TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI – TÜRKİYE’NİN İSRAİL POLİTİKASI

Meliha Benli Altunışık

İsrail’le ittifak, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasının en nemli yönlerinden birini oluşturmaktadır. Türkiye’nin siyasi ve askeri eliti, Ortadoğu politikasını, Türkiye’deki rejimin devamına, laikliğe ve ülkesel bütünlüğe doğrudan bağlı olarak görmeye başladığı için, İsrail’le yakın ilişkiler, büyük ölçüde Türkiye’nin bölgesel güvenlik endişelerinin yeniden tanımlanmasının bir sonucudur. Türk-İsrail ittifakı bölgede şok dalgalarına yol açmış ve Türkiye bölge devletlerinin, özellikle de Suriye ve İran’ın eleştirilerine hedef olmuştur. Fakat, önceki dönemlerde İsrail ve Arap devletleri arasında katı bir denge politikası güden Ankara, bu dönemde Arap-İsrail barış sürecinde çıkan sorunlara fazla önem vermemiş ve eleştirileri çoğunlukla gözardı etmiştir.

İlişkilerin Normalleşmesi

Ortadoğu, 1990’ların başlarında önemli bir yol ayrımındaydı. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yansımaları, henüz hissedilmeye başlanıyordu. Körfez Savaşı siyasi stratejik ortamı daha da değiştirdi. Türk yöneticiler, diğer birçok ülkedeki karşıtları gibi, bu gelişmelerden faydalanmaya çalıştılar. Türkiye, Irak’a karşı ABD önderliğinde oluşturulan koalisyona dolaylı ama etkin bir biçimde katılmıştı. Bu politika ve Turgut Özal’ın cesur liderlik tarzı ülke içinde sıcak tartışmalara neden oldu. Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndan beklediği faydaları elde edemediğine ilişkin yaygın görüş, Özal’ı ve politikalarını maceracılıkla eleştirenlerin ellerini güçlendirdi. Özal’ın 1993’te ölümü, dış politikada risk alma dönemine kesin olarak bir son verdi.

Türk-İsrail ilişkilerindeki normalleşme, büyük ölçüde yeni uluslararası ve bölgesel gelişmelere bir tepki niteliğindeydi. 1991 Madrid barış konferansı ile başlayan Arap-İsrail barış süreci, ilişkilerin normalleşmesine ivme kazandırdı. Bu süreç Türkiye’nin özellikle 1960’lardan beri sürdürdüğü Arap ülkeleri ve İsrail arasında denge politikasını terk etmesini sağladı. Fakat, “Arap yanlısı” politikanın zirvesinde bile ve Arap ülkelerinin baskısına rağmen, Ankara, İsrail’le ilişkileri bütünüyle kesmeyi hiç düşünmemiştir. NATO üyesi ve ABD’nin müttefiki olarak Türkiye eskiden beri İsrail’e olumlu bakmıştır. Siyasi elit daha çok ABD’deki İsrail yanlısı lobi ve örgütlerin yardımını elde etmekle ilgilenmiştir.

Körfez Savaşı’ndan sonra İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi bir ölçüde 1980’lerin sonlarında iki ülke arasındaki artan temasın sonucudur. Türkiye ile İsrail arasındaki resmi ilişkiler maslahatgüzar düzeyinde yürütülse de 1985’ten itibaren, iki ülke birbirlerine yüksek düzeyli diplomatlar atadı. Türkiye, diplomatik ilişkileri ikinci katip düzeyine indirdiğinde ilişkiler yeniden 1980 öncesine döndü. Eylül 1987’de Türk ve İsrail dışişleri bakanları bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında biraraya geldiler. Dönemin Başbakanı Özal, İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesi hususunu açıkça tartışmaya açtı. Özal, eğer Türkiye, Ortadoğu sorunlarının çözümünde rol oynamak istiyorsa, Arap ülkelerinin yanı sıra İsrail’le de ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini savundu.

1980’lerde iki ülke arasında istihbari işbirliğinin arttığına ilişkin söylentiler de bulunmaktadır. Bundan dolayı, barış sürecinin başlaması, ilişkilerin iyileşmesinin önündeki son engeli de ortadan kaldırdı. Daha da önemlisi, barış süreci, Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkileri de normalleştirdiği için, Türk-İsrail yakınlaşmasını kamuoyu nezdinde de kabul edilebilir hale getirdi. Bu dönemde, ilişkilerin gelişmesini kolaylaştıran iki etken daha bulunmaktaydı. Birincisi, ABD, her iki ülkenin de Soğuk Savaş’ta stratejik önemi olduğunu düşünmekte ve “yeni dünya düzeni”nin doğmasında bu iki ülkenin rolüyle ilgilenmekteydi. Bu nedenle iki müttefiki arasındaki ilişkileri memnuniyetle karşılayarak destekledi.

İkincisi, Arap yanlısı politikanın sonuçları Ankara’yı düş kırıklığına uğratmıştı. Bu düş kırıklığı, politikacılar tarafından gizlice fakat birçok gazeteci ve akademisyen tarafından açıkça dile getirilmeye başlandı. Türk dış politikasında 1960’ların ortalarına değin uzanan Arap yanlısı tutumun nedenlerinden biri de, özellikle Kıbrıs sorununda Ankara’nın dış politika çıkarlarına Arap devletlerinin desteğini çekmekti. Fakat, gerek Kıbrıs gerekse başka konularda hiçbir destek sağlanamadı.

Sonunda, 1960’lardan 1980’lere kadar süren Arap yanlısı politikadan arda kalan, Arap dünyasıyla gelişmiş ekonomik ilişkiler oldu. Fakat, ayrıntılı bir biçimde incelendiğinde kolaylıkla görülebileceği gibi, bu ilişkiler özel koşullara bağlıydı. 1970’lerde, bölge çapındaki petrol ekonomisi, ticari ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırdı. Bundan sonra bile, ilişkiler petrol üreten devletlerle sınırlı kaldı. 1980’lerde, 8 yıl süren İran-Irak savaşı bir ticaret patlamasına yol açtı. 1980’lerin ortasında başlayan petrol gelirlerindeki düşüş, Türk işadamları açısından bölgenin cazibesinin düşmesine yol açtı. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yaptığı ihracatın toplam ihracat içindeki payı 1987’de % 27 iken 1993’te % 14’e düştü. Aynı dönemde, bölgeden yapılan ithalat ise % 19’dan % 11’e düşmüştü.

Ayrıca, Kürt sorunu ve Dicle-Fırat sularının paylaşımıyla ilgili uyuşmazlık, 1980’lerde Türkiye’nin Ortadoğu komşularıyla ilişkilerini zaten sınırlandırmıştı. Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yirmiden fazla baraj inşa etmek suretiyle hidroelektrik enerji ve sulama ihtiyacını karşılamayı düşünen Türkiye 1977 yılında Güneydoğu Anadolu Projesini (GAP) başlattı. Bu büyük proje, Ankara’nın Şam ve Bağdat’la olan ilişkilerinde sorunlara neden oldu. Suriye’nin PKK lideri Öcalan’ı barındırmaya karar vermesi de, Türkiye’de 1980 askeri darbesinden sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilimler yaşanmasına yol açtı.

Bu mülahazaları göz önünde bulunduran Türk siyasi eliti, İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye karar verdi. Aralık 1991’de, Ankara hem İsrail’le hem de FKÖ ile ilişkilerini büyükelçilik düzeyine yükseltti. Bu başlangıç aşamasında, ikili ilişkilerdeki gelişme kendisini en fazla ticaret üzerinde
hissettirdi. Ticaret hacmi 1992-1994 arasında % 62 arttı. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yönelik olarak yasal bir çerçeve hazırlamak için, iki ülke, çifte vergilendirme, yatırım teşvikleri ve serbest ticaret anlaşması konusunda müzakerelere başladı. Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turist sayısındaki çarpıcı artış da -yılda 300 bin- normalleşmenin bir başka önemli göstergesiydi.

Yine bu dönemde Türkiye, Suriye’yle arasındaki sorunları çözme arayışına girdi ve Türk-Suriye ilişkileri 1990’ların başında gelişmeye başladı. Nisan 1992’de aralarında dışişleri bakanı Hikmet Çetin ve içişleri bakanı İsmet Sezgin’in de bulunduğu yüksek düzeyli Türk yetkililerinden oluşan bir heyet Şam’a giderek yeni bir güvenlik protokolü üzerinde müzakerelerde bulundu. Türkiye ve Suriye “terörizme karşı işbirliği yapma ve teröristlerin bir ülkeden diğerine geçini engelleme” hususunda anlaşmaya vardılar. Dönüşte Sezgin Suriye’nin PKK’yı desteklemeyeceğini, PKK’nın Türkiye’ye karşı saldırılarda bulunmasına izin vermeyeceğini ve Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisi’ndeki PKK üslerinin kapatılacağını kamuoyuna duyurdu. 1994 yılında, Suriye’ye bir ziyarette bulunan içişleri bakını Nahit Menteşe iki ülke arasındaki ilişkilerin çok iyi olduğunu açıkladı. Kasım 1992’den itibaren, Türkiye, önemli bölgesel sorunları özellikle de kuzey Irak’taki durumu görüşmek üzere Suriye ve İran’la üçlü toplantılar düzenlemeye başladı. Bu toplantıların en önemli nedeni, Irak’ın üç komşusu tarafından Kürt devletine yönelik ciddi bir adım olarak algılanan Mayıs 1992’deki Kürt ulusal meclisi seçimleriydi. Bu toplantılarda, Suriye ve Türkiye, Irak’ın ülke bütünlüğünün yeniden kurulması çağrısında bulundu. Ocak 1993’te İncirlik’ten kalkan ABD savaş uçakları Irak tesislerini bombaladığında her iki ülke de ABD’yi eleştirdi. Başbakan Süleyman Demirel, gelişmeleri Hafız Esat’la görüşmek üzere Şam’a uçtu. Görüşmeden sonra, Demirel “Irak’taki sivil halka zarar verebilecek her eylemin karşısındayız” açıklamasında bulundu. İran’ın da yer aldığı üçlü toplantılar, Türkiye ile Suriye arasındaki sorunların çözümü için de fırsat yarattı. 1994’te İstanbul’daki üçlü toplantıdan önce, Türk ve Suriye dışişleri bakanları bir saatlik özel bir görüşme yaptılar.

Görüşmenin ardından, Suriye dışişleri bakanı Faruk El Şara görüşmeden uyduğu memnuniyeti dile getirirken, Türk karşıtı Çetin Türk-Suriye ilişkilerinin her alanda geliştirilmesi için iki ülkenin de ellerinden geleni yapacağı hususunda anlaşmaya vardıklarını açıkladı. Bunu, Türk basınında yer alan Suriye’nin 400 PKK militanını tutukladığına ilişkin haberler izledi. İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, Ocak 1994’te Türkiye’ye bir ziyarette bulunarak İsrail’in Suriye ile daha iyi ilişkiler geliştirmesi gerektiğini ve Türkiye’nin de bu konuda arabulucu olmasını arzuladıklarını ifade etti.

Türkiye’nin Ortadoğu’daki Değişen Algılamaları Tansu Çiller’in Kasım 1994’te İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret, bu ülkeye başbakan düzeyinde gerçekleştirilen ilk ziyaretti. İsrail’in bilinen muhalefetine aldırmaksızın Kudüs’teki Filistin Doğu Evi Temsilciliği’ne düzenlenen gayri resmi ziyaretin yarattığı mini krize rağmen, Çiller’in ziyareti, İsrail-Türkiye ilişkilerinin değişen niteliğini vurgulayan ilk işaretti. Güvenlik konusunda daha sıkı işbirliği isteyen Çiller’in bu ziyareti esnasında çeşitli anlaşmalar da imzalandı. En önemlisi de F-4 savaş uçaklarının modernizasyonununu İsrail’e veren anlaşmaydı. 1994’ün sonuna kadar, Türk siyasi ve askeri eliti, bölgesel ve iç siyasi ortamı yeniden değerlendirmiş ve Ankara, İsrail’le stratejik ve siyasi ilişkilerini daha da güçlendirmeye istekli hale gelmişti. Türk yetkililer, Türkiye’nin ülke bütünlüğüne yönelik tehditlerin daha çok güneyden geldiğini düşünmekteydiler. Kürt sorunu ve radikal İslami tehdit algılaması Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkilerini belirleyen başat unsurlardı. Bu bağlamda, Türkiye’deki karar alıcılar bir yandan içteki İslami köktendinci tehdidi İran’a bağlarken diğer yandan da komşularının PKK’ya verdiği desteği vurgulamaya başladılar. Daha da önemlisi, Türk yöneticiler, bu sorunları, ülke bütünlüğü ve rejimin bekasına yönelik doğrudan tehditler olarak algılamaya başladılar.

Körfez Savaşı sonrasında Irak’ta meydana gelen gelişmeler Türkiye’nin güvenlik endişelerini derinleştirdi. Kürt sorununun uluslararasılaşması da Ankara açısından ciddi bir endişe kaynağıydı. Türk yetkililer, kuzey Irak’taki otorite boşluğunun PKK’nın, Türkiye’ye geçerek saldırıda bulunmasını kolaylaştıran güvenli bir bölge oluşturduğunu öne sürdüler. Türkiye Irak’ın bölünmesini ve bu bölgede bir Kürt devleti kurulmasını da, bu tür gelişmeler PKK’ya yeniden ivme kazandıracağı için, aynı şekilde kabul edilemez oluşumlar olarak gördü. Sonuç olarak, Irak’ın ülkesel bütünlüğünün yeniden oluşturulması, Türkiye’nin Irak politikasının mihenk noktası haline geldi.

Ankara, aslında, hep ABD ve İsrail’in Kürt milliyetçiliğini destekleyeceğinden endişe etti. İsrail örneğinde, bu şüphenin kaynağı, Irak’ın zayıflamasında çıkarı olan İsrail’in 1960 ve 70’lerde Irak’taki Kürt milliyetçilerini desteklemesiydi. Yine de, bu endişe, Türkiye’nin İsrail’le
ilişkileri yakınlaştırma politikası gütmesini engellemedi.

Bu arada, Suriye’yle ilişkiler gitgide kötüleşti. Ankara Şam’ı Fırat sularının paylaşımında koz olarak kullanmak üzere PKK’ya destek vermekle suçladı. 1995’in yazında Ankara PKK’nın Hatay’a girdiğine ilişkin istihbarat raporlarıyla alarma geçti. Şam Hatay’ın ilhakını hiçbir zaman meşru kabul etmediği ve en azından söylem olarak bu il üzerindeki iddialarını sürdürdüğü için, Hatay iki ülke ilişkilerinde hassas bir konuma sahiptir. Aralık 1995’te Suriye’nin GAP dahilindeki barajlardan biri olan Birecik Barajı’nın yapımını protesto etmesi nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden gerginleşti.

Türk dışişleri bakanı Deniz Baykal, Suriyeli yetkilileri, “kanlı ellerini daha fazla suyla yıkamak istemek”le suçladı. Karşılık olarak Suriye, Türkiye ile arasındaki su sorununu uluslararasılaştırma çabası içine girdi. Şam, bu soruna özellikle Arap dünyasının dikkatini çekmeye çalıştı. Yine Aralık ayında, “Şam Deklarasyonu” ülkeleri olarak bilinen ülkeler (Suriye, Mısır ve altı Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülke) Suriye’de biraraya gelerek Türkiye’nin su politikasını eleştiren bir deklarasyon yayımladı. 1995’teki son çarpıcı gelişme, Suriye’nin, Türkiye’yle çatışmaya girmesi halinde Yunanistan’a üslerini kullanma izni vermeyi kabul ettiğinin bildirilmesi üzerine yaşandı. Suriye bu inkar etse de, Yunanistan-Suriye yakınlaşması Türkiye’deki birçok kişinin çevrelenme hissinin artmasına yol açtı. Haziran 1996’da Türkiye-Suriye sınırındaki gerginlik arttı. 40 bin kişilik Suriye ordusunun sınırı doğru ilerlediği haberlerini yanıtlayan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nahit Menteşe düzenlediği basın toplantısında “eğer [Suriyeliler] çok ileriye giderlerse, tokadı yerler” dedi. Bu açıklama gelecekteki bunalımların habercisiydi.

Irak’ta olduğu gibi, Türkiye’nin Suriye politikası da müttefiklerinden farklıdır. Türkiye açısından -İsrail-Suriye müzakerelerinde ilerleme kaydedilmesini arzulayan- ABD, Suriye’ye karşı çok müsamahakardır. Bu müzakerelerde, özellikle üç konu Ankara için endişe kaynağıydı. Birincisi, eğer Şam, İsrail’e yoğunlaşmaktan kurtulursa, İsrail sınırındaki askerleri Türkiye sınırına kaydırmak suretiyle, Türkiye’ye karşı daha saldırgan bir tutum takınabilirdi. İkincisi, Fırat suları İsrail-Suriye görüşmelerinde, ABD’nin Türkiye’ye Suriye’nin taleplerini kabul etme konusunda baskı yapmasına yol açarak, bir pazarlık unsuru olabilirdi. Son olarak, Suriye ve İsrail arasındaki müzakerelerde, akıbetleri görüşülen terörist örgütler arasında PKK yer almayabilir böylelikle Suriye rejimi bir yandan Filistinli terörist grupları ülkeden uzaklaştırırken diğer yandan PKK’ya destek vermeye devam edebilirdi.

Kısaca, İsrail-Suriye müzakereleri, Türk yöneticilerde Türkiye’nin bölgedeki sorunlarının göz ardı edilebileceği endişesini yarattı. Türkiye-İran ilişkilerindeki sorunlarda da bir yoğunlaşma yaşandı. Türk yetkililer İran’ı PKK’ya yataklık etmek ve İran topraklarında eğitim kampları kurulmasına izin vermekle suçladı ama suçlamalar Tahran tarafından reddedildi.

Mayıs 1996’da, gazetelerde, operasyonlar sırasında “İranlı PKK mensupları”nın ele geçirildiğine dair haberler yer aldı. Şubat 1997’de ünlü “Sincan olayı”yla dip noktasına inen iki ülke arasındaki ilişkilerde, İslami köktendincilik önemli bir uyuşmazlık kaynağı haline geldi. Sincan’ın Refah Partili belediye başkanı tarafından düzenlenen “Kudüs Günü” kutlamalarında, İran büyükelçisi Türkiye’de şeriatın benimsenmesi çağrısında bulundu. Türk Hükümeti’nin büyükelçiyi persona non grata ilan etmesinin akabinde, İran da Türk büyükelçisini sınırdışı ederek karşılık verdi. Bu gelişme İran’ın Türkiye’deki İslami köktendinciliği desteklediğine ilişkin Türk iddialarının yeniden canlanmasına yol açtı.

Bu düşüncelerden hareketle Ankara, Ortadoğu’dan gelen tehditler karşısında çıkarlarını daha etkin bir biçimde koruma yolunu seçti. Bu yeni aktivizm Özal dönemindekinden farklıydı. Özal Ortadoğu’daki fırsatlara bakıp “aktivist politika”yı bu fırsatlardan yararlanmak için savunurken, 1990’ların ortasındaki Türk askeri ve siyasi eliti, Ortadoğu’yu tehdit kaynağı olarak görmekte ve aktivizmi bu tehditleri ortadan kaldırmak için savunmaktaydı. Dış politika ve iç politika sorunları birbirinin içine geçti. Örneğin, Türkiye’nin ülke bütünlüğü, rejimin ve onun laik niteliğinin korunmasıyla bağlantılı olarak görüldü.

Güvenlik ve savunma kavramları, politika oluşturulmasında merkezi bir organ olan Milli Güvenlik Konseyi’nin de etkisiyle, Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillendirilmesinde önemli etkenler haline geldi. 1997’de, Türk ordusu Suriye ve İran’la ilişkiler konusunda ne düşündüğü alışılmadık bir biçimde açıkça söylemeye başladı. Genel Kurmay, akademisyenler, gazeteciler ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinden oluşan Türk elitinin farklı kesimlerine çeşitli “brifing”ler verdi. Bu brifinglerde, ordu “ulusal askeri stratejik konsept”te değişiklik olduğunu bildirdi. Yeni konsept, büyük ölçüde iki dış aktör Suriye ve İran tarafından beslenen bölücülük ve İslami köktendincilik gibi iki iç tehdidi tanımlıyordu.

Ankara’nın Ortadoğu’daki tehdit algılamasındaki değişikliğe paralel olarak Türk-İsrail ilişkilerinin güvenlik yönüne vurgu yapılmaya başlandı. Siyaset planlamacılar İsrail’le stratejik işbirliği yapılmasının Suriye ve İran üzerindeki caydırıcı etkisiyle birçok sorunun çözüleceğine inanıyorlardı. Suriye ile Ekim 1998’de yaşanan kriz, Ankara’nın ne düşündüğünü kısmen gösterdi.

Türkiye ile Suriye arasındaki uzun süredir devam eden ihtilaf, Türk yetkililer açıkça Suriye’nin Türkiye’ye karşı “ilan edilmemiş bir savaş” yürüttüğünü ve Ankara’nın “karşılık verme hakkı” bulunduğunu belirtmesiyle alevlendi. Gerilim hızla tırmandı ve Türkiye Suriye sınırına asker yığdı. Kriz, Öcalan’ın Şam’ı terk etmesiyle sona erdi ve iki ülke temsilcileri Adana’da biraraya gelerek Şam’ın PKK’ya destek vermeyi keseceğine ilişkin bir mutabakat zaptı imzaladılar. Türk-İsrail ittifakı bu krizde önemli etkenlerden biriydi çünkü Suriye’nin çevrelenmişlik hissinin artmasına yol açmıştı. İsrail’in bu bunalımdan kendini soyutlama çabalarına rağmen, Şam ve Arap Birliği İsrail’i yangını körüklemekle suçladı.

Türk-İsrail ilişkileriyle ilgili bir başka nokta da Türk ordusunun yüksek kalitede donanım ve teknolojiyi elde etme arzusuydu. Türkiye, 150 milyar $ değerinde 25 yıllık çok iddialı bir savunma modernizasyonu programı ilan etti. Fakat, Batılı ülkelerin Türkiye’deki insan haklarıyla ilgili durumdan ve Yunanistan’la kötü ilişkilerden kaynaklanan endişelerinden dolayı Türkiye’nin silahları bu ülkelerden sağlaması çok güçtü. 1995 yılında Ankara, F-4 savaş uçaklarının modernizasyonu için çeşitli Avrupa devletlerine başvurdu ama ret cevabıyla karşılaştı. Buna mukabil İsrail de yeterli teknoloji ve silaha sahipti ve bunları Türkiye’ye vermek için siyasi ya da insan haklarıyla ilgili sorunlarla bağ kurmuyordu.

Son olarak, İsrail’deki iç politik gelişmelerin de –Mayıs 1996’da Binyamin Netanyahu’nun zaferi ve Suriye ile İsrail arasındaki barış sürecinin donması iki ülke arasındaki ilişkileri yakınlaştırdığı söylenebilir. Netanyahu Suriye ve PKK’ya ilişkin net görüşlere sahipti. Geçmişte Yitzak Rabin ve Shimon Perez ile röportaj yapan bir Türk gazeteci, her ikisinin de PKK ve Kürt sorunuyla ilgili sorulara kaçamak yanıtlar verdiğini yazmasına karşın, Netanyahu açıkça PKK’yı bir terör örgütü olarak nitelendiriyor ve İsrail’in bağımsız Kürt devletinin kurulmasını desteklemeyeceğini söylüyordu.

Türk-İsrail güvenlik işbirliğinin çerçevesi iki anlaşmayla çizildi. Birincisi, 23 Şubat 1996’da Genel Kurmay ikinci başkanı Çevik Bir ile İsrail Savunma Bakanlığı genel müdürü David Ivry arasında imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması’ydı (AEİA). Anlaşma imzalandıktan iki ay sonra kamuoyuna duyuruldu ve Türkiye ile Ortadoğu’da ağır eleştirilerin hedefi oldu. Türkiye’de RP ve bazı islamcı basın-yayın organları eleştirilerin başını çekerken bazı çevreler de hükümetin ketum tavrını eleştirdi. AEİA’nın yayımlanmış bölümleri, eğitim, eğitimsel bilgi alışverişi, bir diğerinin eğitim tatbikatların gözlemci olarak katılma ve liman ziyaretleri gibi işbirliği alanlarını saymaktaydı. AEİA’nın en tartışmalı yönü, iki ülkenin hava kuvvetlerinin birbirlerinin hava sahalarında eğitim uçuşu yapabilmesine olanak veren hükmüydü. Türk genel kurmayı ve hükümet, anlaşmanın Türkiye’nin güvenliği için çok yararlı olacağını iddia etti. Söylediklerine göre, elde edilecek yararlardan biri de Türk pilotlarının İsrail’in elektronik savaş teknolojisiyle eğitim alabilmesiydi. Yetkililer, medyanın ve anlaşmayı eleştirenlerin, anlaşmanın amaçlarını çarpıttığından yakınarak İsrail’le yapılan anlaşmanın diğer ülkelerle yapılan AEİA’larından hiçbir farkı olmadığını belirttiler.

Fakat, anlaşmayı eleştirenler ve diğerleri, bu anlaşmanın değişik olduğuna ve Türkiye, İsrail ve bütün bölge açısından uzun vadeli sonuçlar taşıdığına ikna edildi. İkinci anlaşma 26 Ağustos 1996’da imzalandı. Bir çerçeve anlaşma olarak bu anlaşma, teknoloji transferi, teknisyen ve araştırmacıların eğitimi; istihbarat paylaşımı ve iki ülkenin savunma ve dış politika yetkilileri arasında iki-yıllık düzenli “stratejik diyalog” toplantıları öngörmekteydi.

Ortak askeri tatbikatlar konusunda da bir anlaşma yapıldı. Bunlardan birincisi olan Güvenilir Denizkızı Tatbikatı, üç taraflı bir arama-kurtarma tatbikatı olup ABD’nin de katılımıyla Ocak 1998’de İsrail açıklarında düzenlendi. Dünyadaki genel kanıya göre bu tatbikat Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik işbirliğindeki derinleşmenin sembolüydü. Sadece bir arama-kurtarma tatbikatı olmasına ve üçüncü bir ülkeye yönelik olmamasına karşın, Güvenilir Denizkızı Tatbikatı, İran’ın ve kimi Arap ülkelerinin tepkisini çekti.

Tatbikata, Ürdün gözlemci olarak katılmış fakat Mısır benzer daveti reddetmişti. Güvenilir Denizkızı Tatbikatı II, yine ABD’nin katılımıyla Aralık 1999’da bu sefer Türk karasularında gerçekleştirildi. Bu tatbikata da Ürdün gözlemci olarak katılırken Mısır yine yapılan daveti reddetti. Güvenlik alanındaki işbirliğinin ikinci önemli yönü, askeri satışlar olmuştur. Üstte bahsedildiği gibi, Türkiye ABD’nin donanım ve teknik bilgisini İsrail üzerinden hiçbir siyasi koşul öne sürülmeksizin alabileceğini düşünüyordu. Bu olasılık, Ankaranın İsrail’le güvenlik alanında işbirliğini geliştirme isteğinin en önemli güdülerinden biriydi. 5 Aralık 1996 tarihinde, İsrail 44 Türk F-4 savaş uçağının modernizasyonunu 650 milyon $ karşılığında kabul etti. 1997 yılının sonunda, İsrail’e 48 F-5 savaş uçağının modernizasyonunu öngören ikinci bir iş verildi. İsrail ve Türkiye ayrıca gelişmiş havadan-karaya füze sistemi Popeye-II’nin ortak üretimi konusunda da anlaşmaya vardılar. Popeye II anlaşması, daha gelişmiş teknolojiye sahip daha küçük Popeye I’in üretimi için iki Türk şirketinin de yer aldığı bir konsorsiyum oluşturulmasını da içermekteydi. İsrail’in geliştirdiği Arrow-II füze-karşıtı füzelerin ve Türkiye’nin ana savaş tankı M-60’ları yenileyecek Merkava III tanklarının ortak üretimi ile şu anda kullanılmakta olan G-3’lerin yerini alacak yeni bir piyade tüfeğinin üretimi de sürekli tartışılan konular arasındaydı.

Diğer İşbirliği Alanları

Güvenlik alanındaki ilişkilere yapılan vurguya rağmen, Türk-İsrail ilişkileri 1990’larda, özellikle ekonomik olmak üzere birçok alanda gelişme gösterdi. Başbakan Tansu Çiller’in 1994 yılında İsrail’e yaptığı ziyarette, Çiller ve Rabin tüm sektörleri içeren bir serbest ticaret anlaşması imzalama hususunda anlaşmaya vardılar. Hemen bir anlaşma imzalanamamasının en büyük nedeni, küçük, etkili ve krizin eşiğindeki İsrail tekstil endüstrisinin muhalefetiydi. Türkiye, İsrail’in bu endüstride bir geçiş dönemi içeren taleplerini kabul ettikten sonra, anlaşma Mart 1996’da imzalandı ve 1 Mayıs 1997’de de yürürlüğe girdi.

Türk işadamları, bu anlaşmayı sadece İsrail pazarına değil ABD, Filistin ve Ürdün gibi diğer pazarlara da girmelerini sağlayacağı için önemli buldular. Çifte vergilendirmenin önlenmesine ilişkin ikinci bir anlaşma Mart 1996’da imzalanarak 27 Mayıs 1998 tarihinde yürürlüğe girdi. Son olarak, yatırımların karşılıklı teşviki ve himayesini öngören bir anlaşma da Mart 1996’da imzalanarak 27 Ağustos 1998 tarihinde yürürlüğe girdi. 1 Mart 1993 tarihinde kurulan Türk-İsrail İş Konseyi, ikili ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine etkin olarak katkıda bulundu. Ticaret hızla gelişerek, 1990-1998 arasında yaklaşık % 600 arttı. Ankara açısından daha da önemlisi, Türkiye’nin İsrail’e karşı 1994’ten beri her yıl ticaret fazlası vermesiydi. 1997 yılında, İsrail’e yapılan ihracat, bir önceki yıla göre % 54 artarken, bu ülkeden yapılan ithalat % 19 arttı. Türkiye’den yapılan ucuz ithalat Türk “damping”i konusunda İsrail’de bazı eleştirilere de
neden oldu.

1990’ların başlarında ve ortalarında, Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turistlerin sayısında artış yaşanmaya başladı ve Haziran 1992’de bir turizm anlaşması imzalandı. 1998’in başında Türkiye’deki kumarhanelerin kapatılmasından sonra İsrailli turist sayısında keskin bir düşüş meydana geldi. Ağustos 1998’e kadar kurumsal bir temel ve yasal bir çerçeve olmaması nedeniyle, ikili ticari ilişkiler görece küçük miktarlarda kalmıştır. Türkiye’nin İsrail’e yatırım olanakları, özellikle arazi ve işgücü gibi üretim girdilerinin yüksek maliyetleri nedeniyle sınırlıdır. Fakat, Türkiye’deki üretim maliyetlerinin düşüklüğü, muhtemelen daha fazla İsrail sermayesini çekecektir. Örneğin, 1998 yazında, otomobillerin ve kamyonların iklimlendirme cihazlarını üreten bir firma olan Rav-Car Industries, İsrail’deki işyerini kapatarak Türkiye’de bir ortak üretim tesisi kuracağını açıkladı. İsrail hükümeti, yeni bağımsızlığına kavuşan Trans-Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetlerinde, tarım ve diğer sektörlerde faaliyet gösterecek Türk-İsrail ortaklıklarının kurulmasıyla özellikle ilgilendi. İsrail’in gelişmiş tarım teknolojisi de Türkiye’de özellikle güneydoğuda işbirliği olanakları yaratmaktadır. Genel olarak, ekonomik ilişkiler Türkiye’nin yararınadır. Fakat, bu ilişkilerin daha fazla geliştirilmesinin önünde engeller bulunmaktadır. Her iki ekonomi de, yönünü Avrupa pazarına çevirmiş olup birbirinin tamamlayıcısı değildir.

İç Politik Etkiler

1990’lardaki Türk-İsrail ittifakında en önemli etken iç politikaydı. Ordu, 1990’lardaki Türk dış politikasında oynadığı rolün bir yansıması olarak, bu ittifakın gerçek mimarıydı. Fakat bu ittifak, Türkiye’de görülmemiş bir koalisyon yaratarak siyasetin geniş bir kesiminden destek buldu. RP dışında tüm siyasi partiler Türk-İsrail ilişkilerinin gelişmesini destekledi. Bunlar arasında iki partinin desteği özellikle önemliydi. Bir tanesi Demokratik Sol Partiydi, çünkü bu partinin lideri Bülent Ecevit 1970’lerde Arap yanlısı düşüncenin etkisindeydi ve yıllarca İsrail’i ve ABD’nin bölgede oynadığı rolü eleştirmişti. Diğeri de merhum Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’ydi çünkü bu partinin geleneksel ideolojisi ve söylemi anti-Siyonist unsurlar içeriyordu. Son olarak, İslami-milliyetçi dini lider Fethullah Gülen’in başını çektiği Fethullahçılardan da üstü kapalı destek geldi. Fethullahçılar Türk-İsrail ilişkilerini açıkça desteklemediler ama gazetelerinde ve TV kanallarında eleştirilerin yer almaması, üstü kapalı rıza gösterdiklerinin işaretiydi. Bu büyük koalisyon, çoğu Türk’ün, İsrail’le ilişkileri, Türkiye’nin ulusal bekasıyla ilgili birçok sorunun tam merkezinde görmesinin bir sonucuydu. Türk-İsrail ilişkilerini etkileyen bir diğer iç siyasi gelişme de Haziran 1996’da RP’nin, Çiller’in DYP’si ile birlikte iktidara gelmesiydi. Refahyol diye de bilinen koalisyon Türkiye’yi Haziran 1997’ye kadar yönetti. Refahyol’un bir yıllık icraatı, Türkiye’deki laik kesimlerle özellikle de orduyla gerilimin yükselmesine yol açtı. Ordu, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini İslamcılara güçlerinin gerçekte sınırlı olduğunu hatırlatmak için kullandı. İktidara gelmeden önce RP genelde İsrail’i ve özelde ise İsrail-Türkiye ilişkilerini açıkça ve sert bir biçimde eleştirmekteydi. RP yöneticileri çeşitli vesilelerle, iktidara geldiklerinde 1996’da imzalanan askeri işbirliği anlaşmasını yırtacaklarını açıklamışlardı. Fakat ordunun daha değişik planları vardı. Kendisine konuyla ilgili bir soru yöneltilen Orgeneral Bir, ordunun İsrail’le ilişkileri bir devlet politikası olarak gördüğünü açıkladı. Bir, “Hükümetler şapka gibidir; gelirler ve giderler. Kalıcı olan Devlet”tir dedi.

Refahyol hükümetinin oluşturulmasından hemen sonra, RP lideri Necmettin Erbakan kendisini Türk-İsrail ilişkileri konusundaki manevra alanını denemek durumunda buldu. Ordu yeni hükümetin gündemine konulan bir başka anlaşmayı imzalamaya hazırdı. Erbakan, anlaşmanın nedenlerine ilişkin daha ayrıntılı bilgi alana kadar imza yetkisi vermeyi geciktirdi. Bu arada, İsrail Dışişleri yetkilisi David Ivry’nin ziyareti ertelendi. Sonunda, anlaşma, Erbakan’a savunma bakanlığı yetkililerince bir brifing verildikten sonra imzalandı.

Resmi politikaları benimseme konusunda isteksiz gözüküp sonunda kabul ederek, Refah tabanına mesaj gönderme biçimi, Refah’ın iktidar ortaklığı dönemi boyunca İsrail’le ilişkilerde RP yaklaşımının belirgin özelliği oldu. Nisan 1997’de, Erbakan, ziyarette bulunan İsrail başbakanı Davit Levy’yi kabul etmeye son dakikaya kadara razı olmadı. Fakat, Levy’ye göre, iki başbakan kapalı kapılar ardında dostane bir buluşma gerçekleştirmişti. İsrail’le yapılan serbest ticaret anlaşması Refahyol hükümeti tarafından meclise sunuldu ve RP’nin de oylarıyla ezici bir çoğunlukla 23 Aralık 1996’da onaylandı. RP’li yöneticiler, “karşılıklı çıkarların ikili ilişkileri belirlediği” açıklamasında bulundular. Belki daha da önemlisi, İsrail’i kabul etminin işaretleri olarak, RP’li yöneticilerin çeşitli vesilelerle İsrail’i ziyaret etmeleri ve İsrail Büyükelçiliğinin Ankara’daki Bağımsızlık Günü kutlamalarına katılmalarıydı.

Dolayısıyla, RP’nin iktidara gelişi Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin seyrini etkilemedi. Bu bir ölçüde, ordunun küçük de olsa hükümete manevra alanı bırakmasındandı. Fakat şu da rahatlıkla söylenebilir: Refah iktidardayken, Türk-İsrail ilişkilerine pragmatizm ve ulusal çıkar kavramıyla yaklaştı. Refahyol koalisyonundan sonra oluşan hükümet tecrübesi Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bir “devlet politikası” haline geldiğine ve bu politikanın değişmeyeceğine ilişkin görüşü güçlendirdi. 1997’nin ortalarında iktidara gelen Mesut Yılmaz’ın liderliğindeki koalisyon, Ankara’nın Ortadoğu politikasına biraz esneklik kazandırmayı hedefledi. Bunun nedenleri bir bakıma koalisyonun hükümetinin kendi iç yapısında yatmaktaydı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in de mensubu olduğu küçük ortaklardan DSP, uzun süre “bölge merkezli dış politika”nın savunucusu olmuştu. Bu tür bir politika, güçlü bir Türkiye’nin yaratılması için hayati öneme sahip yakın komşularla iyi ilişkiler kurulmasını gerektirmekteydi.

Koalisyonun ilk aylarında, Türkiye’nin Arap komşuları ve İran’la iyi ilişkiler kurmak için gerçekten çaba sarf edildiğine ilişkin emareler gözlemlendi. Türk ordusu açısından, Ankara’nın bölgesel politikasında meydana gelebilecek bu tür köklü bir değişiklik, Türk-İsrail ilişkilerinin yavaşlamasına yol açacak olursa kesinlikle rahatsız edici bir durumdu. Bu tür eleştirileri bertaraf etmek isteyen Cem, İsrail’e Temmuz 1998’de bir ziyarette bulundu ve basına verdiği bir demeçte “bildiğiniz gibi Türkiye’deki bazı çevreler, İsrail’le ilişkilerimizin komşularımızla iyi ilişkiler kurma gayretlerimiz sonucunda engellendiğini söylüyorlar. Fakat tam aksine, bu iddianın doğru olmadığı İsrail başbakanının bizzat kendisi tarafından açıklandı.” dedi. Türkiye’de “bazı çevreler” deyimi dolaylı olarak orduya atıf yapmak için kullanılır. Bu arada, hükümet’in Suriye’yle daha iyi ilişkiler geliştirmek için harcadığı çabalar boşa gitti ve Yılmaz’ın Ekim 1998’de İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret “iyi komşuluk” politikasının terk edildiğini vurguladı. Bu ziyaret esnasında kendisine Suriye’nin eleştirileri konusundaki düşünceleri sorulan Yılmaz “Samimiyetle söyleyebilirim ki Suriye’nin benim bu ziyaretimle ilgili olarak ne düşündüğü beni hiç ilgilendirmiyor. Herkes Suriye’nin Türkiye’ye karşı takındığı hasmane tutumun farkındadır” dedi. Bir süre sonra da Suriye’yle Türkiye arasında Öcalan krizi patlak verdi.

Sonuç

Türk-İsrail ittifakı, sadece 1990’larda bölgede meydana gelen en önemli gelişmelerden biri değil, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki değişikliği vurgulayan bir gelişmeydi. Ankara’nın bu ilişkiyi geliştirmeye ve ilan etmeye karar vermesi, 1998’in sonbaharında yaşanan Suriye kriziyle birlikte, daha önceki tarafsız ve ihtiyatlı politikanın bir kenara bırakıldığının göstergesiydi. Bu politika 1950’lerdeki aktif bölgesel politikadan da farklıydı çünkü artık sadece Batı’yla ilişkilerin bir uzantısı değildi.

Türk siyasi ve askeri eliti tarafından belirlendiği şekliyle, Türkiye’nin 1990’lardaki çıkarları, bazen müttefiklerinin çıkarlarından farlı olmuştur. Türkiye’nin cesur politikası, büyük ölçüde, gevşek ve istikrarsız iç ve dış siyasi ortama bir cevap niteliğindeydi. Türk-İsrail ittifakı, yeni bölgesel politikanın başlıca sütunlarından biri haline geldi.

Hem Türkiye hem de İsrail ikili ilişkilerden önemli faydalar elde edeceklerini düşünseler de, gerginlik alanları hemen ortaya çıktı. İsrail Türkiye’nin sorunlarına çekilme ve Türk-Yunan uyuşmazlığının bir tarafıymış gibi görülme olasılığından kaygı duydu. Yunanistan, Türk-İsrail ilişkilerine yönelik hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirdi. Bu nitelikteki bir başka sorun da Kürt sorunuydu. İsrail bu sorunun da bir tarafıymış gibi görülmek ve PKK’nin hedefi haline gelmek istemedi. Fakat, Türkiye’yle ittifakı devam ettiği müddetçe, İsrail’in bu sorundan kendini soyutlaması hemen hemen imkansız gözükmektedir. Öcalan’ın yakalanmasından sonra, İsrail’in bu operasyondaki olası rolünden ötürü Avrupa’daki İsrail temsilcilikleri PKK’nın saldırılarına hedef oldu. Bu sorunlar zaman zaman İsrail hükümeti ile kamuoyunda tartışmalara neden olmakta ve Türk-İsrail ilişkilerinin önündeki engeller olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

Suriye’yle ilişkiler İsrail ve Türkiye açısından yamalı bohça niteliğindedir. Bir yandan her iki ülke de Suriye’nin çevrelenmişlik hissinden memnuniyet duymaktadır. Türkiye açısından 1998 krizi, bu algılamanın faydasını kanıtlamıştır. Fakat hem Türkiye hem de İsrail birbirleriyle olan ilişkilerinde, Suriye’yle barış olasılığını engelleyecek kadar ileriye gitmek istememektedir. İsrail’de İşçi Partisi, Türk-İsrail ilişkilerinin kesintiye uğrayan İsrail-Suriye barış sürecini olumsuz bir biçimde etkileyeceğinden endişe etmektedir. Diğer yandan, İsrail-Suriye barışı, Şam’ın Öcalan’ı ülkeden çıkarmasından bu yana gitgide gelişen Türk-Suriye ilişkilerini de geliştirebilir.

Ankara açısından, Türkiye ve İsrail Irak’ta çelişik çıkarlara sahiptir. İsrail, İsrail statükonun devamından yana olup bu ülkenin bölünmesinden dolayı çok fazla rahatsızlık duymayacaktır. Türkiye ise uluslararası toplumdan Irak’ın toprak bütünlüğünün yeniden sağlanmasını istemekte ve statükonun kendisini bir sorun olarak görmektedir.

Türkiye açısından bir başka potansiyel sınırlılık da Arap-İsrail barış sürecidir. Bu sürecin bütünüyle kesintiye uğraması, Türk-İsrail ittifakı tamamen bağımsız olarak gelişse de, Ankara’nın İsrail’le olan ilişkilerinde sorunlar ortaya çıkaracaktır. Bu tür bir kesinti, Türkiye’de bu ittifakı eleştirenlerin elini güçlendirecek ve Ankara’nın bölgedeki diğer ülkelerle olan ilişkilerini daha da sorunlu hale getirecektir.

Derinde yatan bu gerginliklere rağmen, Türk-İsrail ittifakı sağlam bir biçimde yerleşmiş gözükmektedir. Her iki taraf için de asıl sorun, bu ilişkiyi diğer taraflar arasında işbirliğinin artmasını engelleyecek ve bölgede istikrarsızlığa yol açacak karşı ittifakların oluşmasını körüklemeyecek bir şekle dönüştürememektir.