı önerenlere, Francis Galton ve gazeteci William Greg “aktif ırkçılık” ile karşılık veriyorlardı. Onlara göre, “doğal ayıklanma”nın toplumlardaki en “ilkel” unsurları eleyip, “ileri” unsurları korumasını beklemek yeterli değildi. Bu anlamda, “evrim kuramı”na, gelişmiş toplumlarda fazla güvenilemezdi. Çünkü gelişmiş toplumlar, özellikle tıp bilimindeki kazanımlar ve insanlarda artan iyilik yapma duygusu nedeniyle yozlaşma içindeydiler. 1868 yılında İngiliz gazeteci William Greg, gelişmiş İngiliz toplumunda soyluların yozlaştığını, fakirleşip yoksullaştığını, buna karşın, daha üretken ve daha ileri bir güç olan orta sınıfın çok az çocuk yaptığını yazıyordu. Bu durumda, “doğal ayıklanma” sürecine dışarıdan müdahale gerekiyordu. Tabii “ilkel” olanları bir biçimde safdışı ederek…
Öjenizmin bir ayağını Darwin kuramı, ikincisini ise Mendel’in genetik kuramı oluşturuyordu. Mendel’e göre genetik miras, kuşaktan kuşağa sadece cinsel hücreler aracılığıyla aktarılıyordu. Kazanılmış karakterlerin mirasını reddeden bu köktenci yaklaşım, ırkçılığın elinde hastalıkları, özellikle de beyinsel hastalıkları, toplumsal handikapları ve suçluluğu açıklayan bir araca dönüşmüştü.

Peki ama bütün bu suçlamalar karşısında Darwin kendisini nasıl savundu? Önceleri yapacağı bir şey yoktu. Çünkü, “Türlerin Kökeni” eserinde Darwin insandan hiç söz etmemişti. Ancak 1871 yılında yayımladığı “İnsan Soyunun Türemesi” başlıklı yapıtında, öjenizme bilimsel ve ahlaki açıdan karşı olduğunu açık bir biçimde ifade etti. Yoksul sınıfların hızla artan nüfusunun bir tehlike oluşturmadığını söyledi. Çünkü, bu sınıf içinde ölüm oranı da yüksekti. Bu noktadan yola çıkan Darwin, herhangi bir biçimde doğumların kontrolünü öngören toplumsal programlara da karşı çıktı. Ve son olarak sempati ve merhamet gibi kavramların “doğal ayıklanma”nın sonuçları olduğunu, toplumsallaşmanın temelini oluşturdukları için de gerekli olduğunu söyledi. Kuşkusuz bütün bunlar, öjenizmin temellerini Darwin kuramının üstüne inşa ettiği gerçeğini değiştirmedi.

Aşırılarda dolaşmak

Öjenizm, süreç içinde çok değişik biçimler kazandı. Alfred Wallace, yaşamının sonlarına doğru, “cinsel ayıklanma” tezini geliştirdi. Aslında bu kavram Darwin’de de vardı. Eserinde “doğal ayıklanma” ile uyuşmayan bazı karakteristiklerin “cinsel ayıklanma”dan kaynaklandığını belirtmişti. Wallace ise, “cinsel ayıklanma” sürecinde, insan topluluklarının kalıtımsal özelliklerini iyileştirici bir nitelik görüyordu. Bu noktadan hareketle şu tezi ileri sürüyordu: “Eşitlikçi bir toplumda, kadınlar bundan böyle kocalarını paraları için değil, fizik, entelektüel ve moral nitelikleri için seçeceklerdi.” İşte bu düşünce, daha sonra doğmakta olan feminizm hareketi tarafından açık bir biçimde benimsendi. Öyle ki, feministler “cinsel ayıklanma”yı, öjenizmin kabul edilebilir tek biçimi olarak aldılar.

Öjenizmin, tam bir asır önce “Türlerin Kökeni” eserinde dile getirilen kuramlarla uzaktan yakından ilgisi yok. Günümüzde, artık sadece “bireysel öjenizm” söz konusu. Yani, ailelerin normal çocuklar doğurma kaygısını ifade ediyor. Bu konu da Darwin’i hiç ilgilendirmeyen, bambaşka bir sorun…

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Prof. Dr. Ali Demirsoy’un yorumuyla Darwin ve evrim:

“Darwin’in, temel ilkeler olarak kabul edilen hiçbir bulgusu, bugüne kadar aşındırılmış ya da tersi kanıtlanmış değildir. Örneğin, Darwin’in kurmuş olduğu ‘Doğal Ayıklanma Yasası’, kesinlikle güncelliğini ve bilimselliğini yitirmedi. Darwin’in ayrıca bir söylediği de şuydu, ‘Fakir toplumlar istedikleri kadar çocuk yapsınlar, bunun çok büyük zararı olmaz; çünkü burada zaten ölüm oranı çok yüksek olacaktır ve ayıklanma fazladır.’ Bence doğru da söylemiştir. Ama Darwin antibiyotiğin bulunacağını bilemezdi. Yani, bu kadar ilacın ve tıbbi gelişmenin, insan soyuna yapılacak müdahalelerin geleceğini bilemezdi. Dolayısıyla, bugün fazla çocuk yapan ailelerin çocukları da yaşamış oluyor. Böylece denge bozulmuş ve doğal ayıklanma önlenmiş oluyor. Tabii bir sürü hastalıklı, rahatsız ve zayıf olan birey, kalıtsal materyallerini gen havuzuna sokmuş oluyor. Darwin’in bu anlamdaki sözleri doğrudur ve sonradan yapay yollardan yapılan müdahaleler, ilke olarak doğaya terstir. Darwin doğal olayları işlemiştir; doğal olmayan olayları herhangi bir şekilde göz önüne almamıştır. Örneğin bir meteorun dünyaya çarpması, dünyada önemli bir deprem olayının gerçekleşmesi, yanardağların patlaması ya da insanın ürettiği doğadışı verilerle Darwin arasında ilişki kurulmaya çalışılması, Darwinizm’e körü körüne saldırıdan başka bir sonuç doğurmaz.
Darwin’in en çok tartışılan sözlerinden biri de, gelişmemiş ırkların, eninde sonunda gelişmiş ırkların egemenliğine gireceğidir. Bu çok doğrudur ve bugün de geçerlidir. Nitekim Türkiye’nin, şu anda kendisinin koymadığı, zorlama bir sürü kuralı kabul etmesi, herkesin cebinde dolarların bulunması ve dolarla konuşmamız bile, uygarlık bakımından bizden ileride olan ülkelerin, Darwin anlamında egemenliğine girdiğimizin kanıtıdır.
Darwin hatalar yapmış olabilir. Çünkü, dinler tarihine baktığımızda bile bir dolu yanlış ve eksiklikler görebiliyoruz. Bunların hepsi bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu Darwin için de geçerlidir. Ancak bu eksiklikler kuramın doğru ve geçerliliğini etkilemez.

Yukarıda söylediklerimizin dışında, Darwin’in yaşadığı dönemde kıtaların kayması bilinmiyordu, mutasyonlar bilinmiyordu, kromozomlar bilinmiyordu, mayoz bölünme bilinmiyordu, sperm bilinmiyordu, yumurta bilinmiyordu, eşeysel üremenin kuralları bilinmiyordu, neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu. Yalnız Darwin, doğayı gözlediği zaman, üstün olan ve uyum yapan bireylerin ayıklanmış olacağını gözledi. Biyolojide bu hiç değişmedi. Darwin’in belki açıklama tarzında bir eksiklik bulunabilir; ama, bu da dediğimiz gibi, bilgi eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bugün biz bu kuramın ayrıntısına girdiğimizde şunu anlıyoruz; gerçekten de bireyler, olması gerektiğinden fazla sayıda yavru ya da kombinasyon meydana getiriyor. Örneğin bir insan, kuramsal olarak, yaşamı boyunca 70 trilyon çocuk meydana getirme şansına sahip. Üstelik bir kadınla bir erkek, hiçbir baz ya da nükleotik değişiklik ve mutasyon olmazsa, ancak 70 trilyon çocuk meydana getirdiğinde birbirinin aynısı olabiliyor.

Bu sayı, aşağı organizasyonlu canlılarda çok daha fazla ve nedeni de, kuşkusuz 70 trilyon yaşasın diye değil. Bunlar arasında, gelecek kombinasyonlardan hangisi yeni ortama uyum sağlarsa, o ayıklansın diye… Canlıların ayakta kalmasının nedeni bu. Darwin bunu bilmeden, gözlem ve sezinleme yoluyla ortaya koymuştu. Modern biyoloji de Darwin’in bütün söylediklerini moleküler düzeyde kanıtlıyor.
Biyolojinin dışında Darwin’in kuramı, toplumsal olaylarda da geçerli. Bugünkü bilgilerimize göre, dünya tarihinde kaybolmuş yüzlerce toplum ve kültürün bir zamanlar var olduğunu biliyoruz. Bunların temel çöküş nedeni, sosyal evrimlerini oluşturamamalarında yatıyor. Bilimsel atılımını yapmış olan, doğanın mekaniğini değiştirmeye kalkan toplumlar, giderek daha bir güçlenip ayakta kaldı ve diğerlerine egemen oldular.

1950’den sonra DNA üzerinde yapılan çalışmalar, 2000 yılına geldiğimizde evrimi adım adım kanıtlamış durumda… Çünkü biz DNA’yı, yani temel harfleri bulduğumuzda, artık sorunu daha rahat olarak çö-zebiliyoruz. Örneğin, DNA’nın üzerindeki çeşitlenmelerin neden meydana geldiğini sorduğumuzda, Darwin’in Doğal Ayıklanma Yasası ile karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Bir başka deyişle, DNA üzerinde çeşitlilik, Doğal Ayıklanma’ya tam ve gerçek bir temel oluşturuyor. Örneğin, siz herhangi bir solunum enzimini aldığınızda, aynı toplumda çok çeşitli farklılıkların olduğunu görüyorsunuz. İşte bu farklılığın olması, temelde evrimsel sürece bir taban hazırlıyor. Bunu doğanın bilinçli olarak getirmesi de mümkün değil. Çünkü bilinçli olsa, fazladan malzeme oluşturmasına gerek yok. Doğa 70 trilyon örneğinde olduğu gibi, niçin çok sayıda işe yaramayan bireyler üretsin?
Gerçekte ise, doğanın mekaniğinde, tamamen rasgele ve yeni durumlara uyum yapabilecek çeşitli varyasyonlar meydana geliyor. Yani, önceden gideceği yeri öngörmüyor; daha temel bir anlatımla amaçlı değil. Ancak onların içerisinde hangisi yeterliyse, hangisi uyumluysa, hangisi başarılıysa, o doğal olarak ayıklanıyor. Bu nedenle, bir alabalık her defasında 1 milyon yumurta yapıyor, ancak bunların arasından 10 tanesi uyum yapmayı başarıp yaşayabiliyor. Bu geri kalan büyük miktarın varlığı, temelde doğa için bir savurganlık gibi görünüyor. Yani, siz bu işleyişi planlayan bir doğaüstü güce inanırsanız, düşünün ki, ancak binde birinin kullanıldığı bir düzenin kurulmuş olduğuna inanmanız gerekiyor. Böyle bir mekanizma kolayca anlaşılacağı gibi verimli değil, ama doğanın mekanizması, yani Darwinizm açısından son derece düzgün bir mekanizma. Çünkü zayıf çoğunluk elenecek, uyum sağlayabilen hayatta kalacak. İşte temel çelişki burada yatmaktadır. Biyolojinin kendi içerisinde, düşünebilen bir mantığı yoktur, ama işle-yebilir bir mantığı vardır. Dolayısıyla, bizim geri kafalı dediğimiz tutucu kesim, biyolojik işleyişe bir doğaüstü mantık ve akılcı bir amaç sokmaya çalışır, ama öyle değildir. Mekanizmanın kendi içerisinde bir işleyiş mantığı vardır ve bu da düzensizlikler içerisinde kurulu bir düzen şeklinde işlemektedir. Kuşkusuz biyolojinin temeli de budur.

2000 yılı bizim için çok önemli bir yıl. Bugüne kadar doğal evrime bıraktığımız canlı soyunu, bundan böyle insan soyu giderek yapay bir evrimle yönlendirmeye çalışacak. Bunun sakıncalı tarafları da var, verimli olacağı yanları da olacaktır. Üzerinde düşünülmesi gerekiyor… Şimdi yediğimiz domateslerden sebzelerden tutunuz da, adı yeni yeni duyulan meyvelere kadar, bunların hepsi yapay evrim ya da müdahalelerle ortaya çıkmış ırklar, türler ya da alttürlerdir. Bugün sadece yabani lahanadan, ayrı ayrı yenilebilir ve tür düzeyinde, 8 çeşit yeni ve görünüşleri farklı bitkiyi yapay yollarla oluşturabilmişiz. Bunların doğada ayrı yabani formları yok ve hepsi insanın bizzat ürettiği sebzeler. Örneğin brokkoli, marul, kara lahana, lahana gibi… Bunların doğal yollardan oluşması da mümkün, ama doğada bunlar uzun sürede meydana gelebilirler. Oysa, insan evrime müdahale edince, yeni ortaya çıkışlar kısa sürede, ama doğrudan insanın etkisiyle gerçekleşiyor.

Biz artık yaşamımızı doğanın inisiyatifine ve uzun süren etkileşimine bırakamıyoruz. Bunun nedeni, eğer geçmişte insan soyu diğer canlıların bağlı olduğu kurallara uysaydı, yani 10 çocuk meydana getirip de, biri yaşasaydı, yapay evrime yönlenmemiş olacaktık. Ama doğanın işleyişine karşı çıkan bir sosyal yapıyı gerçekleştirdik.

Bunun ortaya çıkmasıyla da, ister istemez çevremizi de aynı biçimde yapay olarak yönlendirmeye başladık. Bunun getireceği kazanımların yanında bir dolu sorunlar da olacaktır. Ancak bir kez başlamışız ve bırakabilmemiz mümkün değil. Önümüzdeki yıllarda insan soyunun bugüne kadar tahmin edemeyeceği son derece ilginç bir yol izlenecektir ve biyolojide yeni yeni canlı türleri ve yapay sistemler ortaya çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır ve eğer insanlar gerçekten doğal yaşamak istiyorlarsa, en azından ilaç kullanmamaları gerekiyor. Örneğin hastalıklarda ilaç kullanmak, doğaya doğrudan doğruya bir müdahaledir. Çünkü doğanın kendisinde olmayan bir nesneyi sisteme sokmuş oluyorsunuz. Sonuçta gerçekçi olmak zorundayız ve Darwinizm’i eğer iyi öğretirsek, okullarımızda iyi kavratırsak, 2000 yılından sonra olabilecekleri de insanlara çok iyi kavratmış olacağız. Yoksa, diğer gelişmiş toplumların zorunlu olarak gerisinde kalacağız. Darwinizm’e karşı olmak, gericilik, tutuculuk, Osmanlı Devleti örneğindeki gibi tarihte elenmiş bir sürü toplumun başına gelen yok oluşun, sizin başınıza da gelmesi anlamındadır. Nitekim ABD’deki Yüksek Mahkeme’nin orta eğitimde mecburen evrim öğretisinin verilmesi kararının arkasında, 1957 yılından itibaren Amerika’nın bilimsel olarak gerilemesinin etkisi çok büyüktür. Anlaşılmıştır ki, Amerika’da Darwinizm okutulmadığı için, bilimsel gelişim kendini sürdüremiyor. Dolayısıyla, Darwinizm’in içeriğinden küçük küçük parçalar alıp da, Darwin’in o çağda henüz bilmediği konulardan ona hücum edip, öğretiyi sözüm ona yıkma gibi bir saflığa düşmemek gerekiyor. Aksine onun mantığını kavrayıp, onu bütün sosyal gelişmelere de uygulamak gerekiyor.”