TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI

Alan O. Makovsky

Çeçen ve Abhaz kökenli Türklerin durumu özeldir. Atalarının topraklarındaki soydaşlarının sayısı çok azdır. Abhaz Türkleri, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, soydaşlarına maddi yardımda bulundular ve asıl vatanlarını ziyaret ettiler, fakat çok azı kesin olarak geri döndü. Çeçenya olayında ise trafik tersine işlemektedir. Savaş nedeniyle ailelerinin güvende olmasını isteyen Çeçenler geçici olarak onları Türkiye’ye göndermektedir.

Önsöz

Gerek Ortadoğu’da gerekse de civar bölgelerde geçen on yılın en önemli gelişmelerinden biri Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak doğuşudur. Alan Makovsky ve Sabri Sayarı’nın Giriş bölümlerinde işaret ettikleri gibi, bazı etkenler Türkiye’nin durağan siyasi bir aktörden daha iddialı bir ülkeye dönüşmesini mümkün kıldı. Bu etkenler, daha güçlü bir ordu, daha zayıf komşular, eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki Cumhuriyetlerle ve İsraille yakın ilişkiler kurmak biçiminde kendini gösteren dış politika önceliklerinin genişlemesidir.

Türk dış politikasının yeni dinamikleri başka hiçbir yerde Ortadoğu’da olduğu kadar belirgin değildir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Türkiye’yi, 1991 yılında Saddam Hüseyin’e karşı ABD önderliğinde yürütülen savaşa dahil etme kararı, bölgede Türkiye için bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. O zamandan beri Türkiye –bazen fırsat yakalamaktan çok tehditi savuşturma güdüsüyle de olsa- Ortadoğu’daki sayısız girişim içinde yer almıştır. Bölücü Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’yle olan mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye, PKK’nın üs bölgesi olarak kullandığı kuzey Irak’a birçok kez harekat düzenlemiştir. 1998’in sonbaharında Türkiye, Suriye’yi, bölücülere destek vermeyi kesmesi ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ı sınırdışı etmesi hususunda uyardı. Türkiye’nin gücünden çekinen Şam, bu isteğe derhal uydu.

Önemli bir Ortadoğu aktörü olarak Türkiye’nin oynadığı rol, doğal olarak kendisini Washington Yakın Doğu Enstitüsü’nün ilgi odağı haline getirmiştir.

Türkiye, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “teröre destek olan ülkeler” listesindeki üç ülkeyle (İran, Irak ve Suriye) sınırdaş olan tek ülkedir. Ayrıca, İsrail’le olan ilişkileri de Türkiye’nin bölgedeki kredibilitesini güçlendirmiştir. Gerçekten de 1998 yılında Suriye Devlet Başkanı merhum Hafız Esad’ın Türkiye’nin tehditleri karşısında teslim bayrağını çekmeye hazır olması muhtemelen bu savı açıklamaktadır. Türkiye ile İsrail arasındaki şu anki ilişkiler, güvenlik, ticaret, turizm ve üniversiteler aracılığıyla yapılan entelektüel etkileşimi de içeren birçok boyuttan oluşmaktadır. 1999 yılında İsrail, Türkiye’nin Ortadoğu’daki önde gelen pazarı haline gelmiştir.

Aşağıdaki makalelerin de gösterdiği gibi, Türkiye, bölgede, tek başına, üstün özelliklere sahip pivot bir devlettir. Kasım 1999’da, Başkan Clinton ” Türkiye’de Avrupa ve Müslüman dünyasının barış ve uyum içersinde buluşabildiğini” belirtmiştir. Türkiye Batı ittifakı içinde Müslüman çoğunluğa sahip tek ülkedir, İslam Konferansı Örgütü’ndeki tek Batılı müttefiktir. Birleşik Devletler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik amacını kuvvetle desteklemekte, ve bu laik, demokratik ve Batı yanlısı ülkeyi İslam dünyasına model olarak görmektedir.

Türkiye’nin komşu bölgelere yönelik politika yaklaşımları, Birleşik
Devletler’in, sadece Ortadoğu değil başka bölgelere ilişkin politikasını da etkilemektedir. Richard Holbrooke’un veciz bir biçimde ifade ettiği gibi Türkiye, “Avrasya kıtasında Birleşik Devletler açısından önem taşıyan hemen hemen her konunun kesişim noktasında  bulunmaktadır.” Gerçekten, Türkiye, geçen on yıl boyunca, Birleşik Devletler politikasının sayısız girişiminin merkezinde yer almıştır. Körfez Savaşı ve Kuzeyden Keşif Harekatı’nın yanı sıra Washington ve Ankara, NATO, Ortadoğu barış süreci, Bosna, Kosova, Azerbaycan ve Orta Asya’dan enerji nakli planları ile terörizmle mücadele gibi konularda birlikte hareket etmişlerdir.

Bu nedenlerden ötürü, Amerikalıların stratejik olarak önemli bu ulus
hakkında daha fazla bilgilenmeleri önem taşımaktadır. Bölgesel uzmanların makalelerinden oluşan bu kitapta, Türk dış politikasının değişken unsurları ele alınarak, Birleşik Devletler’deki dış politika öğrencileri, bilim adamları, konuyla ilgilenenler ve diplomatlar dünyanın en önemli yeni güçlerinden biri hakkında aydınlatılacaktır.

Giriş

1997 ve 1998 yıllarında, Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü, Türk dış politikasının değişen dinamiklerini ve trendlerini incelemek üzere Washington, D.C.’de, bir dizi seminer düzenledi. Bu kararın verilmesinde, Soğuk Savaş sonrasındaki Türk dış politikasının, Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulduğundan beri en önemli ve değişken dönemlerden birine girmesinin büyük rolü olmuştur.

Uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk dış politikası birkaç temel soruna endekslendi: Sovyet tehdidinin nasıl savuşturulacağı, Yunanistan ve Kıbrıs konusunda Türk çıkarlarının nasıl korunacağı ve Birleşik Devletler ve NATO’yla ilişkilerin nasıl sürdürülüp güçlendirileceği gibi. Batı Avrupa’yla bütünleşmenin nasıl daha ileriye götürüleceğ  ve Soğuk Savaşın ikinci bölümünde de Suriye, Irak ve İran gibi komşular tarafından desteklenen terörle nasıl mücadele edileceği, baskısı daha az hissedilen fakat yine de önemli sorunlardı.

Bu konular bir bütün olarak karmaşıklık ve bir problematik teşkil etmekteydi. 1970’lerin ortasında ABD tarafından silah ambargosu uygulandığı için, bir yandan Washington’la ikili ilişkiler tesis ederken diğer yandan da Kıbrıs ve Ege’deki rakip Yunanistan’la olan ilişkileri de yürütmek bağdaştırılması kolay olmayan hedeflerdi.

Soğuk savaş sırasında Türkiye’nin dış politika tehditleri arasında, tüm NATO müttefikleri tarafından paylaşılan nükleer tehditin yanı sıra maruz kalınan yüksek risk ile varlığına yönelik tehlikeler sayılabilir. Türkiye’nin Sovyetlerin istikrarsızlaştırma hedefi haline gelmesiyle birlikte, 1970’lerin sonundaki siyasi şiddet ve terör ortamında binlerce Türk hayatını kaybetti. Öte yandan, Soğuk Savaş belli ölçüde düzen, istikrar ve öngörülebilirlik de sağladı. Stalin’in II. Dünya Savaşının hemen ertesinde kuzeydoğu Türkiye ve boğazlar üzerindeki talepleri Atatürk ve Lenin tarafından tesis edilen Türk-Sovyet dostluğu dönemine belirgin bir biçimde damgasını vurdu ve Ankara’yı Batıyla ittifak kurmaya itti. Fakat 1950’lerin ortasına kadar, Ankara ile Moskova arasında Soğuk Savaş boyunca sürecek olan bir modus vivendi oluşturulmuştu. ABD’nin Türkiye’ye yönelik desteği ve Türkiye’nin NATO üyeliği saldırgan eğilimler taşıyan Sovyetler Birliği’nin caydırılmasında kullanılan araçlardı. Türkiye’nin Sovyetler Birliği’yle olan uzun sınırı ve Sovyetlerin Varşova Paktı müttefiki Bulgaristan’la olan kısa sınırında herhangi bir olay meydana gelmedi. Soğuk Savaş’ın hiçbir aşamasında, 1962 Küba Füze Krizi’ndeki istisnai savaş olasılığı bir kenara bırakılacak olursa, Sovyetler Birliği ya da Varşova Paktı ile doğrudan düşmanlıklar yaşanmadı.

Soğuk Savaş esnasında, Türkiye’nin bölgesel çevresi bugünkünden çok daha fazla istikrarlı bir görünüm sergiledi. Kafkaslar ve Orta Asya kesin bir biçimde Moskova’nın denetimindeydi. Balkanlar, büyük ölçüde, Yugoslavya’da Tito’nun katı yönetimi ve Soğuk Savaş disiplini sayesinde ehlileşmişti. Ortadoğu’daki komşular ise o zamanlar da, tıpkı bugün olduğu gibi, istikrarsızlık kaynağıydı. Fakat Ankara, -kısmen zayıflığı nedeniyle, kısmen ticareti geliştirmek için, genellikle de büyük Arap davası Filistin sorununa karşılık büyük Türk davası Kıbrıs’ta Arap desteğini elde etmek amacıyla- Ortadoğu’daki komşularının bazı uygunsuz politikalarını genellikle destekledi.

Bugün Türkiye, tıpkı Birleşik Devletler gibi kendi varlığına yönelik
hiçbir tehditle karşı karşıya değil. Fakat komşuları, artık nükleer savaş tehdidine maruz kalmasalar da, eskisinden daha karmaşık durumdalar. Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm kariyerlerini uluslarının dış politikasını yönlendirmekle geçiren Türk yetkililer, hiç şüphesiz ardıllarının bugün karşılaştıkları sayısız bölgesel soruna şaşırmıyorlardır. Türkiye en azından yedi değişik bölgede doğrudan rol oynamaktadır: Batı Avrupa, Balkanlar, Ege ve Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar-Hazar bölgesi, Orta Asya ve Kara Deniz. Bu eski Sovyet sonrası dünya hala Türkiye’ye yönelik tehditlerle dolu olmakla birlikte fırsatlar da sunmaktadır –Rusya’yla ekonomik ilişkiler, enerji dağıtım merkezi olma, yeni bölgesel işbirliği oluşumları ve belki Avrupa Birliği üyeliği. Arap dünyasından Sovyet etkisinin ortadan kalkması, Ankara’nın İsrail’le yakın ilişkiler kurmasını, bölücü örgüt PKK’ya karşı kuzey Irak’ta hava ve kara birlikleri konuşlandırmasını ve Suriye’ye, PKK lideri Öcalan’ı sınırdışı etmesi için ültimatom vermesini (1998’de gerçekleşti) mümkün kılarak Türkiye’nin
Ortadoğu politikasında esnekliğe yol açmıştır.

Değişen Dinamikler

Washington Enstitüsü’nün birincil odak noktası, tam isminden de anlaşılacağı gibi, Birleşik Devletler’in, Türkiye’yi de içine alan, Yakın Doğu politikasıdır.

Türkiye’nin Birleşik Devletler’in dış politikasında 1990’larda oynadığı rolün önem kazanmasıyla Türk dış politikasının değişen dinamiklerini incelemeye yönelik ilgimiz artmıştır. Türkiye, dünya politikasında gerçek bir bölgesel güç ve pivot devlet olarak gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkmaktadır.

Özel sektörün büyümesiyle güçlenen Türk ekonomisi 1990’larda dinamik bir büyüme yaşadı. Askeri açıdan Türkiye, ikiyüzden fazla F-16 savaş uçağının ortaklaşa üretimi (Amerikan Lockheed Martin şirketiyle) ve yaklaşık bin adet M-60 tankının alınması sayesinde, etkili ve modern bir konvansiyonel savaş gücünün temellerini attı. Türkiye’nin gücünün artmasıyla eşanlı olarak komşularının gücünde düşüş meydana geldi. Rusya, İran, Irak ve Suriye gibi Türkiye için potansiyel olarak yakın güvenlik sorunları oluşturan ülkelerin hepsi 1990’larda ekonomik ve askeri açıdan düşüşe geçmişlerdi.  Türkiye’nin komşusu ve NATO’daki müttefiki Yunanistan da, Türkiye’nin en yakın güvenlik tehditleri listesine dahil edilmeyi hak etmektedir. Zayıflayan güç tanımlamasına uymasa da
Yunanistan, Türkiye ile kıyaslandığında çok düşük bir nüfusa (11 milyona 63 milyon) sahiptir ve bu durum da iki ülke arasında denge kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu yaklaşım, 1999’un sonunda ortaya çıkan Yunanistan-Türkiye yakınlaşmasının Yunanistan açısından güdülerini açıklamaktadır. Türkiye’nin güçlenip komşularının zayıflamasıyla, Türk yetkililerin yıllardır izlenen geleneksel olarak edilgin dış politikayı (istisnası 1974 Kıbrıs Harekatıdır) terk etme hususunda kendilerine olan güvenleri arttı. Türkiye, eski Sovyet devletlerinin tümünün bağımsızlığını, daha Sovyetler Birliği resmen dağılmadan önce tanıyan ilk devletti. Başlangıçta öngörülenin aksine, Türkiye, eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki devletler bölgesinde bir “nüfuz alanı” oluşturamadı ama önemli ticari ilişkiler, enerji projeleri, halklar arası yakınlaşmalar ve hemen hemen her yıl düzenlenen Türk zirveleri aracılığıyla bölgede daha etkili bir konumun temellerini attı. İsrail’le yakın ilişkiler kurmaya başlaması, geleneksel olarak Arap duyarlılıklarına hak veren bir devletin dış politikasında yol ayrımı anlamına gelmekteydi. 1990’larda Ankara, Ortadoğu çok-taraflı barış süreci kapsamındaki Silahların Denetimi ve Bölgesel Güvenlik grubunun üyesi, Balkan barış koruma gücü ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Alanı gibi projelerin yaratıcısı ve uygulayıcısı olarak, çok-taraflı bölgesel girişimlerin içinde etkin bir biçimde yer almıştır. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, onyılın büyük bölümünde sallantılı geçse de, 1995’te gümrük birliğine geçilmesi ve 1999’da AB’nin, Türkiye’nin adaylığını resmen tanımasıyla önemli adımlar atılmıştır.

Soğuk Savaş bitince, çoğu Türk, ülkelerinin artık ABD ve Batı için eskisi kadar değer taşımayacağından endişelendi. Zira, Sovyet ve Varşova Paktı sınırları artık çatışmanın sınırları değildi. Washington’daki karar alma çevrelerinde bulunan bazı kişiler başlangıçta bu değerlendirmeye katıldılar.

Fakat bu uzun sürmedi. 1991 Körfez Savaşı ve savaş sonrasında ABD’nin Saddam Hüseyin’i çevreleme çabaları bir kez daha Türkiye’yi, ABD’nin yüksek öncelikli dış politikasında önemli bir jeostratejik öğe haline getirdi. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan diğer gelişmeler bu bağları güçlendirmiştir. Washington, Türkiye’nin Bosnalı Müslümanların durumuna ve Rusya’nın uzun dönemdeki istikrarsızlığı ile bölgesel isteklerine ilişkin görüşlerine daha da yaklaştı.

ABD’nin benimsediği görüşe göre Türkiye, Hazar Denizi’ndeki enerji kaynaklarını, Rusya ve İran’ı dışlayan bir güzergah aracılığıyla taşıyan “doğu-batı enerji koridorunun” merkezi olmalıdır. Zira böylelikle Azerbaycan ve Türkmenistan gibi devletlerin bağımsızlıkları güçlenecek ve bu devletler batıyla daha da yakınlaşacaklardır.

ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren global bir güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya’nın gelecekteki yönelimi, İran köktendinciliği, Irak’ın saldırgan dış politikası ve Ortadoğu Barış Süreci’ndeki kitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD’deki siyaset yapıcıların Türkiye’ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir. Washington Enstitüsü’nün seminerleri, Türkiye’nin bölgesindeki diğer ülkelerle ilişkilerinin, daha da iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır.

Dış Politika’da Karar Alma Süreci

Seminerler, resmi belgelere ek olarak, Türk dış politikasında karar alma süreci ile önemli dış politika konuları karşısında Türkiye’nin tutumuna ilişkin sunumlar ve tartışmalardan doğdu. Katılımcılar Türk dış politikasında karar alma sürecinin büyük ölçüde elit kesimin ilgi alanına girdiği konusunda hemfikir oldular.

Emekli bir Türk diplomatı, Türk dış politikasını geleneksel olarak şekillendiren klasik sac ayağının dışişleri bakanlığı, başbakan ve ordudan  oluştuğunu söyledi. Dışişleri Bakanlığı, günlük dış politikayı yürütmekte ve Türkiye’nin uluslararası ilişkileriyle ilgili konularda en önemli uzmanlık kaynağı olarak hizmet vermektedir. Başbakan, dış politikanın oluşturulması sürecinde en önemli siyasi aktördür ama Türk başbakanının ülkesinin dünyayla ilişkilerini şekillendirmeye yönelik katkısı ve etkisi onun dış politikaya olan ilgisine bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Örneğin Süleyman Demirel, 1960’lı ve 70’li yıllardaki başbakanlığı döneminde daha çok iç politikayla ilgiliyken, Bülent Ecevit uluslararası politikayla ilgilenmiştir.

Elbette ordu da Türk dış politikasında başat bir aktördür. Ordu kurumsal olarak etkisini, üyelerinin yarısı komutanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu’nda hissettirir. Ordunun gücü büyük ölçüde, askeri ve güvenlikle ilgili konular (iç güvenlik dahil) tehdit altındayken oynadığı lider rolden ve Türk siyasetine yaptığı müdahalelerden kaynaklanmaktadır. Orneğin, PKK’yla mücadele ve Kuzey Irak’la ilgili kararların alınmasında büyük ölçüde ordunun rol oynadığı düşünülmektedir.

Katılımcıların çoğu, dış politikadaki klasik “sacayağı” modelinin,
cumhurbaşkanlığı makamının karar alma sürecinde dördüncü güç olarak ortaya çıkmasıyla, 1980’lerin başından itibaren değişmeye başladığını belirtmiştir. Bu durum kısmen, cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran 1982 anayasasının sonucudur.

1983’te çıkarılan bir kanunla, MGK ve MGK’nın başkanı olarak cumhurbaşkanın yetkileri de arttırılmıştır. Bu değişikliklerin önemi hemen anlaşılmamışsa, bunun nedeni, büyük ölçüde, 1982 anayasası döneminde ilk cumhurbaşkanlığı görevini yürüten (1982-1989) eski genel kurmay başkanı Kenan Evren’in düşük profilli tutumu olabilir.

Cumhurbaşkanının dış politikanın oluşturulması sürecinde etkin bir rol oynama kapasitesi, Turgut Özal’ın (1989-1993) ve Süleyman Demirel’in (1993-2000) cumhurbaşkanlıkları döneminde belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Partilerinin parlamentodaki oy gücü sayesinde başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına çıkan politikacılar olarak Özal ve Demirel, 1961 anayasası döneminde büyük ölçüde simgesel bir makam olarak görülen ve emekli askerler tarafından “partilerüstü” olarak yürütülen cumhurbaşkanlığı görevinin yürütülme biçimini değiştirmişlerdir. Özal cumhurbaşkanı olarak dış politikanın başı olduğunu iddia etmekten çekinmemiştir. Ordunun ve savaş karşıtı kamuoyunun direncini büyük ölçüde kırarak, ABD liderliğinde Saddam Hüseyin’e karşı yürütülen Körfez Savaşı’na Türkiye’nin destek vermesini sağlamıştır.

Cumhurbaşkanı olarak Demirel daha geleneksel bir yaklaşım benimsedi. Özal’ın aksine, cesur dış politika atılımlarında bulunmadı. Yine de çoğu kez, dış politikanın oluşturulmasında önemli bir odak noktasıydı. Zamanla, Demirel, Türkiye’nin Karadeniz’deki komşuları Bulgaristan ve Romanya’nın yanı sıra, Kafkas ve Orta Asya devletleriyle ilişkilerin yürütülmesinde baş rolü üstlenerek daha belirgin roller benimsedi. Türkiye’nin Hazar Denizi enerji boru hatlarına ilişkin politikalarına bürokratik uyum getirmeye özen gösterdi.

Parlamento’nun dış politikada rol oynaması nadiren rastlanılan bir
durumdur. Hala emekleme dönemindeki meclis dışişleri  komisyonunun, günlük politika üzerinde anlamlı bir etkisi olmamaktadır. Savaş ilanı, silahlı kuvvetlerin yurtdışına gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’deki
üsleri kullanmasına izin verilmesi anayasal olarak meclisin onayına tabidir. Fakat, parlamentoya tanınan bu ayrıcalık sadece kaçınılmaz sonuçlara gebe istisnai ve önemli durumlarda uygulanmaktadır. Ayrıca, bu tür acil durumlarda, parlamento, hükümetin liderliğinde hareket etmektedir. Nitekim Ocak 1991’de, Parlamento, hükümete, Irak’a karşı yürütülen savaşta ABD savaş uçaklarının Türk topraklarını kullanmasına izin verme yetkisi tanıyan “savaş yetkileri kanunu” kabul etmiştir.

Parlamento Körfez Savaşı’nın bitiminden bu yana Kuzey Irak’ta oluşturulan “uçuşa kapalı” bölgenin savunulması için Türkiye’de üslenen Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması konusunda görünüşte merkezi bir rol oynamıştır (Çekiç Güç 1997’de Kuzeyden Keşif Harekatı adını almıştır). Bu konu yıllardır sıcak tartışmalara yol açsa da, parlamento, görev süresini altı ayda bir uzatmaktadır.

Parlamontonun bu tutumu, devlet yetkililerinin tavsiyelerine uymak biçiminde açıklanmaktadır. Her parti iktidardayken, Çekiç Güç/Kuzeyden Keşif Harekatı’nın görev süresinin uzatılması yönünde oy kullanmasına karşın, muhalefetteyken olumsuz oy vermektedir.

Resmi olarak kimi sorumluluklar tanınmakla birlikte parlamento, Kuzey Irak’ta yürütülen sınır ötesi operasyonların kararları da dahil olmak üzere PKK’ya karşı girişilen mücadelenin nasıl yürütüleceğinin belirlenmesinde hiçbir biçimde taraf olmamıştır. Suriye, PKK’ya verdiği destekten ötürü 1998 sonbaharında, askeri eylemle tehdit edilirken de parlamento kenara itilmişti.

Eğer Türk yetkililer kuvvet kullanmaya karar verselerdi bu karar muhtemelen, ordu tarafından yürütülecekti. Ordunun, savaş ilanına karar verilmesi yönünde talepte bulunma veya parlamentoya danışma olasılığı çok zayıftır.

Türk dış politikası büyük ölçüde gizlilik içinde oluşturulur. Yirminci
yüzyılın son yirmi yılında daha güçlü bir cumhurbaşkanı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun ortaya çıkmasının, Türkiye’nin “çok-kutuplu” karar alma sistemindeki kutupların sayısını arttırdığı söylenebilir. Fakat hala, dışişleri bakanlığı ile birlikte, cumhurbaşkanı, başbakan ve ordunun birincil referans noktaları olarak önemli oyuncular olduğu görülmektedir. Bir kriz esnasında hangisinin liderliği üstleneceği, kişiliğe, siyasi koşullara ve mevcut sorunun niteliğine bağlıdır.

Kamuoyu Halkın dış politikayla ilgili tutumuna yönelik çok az bilgi bulunmaktadır. Araştırmalardan elde edilen mevcut veriler, Türklerin genelde dış politikanın oluşturulmasıyla ve uluslararası ilişkilerle pek ilgilenmediklerini ortaya koymaktadır. İstanbul’da faaliyet gösteren Strateji/MORI şirketinin 1997’nin ortalarında yürüttüğü bir araştırmaya göre Türklerin % 57’si dış politikayla “ilgilinmediğini” sadece % 23’ü “ilgilendiğini” belirtmiş.( Üniversite mezunları arasında bu oran tersine dönüyor: “ilgilenenler” % 62, “ilgilenmeyenler” % 16) Fakat, Dış politikaya yönelik genel ilgi hususundaki bu sonuçlar Kıbrıs ve Yunanistan gibi ulusal gururla ilgili dış politika konularında gerçeği yansıtmayabilir. Kıbıs’taki Türklerin lideri Rauf Denktaş’ın Türkiye’deki popülaritesi, Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki diplomatik hareket yeteneğini uzun zamandır kısıtlamaktadır. Cami kapatma ve zorla Slav isimleri benimsetmeyi de içeren bir “Bulgarlaştırma” kampanyasına tabi tutulan Bulgaristanlı Türklerle ilgili olarak hükümetin 1984’ün sonunda verdiği kararda kamuoyu duyarlılığı önemli bir etken olmuştu. Ankara’daki ihtiyatlı Soğuk Savaş dönemi hükümetinin ilk tepkisi, Bulgaristan’da uygulanan politikalar Türk soydaşların geleceğini yakından etkilese de komşu bir ülkenin içişlerine müdahale etmemek için, olaylara karışmaktan kaçınmak oldu. Medyanın sürüklediği kamuoyunun etkisiyle başlangıçtaki Türk politikası değişti. Muhtemelen başlangıçtaki sessiz tutumundan utanan Ankara, uluslararası kamuoyunun dikkatini Bulgaristan’daki Türklerin durumuna çekmek için bir kampanya başlatarak, tutum değiştirdi.

Kamuoyu duyarlılığı, Ocak 1996’da Yunanistan’la Ege’deki küçük bir adacık olan Kardak (Imia) yüzünden yaşanan gerginlikte de belirleyici etken oldu. Bir Türk balıkçı gemisinin egemenliği tartışmalı bir adacık olan Kardak’ta karaya oturması krizi tırmandırmış ve bu durum tam bir ay boyunca sessizce ele alınmıştır. Aslında olay, medyaya sızana kadar “kriz” niteliği taşımıyordu. Kriz büyürken, adaya doğru ilerleyen Türk savaş gemilerinin görüntüleri canlı olarak veriliyordu. Kardak krizi, medyanın kamuoyunu harekete geçirme ve önemli dış politika sorunlarında Türk Hükümetlerinin tutumlarını etkileme konusunda artan önemini vurgulamıştır –muhtemelen sofistike televizyon teknolojisi çağında önem kazanan bir trend.

Yine de, Türk dış politikası elitlerinin kamuoyunu yönetme gücü
mükemmeldir. Kamuoyunun Çekiç Güç’e yönelik muhalefetine rağmen, Türk hükümetleri herhangi bir siyasi bedel ödemeksizin görev süresini uzatabilmişlerdir. Aynı şekilde, PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasından sonra, Yunanistan’ın Öcalan’ı Nairobi (Kenya) büyükelçiliğinde sakladığının açıklanmasına karşın, Türk hükümeti kamuoyundaki Yunanistan karşıtı duyguları, körükleme değil, bastırma yolunu seçti. Bu tutum tansiyonun düşmesine ve yakınlaşma sürecinin başlamasına yol açtı.

Bu kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk dış politikasının değişen dinamiklerini gözden geçirmeyi ve analiz etmeyi amaçlamaktadır. Andrew Mango, dış politikanın Atatürkçü kökenlerini ve Cumhuriyet kurulduğundan bu yana etnisitenin rolünü incelediği makalesinde tarihsel bir çerçeve çizmektedir.

Willim Hale’nin bölümü ise, Türkiye’nin 1990’lardaki uluslararası ekonomik ilişkilerinin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerindeki yeni trendler Duygu Bazoğlu Sezer (Rusya), Gareth Winrow (Orta Asya), Şule Kut (Balkanlar), Tüzün Bahçeli (Yunanistan), Clement C. Dodd (Kıbrıs), Kemal Kirişçi (Arap dünyası ve İran) ve Meliha Benli Altunışık (israil) tarafından analiz edilmektedir. Kitabın son üç bölümü Ankara’nın en tepedeki dış politika önceliği olmaya devam eden Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini incelemektedir: George Harris Türkiye-ABD ilişkilerini, Ian Lesser Batının Güvenlik konularında Türkiye’nin rolüyle ilgili yaklaşımları ve Atilla Eralp Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin evrimini ele almaktadır. Yazarların, Türk dış politikasında seminerlerin düzenlendiği 1997-98 yıllarından bu yana meydana gelen  gelişmelerin yanı sıra seminerlerdeki önerileri ve görüş teatilerini de dikkate almak için makalelerini büyük ölçüde gözden geçirdikleri göz önünde bulundurulmalıdır.

Kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrasında cesur, çok yönlü ve daha az tahmin edilebilir-çünkü komşuları zayıflarken Türkiye daha müreffeh ve askeri açıdan daha tehlikeli bir güç haline gelmektedir- nitelikte bir Türk dış politikası tasvir etmektedir. Editörlerin umudu, müteakip sayfalarda ortaya konan görüşlerin bu dinamiklerin anlaşılmasına yardımcı olmasıdır.

Alan Makovsky ve Sabri Sayarı
Washington, D.C.
Haziran 2000

Türk Dış Politikasının Atatürkçü Kökenlerinin ve İç İlişkilerin Yansımaları

Türkiye’nin dünyadaki konumu yeniden değerlendiriliyor. Eski kesin
yargılar sorgulanırken, sapkınlığı veya saçmalığı sonradan ortaya çıkacak olan fikirler ifade edilmekte. Financial Times tarafından yayımlanan Türkiye üzerine 1997 tarihli bir araştırmada, Ankara’daki Avrupalı bir diplomatın “Avrupa Birliği’ne bir İslam devleti kabul edebiliriz, ama Kemalist bir devlet kabul edemeyiz” dediği belirtilmektedir. Gazetenin Ankara muhabiri, “Kemalizm, modern bir devlet olma yolunda, geri kalmış köylü bir ulus yarattı. Fakat, Türkiye geliştikçe, Atatürk’ün mirasının sınırlılıkları daha belirgin olmaya başladı” diyor. Yine aynı makalede muhabir, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright’ın “Günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde vücut bulan laiklik, Atatürk’ün mirasının temelidir” dediğini belirtmektedir.

Türkiye’nin dünyadaki konumunu yeniden değerlendirme ihtiyacı ve bu yeniden değerlendirmenin doğurduğu karışıklığın nedeni Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu kriz ortamıdır. Bu, sadece bir hükümet krizi değil aynı zamanda bir yönetebilme sorunu anlamına gelen siyasi bir krizdir. Türkiye’de II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan siyasi sistem, Türk toplumunun gelişmesi için geren kamu yönetimini sağlayamadı. Kararlar bu hatanın düzeltilmesine yönelik olarak alınmalıdır.

Kemalist İlkeler

Siyasi krizin, 1996 Temmuzunda İslamcı Refah Partisiyle (RP), merkez sağdan Doğru Yol Partisinin (DYP) koalisyon hükümeti olarak iktidara gelişine kadar dış politika üzerinde çok az etkisi oldu. Türk dış politikası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1923) ortalarında, Mustafa Kemal tarafından oluşturulmasından bu yana tutarlı bir biçimde yürütüldü. Türk dış politikası dünyada meydana gelen değişimlerin doğrultusunda gelişti fakat Atatürk tarafından belirlenen hedeften sapmadı: Tam bağımsızlığın ve ülkesel bütünlüğün korunması için dünyadaki güç dengesinden yararlanmak.3 1923 yılında Lozan Barış Konferansı kilitlendiğinde Mustafa Kemal’in gazetecilere verdiği uzun brifingde söylediği gibi, “dış politikanın temeli, güçlü bir iç politika, güçlü bir kamu yönetimi ve güçlü bir örgütlenmedir. İç ve dış politika daima birbiriyle bağlantılı olmalıdır.”4 Artık Türk dış politikasının geleneksel tutarlılığını tehdit eden iç politik düzenlemeler bulunmakta ve bu da yabancı gözlemcileri şaşırtmaktadır.

Fakat bu belirsizlik abartılmamalıdır. Temmuz 1996’da Parlamentonun İslamcı bir başbakana güvenoyu vermesi Türk siyasi tarihinde bir sapma teşkil edebilir ama beklentileri, geleneksel Kemalist dış politikayla hala aynı olan Türk toplumunun gelişiminde herhangi bir sapma bulunmamaktadır. Mustafa Kemal 1923’te en mantıklı politikanın “aynı kültüre ve ırka mensup insanların yaşadığı bu topraklarda kalmak, organik olarak gelişerek bir uygarlık kurmak” olduğunu belirtmiştir. Birkaç ay sonra, İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında askeri zaferlerin, iktisadi başarılarla taçlandırılmadıkça geçici olacaklarını ifade etmiştir. Türkiye’nin berbat ekonomisine dikkat çeken Atatürk, ülkenin coğrafi büyüklüğü ile üzerindeki yaşayan nüfus arasındaki orantısızlığı vurgulamıştır. Bu
durum, eğitimin teknik bilgi vermesini ve ekonomik gelişmeyi amaçlamasını her şeyden önemli kılmıştır. Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’yla Kurtuluş Savaşı’nda dört milyon insanını kaybettiği ve ekilebilir topraklarının sadece dörtte birinin ekildiği tahmin edilmektedir. Milliyetçiler, nüfus artışını ulusal önceliğe sahip bir konu olarak görmektedirler. Mustafa Kemal 1923’te, gerekirse, nüfus artışını (sekiz milyona ulaşacağını tahmin ediyor) sağlayacak önlemler alma konusunda tavsiyelerde bulunmak üzere yabancı uzmanların davet edileceğini söylemiştir. Şöyle devam ediyor Atatürk: Bizimle aynı ırk ve kültüre mensup olmakla birlikte kendilerini ulusal sınırların dışında bulmuş insanları da biraraya getirmeli bu ülkede onlara müreffeh bir yaşam sağlayarak nüfusumuzu arttırmalıyız. Eğer onları Rusya’dan getirmek mümkün olursa, bunu yapacağız. Fakat, kanaatimce, Makedonya ve Batı Trakya’daki bütün Türkler buraya getirilmeli ve Avrupa’ya dönüş için araştırmalara başlama düşüncesi bir kenara bırakılmalıdır. Atatürk, Sovyetler Birliğindeki Türki halkları ve Balkanlardaki Türkleri (ve diğer Müslümanları) öncelikli göçmen kaynağı olarak görmekteydi. Kurtuluş Savaşı, 30 Ekim 1918’de İtilaf Devletleri’yle Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı denetiminde bulunan tüm toprakları Türk hakimiyetine sokmak amacıyla verildi. Aralık 1921’te, savaş daha devam ederken, Mustafa Kemal gerçekçi bir dış politika benimseyerek hem pan-İslamizmi (tüm Müslümanların birliği) hem de pan-Türkizmi (bütün Türk kökenli halkların birliği) bir kenara bıraktı. Türk Ulusunu darağacının kenarına getiren eylemlerin kökeninde hayalperestlik ve duygusallığın yattığını belirten Atatürk, Türklerin asla pan-İslamist ya da pan-Türkist ideolojiler gütmediklerini, ama böyle yapma tehdidinde bulunulmasının bile düşmanların sayısını ve baskısını arttırdığını ifade etmiştir.

Meşru ve doğal sınırlarımıza dönelim. Sınırlılıklarımızın farkına varalım. Bir ulus olarak bağımsız bir yaşam istiyoruz. Tek başına bu amaç için dahi kendimizi feda etmeye hazırız.

Dış Politika ve Kürt Sorunu

Fakat yayılmacılığı ve irredantizmi bırakmak, iç ve dış politikadan etnik faktörü soyutlayamadı. Şubat 1923’te, cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce, İzmir halkına yaptığı altı saatlik konuşmada Mustafa Kemal şöyle diyor: Türkiye devletini kuran tek bir temel etnik unsur var. Fakat, bu temel unsurun amaçlarına ve inançlarına kendi amaç ve inançlarını katan başka unsurlar da var. Bunlardan bazıları, örneğin yahudi yurttaşlarımız gibi, değişik dinlere sahip. 1923’te Mustafa Kemal ve arkadaşları, daima Türklerin ve Kürtlerin bölünmez bir bütün olduğunu savunsalar da Kürtlerden bahsetmekten çekinmiyorlardı. Atatürk 1923’te gazetecilere, Kürtlerin tüm ülkeye yayıldığını, yoğun olarak bulundukları bölgelerin sınırlı olduğunu ve Kürt milliyetçiliğini tatmin edecek bir sınır çizilmesinin Türkiye’yi ve Türkleri yok edeceğini söyler. “Türkiye halkı” terimi Kürtleri de içermektedir. 1920 anayasasına göre(benim bildiğim kadarıyla 1920’de bir anayasa yok, 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye kanunu var ve bu cumhuriyetin ilk anayasası ama makalede 1920 denmiş Ç.N)

Kürtler, sadece çoğunlukta olduğu bölgelerde özerklik sahibi olacaktır. Bu pasaj, 1924’te kabul edilen yeni anayasada bölgesel özerkliğe yapılan atıf yer almadığı için konuşmanın daha sonra yayımlanan metninden çıkarıldı. Mustafa Kemal’in, 1923’te, “temel” Türk toplumuna katılan diğer etnik gruplarla ilgili olarak söyledikleri, günümüzde, ülkelerini “etnik mozaik” olarak tarif eden liberaller tarafından yansıtılmaktadır. Fakat mozaikteki tüm unsurlar eşit öneme sahip olmadıkları gibi tehdit algılaması bakımından da eşit değillerdir. Kurtuluş Savaşı sırasında, sadece iki etnik grup –Kürtler ve Çerkesler- Türk milliyetçileri için soruna yol açtılar. Her ikisi de kendi aralarında bölündü. Çerkesler arasındaki Türk milliyetçiliği muhalifleri, Türk milliyetçiliğinin destekleyicileri tarafından yenilgiye uğratıldı. Yunan işgali altındaki İzmir’de toplanan Çerkes ulusal kongresi, kayda değer bir etki yapamadı.13 Türk milliyetçileri, Kürtler arasındaki muhaliflerini de Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (parlamento) temsil olunan Kürt müttefiklerinin yardımıyla yenilgiye uğrattılar. Fakat Kürtlerin sayısı Çerkeslerden fazlaydı. Bunlar mülteci değil ülkenin yerlisiydi ve aşiret bölünmüşlüğü Anadolu’daki diğer etnik topluluklardan daha güçlüydü. Ülkenin yeni sınırlarına yakın bölgelerde yaşayan Kürtlerin devletle olan ilişkileri, sığınmacı olarak, yeni yaşamlarını Osmanlı Türk devletine borçlu olan Çerkeslerinkinden daha fazla sorun çıkarır nitelikteydi.

Kendilerine yabancı bir hami arama gelenekleri nedeniyle Kürtler,
Cumhuriyetin kurucuları tarafından önemli bir dış politika sorunu olarak görüldü. Kurtuluş Savaşı başladığında, Kazım Karabekir Paşa, Kürtlerle Ermeniler arasında bir ittifak kurulmasını önlemekte fazla zorluk yaşamadı çünkü Kürtler, toprak taleplerini Ermenilerin toprakları karşılığında gerçekleştireceklerdi. Fakat Mustafa Kemal ve yandaşları, güneydoğuda bazı Kürtlerin, İngilizlerin “bağımsız Kürdistan” tahriklerine kapılabileceğinden endişelenmekteydi. Türk milliyetçilerinin giriştiği askeri harekatla, İngiliz işgali altında bulunmayan topraklardaki sadakatsiz Kürtler etkisizleştirildi. Diğer yandan, İngiliz işgali altında bulunan Musul vilayetindeki Kürtler, milliyetçi Türkiye’yi tehdit etmeye devam etti. Mustafa Kemal’in 1923’te belirttiği gibi, Musul’un bizim için değeri büyük. Birincisi, her tarafı, sınırsız zenginlik kaynağı teşkil eden, petrol yataklarıyla dolu. İkincisi, eşit derecede önemli bir Kürtlük meselesi var. İngilizler burada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Eğer gerçekleştirirlerse, bu fikir sınırlarımız içinde yaşayan Kürtlere de yayılabilir. Bunu önlemek için, sınır daha güneye çekilmelidir.

Fakat, eğer Musul’u alamazsak savaşa devam edecek miyiz?… Savaşı sürdürerek Musul’u geri alamayız. Atatürk’ün İngiltere’yle savaş olasılığını reddetmesi, Musul’un 1926’da, İngiliz mandası altındaki Irak’a devredilmesine yol açtı. Türkiye, İngiltere ve Irak arasındaki ilgili antlaşmada, tarafların, sınırın diğer tarafındaki aşiret liderleriyle herhangi bir siyasi temas kurmaktan kaçınacakları ve sınır bölgelerindeki düşmanca hareketleri engelleyecekleri öngörülmekteydi. Yine de Türk başbakanı İsmet İnönü, “çok sayıda Kürt Irak’a katılmaya başlarsa, Türk hükümeti doğu illerinde kalıcı önlemler alacaktır ve bu önlemler, İngiliz makamları iyi komşuluk ilişkilerine uygun bir biçimde hareket etseler dahi kendiliğinden alınacaktır” diyerek İngiliz büyükelçisini uyardı.18 İnglizlerle
Bağdat’taki Kraliyet rejiminin işbilirliği, Irak’taki Kürt tehlikesini, Irak monarşisinin 1958’de çöküşüne kadar çevreledi.

Anlaşmadan sonra, Türkiye’den sürülen Kürt milliyetçileri Fransız mandası altındaki Lübnan’a geçtiler. Burada, Sovyet Ermenistan’ı ile İran sınırında bulunan Ağrı dağı yakınlarında bir Kürt isyanı planlamaya koyuldular19. Bu isyanın bastırılması, 1932’de Türk-İran sınırının değiştirilmesine yol açtı20. Türkiye ile İran arasında 1926 yılında imzalanan antlaşma zaten Kürt aşiretlerinin “cezai eylemleri”ne karşı işbirliğini öngörmekteydi.21 Türkiye,
Irak, İran ve Afganistan arasında oluşturulan 1937 tarihli Sadabad Paktı’nda da benzer bir hüküm bulunmaktaydı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye, Sovyetler Birliği’nin Kürt
Milliyetçiliğini istismar edeceğinden endişelendi. Kısa ömürlü Mahabad Kürt cumhuriyeti 1946’da Sovyet yardımıyla İran’da kuruldu. Aynı yıl, Iraklı Kürt lider Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’ne sığındı23. 1975’te Barzani’nin rakibi, Celal Talabani, o zamanlar Moskova’nın Ortadoğu’daki en yakın müttefiki Suriye’de Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni kurdu.241955 ve 1958 arasında, Türkiye, Sovyet entrikalarını, Bağdat Paktı aracılığıyla önlemeye çalıştı. Kürtler Bağdat Paktına da, Sadabat Paktında olduğu gibi muhalefet ettiler. Irak devriminin akabinde, Bağdat Paktı’nın dağılmasıyla, Türkiye, her iki ülkeye yönelmiş Kürt milliyetçiliği tehdidiyle uğraşma konusunda Irak rejimiyle mutabakat arayışına girişti ve bazen de başarılı oldu. Bu nedenle, Kürt milliyetçiliğinin yönelttiği tehdit daima Türk diplomatlarının hafızalarında varlığını muhafaza etmiştir. Üstte belirtilen önlemler, 1984’te başlayan PKK isyanına kadar, Kürt milliyetçiliğini Türk dış politikasının küçük bir sorunu olarak tutmaya yetti. 1978’de kurulan PKK, 1980 darbesinden sonra karargahını Suriye ve Lübnan’a taşıdı.27 Daha sonra Türk diplomatlarını hedef alan Ermeni terör örgütü ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) ile bir işbirliği anlaşması yaptı.28 Ankara’daki Marksist öğrenci çevresinde doğan ve Ortadoğu’nun zengin terörizm bataklığında gelişen PKK, önemli bir uluslararası terör örgütüne dönüştü ve Türkiye’nin rakiplerinin nazarında değer kazandı. Suriye tarafından doğrudan ve tahminen Suriye’nin müttefikleri İran ve Sovyetler Birliği tarafından dolaylı olarak desteklenen ve finanse edilen, ayrıca Batı Avrupa’daki Kürtler tarafından da (Türk yetkililere göre haraç toplama ve uyuşturucu kaçakçılığı ile) desteklenen PKK, Türk güvenlik kuvvetleri için önemli bir sorun oluşturdu. Türk diplomasisi PKK’nın yurtdışındaki faaliyetlerini engellemek için yorulmaksızın çalıştı. Aynı zamanda, güvenlik güçlerinin genel tutumu ve diğer Türk yetkililerin operasyonları Batılı demokratik ülkelerle ilişkilerde zorluklar yaşanmasına sebep oldu. Batılı liberal kamuoyunun sert eleştirileriyle karşılaşan Türk hükümetleri, dostluk göstergesi olarak, PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonlara destek talep etti. Diğer etkenlere ve Türkiye’nin yabancı ülkelerle olan ilişkilerinin belirlediği çıkarlara rağmen, -PKK’nın öncülük ettiği- Kürt sorunu, Türkiye’nin rakiplerinin elinde önemli ve rahatsızlık verici bir koza dönüştü.

Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasına karşın, Türk orduları güneydoğu Türkiye’de teyakkuz halinde kalmaya ve kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonlar düzenlemeye devam etmektedir. Sınır ötesi operasyonlar, Türk sınırının hemen güneyindeki bölgeyi kontrol altında tutan Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi’yle (KDP) uyum içersinde yürütülmektedir. Bu tür etkinlikler, Barzan aşiretinin güçlenmesine yol açabilir. Bu aşiret varlığını Türkiye’ye borçlu olsa da, bu varlık Kürtlerin kendi kendini yönetme fikrini canlı tutacaktır.

Uzun dönemde Türkiye’nin önünde, Kürt sorununun üstesinden gelebileceği sadece iki yol gözükmektedir. Birincisi Kürtlerin yaşadığı bütün devletlerle birlikte bir ortak eyleme girişmek. Bu politika, Batı etkisi Ortadoğu’da güçlü olduğu sürece işledi. Son yıllarda, Türk bakanları ve resmi erkan, Şam, Bağdat ve Tahran’a sayısız ziyarette bulundu. Türkiye, İran ve Suriye dışişleri bakanları düzenli aralıklarla biraraya geldiler. Fakat, Kürtleri kontrol almaya yönelik herhangi bir ortak politika ortaya çıkmadı. İslamcı başbakan Necmettin Erbakan tarafından da bir girişimde bulunulmuştu. Ağustos 1996’da, Başbakan olarak ziyaret gerçekleştireceği ilk ülke olarak İran’ı seçen Erbakan, iki generalin eşliğinde gerçekleştirdiği bu ziyarette, Türkiye ve İran’ın terörizme karşı işbirliği yapacağını açıkladı. Ziyaretten çok kısa bir süre önce, Türk askeri yetkilileri PKK’nın İran’daki kamplardan faydalanmaya devam ettiğine dikkat çekmiş, Mayıs 1997’de de devlet bakanı Abdullah Gül İran’ın PKK’ya yardım ettiğini açıklamıştı.30 Erbakan’ın Kürt sorununu, Müslümanların kardeşliği temelinde çözme ya da en azından sınırlandırma amacı kesin olarak başarısızlığa uğradı. Dört anahtar ülke arasında dini olmayan bir mutabakata ulaşılmasının başarı şansı ise çok zayıf görünmektedir.

İkinci bir yol, Kurtuluş Savaşı sırasında oluşturulan, Türkiye’nin
Türklerden ve Kürtlerden oluşan bir ülke olduğu şeklindeki formülasyona dönmek olabilir. Mustafa Kemal, kaçak Jön Türk Talat Paşa’ya Şubat 1920’de gönderdiği mektupta, hareketinin, “Türklerin ve Kürtlerin ulusal sınırlarıyla belirlenmiş Türkiye’nin parçalanmasını önlemeyi amaçladığı”nı söylemiştir. 31 Bu tanım, bir Türk ulusu yaratma çabası içinde kayboldu. Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasının akabinde, 8 Aralık 1925 tarihinde, Milli eğitim bakanlığı, Türk birliğini zedelediği gerekçesiyle, “Kürt”, “Laz”, “Kürdistan” ve “Lazistan” terimlerinin kullanılmasını yasaklayan bir genelge yayımladı. Bu yasak henüz son yıllarda gözardı edilir oldu.

“Kürt realitesi”ne alışma süreci –ilk kez zamanın başbakanı Süleyman Demirel tarafından, 1991’deki güneydoğu gezisi sırasında kullanılmıştı- yavaş olacaktır. Kürt sorununun çözümü, birincil amacı Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması olan Türk dış politikasının başat gündem maddesi olarak varlığını sürdürmektedir. Fakat, içteki baskılara yanıt vermek amacıyla, Türk diplomasisi bir başka işlev daha yerine getirmelidir yani güneydoğuda ekonomik gelişmenin sağlanması. Bu baskıların bir değerlendirmesini yapmak, Türk dış politikasının anlaşılması ve onu etkileyen faktörlerin uygun bir biçimde değerlendirilmesi için esastır.

Refah ve Etnik Politika

Mustafa Kemal’in 1923’te verdiği, ekonomik gelişmeyi ulusal gündemin tepesine yerleştirme kararı Türk halkının büyük çoğunluğu tarafından benimsendi. Türkiye ile zengin ülkeler arasındaki eşitsizlik kıskançlığa, komplo teorilerine ve azgelişmişlikle ilgili ideolojik gerekçelendirmelere yol açtı. Maddi ilerlemelerle birçok Türkün yaşamı değişse de, başarının ahlaki yönü hala güçlü bir duygu olmayı sürdürmektedir. Son yazılarından birinde, Türkiye’deki siyasi oyunun yapaylığına değinen Doğan Heper, Türkiye’nin gerçek gündemini “büyümek, zenginleşmek ve bölgesel bir güç olmak”33 şeklinde tarif etmişti. Türkiye, başarılı ve umut dolu insanların ülkesidir. Türkiye’nin işi iş yapmaktır.

Maddi ilerleme amacı gütmek, elbette, ideolojiyi ve Mustafa Kemal’in
işaret ettiği tehlikeli “hayalleri ve duyguları” ortadan kaldırmaz ama bunların frenlenmesinde rol oynayabilir. Eski Sovyetler birliği ve bir ölçüde Balkanlar’daki “soydaş”ların yeniden keşfedilmesi, hayalleri ve duyguları birbirine karıştırdı. Fakat maddi çıkarlar üstün geldi. Çok az Türk Sırplara karşı mücadele veren Bosnalı ya da Kosovalı Müslümanların veya Ermenilere karşı Azerilerin yanında savaşmaya gönüllü oldu. Bazıları eski komünist ülkelerdeki dini okullarda öğretmenlik yapmaya gitti ama güdüleyici unsur en azından aldıkları yüksek maaşlardı. Diğer taraftan, birçok Türk bu ülkelere ticaret yapmak ve çalışmak için gitti. Her şeyin ötesinde, eski komünist ülkeler, Türk girişimciler açısından yeni ve gelecek vaat eden bir alan olarak görülmektedir.

Türkiye’nin son yıllardaki vizyonu en geniş politikacısı merhum
Cumhurbaşkanı Özal son konuşmalarından birinde şöyle diyor:
Müslüman ve çoğunlukla Türki olan yeni devletlerle birlikte, gücümüzü daha etkili hale getirebiliriz. Eğer bu fırsattan iyi yararlanabilirsek, eğer akılcı, gerçekçi ve adil yollardan işbirliğini geliştirebilirsek hem kendimiz hem de kardeşlerimiz önemli bir dünya gruplaşmasının etkili üyeleri olarak ortaya çıkarız.

III. İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı aynı konuşmada Özal devam ediyor: “Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin başlıca amacı en gelişmiş on bilemedin on beş ülkeden biri olmaktır. Türkiye bu birinci sınıf ülkeler arasına katılmalıdır ve katılacak güce de sahiptir.”

Bu, Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” amacının bir başka biçimde ifade edilişidir. Özal, Müslüman ve Türki ülkelere vurgu yapmasına karşın, politikası pan-İslamizm ya da pan-Türkizmle aynı değildir. Anahtar kelimeler, “akılcı”, “gerçekçi” ve “işbirliği”dir. Bu bağlamda Erbakan, geleneksel Kemalist politikadan ayrılma tehdidinde bulundu. Erbakan’ın İran, Libya ve diğer Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği ziyaretler sırasında yaptığı açıklamalar; zengin G-8 ülkelerine karşıt ağırlık olarak, gelişmekte olan Müslüman ülkelerin geçici gruplaşması niteliğindeki “D-8”i savunması, “İslami otomobil” ve “İslami uçak”tan bahsetmesi popülist bir politikacının dudaklarından kolayca dökülen gerçekleştirilmesi olanaksız düşüncelerdi. Bu projeleri enine boyuna düşünmeden ortaya atması, bunları daha başlangıçta başarısız kıldı. İktidara gelmesinden on bir ay sonra, Türkiye’nin diğer Müslüman
ülkelerle ilişkileri eskisinden daha kötü bir hale geldi. Popülizm, politikadan asla uzaklaştırılamaz, fakat kendi kendine ilerleme, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasının esin kaynağı gerçekçiliğin yayılmasını sağlayacaktır.

Bağımsızlığına yeni kavuşan Türki devletlerin ortaya çıkışı Ankara’da
coşkuyla karşılandı. Ankara, sınırlı mali gücünü, bu yeni kardeş ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmek için kullandı. Ama, “hayaller ve duygular” denetim altına alındı. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal, akılcı ve gerçekçi bir biçimde, Azerbaycan’daki ilk ulusal komünist rejimle işbirliği yaptı. Halbuki ezeli rakibi Enver Paşa -Osmanlı devletini I. Dünya Savaşına sokmuştu- İslami anti-emperyalist yükselişin peşinde, Orta Asya’da öldü.
Kişinin öncelikle ailesine karşı görevi vardır ilkesi Türkiye’deki göçmen lobilerine de uygulanabilir. Birçok Türk’ün ataları Kafkas (Çerkes, Abhaz, Gürcü, Çeçen, Laz, Azeri, vs..), ya da Balkan (Türk, Pomak, Boşnak, Arnavut) kökenlidir. Bazılarının ataları da Kırım veya Rusya’dan gelmiştir. Çok az bir kısmı da daha uzak bölgelerden -Orta Asya ve Çin Türkistan’ından- gelen göçmenlerden türemiştir. Kısmen ABD örneğine öykünülerek, kısmen de 75 yıllık Türklüğün ortak yüzeyinin altına bakma yasağına gecikmiş bir tepki olarak, etnik kökenin araştırılması moda oldu. Etnik topluluklar ve özel radyo istasyonlarında etnik programlar var. Bu toplulukların sayısına ilişkin olarak büyük rakamlar telaffuz edilmekle birlikte -milyonlarca Boşnak ve Çerkes olduğu düşünülüyor kuşaklar boyu yaşanılan asimilasyon ve toplumlararası evlenmelerden dolayı,
ortada güvenilir bir istatistiki bilgi bulunmamaktadır. Boşnaklar, Balkanların başka bir yerinde Slavca konuşan atalardan gelmiş olabilir. “Çerkes” terimi ise genellikle Abhaz, Dağıstan, Çeçen ve diğer Kafkas halklarını içerir.

Fakat nasıl nitelendirilirlerse nitelendirilsinler, bu göçmen toplulukların, bazen sembolik jestlerle ifade edilen, unutulmaya yüz tutmuş kimlikleri bulunmaktadır. 1930’lardan beri, göçmenlerin, Bulgar büyükelçiliklerinin ya da konsolosluklarının önüne, Bulgaristan’da Türklere yönelik kötü muameleyi protesto etmek için kara çelenk bıraktığı dönemler olmuştur. Boşnaklar, soydaşlarına destek olmak için gösteriler düzenlemişlerdir. Son zamanlarda, Şincan’dan (Xinjiang) gelen göçmenler Uygur Türklerine yapılan baskıya dikkat çekmek için Çin bayrağını yakmışlardı. Bir adım daha ileri giden Kafkas kökenli Türkler, “Avrasya olayı” diye bilinen olayda, Rus yolcularla dolu bir Kara Deniz feribotunu ele geçirmişlerdi. İstanbul’da göstericileri dağıtmak için çok sert davranan Türk polisini protesto etmek isteyen bir Çeçen de kendisini Boğaziçi Köprüsü’nün demirlerine zincirlemişti.

Çeçen ve Abhaz kökenli Türklerin durumu özeldir. Atalarının
topraklarındaki soydaşlarının sayısı çok azdır. Abhaz Türkleri, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, soydaşlarına maddi yardımda bulundular ve asıl vatanlarını ziyaret ettiler, fakat çok azı kesin olarak geri döndü. Çeçenya olayında ise trafik tersine işlemektedir. Savaş nedeniyle ailelerinin güvende olmasını isteyen Çeçenler geçici olarak onları Türkiye’ye göndermektedir. Her iki durumda da Türk vatandaşları, Türkiye’deki statülerini ve geleceklerini tehlikeye atmamaya özen göstermişlerdir.

Daha da olumlusu, Sovyet sınırları açıldığı zaman, son göçmenler ve
bunların çocukları, asıl ülkeleriyle ticarete koyuldular. Arnavut kökenli Türkler, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’daki soydaşlarıyla “bavul ticareti” yapmaya başladılar. Azeri kökenliler de Bakü’yle benzer bir ilişki içindeydi.

Kazaklar, asıl vatanlarından deri ithal etmektedir. Tatarlar ise, ki bazılarının biraz Rusça’sı vardır, Rusya’daki Türk girişimlerine el atmış durumdalar. Fakat, diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’deki göçmenler de içinde bulundukları geçici statünün etkisiyle kendilerini yeni vatanlarıyla ilişkilendirmeye çalışırlar. Başlıca amaçları, tutunmak, kabul görmek ve yeni çevrelerinde zenginleşmektir. Çoğunlukla, daha Türkiye’ye gelir gelmez, eski vatanların izlerinden silkinmeye çalışırlar. Bu nedenle, etnik kültürel derneklere ve lobicilik faaliyetlerine katılım, Türk dış politikasındaki
ağırlığı pek fazla olmayan küçük gruplarla sınırlı kalmaktadır. Türkiye’deki Çerkesler ve Abhazlar, dergileri Kafkasya Gerçeği’nde, Gürcistan’a karşı daha sert bir politika izlenmesi çağrısında bulunmuşlardı. Fakat Türk diplomasisi, Azeri petrollerinin taşınmasında önemli bir ülke olan Gürcistan’a bu özelliğinden dolayı daha da önem vermeye başladı.

Yine de Türk diplomatları, Bosnalı Müslümanlara, Azerilere, daha ihtiyatlı bir biçimde Rusya Federasyonundaki Çeçenlere, Ukrayna’daki tatarlara ve Romanya’daki Gagavuzlara daha iyi davranılması için uğraş verirken, içteki etniklobilerin siyasi nüfuzuna başvurmaktadır. Türk diplomatları, bu gruplara yönelik kötü muamelelerin Türkiye’deki Batı karşıtı duyguları körükleyeceğinin farkındadır bu durum geleneksel olarak pragmatik Kemalist dış politikanın uygulanmasını engellemektedir. Elbette, Türk diplomatları bu tür kötü muameleleri, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine yönelik suçlamaların yönünü değiştirmek için de kullanabilirler.

Türk diplomasisi ve önde gelen Türk politikacıları, Türkiye’nin en
dinamik kesimince de tercih edildiği gibi, Kemalist ilkeleri değişen koşullara uyarlamayı sürdürmektedirler. İslamcı Refah Partisi’nin dış politikaya, ideolojik kriterleri uygulama çabalarının başarısızlığı ve Türk halkının bunlara itibar etmediği ortaya çıktı. Fakat, Kemalist dış politikanın avantajlarının algılanması içteki kötü yönetimle değişikliğe uğratılabilir. Türk dış politikasına ilişkin herhangi bir değerlendirme, Türklerin –tüm etnik topluluklar ve muhtemelen çoğu Kürt de dahil olmak üzere- kendi vatanlarında ve dışarıda çalışarak refah toplumu olmak istedikleri ve buna da izin verilmesi gerektiği önermesinden başlamalıdır.

Bu noktada bir uyarıda bulunulmalı. Eğer Türkiye, iç politikadaki
amaçlarını gerçeleştirir ve güçlü bir bölgesel devlet olursa, yayılmacı politika gütme ihtimali çok zayıftır ama yine de daha iddialı olacağı kesindir. Batı, vatandaşlarının çıkarlarına karşı duyarlı güçlü bir Türkiye’den değil istikrarsız ve “hayaller ve duygular”la kötü bir biçimde yönetilen Türkiye’den korkmalıdır. Atatürk’ün yetmiş yıl önce iç ve dış politika arasında kurduğu bağlantı bugün de geçerlidir.

William Hale

Türk Dış Politikasındaki Ekonomik Sorunlar

Türk dış politikası ile Türkiye’nin ekonomik çıkarları ve sorunları arasındaki
gelecekteki muhtemel ilişkileri incelemeye girişmeden önce Türk ekonomisindeki mevcut durum ve trendler özetlenmelidir. Bu iş, muhtemelen şaşırtıcı olacak çünkü Türkiye temel ekonomik kuralların hiçbirine uymayan bir ülke niteliğinde.

Buna rağmen, Türkiye, genelde yüksek bir büyüme oranı ile sağlıklı bir dış ödemeler dengesi sağlamaktadır. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’daki artış oranı, yılda yaklaşık yüzde 1,75’lik nüfus artış oranına karşın, 1995’te %8, 1996’da % 7,1 ve 1997’de % 8,3 olarak gerçekleşmiştir.1 Dünyanın her yerindeki demokratik rejimler gibi, Türk hükümetleri de bir yandan yeniden seçilebilmelerini sağlayacak icraatlar gerçekleştirirken diğer yandan da makul ölçüde ekonomik istikrar ve dış güven tesis etmelidir. Çarpıcı bir biçimde, ardarda gelen yönetimler birincisine yoğunlaşmak için ikincisini ihmal etmişler ve başarısızlıkları da beklendiğinden daha az yıkıcı olmuştur. Türk ekonomisinin yumuşak karnı, devasa kamu açıklarıdır ve hükümetler bu açıkları sadece para basarak ve çok yüksek oranlı faizlerle borçlanarak kapatmışlardır. Tüketici fiyatları endeksi 1994’teki % 105,2 hariç 1993’ten 1997’ye kadar yıllık ortalama % 85,3 oranında artmıştır. Mesut Yılmaz liderliğindeki kolisyon, 1998’e kadar, devlet gelirlerini arttırmak ve fiyat sarmalını düşürmek için hiçbir şey yapmadı. GSMH’deki artış oranı 1998’de – % 3,8 olarak gerçekleşti ama Şubat 1999’un sonrasında tüketici fiyatları endeksi oniki aylık bir yükselişten sonra % 63,9’a düştü. Toptan eşya fiyatları endeksindeki artış ise % 48 olarak gerçekleşti. Bu hükümet için bir başarı olarak sayılabilirdi fakat, uluslararası standartlara göre bu oranlar hala yüksektir.

Ekonominin ciddi olarak daraldığı ve ödemeler dengesi bilançosunun cari işlemler hesabının 2,63 milyar $ fazla verdiği 1994 yılı hariç, ortalama cari işlemler açığı, resmi kayıtlara göre, 1993’ten 1997’ye kadar yıllık ortalama 2,1 milyar $ civarında gerçekleşmiştir. 1998 yılında, ekonominin daralmasının da etkisiyle, cari işlemler hesabı yine 2,7 milyar $ fazla vermiştir. Bu açıklar göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin dış borçlarında bir yükselme, döviz rezervlerinde düşme ya da yabancı yatırımları çekme şeklinde bir etki yaşanmış olmalı. Eylül 1998’e kadar dış borçlar ikiye katlanarak 56,5 milyar $’dan 100,9 milyar dolara çıkmıştır. Borçlanmanın çoğu, dış açıktan ziyade iç mali açığı karşılamak üzere yapılmıştır. Yabancı finans kurumları, borç vermeye devam ederek ülkeye olan güvenlerini göstermişlerdir. Yine de alınan dış yardım az, doğrudan yabancı yatırımlar da düşük kalmıştır. Fakat Merkez Bankasındaki döviz rezervleri (altın ve özel bankaların yatırdığı karşılıklar hariç) 1992’de düşülen 6,2 milyar $ seviyelerinden 1998’in sonunda 20,8 milyar $’a çıkmıştır.

Bu miktar, 1998’in beş aylık ithalat rakamlarına eşittir. Türkiye’nin ekonomik krizlerin üstesinden gelme yeteneğini açıklayan iki temel neden bulunmaktadır. Birincisi, büyük ölçüde, tüketiciler ve işadamları günlük kararlarını verirken “maliyet” enflasyonuna ilişkin bilgi sahibidirler. Sanayi işçileri, memurlar ve çiftçiler, maaşlarının ve tarım ürünü fiyatlarının tüketici fiyatlarındaki artışları telafi edecek kadar artmasını isterler. İşadamları ise gelecekteki fiyatları ve maliyetleri dolar olarak hesaplarlar sonra da ödeme tarihindeki cari döviz kuruna çevirirler. Diğer neden de, Türkiye’de resmi istatistiklerde gösterilemeyen ama birçok krizin üstesinden gelinmesini de mümkün kılan devasa bir kara ekonominin –“gri” ya da “gölge” ekonomi de denmektedir”- varlığıdır. Gölge ekonominin nedeni büyük ölçüde vergiden kurtulma isteği ve hükümetlerin bu sorunu çözmedeki yetersizlikleridir.

1997’nin başlarında, Hazine Müsteşarlığından üst düzey bir yetkili, kayıtdışı – veya vergilendirilmemiş- ekonominin, “resmi” ya da kayıtlı ekonominin % 40’ını oluşturduğu tahmininde bulunmuştu. Bazıları da bu oranın % 50 hatta % 70 olduğunu düşünmektedir.

Türk Ekonomisi ve Dış Çevresi

Son makroekonomik trendler değerlendirilirken resmi verilerin güvenilmezliği ve sonuç olarak bu verileri analiz ederken karşılaşılan güçlükler vurgulanmalıdır. Bunlara en güzel örnek büyüme ve dış ticaretin seyriyle ilgili rakamlardır.

Hem mutlak hem de GSMH’nin bir oranı olarak 1980’den beri dış ticarette meydana gelen büyümeyi göstermektedir. 1980 itibariyle, Türkiye hala büyük ölçüde kapalı ve otarşik bir ekonomiye sahiptir. Bu politikalar “Özal dönemi”nde kısmen değişti. Bu dönemde, döviz ve ticaret rejimleri liberalleştirilerek ekonomi üzerindeki devlet denetimi hafifletildi. Liberalizasyon 1990’larda da devam etti ve 1996’da Türkiye ile AB arasında gümrük birliğine geçilmesiyle zirveye ulaştı. Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü ve 1989 ve 1991 yılları arasında SSCB’nin dağılması da bu liberalleşme sürecine tesadüfi bir katkıda bulundu. Zira, SSCB’nin dağılması ihracat için yeni pazarlar ortaya çıkardı.

1997’ye kadar, Türkiye’nin eski Sovyetler Birliği ülkelerine yaptığı ihracatın çoğu o zamanlar kayıt dışı “bavul ticareti” adı altında hesaplanmaktaydı. Bu akım, 1997’den sonra Rusya’daki ekonomik kriz nedeniyle düşmesine karşın, hala Türkiye’nin toplam ticaret dengesinde önemli bir etkiye sahiptir.

Sonuç olarak, hizmet giriş ve çıkışlarını yansıtmayan Tablo 1’de de
gösterildiği gibi ithalat ve ihracat rakamlarında çarpıcı bir yükseliş meydana geldi. (Büyük miktarda hizmet girişleri ulaşım ve dış ülkelerdeki müteahhitlik sözleşmelerinin yanı sıra turizm gelirlerindeki müthiş artışa bağlanabilir.) Bavul ticaretine ilişkin resmi tahminler dahil edildiğinde, mal ihracat ve ithalatı 1998’de GSMH’nin % 37’sine tekabül etmektedir ki bu oran 1980’de GSMH’nin sadece % 15’iydi.

Dış ticaretin genişlemesi ticaret ilişkisi içinde bulunulan ülkelerin de
değişmesine yol açmıştır(Tablo 2). Bu ilişki ağı içersinde en çarpıcı özellik, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkelerinin özellikle de eski Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, şimdiki AB) ülkelerinin başat konumda bulunmasıdır. Turizm gelirleri toplama eklendiğinde, AB’nin dış ticaretteki payı daha da artacaktır. AET/AB’nin mal ticareti içindeki payı 1980’lerde de belirgin bir biçimde artmıştır. Aynı yıllarda, petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar nedeniyle Ortadoğu ülkelerinin dış ticaretteki paylarında meydana gelen düşüş de aynı derecede çarpıcıdır. 1973-74 yıllarında yaşanan petrol fiyatlarındaki patlamadan sonra, Türkiye’nin bölgeden yaptığı ithalatın değerinde de müthiş bir artış meydana geldi.5 1980’lere kadar Türkiye, ödemeler dengesindeki açığı, Ortadoğu’nun petrol üreten ülkelerine yaptığı gıda ve mamul madde ihracatını arttırarak kapatmaktaydı. Bu etki, 1979 İran Devrimi’nin sonrasında meydana
gelen petrol fiyatlarındaki artıştan sonra daha da güçlendi. 1980-88 yılları arasındaki İran-Irak savaşı sırasında, her iki ülke de transit geçiş yolu ve ithalat kaynağı olarak Türkiye’ye aşırı derecede bağımlıydı. Fakat, 1980’lerin sonlarına kadar, petrol fiyatlarının düşmesi ve Basra Körfezindeki eski ticaret yollarının tekrar faaliyete geçmesiyle bu trendler tersine döndü. Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin akabinde Irak’a uygulanan yaptırımlar, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yaptığı ihracatı daha da düşürdü. Türkiye’nin dış ticaret akışındaki en son ve belki de en problematik etken “doğu Avrupa”dır.1981 rakamlarının gösterdiği gibi, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ticaret, coğrafi yakınlıkları ve ekonomilerinin bir ölçüdeki tamamlayacılığı göz önünde bulundurulduğunda, olağanüstü düşük kalmıştır. 1990’a kadar, siyasi gerilimler azalıp da Başkan Mikhail Gorbaçov Sovyet ekonomisini yeniden yapılandırmaya girişince, iki ülke arasındaki ticaret hacmi, Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı çok belirgin bir biçimde etkilenmese de, artmaya başladı. 1990 ve 1996 yılları arasında, bu ticaret ivme kazandı. Fakat, asıl etkileyeci değişim, sık sık dikkat çeken ama bir türlü gerçek miktarı ölçülemeyen bavul ticaretindeki patlama aracılığıyla yaşandı. Merkez Bankası, 1996’da başlayan bavul ticaretinin toplam değerinin 3,4 milyar dolara ulaştığını, 1998’de 3,7 milyar dolara düşmeden önce de 1997’de 5,8 milyar dolara çıktığını tahmin etmektedir. Tablo 2’deki rakamların da gösterdiği gibi bu miktarların % 90’ı eski Sovyetler Birliği ülkelerine, % 10’u ise diğer Doğu Avrupa ülkelerine gerçekleştirilmiştir. Bavul ticaretinin % 75’inin Rusya Federasyonuna yapıldığı varsayılırsa, 1998’de yaklaşık 4,1 milyar $’lık Türk malı satın alan Rusya’nın, 5,4 milyar $’lık Almanya pazarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin en büyük
ihracat pazarı olarak Almanya’ya rakip olduğu ortaya çıkacaktır.

Dış ticaretin hacmi ve akışı dışında, Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinin dış politika üzerinde önemli etkisi olduğu düşünülen diğer unsurları, yabancı yatırımlar, dış borçlar ve enerji kaynaklarıdır. Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımlar 1980’li yıllarda önemli ölçüde artmış olmasına karşın, Türk ekonomisinin büyüklüğü ve dinamizmi göz önünde bulundurulduğunda bu miktar yine de düşük kalmıştır. Doğrudan yatırımlar 1980’de 35 milyon $ düzeyindeyken, 1997’de 1 milyar $’a çıkmıştır.7 Bu rakam yine de Türkiye’nin 1997 GSMH’sinin yalnızca % 0.5’ine tekabül etmektedir. Halbuki karşılaştırmalı rakamlara bakıldığında, örneğin İngiltere’nin 1995’teki yabancı doğrudan yatırımlarının GSMH’sinin % 2.9’u olarak gerçekleştiği görülür. Bu orana Türkiye’de ulaşılması durumunda yabancı sermaye akışı yıllık yaklaşık 5.8 milyar $ seviyesine çıkacaktır. Portföy yatırımları doğrudan sermaye yatırımlarına göre çok daha yüksek olmasına karşın, İMKB’deki dönemsel yükseliş ve düşüşler nedeniyle rakamlar çok istikrarsızdır. Ayrıca, her iki yatırım rakamları da hükümetin ve özel bankaların kısa dönem borçlanma gerekleri nedeniyle küçülmektedir. 1998’in ilk dokuz ayında kısa dönem borçlanmalardaki net artış yaklaşık 4.6 milyar $ düzeyinde gerçekleşmiştir.9 Özel yatırımların büyük çoğunluğu OECD ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 1997’nin Ocak ve Mayıs ayları arasında onaylanan toplam yabancı yatırımların % 90’ı -portföy yatırımları da dahil olmak üzere- bu ülkelerden gelmiştir (AB’nin % 70, ABD’nin %14 ve Japonya’nın % 1.5’lik payları dahil). Halbuki sermaye kaynağı olarak düşünülen Ortadoğu’nun toplam yatırımlar içindeki payı yalnızca % 4.5’tir.10 İşin ilginç yanı, Türk şirketleri ve işadamları dışarda önemli yatırımlar yaparak, Türkiye’yi hem sermaye ithal eden hem de ihraç eden bir ülke haline getirmişlerdir.

Türkiye’nin 1998’deki toplam faiz geliri, resmi verilere göre, 4.8 milyar $’lık sermaye çıkışı karşılığı 2.5 milyar $ düzeyinde gerçekleşmiştir.11  Türkiye’nin toplam dış borcu, tedricen artarak Eylül 1998’de 100.9 milyar $’a ulaşmıştır. Bu rakam o yılki GSMH’nin yaklaşık % 49’una eşittir. Fakat bu sürdürülebilir bir durum olup Türkiye 1970’lerin sonunda yaşanan krizden beri borçlarını ödemede zorluk yaşamamıştır. Eylül 1998 itibariyle toplam dış borç stokunun % 73.1’ini orta ve uzun vadeli borçlar oluşturmuştur. Bu borç toplamını kredi veren ülkeler arasında kesin bir biçimde paylaştırmak mümkün değilse de resmi rakamlar çok taraflı uluslararası kuruluşlarla (IMF, Dünya Bankası ve çeşitli AB organları) diğer resmi kuruluşların (hükümetler ve diğer resmi mali kuruluşlar) sağladıkları kredilerin toplam borç stoku içindeki payının % 16’ya tekabül ettiğini göstermektedir. Borç toplamının değişik para birimleri arasındaki dağılımı da güvenilir bir rehber olmayacaktır çünkü ABD dışında birçok kredi veren ülke de ABD Doları cinsinden borç vermektedir. Buna karşın toplam borcun % 33.2’si ABD Doları, % 35.4’ü Alman Markı, % 19.4’ü de Japon Yen’i cinsindendir12. Türkiye’nin dış borçlarının büyük çoğunluğunun Batılı ya da Japon mali kuruluşlarına olduğu gayet açıktır.

Sermaye girişinin çoğunluğunu ticari borçlanma oluşturmaktadır. Dış yardım miktarı ise çok cüzidir. Eylül 1998’deki borç stokunun yalnızca % 7.9’u Dünya Bankası, Uluslararası Kalkınma Birliği, Uluslararası Finans Kurumu ve AB organlarının sağladıkları kredilerden oluşmaktadır. Bu orana, İslam Kalkınma Bankası’nın % 0.23’lük payı da dahildir.13 Büyük bir kısmı ABD’den sağlanan dış yardım 1950’lerde Türk ekonomisini destekleyen önemli bir unsur olmasına karşın14 bu durum uzun bir süreden beri kesintiye uğramıştır. Bunun nedeni kısmen Türk ekonomisinin güçlenmesi kısmen de Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ABD ve diğer Batılı devletlerin askeri yardım konusundaki isteksizlikleridir. AB ve
Türkiye arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların çözüme kavuşturulmasıyla Türkiye bir kez daha aldığı dış yardım miktarını arttırabildi. Gümrük Birliği uyarınca, Türkiye’ye beş yıllık bir dönemi kapsayan 495 milyon $ tutarında bütçe yardımına ek olarak AB’nin gözden geçirilmiş Akdeniz Politikası çerçevesindeki fonlarından yararlanma sözü verildi. Türkiye’nin rekabet gücünü arttırmaya yönelik Avrupa Yatırım Bankası’ndan sağlanan yardımlarla birlikte AB’nin vaat ettiği toplam yardımın tutarı 2.3 milyar $ ile 2.4 milyar arasında değişmektedir.15 Bu yardımların gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin dış ödemeler dengesinde köklü değişiklikler meydana gelecektir. Bu fonların bir kısmı Yunanistan’ın vetosuyla engellenmektedir.16 Bu cephede ne olursa olsun AB artık
ayrıcalıklı kredi ve hibe kaynağı olarak ABD’ye yetişmiş gözükmektedir. Son olarak, Türkiye’nin enerji gereksinimleri de -özellikle doğal gaz ve elektrik- dış politika üzerinde önemli etkileri olabilecek sorunlar arasında sayılmalıdır. 1990 ve 1997 yılları arasında, Türkiye’nin toplam enerji talebi yılda ortalama % 10 civarında artmıştır. 1998 yılında Türkiye’nin toplam enerji tüketimi günlük 1.64 milyon varil petrol eşdeğerine ulaşmıştır. Bu miktarın % 62’si ithal edilmiştir. Türkiye güvenilir ham petrol kaynakları bulma gereksinimi içinde olsa da, dünya petrol piyasasının şimdiki ve yakın gelecekteki durumu göz önünde bulundurulduğunda bu gereksinimin ciddi siyasi sorunlar ortaya çıkarmayacağı söylenebilir.

Doğal gaz da değişik bir durum arz etmektedir. Doğal gaz  sıvılaştırılarak tankerlerle taşınabilmesine karşın boru hatları aracılığıyla doğrudan üreticiden alınması çok daha ekonomiktir. Bu durum, doğal gaz sağlayan ve boru hattının geçtiği ülkelere siyasi bağımlılık yaratır. Bu etkenin Türkiye açısından önemi, Türkiye’nin çok sınırlı gaz kaynaklarına sahip olmasından (mevcut tüketimin sadece % 3’ü) ve talebin hızla artmasından kaynaklanmaktadır. Şimdiye kadar, İstanbul, Bursa, İzmir ve Ankara gibi başlıca şehirler doğal gaz ağına bağlandılar. Başka birçok şehrin de bu illeri takip etmesi beklenmektedir. Doğal gaz ayrıca, enerji santralleriyle endüstride çevreyi kirletmediği için gitgide artan bir biçimde kullanılmaktadır. Doğal gaz tüketimi, 1988’deki 1.2 milyar metreküpten 1996’da 7.9 milyar metreküpe çıkmıştır. 1996’daki toplam tüketiminin % 71’i Bulgaristan’dan geçen bir boru hattıyla Rusya’dan ithal edilmiş, kalan miktar ise ya sıvılaştırılmış doğal gaz (SDG) olarak ithal edilmiş ya da içte üretilmiştir. 2010 yılına kadar tüketimin 53 milyar metreküpe kadar çıkması beklenmektedir. Planlanmış doğal gaz ithalat kaynakları Tablo 3’te gösterilmiştir. Zaman içersinde, Türkiye Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmayı ve yerine boru hattı aracılığıyla İran, Irak ve Türkmenistan’ı, SDG aracılığıyla da başka ülkeleri geçirmeyi planlamaktadır. Bu planlarda hedeflenen yıllık 81.9 milyar metreküplük toplam arz miktarı, beklenen talebin çok üzerinde olmakla birlikte, yetkililer planlarının gerçekleşmeme olasılığını göz önünde bulundurarak talebin mevcut tahminlerin çok üzerinde kalabileceğini de düşünmekteler.

1993’ten sonra, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı seçeneğinin ortaya
atılması yalnızca Türkiye’nin enerji talebini etkilemekle kalmadı aynı zamanda, üretim bölgeleri arasındaki transit geçiş yönü olarak uluslararası enerji çevrelerindeki potansiyel rolünü de etkiledi. Bu bakımdan, çok tartışılan bu konuda, fiziki olarak çok az şey yapılmıştır. Bakü-Ceyhan hattının yapımı projenin yüksek maliyeti ve daha ucuz seçeneklerin bulunması nedeniyle askıya alınmış durumdadır. Bu seçeneklerden biri de boru hattının İran üzerinden geçerek Basra Körfezine uzatılmasıdır. Bu proje, ABD’nin İran üzerindeki yaptırımları nedeniyle seçenekler arasından çıkartıldı.

Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı ile Hazar havzası ve Akdeniz
arasında bağlantı kurulmasına yönelik planlara ilişkin belirsizlik bulunmasına karşın, doğal gaz boru hatlarına yönelik projeler çok daha belirgin bir durum arz etmektedir. Türkiye’de gözardı edilemeyecek bir doğal gaz talebi bulunmasının yanı sıra, büyük miktarlardaki doğal gazın taşınmasındaki en ekonomik yol da boru hatlarıdır. Rusya ve İran’dan olmak üzere iki olası doğal gaz boru hattı bir sonraki bölümde ayrıca irdelenecektir. Orta Avrupa ülkelerine Türkmen doğal gazını taşıyacağı için, Türkmenistan’la Türkiye arasında bir boru hattı inşa edilmesini öngören üçüncü proje ise Bakü-Ceyhan projesine benzer ululararası etkilere sahip bulunmaktadır. 1999’un başlarında imzalanan anlaşmalar uyarınca, General Electric ve Bechtel firmalarını birleştiren ABD’li PSG konsorsiyumu, 2.5 milyar $’a tutarındaki, Hazar Denizi’nin altı ile
Azerbaycan ve Gürcistan’dan geçecek olan 2000 km’lik hattın inşasında, Türkiye’nin devlet boru hattı kuruluşu BOTAŞ’a katılacaktı. Nihai olarak 30 milyar metreküpe ulaşacak akımın 16 milyar metreküpü Türkiye’de kullanılacak kalan miktar ise orta Avrupa’ya verilecekti. Eğer bu proje ile Bakü-Ceyhan gerçekleşseydi, Türkiye petrol ve doğal gazın önemli bir transit geçiş güzergahı haline gelecekti.

Ekonomik Bağlantılar ve Dış Politika Üzerindeki Etkileri

Yukarıda anılan çözümlemeleri, makul ve güvenilir siyasi çözümlemelere dönüştürmek bir ölçüde zor olacaktır. Ayrıca, genel metodolojik sorunlara da dikkat çekmek gerekir. Bu sorunlar “bayrak mı ticareti yoksa ticaret mi bayrağı takip eder” sorusuyla özetlenebilir. Bu sorunu daha bilimsel bir çerçeveye oturtmak gerekirse, hükümetler iyi siyasi ilişkilere ve yakınlıklara sahip oldukları ülkelerle mi yakın ekonomik ilişki kurarlar (“siyasi çıkar” yaklaşımı) yoksa ekonomik bağlantılar ve bağımlılıklar siyasi ilişki sonucu mu oluşurlar (“ekonomik çıkar” yaklaşımı)? Politik ve ekonomik etkenler uyumlu mudur -yani, aynı siyasi sonuçlara mı yol açarlar- yoksa uyumsuz mudur?

Türkiye’nin yakın tarihi, özellikle Soğuk Savaş döneminde siyasi
nedenlerle SSCB ile çok sınırlı ekonomik ilişki içinde olan Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinde siyasi çıkar yaklaşımının ağır bastığını ortaya koymaktadır. Diğer yandan, Soğuk Savaşın sona ermesi ve 1990’ların başlarında başlayan ekonomik globalleşme ve liberalleşme, geleceğin dış ekonomik ilişkilerini, devlet politikalarından çok işadamlarının ve tüketicilerin bireysel kararlarına bağlı hale getirdi. Bu son gözlem aynı zamanda, günümüz uluslararası ortamında, uluslararası aktörler olarak egemen devletlerin özellikle ekonomik alanda, eskiden sahip oldukları tekel konumunu yitirdiklerine ilişkin bir uyarıyı da içermektedir. Çok taraflı ve uluslararası örgütler ve kuruluşlar, üye devletlerin gerek iç gerekse de dış ekonomik politikalarını yürütürken bağımsız ve otarşik karar alma güçlerini sınırlandırmaktadır. Çok uluslu şirketler, iş çevreleri hatta tek tek işadamları devlet politikalarına bakmaksızın kendi gündemlerini takip edebilmekte ve bu politikaların belirlenmesinde önemli etkileri olmaktadır.

Bu methodolojik sorunları dikkate alarak makalenin diğer bölümlerinde, Türkiye’nin üç önemli alandaki ekonomik çıkarları ve gelecekteki ilişkileri değerlendirilmeye çalışılacak. Bu alanlar: OECD ülkeleri, özellikle ABD ve AB ile Batılı finansal kuruluşlar; Rusya, Karadeniz devletleri ve Orta Asya cumhuriyetleri; Ortadoğu (İsrail dahil) ve diğer Müslüman ülkeler. OECD Ülkeleri, AB ve Batılı Mali Kuruluşlar Soğuk Savaş’ın sona ermesine ve Refah Partisi’nin -artık Fazilet Partisi yükselişiyle vurgulanan İslami değerlerin öne çıkmasına rağmen Türkiye’nin hala Batılı ülkelerle ve Japonya ve Güney Kore gibi doğu Asya ülkeleriyle iyi ilişkilerini korumakta önemli çıkarı bulunmaktadır. Türkiye’nin ticari ilişkilerinin üçte ikiye yakını bu ülkelerledir.19 Ayrıca, sermaye girişi ve
borçlarını ödemek veya döndürmek için bu ülkelere bir hayli bağımlıdır. İslamcı liderler bile bu durumu kabullenmek zorunda kalmışlardır. 1996-97 Erbakan Hükümeti’nin uygulamalarının da gösterdiği gibi, bu tür liderler kendilerini iç siyasi yelpazeden farklı kılmak için böyle demagojik söylemler içine girebilmekte ama ağır ve kabul edilemez ekonomik maliyetinden dolayı Türkiye’nin Batıyla bağlarını koparmayı göze alamamaktadırlar.

Türkiye’nin AB ile ilişkileri, en karmaşık ve ihtilaflı konulardan biridir. Yine genel kabul görmektedir ki AB ile ilişkilerin güdüsü ne tam üye olma hedefine ulaşmak ne de ekonomik çıkarlardır. Bu ilişkilerdeki başlıca motivasyon kaynağı, Batının refah seviyesine ya da mali yardım olanaklarına ulaşmaktan çok, Türkiye’yi Batılı demokratik uluslar topluluğunun saygın bir üyesi yapmaya yönelik “Kemalist hedef”tir.

Yine de ekonomik güdüler de, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma hedefini güçlendirmede önemli rol oynamaktadır. Gümrük birliği sayesinde Türkiye, sanayi ürünlerini gümrüksüz ve kotasız olarak AB pazarına sokma ve en azından ilke olarak ekonomik yardımdan yararlanma hakkı elde etmiştir. Tam üyelikle birlikte, tarım ürünlerinin ve işgücünün serbest dolaşımının yanı sıra AB’nin tarımsal destek fonlarından yararlanma hakkı elde edecektir. Ayrıca bu politikaları oluşturan organlara da katılabilecektir. AB açısından Türkiye’yi tam üyeliğe kabul etmenin mali külfeti, mevcut şartlarda ve işgücünün serbest dolaşımıyla ilgili olarak ortaya çıkacak sorunlar nedeniyle üyeliği kabul etmemeye yönelik en önemli gerekçeleri oluşturmaktadır. Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler ekonomik çıkardan çok siyasi çıkar yaklaşımıyla açıklansa da, her iki faktör de birbiriyle ilişkilidir ve birbirlerini karşılıklı olarak güçlendirmektedir.

Yunan ve Kıbrıs Rum sorununa da mutlaka dikkat gösterilmelidir çünkü bu konu, ekonomik etkenden çok siyasi etkenlerle ilgilidir. Eğer ekonomik mülahazalar dış politikada öncelikli belirleyiciler olsaydı, Türkiye 1974’te Kıbrıs’a müdahalede bulunmayacağı gibi iki ülke arasındaki uzlaşmazlıklar da çoktan çözüme kavuşmuş olurdu. Yunanistan’ın engellemelerinin ortadan kalkması, karşılıklı ticaretin gelişmesinin dışında, Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerinde siyasi ve ekonomik rahatlamaya yol açacaktır. Özellikle ihtilaflı Ege denizinde, turizmin her iki taraf için de taşıdığı büyük önem nedeniyle dostane ve istikrarlı ilişkilerin tesisi daha da önem kazanmaktadır.

Siyasi ve ekonomik güdüler arasındaki büyük uyum göz önünde
bulundurulduğunda, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin, büyük ölçüde AB Türkiye ilişkileriyle benzerlik taşıdığı görülür. Fakat, bazı farklı noktalar da bulunmaktadır. ABD yönetimlerinin çoğu, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’daki stratejik konumuna AB üyesi devletlerden çok daha fazla önem atfetmiştir. AB, Yunan hükümetleriyle uğraşmak zorunda kalsa da güçlü Türk karşıtı lobiler Washington’da, Brüksel’den daha fazla siyasi olarak etkilidirler. Yine, ABD hükümetleri, Türkiye’yi kendi ekonomik alanlarına kabul etme kararı verme durumuyla yüz yüze gelmemişlerdir. 1980’lerde, Başbakan Özal, ABD ile Türkiye arasında serbest ticaret anlaşması yapılması fikrini ortaya attı. Bu öneriden vazgeçilmiş gözükmekle birlikte, eğer Türkiye’ye, AB ile ilişkilerinde gümrük
birliğinden fazla seçenekler sunulmazsa (yani her iki taraf için de önemli karar alma mekanizmalarına katılım), öneri yeniden canlandırılabilir.

Türkiye’nin diğer OECD üyesi ticaret partnerleriyle ilişkileri –özellikle Japonya’yla- bu ülkelerin ihtilaflı bölgelere olan coğrafi uzaklığı nedeniyle, daha az sorun çıkarıcı niteliktedir. Kamuoyu yoklamalarının gösterdiği gibi, Türkler Japonlar hakkında çok olumlu düşünmekte ve Türkiye Japonya’yı doğrudan yatırım ve borç kaynağı olarak görmektedir. Japonya’nın, Türkiye’nin toplam ithalatındaki payı % 4.5 civarında olup toplam ihracatındaki payı ise yalnızca % 0.4’tür.

Japonya’nın diğer ülkelerle ticari ilişkilerinde olduğu gibi, dış
ticaret dengesindeki Japonya lehine fazla, iki ülke arasındaki tek ciddi sorundur. Batılı ve Japon mali kuruluş ve özel şirketleriyle ilişkiler, Türkiye’nin dış ekonomik ilişki ve bağımlılıklarının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Fakat bir yandan bu ilişkilerle çıkarlar, diğer yandan da dış politika arasında bir bağlantı kurmak kolay olmamaktadır. Uluslararası fon kuruluşları, ticari bankalar ve özel yatırımcılar, bir ülkenin ekonomi politikası ve genel ekonomik tutumundan, o ülkenin dış politikasından daha fazla etkilenmektedir. Diğer bir deyişle, eğer bir ülke istikrarlı ve sağlıklı bir iş ortamı oluşturmakta başarısız olmuşsa o ülkenin dış politikasının ne kadar batı yanlısı olduğu, uluslararası banka ve iş çevreleri açısından pek önem taşımamaktadır. Türk hükümetleri, bir ölçüde özel sektöre dinamizm ve esneklik kazandırsalar da ekonomik istikrar bakımından açıkça başarısız olmuşlardır. Türk pazarıyla ilgilenen bankerler ve işadamlarıyla Londra’da yapılan görüşmelerde, Türkiye’ye yatırım yapmak isteyenleri caydırabilecek etkenler arasında siyasi istikrarsızlık, yüksek oranlı enflasyon ve ekonomi politikalarındaki belirsizlik sayılmıştır. Yatırımcılar, İslamcı veya Batı karşıtı bir hükümetin siyasi yönetimi açıkça ele almasının yabancı sermayeyi kaçıracağını dile getirseler de Hükümet’in dış politikasından sorumlu görevlileri konuyu pek önemsememektedir.

Bu tür düşüncelerin yanı sıra, Devlet bürokrasisindeki yetersizlikler ve yavaşlık ile özelleştirmedeki belirsizlik, Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların düşük oranlı olmasının nedenini açıklamaktadır.
Ekonomik çıkarlar -özellikle, dış borçları ödemek için daha fazla doğrudan yatırım çekme ve yeni ihracat pazarları geliştirme ihtiyacı- muhtemelen Türk dış politikasının belirlenmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Fakat, ekonomik yaklaşımlar her zaman dış politika sahnesinde önem taşımamaktadır. Örneğin Yunanistan ve Rumlarla ilişkilerde durum böyledir. Dolayısıyla, OECD ülkelerinin ve Batılı mali kuruluşlar dış politikada büyük önem taşımaya devam edecektir.

Eğer Türkiye ile ABD arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalansaydı bu Türkiye’nin toplam dış ticaretinde ABD’nin payının artmasına yol açabilirdi. Fakat, iki ülke arasındaki ticaret engelleri, tarım ürünleri dışında, çok yüksek olmadığı için bu etki, çok çarpıcı olmayacaktı.

Rusya, Karadeniz Devletleri ve Türki Cumhuriyetler Türkiye’nin Rusya’yla ilişkileri, siyasi ve ekonomik etkenler arasındaki uyumsuzluğa çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Bu ilişkiler aynı zamanda, iki ülke arasındaki ticari bağlantıların hükümetler tarafından planlanmaksızın nasıl gelişebileceğinin de örneğini oluşturur. Sovyet sonrası Rusya’yla Türkiye arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde Türkiye’nin, Moskova’nın “yakın çevresi”nde, bir şekilde eski Sovyet denetimini yeniden tesis etmeye çalışmasından duyduğu endişe nedeniyle kolay olmamaktadır. Diğer yandan, Ankara Moskova’yla açıkça çatışmaya girmeyi askeri risklerden daha çok Türkiye ile Rusya arasındaki gelişen ticaret hacmi nedeniyle göze alamamaktadır. Benzer hesapların diğer tarafça da yapıldığı açıktır. Türkiye Rusya’ya olan doğal gaz bağımlılığını azaltmak istemektedir. Rusya tarafından sağlanan gazın oranı toplamdaki oranı düşse bile, alınan gaz miktarıdır hala yüksektir. Arz kapasitesini arttırmak ve Bulgaristan üzerinden geçen mevcut güzergahı çeşitlendirmek için, Karadeniz altından geçen ve “Mavi Akım” diye bilinen bir boru hattı projesi inşası planlanmaktadır. Bu projenin yaklaşık 13.5 milyar dolara mal olması ve yılda 16 milyar metreküp doğal gaz taşıması beklenmektedir. Uluslararası hizmet ticaretinde, Rusya’da Türk firmalarının üstlendiği müteahhitlik işlerinin 5 milyar dolara ulaştığı kaydedilmektedir. Bu rakam, Türk firmalarını, Rusya’da faaliyet gösteren yabancı firmalar arasında birinci sıraya yerleştirmektedir.

Bu bağlantılar her iki ülkenin de karşılıklı bağımlılığını arttırmaktadır. Türkiye’nin diğer Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyeleri ile ilişkileri değişiktir. Ermenistan dışında hiçbiriyle aralarında ihtilaf bulunmamakta, Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türki “kardeş devletler” üzerinde nüfuz sahibi olmak istemektedir. Diğer yandan, Türkiye’nin BDT ile olan ticaretinin %10’u Türki Cumhuriyetlerle gerçekleştirilmesine karşın Rusya’nın payı % 55-60’a tekabül etmektedir.241990’larda, Türk Hükümetleri BDT ve Karadeniz devletleriyle daha yakın ilişkileler tesis etmeyi amaçlayan projeler geliştirdiler. Örneğin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi (KEİ) 1992’de İstanbul’da başlatıldı. Bu oluşum Türkiye’nin yanı sıra tüm Karadeniz’e kıyıdaş devletleri (Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan) ve Arnavutluk, Ermenistan, Azerbaycan ve Yunanistan’ı kapsamaktadır. Kurumsal olarak KEİ çerçevesinde, dönüşümlü başkanlık sistemiyle İstanbul’da bir sekreterya oluşturulmuş ve üye devletlerin dışişleri bakanları düzeyinde yılda en az bir kez biraraya gelinmesi planlanmıştır. İşlevsel olarak, oluşumun en önemli organları, Selanik’te kurulan Karedeniz Ticaret ve Kalkınma Bankası ile ticaret, sanayi ve ulaşıma ilişkin çalışma gruplarıdır. Haziran 1992’de üye devlet liderleri tarafından yayımlanan deklarasyona göre, KEİ’in amaçları “ticaretin önündeki her tür engeli azaltmak ve gitgide ortadan kaldırmak”, ulaşım, enerji, madencilik ve turizm alanlarındaki ortak projeleri geliştirmektir.25 KEİ’e yönetilen başlıca eleştiri, eğer amaç üye devletler arasındaki ticareti geliştirmekse, bu zaten olağan pazar güçleri aracılığıyla da gelişebilirdi şeklinde olacaktır. Kötümserler, Azerbaycan ve Türkiye, Ermenistan’a ambargo uygularken ve Yunanistan ile Türkiye sık sık kavgaya tutuşuyorken, ekonomik işbirliği rüyasının nasıl gerçekleşeceğini merak edebilirler. Diğer yandan, bakanlar düzeyindeki düzenli KEİ toplantılarının, aralarında ihtilaf bulunan üyelerin sorunlarını çözme zemini olarak kullanılabileceğini savunmak da olasıdır. Örneğin, Nisan 1997’deki İstanbul Zirvesi Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter-Petrossian ile Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’e bir tartışma forumu sunmuştur.26 Bu tür fırsatların da ortaya koyduğu gibi, KEİ projesi Türkiye açısından ekonomik olduğu kadar siyasi amaç da taşımaktadır. 1990’ların başlarında, Türkiye’nin Orta Asya ve Azerbaycan’daki rolüyle ilgili olarak, Türklerin eski Sovyet-Çin sınırına ve belki de ötesine kadar uzanan bir nüfuz bölgesi oluşturacaklarını iddia eden birçok makale yazıldı.

Sonrasında, Rus gücünün yeniden canlanması, Türkiye’deki iç karışıklıklar ve Orta Asya devletlerinin kendi egemenliklerini ve kimliklerini tesis etmeye yönelik isteklilikleri sonucu gerçek yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Philip Robins’in 1993’te belirttiği gibi, Türkiye’de “hayalci etnik dayanışma” kavramından, çıkar ilişkisine dayanan yeni bir kavrama geçiş olmuştur. Fakat duygu ve çıkarların karşılıklı olması gerekmemektedir. Eğer Türk işadamları ve Hükümetleri etnik bağlardan esinlenmemiş olsalardı bu küçük ve uzak ülkelere muhtemelen ilgi duymazlardı. Türkiye’nin ekonomik zayıflığı daha görkemli projelerin ortaya konamamasında kendini hissettirse de, özellikle tekstil, telekomünikasyon ve inşaat alanında Orta Asya ekonomilerindeki önemli boşlukları doldurmuşlardır. Türk Eximbank, 1996 yılına kadar, Türki cumhuriyetlere, toplam 1.56 milyar dolara ulaşan kredi açmıştır. Bölgede, Türk firmaları tarafından üstlenilen müteahhitlik sözleşmelerinin toplam değerinin 5 milyar doları geçtiği söylenmektedir. Diğer yandan, Türkiye ile Türki cumhuriyetler arasındaki ticaret çok düşük seviyelerde başlamış ve bu ülkelerin Türkiye’ye ihraç edebilecekleri çok az ürün olması nedeniyle de sınırlı kalmıştır. Dönem dönem Azeri-Ermeni çatışması ve İran tarafından tıkanan dolaylı ulaşım kanalları ticaretin önündeki bir diğer engeli teşkil etmektedir. Sonuç olarak işadamları ve yetkililerin tüm çabalarına karşın, Türki cumhuriyetlerle ticaret 1998 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam ihracatı içersinde % 3.5, toplam ithalatı içersinde ise % 1’lik bir paya sahip olabilmiştir. Duruma geniş çerçeveden bakılarak, Türkiye’nin bölgedeki ekonomik ve siyasi çıkarları arasında uyuşma olduğu fakat ekonomik bağların siyasi vaatleri yerine getirmek için yeterli olmadığı söylenebilir.

Kurumsal olarak, Türkiye ile Orta Asya arasındaki en önemli çok taraflı ekonomik bağ Ekonomik İşbirliği Örgütü’dür (ECO=Economik Cooperation Organization). ECO, Bağdat Paktı’ndan sonra oluşturulan askeri nitelikli olmayan Merkezi Anlaşma Örgütü’nün (CENTO=Central Treaty Organization) yerine kurulan Kalkınma için Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (RCD=Regional Cooperation for Development) devamıdır. 1984’te kurulan ECO, eski RCD üyeleri Türkiye, İran ve Pakistan ile sınırlı kalmıştı. 1992’de Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan da örgüte üye oldular.

KEİ’de olduğu gibi, ECO çerçevesinde, daimi temsilcilerden oluşan bir konsey, bakanlar düzeyinde gerçekleştirilen düzenli toplantılar ve Tahran’da bir sekreterya bulunmaktadır. ECO’nun amacı bir serbest ticaret bölgesinden ziyade, bir tercihli ticaret sistemi oluşturmaktır. Bu amaçla, bir bölgesel planlama konseyi; bir ticaret ve kalkınma bankası; ortak sigorta, denizcilik ve hava ulaşım kuruluşları ve bir kültür fonu oluşturulmuştur.30 Fakat, Türkiye açısından, ECO’nun Ankara’nın ekonomik ilişkilerinde etkisi olup olmadığı tartışılabilir. 1996’da, ECO ülkeleriyle ticaret, Türkiye’nin toplam ihracatının % 4.9’unu, toplam ithalatının ise % 3.5’ini oluşturmuştur. ECO toplamında, İran’ın payı % 40 olarak gerçekleşmiştir. İran’ın ECO’daki başat konumu Türkiye’nin örgüte üye olmasının başlıca sebebidir. Örgüte üye olarak Ankara, İran’ın Orta Asya’daki nüfuzunu genişletmesini önlemekte ve ECO kararlarını
kendi isteğine göre şekillendirmeyi sağlamaktadır.

İslam Dünyası ve Ortadoğu

Türk dış politikasına kendi damgasını vurma isteğinin bir parçası olarak Necmettin Erbakan, 1996-1997 yılları arasındaki başbakanlığı sırasında, hem Ortadoğu hem de güney ve güneydoğu Asya’yı içeren İslam dünyasıyla yeni bağlar kurmaya çalıştı. Bu çaba, Türkiye, Bengladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya ve Pakistan’ı biraraya getiren D-8 (Developing-8) oluşumuna yol açtı.

Sonraki hükümetler resmi olarak projeyi bir kenara bırakmasalar da, D-8’in Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinde nasıl önemli bir rol oynayacağını anlamak zordur. Diğer yedi ülkenin tümünün Türkiye’nin 1995’teki dış ticaretindeki toplam payı sadece % 3.9’dur. Toplam ihracatındaki payı % 3.3, toplam ithalatındaki payı ise % 4.2’dir. Bu ülkeler arasında sadece İran önemli bir ticaret partneridir. Müslüman ülkeleri biraraya getirmekte romantik söylemlerin haricinde yeterli ortak çıkarlar bulunmadığı için, Türkiye’nin “İslami açılımdan” elde edeceği çok az şey bulunmaktadır.

Türkiye’nin ekonomik ilişkileri açısından daha homojen ve coğrafi olarak daha yakın Ortadoğu ülkeleri için aynı çıkarımda bulunmak doğru olmaz. Petrol ve doğal gaz ihraç potansiyelleriyle birlikte bu etkenler, Ortadoğu ülkelerini önemli ticari partnerler haline getirmektedir. Bu ülkelerin Türkiye’nin dış ticaretindeki payları 1980’lerin başlarında düşmesine rağmen, hala önemli payları bulunmaktadır. Bölge içinde, Suudi Arabistan, Cezayir, Mısır ve İran önemli ticaret partnerleri olup, her biriyle girişilen ticaretin toplam cirosu yıllık ortalama 1 milyar dolar civarındadır. Bu ülkeleri, İsrail, Libya, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün izlemektedir.31Eğer Irak ambargo olmasaydı, üst düzey ticari partnerlerden biri olabilirdi zira 1990’dan önceki üç yılda iki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık ortalama 2.2 milyar dolara ulaşmıştı.32Dolayısıyla Irak o yıllarda Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ortağıydı. Türkiye ile İran, Irak, Libya, Suriye ve İsrail arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler özel öneme sahip olup, ayrı incelemeyi gerektirmektedir.

İran. Erbakan’ın 1996 yılında İran’a gerçekleştirdiği ziyaret, uluslararası kamuoyunun çok ilgisini çekmişti. Zira Erbakan, İran’ın kuzeybatısındaki Tebriz’den Türkiye’nin doğusundaki Erzurum’a uzanan bir doğalgaz boru hattının inşasına ilişkin bir anlaşma imzalamıştı. Anılan anlaşma, bu hattın gelecekte batıda Sivas ve Ankara’ya doğru uzamasını da içermekteydi. Hattın, Türkiye’ye yılda ortalama 3 milyar metreküp gaz getirmesi planlanmaktaydı. Bu miktarın 2003’e kadar 10 milyar metreküpe çıkarılması hedeflenmekteydi. Aynı ziyarette, Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacminin 900 milyon $’dan 2.5 milyar $’a çıkarılmasına ilişkin temenniler de dile getirilmişti.33Bu tasarılar ABD’nin eleştirilerine neden olmakla birlikte, aslında Türkiye ya da diğer Batılı devletler tarafından İran’a yatırım yapılmayacağı için, nihayetinde Washington tarafından kabul gördü. Hattın, Türkmen doğal gazı için kullanılabileceği önerisi de tartışıldı. Bu projelerin de gösterdiği gibi, İran ekonomik olarak Türkiye açısından gerek ihracat pazarı,gerek enerji kaynağı gerekse de Orta Asya’ya açılan kapı olarak gözardı edilemeyecek kadar önemli bir ülkedir. Siyasi mülahazalar da bu yaklaşımı güçlendirmektedir çünkü İran PKK’ya tam destek sağlarsa Türkiye’nin başını bir hayli ağrıtabilir. Türk hükümetlerinin tüm çabaları, ABD ve diğer Batılı güçlerle anlaşmazlığa düşme pahasına da olsa, İran’la işbirliğine dayanan ilişkiler kurmaya yönelik olmalıdır.

Irak. 1990’dan bu yana Irak’a karşı BM yaptırımlarının uygulanması Türk- Irak sınırındaki hareketliliğin tamamıyla sona ermesi anlamına gelmemektedir. Gıda maddelerinin, ilaçların ve inşaat  malzemelerinin dağıtımı, BM’nin rızasıyla, karşılığında Irak’tan mazot alınarak sürdü. 9 Aralık 1996’ya kadar Irak, kendisinin altı aylık periyotlarla 2 milyar dolarlık petrol ihraç etmesi karşılığında “insani” amaçlı yardım malzemeleri satın alabilmesini öngören 986 sayılı Güvenlik Konseyi kararı kapsamındaki BM planını kabul etmedi. Bu kararın kabulüyle, 11 Aralık 1996’da Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından petrol akmaya başladı. Türkiye’nin Irak’a yaptığı ihracatta önemli bir artış olmadı ama Irak’tan Türkiye’ye önemli miktarda mazot girmekteydi. Türk hükümetleri ve özel sektör BM’nin mümkün olduğunca çabuk bir biçimde, Irak’la Türkiye arasındaki ticaretin yeniden başlamasını istemekteydi. Zira, Türk yetkililerin iddiasına göre, yaptırımlar Türkiye’ye 30 milyar dolara mal olmuştu. Bu ekonomik güdüler, Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma taahhüdü ve daha da önemlisi, Irak ya da başka bir yerde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleme gibi siyasi etkenlerle daha da güçlenmiştir.

Libya. Türkiye ile Libya arasındaki siyasi ilişkiler son yıllarda Libya
lideri Muammer Kaddafi’nin Kürt milliyetçiliğini desteklediğini açıkladığı için fırtınalı bir seyir izlemektedir. Türkiye’nin Libya’da hala önemli ekonomik çıkarları bulunmaktadır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 500 ila 700 milyon $ arasında değişmektedir. Türk müteahhitler paralarını almakta önemi zorluklarla karşılaşsalar da Libya’da üstlendikleri işler 1.7 milyar $ değerindedir. Genel uluslararası ilişkiler sisteminde Türkiye ile Libya ayrı
kutuplarda yer alsalar da, Türkiye’nin, Libya üzerinde, gelecekteki
hükümetlerin ABD’nin hoşnutsuzluğunu ve Kaddafi’nin dengesizliklerinin yol açacağı sorunları göze alarak Libya’yla dengeli ilişkiler kurmayı deneyecek kadar çıkarı bulunmaktadır.

Suriye. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Ekim 1998’de Suriye’den sınırdışı edilmesi iki ülke arasında daha iyi ilişkiler kurulmasının önündeki en önemli engeli ortadan kaldırdı. Öte yandan, yapımı yeni tamamlanan Atatürk Barajı’nın Türkiye tarafından, Suriye tarımının büyük ölçüde bağımlı olduğu Fırat’ın sularını kesmek veya en azından hatırı sayılır ölçüde azaltmak için kullanılacağı endişesi iki ülke arasındaki çözüme kavuşturulamamış ihtilaflardan biridir. 1939’da Türkiye tarafından ilhak edilen Hatay üzerindeki tarihi çekişme de gerilimi yükseltmektedir. Suriye, 1987 yılında Özal ve Hafız Esad arasında imzalanan ve Suriye’ye saniyede 500 metreküp su bırakılmasını öngören anlaşmanın geçici bir düzenleme olduğunu iddia etmekte ve uzun dönemde saniyede 700 metreküp su talep etmektedir. Türkiye ile İsrail arasındaki askeri ve ekonomik anlaşmalar Suriye’nin korkularını daha da arttırmaktadır. Gerginlikler göz önüne alındığında, İki ülke arasındaki toplam ticaret hacminin yıllık ortalama 600 milyon $ civarında gerçekleşmesi şaşırtıcıdır.37 Öcalan’ın Suriye dışına çıkarılması iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin yaygınlaştırılma olasılığını da arttırmıştır (iki ülke arasındaki elekrik şebekelerini bağlama ve Mısır’dan gelen ve Ürdün ile Suriye üzerinden geçen bir doğal gaz boru hattının inşası gibi projeler aracılığıyla). Fakat her iki taraf da uzun dönemli
taahhütlere girmeden önce ilişkileri sınamak isteyeceklerdir.

İsrail. Türkiye ile İsrail arasında Mart 1996’da imzalandıktan sonra Nisan 1997’de TBMM tarafından onaylanan serbest ticaret anlaşması, ekonomik ilişkilerin güçleneceğine dair önemli ipuçları vermekteydi. Bu anlaşma aynı zamanda, sınırlı askeri işbirliği anlaşmasını ve Aralık 1996’da imzalanan, Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 600 milyon $’lık anlaşmayı da güçlendirmekteydi. Türkiye’nin başlıca güdüsü ekonomik olmaktan ziyade siyasi idi. Amaç Suriye’ye karşıtağırlık olarak İsrail ile bir anlaşmaya varmak ve Washington ile iyi ilişkiler kurmanın aracı olarak İsrail’i kullanmaktı. ABD Kongresinde Yunan ve Ermeni lobileriyle uğraşmak zorunda kalan Türkler için Yahudi lobisi faydalı olabilirdi.

Ekonomik olarak ise serbest ticaret anlaşmasına büyük umutlar bağlandı. Beklentiler, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacminin yıllık 2 milyar dolara çıkacağı ve İsrail’in ABD, Kanada ve Orta Amerika’yla olan tercihli ticaret bağları sayesinde Türk ihracatçıların pazarlarını bu ülkelere genişletebileceği yönündeydi. Özellikle giyim sanayiinde, ortak üretim yapılması da öngörülmekteydi. Ticaret hacmi 1996 yılındaki 450 milyon $ seviyesinden 1998’de 730 milyon $’a çıktı. Fakat bu rakam, Türkiye’nin Ortadoğu’yla yaptığı toplam mal ticaretinin % 16’sını teşkil etmekteydi. Bölgedeki diğer devletler -özellikle Mısır, Suudi Arabistan ve Cezayir- ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi çok daha yüksekti.38 Türkiye Arap-İsrail çatışmasına doğrudan ve anlamlı olarak katılmaktan büyük bir olasılıkla kaçınacağı için iki ülke arasındaki ittifakın önünde siyasi sınırlamalar da bulunmaktadır. Aynı şekilde, İsrail de Öcalan’dan dolayı Türkiye ile Suriye arasında yaşanan gerginlikte tarafsızlığını ilan etmişti. Yine de, Erbakan yönetiminin bile Türk-İsrail anlaşmalarını kabul etmiş olması, gelecekteki hükümetlerin de, gerçekçi sınırlar dahilinde olması kaydıyla, ilişkileri geliştireceklerini göstermektedir