SEVGİLİ PPİTTO YA DA İSMÉL ÖZDEMİR ÖZBAY

MEŞFEŞŞÜ Necdet Hatam
14 Eylül 2008

Geçenlerde bir ileti aldım Nart’ın sorumlusu sayın Behice Yeşilbağ’dan (*). Bu sayıda tanıtmayı düşündükleri Özdemir Özbay için bir yazı yazabilir miydim? Hiç duraksamadan “memnuniyetle” diye yanıtladım.  Ancak, doğrusu İSMÈL Özdemir Özbay’ı yazmak ya da İSMÈL Özdemir için yazmak hem çok kolay hem de çok ama çok zordu benim için

Çok kolay;

Çünkü yazılabilecek, yazılması da gerekli paylaştığımız çok şey var ki… Aynı yöne bakmanın beslediği kırk yılı aşkın gerçek bir dostluk, kırk yılı aşkın aynı yolu yürümek, omuz omuza, sağlam adımlarla, kırk yılı aşkın ayrı coğrafyalarda olduğumuz zamanlarda bile gönül birlikteliğini sürdürmek…

Buna karşın zor, çok zor…

Bu kadar dolu, dolu bir insanı, sevgili Ppitto’yu, her yönü ile anlatabilmek, bir kez bile görüşmüş, konuşmuş olanların bile takdir edebileceği gibi çok zor. Biliyorum ki, ne yazarsam yazayım ne kadar uzun yazarsam yazayım yine de eksik kalacak. Ancak yine de yazmak gerek kuşkusuz …

Özdemir ile derneğe ikinci gelişinde tanışmıştık. Sanırım bir Cumartesi ya da Pazar günüydü. Ankara Derneği’nin şimdiki güzel yapısının yerinde, yurt çapında açılan bir kampanya ile satın alınmış küçük iki katlı bir yapının zemin kat salonunda idim. Birinci kat öğrenci yurdu idi. Derneğe yeni gelenlerle tanışmak, ilgilenmek görevini kendiliğinden üstlenmiş, sayısı az olmayan gençlerden biriydim. O gün de görev bilinci ile Özdemir ile ilgilendim. Aslında Özdemir Ankara’ya benden önce gelmiş, benden önce derneğe üye olma girişiminde bulunmuştu. Henüz Ankara’ya geldiği yıl, bir arkadaşı ile birlikte üye olmak üzere Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’ne gitmişti. Dernek merkezi Necati Bey caddesindeymiş o zaman. Dernekte kendilerini karşılayan yöneticiye, derneğin amacının ne olduğunu sormuşlardı. Üye olmazdan önce derneğin amacını öğrenmek istemişlerdi. Yönetici, “Arkadaşlar bizim amacımız Kuzey Kafkasya’yı kurtarıp, Türk bayrağını dikmektir” deyince de ertelemişlerdi derneğe üye olmayı…

Özdemir, tanıştığımız günlerde, Köy Okullarına Yardım Derneği Genel Sekreteri idi. Önerisi de vardı. “Birlikte, derneklerimiz yararına, halk dansları ekibimizin sahne alacağı bir gece düzenleyemez miydik?” O yıllar ekibimiz, sadece derneğimizin kendi düzenlediği gecelerde dans ediyordu. Bense Kabardey diyalekti ile konuşmaya başlamıştım. Sanırım dil politikama da yansıdı ve çok ince bir Kabardey politikası ile önerisini ret etmiş ancak kendisini üzmeyebilmiştim. Birlikte gece düzenleyememiştik ama dostluğumuzun temelleri de bu ilk karşılaşmada atılmıştı.
Frekanslarımız tutmuştu bir kez…

Özdemir, yetmişli yıllarda dernekleri dolduran köylü Çerkes gençliğin, bizlerin en kentlisi idi. Kütüphanemizdi… Bilgi ambarımızdı… Hani Ahmet Midhad için “kırk ambar” da denir ya işte Özdemir bizim kuşağın kırk ambarı idi. Sanatı en iyi bilenimiz, sanata en yakın olanımızdı… Bir çok şeyin, hele Nartların ne denli önemli olduğunu ondan öğrendik bizler… Doğrusu öneminin hemen derinliğine de varamadık.. Ancak Özdemir’in önemsediği şeyin mutlaka önemli olduğunu duygularımızla kavrıyorduk. İşte bu güven, günümüz sayılı Nartologlarından İSMÈL Özdemir’in Nart kahramanlarını tanıtan yazılarını ilk yayımlama onurunu getirdi bana…

Daha önce de bir yerde söz etmiştim gençlik kolu bülteni ilk sayısını bir gecede hazırlamıştık. İşte bu ilk sayıda Nart Setenay’ı yazmıştı Özdemir. Daha sonraki sayılarda da diğer Nart kahramanlarını. Kimileyin, masalları ile bizleri öz dünyamızda yaşatan dedelerimiz gibiydi… Nart destanlarının kahramanları ile diğer dünya destanlarının kahramanlarını karşılaştırır, benzerliklerini anlatır dururdu. Derken Nartlara ilişkin yazılar, yayımlanmamış derlemeleri de içeren bir kitaba dönüştü: Mitoloji ve Nartlar.

Şimdilerde destanımızın halk destanımızın ne denli önemli olduğunu artık daha iyi biliyoruz. Ancak destanları okumak, destanlarımızı sevmek, destanlarımızı bilmekle, Nartolog olmanın farklı olduğunu kim bilmez ve Nartologumuz Ppitto artık, Abhazya Bilimler Akademisi Onur Üyesi’dir.

Bu yazıda ona, Özdemir dediğime bakmayın siz. Hep Ppitto diye çağırdık onu biz. Geleneklere göre davranmamış, elbise de almamıştı ama Ppitto adını sevgili Abaza İbrahim takmıştı ona. Çok sonraları öğrenmiştim Ppitto’nun ufak tefek anlamında kullanıldığını. İlginçtir, bu ismi Özdemir’e yakıştıran İbrahim Ppitto’nun ancak üçte biri iriliğindeydi.

Ankara Kuzey Kafkasya Kültür derneği, Gençlik Kolu’nu kurmuştu, hem de tüzüğünde yer vererek. Çözümü anavatana dönüşte görmek dışında paylaştıkları çok şey olmayan, bilgi birikimi henüz yetersiz dönüşçüler, o yıllarda çok etkili idik dernekte. Kaba deyimle bizlerin borusu ötüyordu. İstediğimizi yönetime seçtirebiliyor istemediklerimizi de yönetimden uzak tutabiliyorduk. Sevgili Bekir Yavaş’ın deyimi ile tarikat gibiydik. Merkez de 59/1 akademisi. Bu merkezden beslenen düşünceler sonradan dünya ölçeğinde etkili oldu.

Ve 1993… DÇB İkinci Genel Kurulu. Maykop’ta gerçekleştirilen genel kurulda anavatanda birlikte olduğumuz arkadaşlarla, seçimlerde istediğimiz sonucu alabilmiştik. Fahri Huvaj başkan yardımcılığına, Nihan Bidanuk yönetim kuruluna, Sait Çapar denetleme kuruluna seçilmiş bana da Genel Sekreterlik görevi verilmişti. Seçimler sonuçlandığında; biri Türkiye, diğeri Almanya temsilcisi ama ikisi de 59/1’li iki delegeden rahmetli Süleyman Yançatoral, elindeki Adige Mak gazetesinin kenarına, 59/1 yazmış, Batıray’a göstermişti. İkisi içinde, olayın özetiydi bu.

Gençlik kolunun kuruluş aşamasında Ppitto derneğe, tanıştığımız ziyaretini yapmamıştı daha. Ancak ”Bildiklerimiz, Gördüklerimiz, Duyduklarımız” adlı, televizyonların ilk büyük bilgi yarışmasına katılmıştı. Birinci gelmişti elbette ki… Yarışma dört tur halinde yapılmış, sonra da şampiyonlar yarıştırılmıştı. Bizim Ppitto da şampiyonlar şampiyonu olmuştu. Ancak yukarıda dile getirdiğim gibi Ppitto henüz 59/1’in kütüğüne kayıtlı değildi. Bu şampiyonluk kendisine, yüklenmeye hazır olduğu bir çok sorumluluğu, hemen yüklenmesi olanağını getirdi ve çalışmaları, özverisi, başarıları ile de sadece 59/1’in kütüğüne yazılmakla kalmadı, tarihimizdeki onurlu yerini de aldı.

Kurduğumuz Gençlik Kolu’nun ilk dönem başkanı Düzce’den Cemil Yıldız idi. Her Cumartesi kelimenin tam anlamı ile nutuk atardı derneğe gelenlere. Kulakları çınlasın hepimizi esir alırdı. İkinci dönem seçimi öncesi gençler olarak HATKO Yaşar ağabeyimizin evinde toplandık. Yaşar ağabey dernek, dernekçilik, yasal olma, hukuksal olma konularında o dönem gençliğinin yol göstericimiz, yol açanımız… Ufkumuz genişlesin diye, köylü üniversite gençliğimizin ne kabalıklarına katlandılar ailecek… Sabırları önünde nasıl şapka çıkartılmaz… Çerkes olmayan eşi ile Çerkes çocuklarının önünde, Çerkes’in mutlaka Çerkes’le evlenmesi gerektiği tartışmaları, gençlik kolunun, Çerkes’le evlenmeyenlerin düğününe gidilmeyeceği ilke kararları…

İşte bugün de seçim hazırlığı için toplanmıştık. Yaşar ağabey ve kendisine bizden daha yakın küçük bir grup, bizlerin Çerkesliğimizi beğeniyor ancak yeterince solcu olmadığımıza da üzülüyorlardı. Tartışmalar sonucunda beş kişilik gençlik kolu yönetiminin başkanlığına, o dönemin solcularından, daha sonra da Kaf-Der başkanlığı da yapmış bir arkadaşımız, Rauf Bozkurt önerilir. Adayın aramızda bulunması itirazımızı engellemez. Olgun ve demokratik bir tartışma olur. Oylamalar sonucu, yönetim kurulu, bizim öngördüğümüz şekilde belirlenir. Sonrası o döneme kadar kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin en hareketli geçen genel kuruludur. Dernekler yasası ve tüzüğümüze sadece üye olanların oy kullanabildiği yönetim kuruluna katılabildiği, yeni dönemin ilk genel kurulu. Bir de ne görelim gençlik kolu için dolaşan listede başkanlığını demokratik bir yöntemle ret ettiğimiz arkadaşımızın adı. Ancak altını çizmiştim genel kuruldan dilediğimiz sonuçları çıkartabilecek oy sayımız ve sıkı bir birlikteliğimiz vardı. Hemen oracıkta karar verildi. Ortak karara uyulmadığı için başkan adayını listeye de almayacaktık… Peki eksiği kiminle tamamlayacaktık?

İşte tam bu sırada dernek başkan adayımız Kemal Cankat’ın kardeşi Metin Cankat yetişti imdadımıza. “İşte” dedi “Özdemir Özbay’ı alın. Halit Kıvanç’ın sunduğu bilgi yarışmasında şampiyonlar şampiyonu oldu.” Özbay hemen listeye alındı. Giriş o giriş… Gençlik kolu, yönetim kurulu onur kurulu üyelikleri, dernek başkanlığı…

Dönemin gençliği, Çerkeslerin 68 kuşağı… Gençlik kolu hem kendi hem de dernek yönetim kurulu çalışma programlarını hazırlıyor, hem gençlik kolu, hem de yönetim kurulu programını büyük ölçüde gerçekleştiriyordu. İşte asıl o yıllar, “amatör kadrolarla profesyonel işler başarılmıştı…” İlk büyük başarımız da Çerkes El Sanatları Sergisi. Gençlik Kolu Başkanımız Dr. Asım Berzeg, rahmetli Fevzi Tanrıbakan, şimdilerde biraz köşesine çekilmiş gibi duran Sait Çapar sırtlarında çuval, Uzunyayla köylerini dolaşmış, sanattan anlayanların dudaklarını uçuklatan el emeği göz nuru parçalar getirmişlerdi, dışe yıdeler, kuşaktan kuşağa aktarılmış elbiseler, kumaşı eskidikçe yenisine dikilen altın-gümüş işlemeler, wağeler, kamalar, eyerler…

Ağabeylerimiz Kazım, Hazım ve Asım’ın babaları rahmetli İhsan Berzeg’in evi atölyemizdi bir ay boyunca. Temizlenmesi gerekenleri temizlemiş, parlatılması gerekenleri parlatılmış, afişleri, gençler kendi elceğizimiz ile hazırlanmıştık. Sefer Berzeg ve Özdemir, önemlisi gümüş-altın el işleri üstadımız Cankat Devrim, rahmetli ŞOCEN Orhan Aslan, başka bir çok gençle birlikte hemen her gün oradaydık, doruktaki heyecanın getirisi, dorukta bir sergi olmuştu. Anımsayabildiğim kadarı ile bu sergi, dans dışında da kültür mirasımızın olduğunun göstergesi ve diğer tüm halklara açık ilk kültürel etkinliğimizdi ve Ppitto idi bu güzel olayın motoru… Sanatla içli dışlı olanımız, sanat çevreleri ile iletişimimizi sağlayanımız oydu.. O olmasaydı 1973 de Çerkes El Sanatları sergisi açmak biz köylü gençliğin nerden aklımıza, gelecek nasıl başaracaktık?

Ppitto artık sadece derneğin değil derneğimizin mutfağı, sahne arkası yarı bodrum apartman katımızın, 59/1’in de kütüğüne yazılmıştı. Derken İstanbul’da “Kamçı-aylık siyasi gazete” deneyimi… O günlerin Türkiye sosyal-siyasal ortamının kendimizi bulmamız yönündeki olumlu etkileri yadsınabilir mi? Bununla birlikte “Kamçı”nın bu güne kadar çıkmış yayınlarımız içerisinde, yeni sayılarının “bir gelse…” diye beklenmesinin sadece bu ortama bağlı olduğu söylenebilir mi? Fahri Huvaj o günler İstanbul’da. Ankara gelişlerinde bısımı, elbette ki “Anıtkabir’in karşısı kasabın altı” diye yerini tarif ettiğimiz, Gençlik Caddesi 59/1… Şu yarı bodrum apartman katı.. Yakınlaşmalar… “Kamçı”ya katkılar… Bir gün bizi uyandıracak tankların uğultusu, 12 Mart’ın ayak sesleri… “Ekinin, kaçan tavşanı saklayacak boya henüz erişmediği” bilinci…

Ve acı ile susturulacağı mukadder gibi görünen “Kamçı”nın, kendi kendine susması…

Ancak artmalar eksilmeler olsa da grup içindeki dostluk pekişmektedir ve Ppito başlangıçta “yamçı”nın da çekirdek kadrosundadır… İstanbul’un “kamçı” deneyiminin, “yamçı” ile Ankara’da sürdürülmesi kararının nedeni, bence, büyük ölçüde sözünü ettiğim gruba duyulan güvendir. Yamçıyı sözünü ettiğim grup sürdürmüştür. Sonraki yıllarda da Ppitto, yüzü anavatana dönük her yayınımızın temel taşlarından biridir …

Yıl 1978. Rusya Büyükelçiliği’ne uğradığımız günlerden biri. Özdemir Özbay, Nihat Bidanuk, Fahri Huvaj ve ben… Mutlu bir sürpriz. Konsolos Kabardey-Balkarya Rodina (anayurt) Derneği’nin Türkiye’den üç kişinin davet edileceği müjdesini verir. Hemen başvuru formlarını doldururuz. Üçümüz Rodina’nın davetlisi, Nihat Bidanuk da daha önceden dost olduğu Şerxh Weli’nin davetlisi olarak yola çıkarız. Çok da iyi hazırlanırız. Çünkü, Türkiye’de merak edilen her sorunun yanıtını almak, sorulabilecek her soruya yanıt verebilmek sorumluluğumuz vardı. Hazırlıkta Şamil Jane ve bizden daha genç arkadaşların da çok katkısı olur. Çok başarılı geçen gezimiz, dönüşte Ppitto’nun güzel kalemi ile o günlerde yayımlanmakta olan Nartların Sesi Gazetesi’nde dizi olur.

Aslında bizleri yakından tanıyanların bildiği gibi, şimdilerde inanılmasa da hiçbirimizin, hiçbir sol örgütle organik bağı yoktu. Zaten vaktimiz de yoktu. Gece-gündüz birlikte, dernekte idik ya da 59/1’de… Yaşam boyu çeşitli sol örgütlerle ilişkisi olan arkadaşlarca biraz demokrat milliyetçi, sağ örgüttekilere göre de ehven-i şer komünist. Yani daha solda olanlara göre katlanılır solcu. Hal böyle iken, anavatanda, kimlere benzetildiğimizi yazayım da bizleri komünist bilenler sevinsin. Kişiler olayları, kendi paradigmalarına göre görmez mi? Yetmişlerde Marks, Lenin ve Stalin, Sovyetler Birliği’nde en saygın isimler değil mi? Bizleri çok önemseyen, onurlandırmak isteyen anavatanlı dostlarımız da Özdemir’i Marks’a, Fahri’yi Lenin’e beni de Stalin’e benzetmişlerdi. Adigece’si, Abazaca’sı kadar çok güçlü olmamasına karşın onlar da Ppitto’muzun kırk ambarımız olduğunu anlamışlardı. Aslında grubumuzda Özdemir ve çok erken kaybımız Süleyman Yançatoral’ın bizlerden farklı bir özellikleri daha vardı. Her ikisi de hem ufuk açan proje üretenlerimiz, çalışmalarımızın vazgeçilmezleri olmuşlar hem de devlet yönetiminde yükselebilmişlerdi. Tıpkı Çerkes Teavün Cemiyeti kadroları gibi… Hele son yıllarda Ppitto, dış ülkelerde suya ilişkin konularda Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden ekibin de vazgeçilmezi idi. Peki, yaptıkları, yazdıkları, konuştukları hiç gizli saklı olmayan biri, çalışmaları devlet aleyhine kabul edilseydi, devletin temsilcisi olarak dış ülkelere gönderilir miydi?

Aslında çalışmalarımızın devletin aleyhine olduğunun sanıldığı bir dönemi de yaşadık anımsayacaksınız. On iki Eylül sonrası Fahri ile birlikte günlerce sorgulandılar. Ancak her ikisi de dilimizin, kültürümüzün yaşatılması, geliştirilmesi dışında bir amacımız olmadığını, nihai amacımız anavatana dönüşün de Sovyetler Birliği ve Türkiye’nin yararına olduğunu hareketimizi sorgulayanlara anlatabilmişlerdi.

Özdemir’in bilgi ve birikiminin sadece kitaplardan edindiği ile de sınırlı olduğunu sanmayın sakın. Sürekli onunla birlikte olan bizlerin, onun yarısı kadar duyduğumuzu unutmama özelliğimiz olsaydı, bugün Uzunyayla’da hangi ailelerin akraba olduğunu, kimin kimden kız aldığını, kimin kimlerin yeğeni olduğunu, başlık parası olarak kimin ne verdiğini, kimin kızının gelin giderken yanında wıneuıt götürdüğünü de bilebilir, sadece onunla kalmaz İngiltere Kraliçesi’nin soy ağacını da sayabilirdik… Ancak takdir edersiniz ki bu da ayrı bir yetenek.

Türkiye’de olduğum yıllar Ppitto’yu, en çok Keban Barajı’nda Devlet Su İşleri avukatı olarak çalıştığı dönemde özledik. Aylarca gelmediği olur, ancak buluştuğumuzda daha dün ayrılmışız gibi konulara girer, hiç kopukluk olmamış gibi de sürdürürdük. Bu gün de öyle… Aylarca aileden uzak kalmış Ppitto’yu, onu özlemle bekleyen hasta annesi ve sevgili kız kardeşlerini üzmeden arkadaşlarla buluşacağımız yere getirmek zor görevi, bana düşerdi genelde. Atatürk’ün takdirini kazanmış Çerkes yiğidi babası için sorun olmazdı Özdemir’in bizimle olması. Ankara’ya geldiği haberini alır almaz damlardım evlerine. Doğrusu Ankara’da epeyce semt de değiştirmişler ancak benden kurtulamamışlardı. Eh eve gidişlerim de rastlantı bu ya yemek saatine denk gelir ya da sohbetimiz o kadar tatlı olurdu ki yemek vakti gelirdi. Aslında ablalarımız, büyüklerimizin bizleri teşvikleri ile aile ziyaretlerini yemek saatlerine rastlatmak o günlerin gençliği olarak huyumuz olmuştu. Ankara’da Bayram Hergüner, İzzet Aydemir, Kemal Cankat, Baba Yaşar, Hatko Yaşar… Daha yakın zamanda dayılarım Kanşatların evi. Hele biz Reyhanlılar ve 59/1 için Çevikerler… Sevgili Fikret abla, bayramlarda menüde şıpsı ve pastenin de bulunduğu yemeğe mutlaka bizi bekler, bizler olmandan sofrayı kurdurmazdı. Aşure aylarında bolca yaptığı aşureye ise, 59/1’in payını ayırmadan evdekilerden kimsenin dokunmasına izin vermezdi.

İşte böyle sevdiklerimiz ve bizleri sevenlerle mutlu bir öğrencilik… Sevgili Yüksel abla, sevgili Güner ne kadar da güzel yemekler yaparlardı. Ne kadar candan ikram eder, biz Özdemir ile yedikçe ne kadar sevinirlerdi. Her ikisini de acı bir şekilde kaybettik rahmetle anıyorum. Evet ben de artık bir oğlu idim ailenin. Halen de öyle sayıyorum kendimi.. Pek görüşemiyoruz ama gerçekten özlüyorum Nevzat’ı, Tülin’i, Üner’i…

Konuya döneyim.

Bilin ki, evliliği gecikmiş bir genci (!), aylardır yollarını gözleyen annesini üzmeden evden almanın tek yolu, annenin kulağına “filan semtte oğluna uygun, güzel mi güzel bir kız olduğunu, onu görmeye gideceğinizi” fısıldamaktır. Özdemir, yıllarca bu yalanı söyletti bana. Anacağızı da bu yalanımı hiç yüzüme vurmadı. Her defasında, gözlerinde umut ve mutluluğun sarmaş-dolaş olduğu bir ışıltı, “gidin, gidin yavrım” sözleri ile uğurladı bizleri… Aslında Ppitto^yu biraz daha erken kımıldatabilseydim, anacağızı sözümde durduğumu, oğlunu evermek için nelere katlandığımızı da görebilecekti… Nur içinde yatsın…

Oğlu için, Afşin’in otel adını taşıyan bir gecekondusunun bir odasında, sevgili Sülü, sevgili Muharrem ile birlikte neler çektiğimizi de anlatacaktım… Ayşe’nin ağabeyi, otelin durumunu bildiği için olsa gerek, yarım ağız da olsa kendilerinde kalmamızı önermişti. Ancak Özdemir’e kız bakmaya gitmiştik, Özdemir’de bizimleydi, nasıl kalabilirdik. Şimdiki aklım olsa, Özdemir’i, kir kokan, yorganı yatağı kirden yapış, yapış otele gönderir ben de kendimi mis gibi ağırlatırdım. Ağırlamazlar mıydı Özdemir gibi bir damat adayı götürmüştüm onlara. Evlilik gerçekleşti, Allah bağışlasın iki de delikanlımız var şimdi fakültelerini bitirmiş. Dilerim babalarının bana çektirdiğini arkadaşlarına çektirmez, anne-babalarını sevindirmekte geç kalmazlar.

Evet Özdemir için yollar tepmiş zor da olsa görevimizi de başarmıştık ama benzer konuda Ppitto’ya teşekkür borcu olan dostlarımız da yok değil. Arada Özdemir olmasa TOK Hacı Wımar’ın torunlarını zor alabilirlerdi, DZIBE Namık Kemal ile LLIŞE Eray… Ağabeylerimle evlenmekle kız kardeş Toklar elbette ki kaybetmedi ama işte böyle…

Uzun zamandır birlikte olduğu yıpratıcı hastalığa, hastalıklara karşın Özdemir iridir hepimizden. Uzunyayla’nın Abaza köyü, Kazancık’ı yakından bilenlerin, Özdemir’in de Kazancık doğumlu olduğunu, ilk görüşte tahmin edebileceklerini sanıyorum. Özdemir’in oturuşu, kalkışı, kibarlığı, konuştuğu kişiye saygısı ise bu iriliği ile biraz tezat. Dahası kızgın anına rastlamayanlar, Ppitto’nun hep böyle kibar, böyle ince olduğu yanlış sanısına da kapılabilirler. Ancak özü ilgilendiren konularda, ilkesel tartışmalarda görün siz bir de Ppitto’yu. O ince adam gider, gözleri çakmak, çakmak, sesi iriliği ile orantılı bir dev çıkar karşınıza… Onun için siz, siz olun, temel konularda ters düşmeyin Ppitto ile.

Gençlik kolu olarak ilk yayınladığımız kitapçıkların biri Özdemir’in “Dört Kafkas Hikayesi” idi. Nasıl da ilgi toplamıştı. Ppitto gezi izlenimleri de yazar. Bir sanat yapıtıdır. “Köyümden Portler”i, insan manzaralarımızdır ki tadına doyum olmaz. İnceleme yazıları başvuru kaynağıdır. Özdemir’in bir de az bilinen benimse çok sevdiğim şiirleri var. Dönüşün ne denli sevecen, ne denli sıcak, ama bir o kadar da olmazsa olmaz olduğunu duyumsarsınız bu şiirlerinde. Yola çıkma duygusu kaplar içinizi:

Güneşin çizdiği bir yol
Var, uzar gider
Turna hüznünce uzun
Turna hüznünce yanık

Güneşin çizdiği
Yol, gider gönlünce parlak
Gönlünce uzak…
Gider, gider de

Erer gönlünce menzile ki,
Çağla yeşili safir atlastan ülkeye,
Yüreklerin gergef, gergef
Dokuduğu ey umut.

Ödedin borcunu
Konukluğun, ete kemiğe
Bürünerek.
Defterini kapat

Hesaplaş, hesaplaş ki,
Güneşin çizdiği
Yola, düşmeye geldi
Sıra…

“Kafkasyalı Prometeus” ta sorunlarımızı destanlarımıza dolanık anlatır. İşte kimi dizeleri:

Abaza demişler
Kimine Shapsugh
Kabardey
Abzegh.
Wubıh demişler diğerine
Bölmüşler varlığını
Tümen,
Tümen, yummuş gözünü tüm evren
Sürülmeni
Ezilmeni
Görmeyerek…

İnsanoğluna verdiğin
Uygarlık ateşini
Yabancı eller koşturuyor
Şimdi
Seni küçümseyerek
Çiğneyerek….

Ciğerini tüm sürüngenler
Gagalıyor şimdi
Tek akbaba değil.
Varlığın parça, parça
Evrenin tüm kayalarına çivili
Şimdi…

Kafkasyalı Prometeus
Kafkasyalı Sosrıque
Zinciri kırman gerek
Almak için
Uygarlığın ateşini yeniden
Yoksa,
Erimeye, Tükenmeye
Katlanman gerek…

“Fırtınan / Kışın / Çığlık çığlığa…/ Baharın cılız bir sevidir / Yazın / Sevgimi, Düşümü yakar…” dizelerine de yer verdiği “Bozkır” şiirinde Ppitto, Uzunyayla Bozkırının acımasızlığını, halkıma ettiklerini anlatır:

Dilimi, töremi, halkımı
Avucunda sıktın
Kavurdun körpe umutlarımı,
Beni öz yurdumdan
Öz halkımdan uzakta
Yoksul, öksüz bıraktın…
Kavurdun
Yeni açmış sevgi çiçeklerimi
Kavurdun umarsız halkımı…
Yele verdin
Ateşe
Toza
Toprağa
Boğdun
Savurdun…

Ancak dönüş, sevgi temelli, barış temelli olduğu için bakın nasıl bitirir şiiri:

Bozkır…
Sen geçicisin…
Halkımın uzaklarda
Yeni bir umudu var….
Halkımın
Dağlar denizler ötesinde
Şirin barışçıl
Seven umutlar dolu
Bir yurdu var…
Gel! Anlaşalım
Barışalım seninle
Dostça kucaklaşalım…
Senden uzaklaşalım…
Yol ver
Çileli halkıma Bozkır…

Peki “Dil ve Yürek” adlı şiiri, bu denli yoğun ve hastalıklarla yorgun olmasına karşın her dil çalışmasında yer alışının, bu sorumlulukları neden yüklendiğinin bir göstergesi değil mi sizce de:

Dil’imi
Yabancı bir hücreye kapamışlar
Örmüşler çevresine yabancı
Sözcüklerden bir duvar
Koymuşlar
Dil’imi bir hücreye
Yabancı dizelerden parmaklıklar…
Kapısına vurmuşlar
yasalardan anahtar…
Dil koymuşlar
Eskiler
Yüreklerin adını
Ama yürek
Tutsak olmaz
Duruverir tutsaklıkta
Yaşamı biter o zaman
Tutsak olan Dil’imdir
Yüreğim
Özgür ve geniştir
Dil’imi, yabancı
Hücrelerden kurtaracak kadar…

Benim de bir yazımızda dile getirdiğim gibi, Çerkeslerde genelde, son sözü söyleyenin kadınlar olduğu bilinci ile sevgili Ppitto bakın nasıl seslenir “Halkımın Kızlarına”:

Bekleyişi, özleyişi seviyi
Aydınlığı, umudu
Çeyiz yapsın
İşlesin elleriniz…
Yad ellerde gözün açmış bacılar
Atın kara duvaklarınızı
Dönüş yolunda, olsun
Gelinlikleriniz ışık.
Dönüşümün umudunu
Tohum edip serptimse
Kaybolanların arkasından
Ağlamayacağım artık…

Özdemir Özbay’ı Nartolog yapan düşünceyi de şu dizelerde bulmaz mıyız:

Benim halkım tarihiyle özdeştir
tarihiyse vatanıyla bir yaşta…
benim mithe’im
Halkım ile özdeştir
Halkım ise, sanatıyla tek yaşta…
Destanıyla yoğrulmayan uğraşı
Ne kültürdür
Ne sanattır
Ne yapıt.
Uygarlıksa, yaratılan üretilen her yapıt…

Peki “Köyümden Portler”in bir örneğini Behice hanımın izniyle buraya almazsam bu yazı eksik kalmaz mı? İşte Sevgili Ppitto’nun, “Kafdağı” dergisinin Şubat-Mart 1988 sayısında yayımlanan, daha sonra CircassianCanada sitesinde Eski-Yeni dosyasında yayımladığımız bir portresi:

“Doğduğum ve çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği, sevgili, yoksul köyüm; uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında kaybolmuş, büyük bir boşlukla sarılarak dış dünyadan izole edilmiş, kendi yalnızlığı ile baş başa, yorgun argın uyuyan köyüm… Pınarbaşı’ndan köye giderken Yahyabey köyünü kuşatan tepeleri aşınca, uzakta, kireçli tepelerin arasında düz damları ile beyaz kutular gibi evler görünür.

Bir defasında köye yaklaşırken arabada tanıştığım ve çevrenin haritalarını yapmakla görevli olan mühendislerden birinin, köyüm görününce acıyarak haykırışını hiç unutamam. Otobüste ahbaplığı ilerlettiğimiz bu genç mühendis, benim duygularımı incitmemek için arkadaşına köyü göstererek “Ouelle isolement!, quelle isole-ment! Ah, bon dien, setıe village comment Pauvre!” (Aman Allah’ım, bu ne tecrit, ne yalnızlık, ne fakir bir köy!) diyerek bağırmıştı. Sonra da bana dönerek şaşkın şaşkın yüzüme bakmıştı. Ben onun şaşkınlığını ve düşüncesini yüzünden okuyordum. Bu köyde doğup büyüyen bir gencin üniversite öğrencisi olması, kendisi ile yol boyu Picasso, Salvatore Dali, Chagal’dan söz etmesini, sanat sohbetlerine girmesini aklı almıyordu.

– “Evet, bu ne yalnızlık, bu ne çıplak doğa? Bu çıplak dünyanın beni her yaz nasıl çektiğine şaştınız değil mi?”

Söylediği Fransızca sözcükleri anladığımı fark edince özür diledi, ama hala benden açıklama bekliyordu. Köye girdiğimizde, iki metre boyundaki erkeklerle, nerede ise onlara yaklaşan genç kızları görünce yine aynı şaşkınlığa kapılmıştı. Hele, Yağan Abidin’i başında Panama şapkası, sırtında şık bir mont ile traktörün üstünde görünce:

– “Hey şuna bak! Bir kovboy! Hayır, hayır William Holden’e benziyor, siz bu çıplak ve ıssız boşluğa nasıl düştünüz? Uzaydan mı geldiniz? diye şaşkınlığını sürdürmüştü.

Ben uzun, uzun köyümüz ve çevresinin özelliklerini, taşı, toprağı, otu, çiçeği, hayvanı ve insanı ile o’na anlatmaya çalışmıştım. Yıllar sonra aynı anlatımı, siz sevgili okurlar için yapmaktayım

Bir yıl içerisinde dört kez giysi değiştiren, Uzunyayla’nın gerçekten uzun ve dümdüz olan bu yöresinde hiçbir engelle karşılaşmayan deli rüzgarlar yaz-kış eser durur. Otları, çakır dikenlerini, döngeleleri, şeytan arabalarını önüne katıp koşuşturan rüzgar, zaman, zaman bir hortumla yer değiştirir, ortalığı toza dumana boğar. Sıcakların en kavurucusu, soğuğun donduranı, yıldızların en parlağı, karanlığın en koyusu, aydınlığın en iç açıcısı, hep oradadır. Bunların tamamını orada tanıdım. Bu büyük boşluk, sessizlik ve çıplaklığın giderek tanrı kavramına dönüştüğünü, bu büyük evrenin içinde insanın güçsüzlüğünü, küçüklüğünü çocuk kafamla orada algılamaya başladım.

Doğanın bembeyaz yorganlar altında yatışını, dinmeyen bir ağıt gibi, rüzgârın feryadını, uzun kış gecelerinde yatağımda büzülerek korku içinde dinledim. Baharla coştum, dağ taş yeşil bir halıya büründüğünde, ilk kez kırlara salınan körpe kuzular, taylar ve buzağılarla zıpladım, koştum. Yaz aylarında denizin dalgalanışı gibi rüzgârla harelenen, top, top ipek kumaşlar gibi uzanan, yeşil-sarı, sarı-kızıl ekin tarlalarının arasında koşup durdum. Yazın kuzeyden esen serin-tatlı poyrazla ciğerlerimi doldurdum. Tasasız, üzüntüsüz, dağ-bayır, dere-ova demeden dolaştım. Tarlalardan yemlik, madımak topladım. Şipşipi, kangal, kuzukulağı yedim.

Ekinlerin biçilip, harmanların bitmesiyle ortalığı kaplayan toz duman arasından, çıplak, gri sonbahar örtüsünü hüzünle izledim. Bunca zenginliği ve bunca yoksulluğu içice yaşayan sevgili köyümün insanları da doğası kadar ilginçtir. Bu zor yaşam koşulları içinde, binlerce yıldan bu yana süzülüp gelen geleneklerini, etnografik değerlerini en katışıksız ve saf biçimiyle yaşatmasını bilmişlerdir. Yaşam koşullarının getirdiği sıkıntıları bir an olsun dağıtmak için geleneksel terbiye sınırları içerisinde, çok güzel güldürü unsurları, şirin şakalar, insanları kahkahaya boğan öykünmeler, anlatımlar ortaya çıkarmışlardır. Bütün bunlar geleneksel bir kültür birikiminin ürünleridir.

Bu akıllı ve bilge insanların, destan, ağıt, atasözü bilmece üreten bu son kuşağına rastlamak, onları dinlemek, benim kuşağımdakilerin çok az bulabilecekleri bir olanak, bir şans ve en güzeli de çoğu kişinin tadamayacağı bir zevk ve mutluluktur.

Bu yazımla halkımın kültür ve geleneklerini günümüze ulaştıran köyümün insanlarından birisini, K’unipat Kadir’i tanıtmak istiyorum. Kadir, köyümüzün, ırmağın sol yakasında kalan karşı mahallesinde oturduğu için sürekli gördüğüm kişilerden değildi. Onu, sıcak bir temmuz günü, mis kokulu taze ot yığınının gölgesinde, ağzından bal-şerbet akıtırcasına; tatlı, tatlı destan parçaları söylerken tanıdım.

Olayı baştan anlatayım; uzun yaz günleri köyün çocukları ırmakta yüzer, balık tutar, kamışlardan kamçı örer, ırmak kıyısında yüzerek akşamı bulurlardı. Anlattığım olayın geçtiği yıl bu çocuk grubundan daha küçük olmama karşın, nasıl olduysa kendimi ırmak kıyısında, bu ağabeylerin yanında buldum. Yarı çıplak suyun içinde oynayıp duruyorlar ve balık yakalamaya çalışıyorlardı. Daha çok balık olan kıvrımlara, büklere, göllere derken onlarla birlikte, farkına varmadan köyden uzaklaşmışım. Komşumuz Bamışt Osman’ın oğlu, şu anda hayatta olmayan Feridun’un yakalayıp kamışa takarak elime tutuşturduğu iki sazan balığı ile bizim çayıra varmışım. Uzaktan sütannem Güllü Ana’nın oğlu Osman’ın bana doğru koştuğunu gördüm. Ot yığınlarının üstünden seke, seke geliyor aynı zamanda bağırıyordu:

“- P’at’a! hey P’at’a! nasıl geldin buralara? Baban görürse çok kızar. “Bana hep “P’at’a” derdi. Adaleli, güçlü sırtına beni bindirip at gibi tırısa kalktı, ot biçenlerin yanına götürdü. O gün bizim çayırda imece vardı. Komşuların da yardımı ile çayır biçiliyordu. Yılan gibi kıvrılarak uzanan paralel ot yığınları ‘(Zo’lar)nın salgıladığı koku genzimi yakıyordu. Otlar ve dirgenlerden yapılmış çardağın altında K’unipat Kadir oturmuş, tırpancıların körelen tırpanlarını, çekiçle örs arasında, ince, ince vurarak düzeltiyordu. Çayır komşumuz olduğundan, dahası babamın asker arkadaşı olduğundan, babamın ricası üzerine onun yokluğunda işi gözetlemek üzere orada bulunduğunu daha sonra Osman’dan öğrendim. Elindeki tırpanı bir yana bırakarak, çakır gözlerinde muzip bir gülümseme ile doğrulup bağırdı:

“- Hey Osman! Getir bakalım delikanlıyı” ve herkesin duyabileceği biçimde konuşmasını sürdürdü.

“- Sosrıkua’yı bilirsiniz. Giyinip kuşanıp Nartların toplantısına gidince, Thamade Wezırmes O’nu yakalatıp kollarını bağlatır, annesi Seteney Guaşe’ye gönderir. Ondan bir şölen düzenlemesini ister. Erkeklerin çalıştığı bu yere, bir erkek meclisine ilk kez, hem de armağansız nasıl gelinirmiş? Götürün bu delikanlıyı annesine, gereği ne ise yapılsın…” Biçilmiş ot ve kamışları büküp ellerimi önümde bağladılar. Osman beni kucağına aldı, kenarda köstekli duran ata binip yola koyuldu. Köyün sokaklarından geçerken su taşıyan, tavuk yemleyen kadınlar, çocuklar şaşkın, şaşkın bize bakıyorlardı. Osman kapıyı çalıp beni attan indirdi ve hızla uzaklaştı. Kapıyı açan annem bir bana bir de uzaklaşan atlıya baktı, her şeyi anladı;

“- Ah çocuk, ne vardı çayıra kadar gidecek? Başıma iş açtın…” derken bir yandan da mutlu bir ifade ile gülümsüyordu.

Olanlar akşam babama anlatıldı. Ertesi gün çayırda çalışanlar için hemen hazırlıklara başlandı. Sabah erkenden kesilen toklu, usulüne uygun biçimde parçalanarak dışarıda yakılan ateşin üzerine oturtulmuştu. Bakır bakraçlar içinde akşamdan mayalanan yoğurtlar açıldı. Yağlı katmerler pişirildi. Hazırlanan bütün yiyecekler arabaya yerleştirilerek çayıra hareket edildi. Kucağımda sigara paketleri, torbayla kuru yemişler ve en güzel giysilerim üzerimde, Osman’ın yanına oturdum. Yüreğim göğüs kafesime sığmıyordu. Bütün bu törensel olaylara bilmeden ben sebep olmuştum. Kendimi bir masal kahramanı gibi hissediyordum. Bu denli hazırlığa, yorgunluğa, heyecana şimdiye dek hangi çocuk için katlanılmıştı. Bütün bunların ötesinde o ağzından bal akarcasına öyküler anlatan K’unipat Kadir’i yeniden dinleyebilmek, her şey, çocuk dünyamı sevinçle süslüyordu.

Çayıra ulaştığımızda öğle yemeği hazırlığı başlamıştı. Tırpancılar, desteciler, tırmıkçılar ırmak kıyısında ellerini yüzlerini yıkamaktaydılar. Yerlere serilen sofra bezleri üzerine yiyecekler yerleştirildi. Yoğurttan bol, bol ayranlar özendi. Herkes yaşına göre bir yer bulup diz çöktü. Eline ayran tasını alan Kadir topluluğu tek, tek süzdü. Konuşmalar, fısıltılar hemen kesildi. Beni Kadir’in önüne, sofra bezinin üzerine oturtmuşlardı. Kadir’in o gün yaptığı konuşmayı anımsayabildiğim kadarıyla anlatacağım.

“- Komşular, arkadaşlar, gençler! çalışmanın, üretmenin, bir işe yaramanın getirdiği yorgunluğun ardından bu denli güzel bir sofrada bir araya gelmek, sizlere seslenmek, büyük mutluluktur. Bu mutluluğa bilmeyerek de olsa neden olan, şu önümde oturan güzel yavrudan, ilerinin büyük insanı olacağını umduğum bu minik delikanlıdan başlamak istiyorum. Bahtı açık, kısmeti bol, yüreği geniş, eli cömert olsun. Sağlıklı, analı-babalı büyüsün. Elem, keder kötü gün görmesin. Akıllı, bilge, korkusuz, onurlu olsun. Sevilsin, sayılsın. Köyümüzün, toplumumuzun törelerini yaban ellere dek götürsün. İsmimize ün katsın. Kısacası, tam bir Çerkeş erkeği olsun.

Bu güzel yiyecekleri bize sunan annesi, saygıdeğer bacımızın tadı-düzeni bozulmasın. Evine bolluk-bereket yağsın. Çok insan ağırlasın, çok aç doyursun. Çocuklarını mutlulukla büyütsün, onların güzel günlerini görsün.

Şu anda, sofra başımda çevrelenmiş oturan küçüklerim, kardeşlerim, arkadaşlarım ve de tüm köy halkı, bir ekse bin alsın, bir meme çekişte bir kova süt sağsın, evleri dolup taşsın. Herkes barış-dirlik-düzenlik içinde yaşasın. Küçük sevgisi, büyük saygısı eksik olmasın. Haydin! Ya bismillah!”

Eller etlere, böreklere uzandı. Sevinç içinde iştahla atıldılar. Sofradakileri mutluluk havası sarmıştı. Yemekten sonra sigaralar tellendirildi, çerezler yendi. Gülüşerek, şakalaşarak gün boyu çalıştılar. Akşam güneşi batı ufkunda Hınzır dağının doruklarında batarken koca çayırlığın biçim işi bitmişti. İmeceye katılanlar, tırpanları omuzlarında, ıslıkla ya bir kafe ya da çeçen melodisi ile köyün yolunu tuttular.

O seneden sonra her yaz tatilinde köye gittiğimde Kadir’i hep gördüm. Ot biçimi zamanı, bana bir görev verilmişti. Tırpancılara su, yiyecek taşımak. Yapabildiğim kadarıyla da destecilere yardım etmek. Kadir’in güzelim destanlarını, ağıtlarını, bilmecelerini, atasözlerini dinleyebilme olanağı bulmam, ayrıca, bana büyüdüğümü hissettirerek anlatılanlar, beni çayırlara tarlalara çekiyordu.

Kadir bir gün, babamla birlikte yaşamış olduğu bir olayı, bir anısını anlatmıştı. Bu ilginç olayı anlatmadan geçemeyeceğim. K’unipat Kadir’le babamın askerlik arkadaşı olduklarından söz etmiştim. Köyümüzden babamın akranları olan Nakhşır Zeki, K’unip’at Kadir, amcazademiz Yismeyl Necib, komşu Kabardey köylerinden beş-on kişi, hatta Pazarören yörelerinden Avşar gençleri, askerlik görevlerini Kars sınır karakollarında yapmışlar. Askere topluca gitmişler. Sivas’tan Kars’a kadar kah yürüyerek, kah atlı arabalarla, kağnılarla bir ayda, Çarlık Rusya’sı işgali yıllarında yapılan dekovil hattında işleyen minik vagonlarla sınıra ulaşmışlar. İçlerinde o dönemin koşullarına göre eğitim görmüş tek kişi babam olduğu için onu Kızılşakşak sınır karakolunda komutan vekili olarak görevlendirmişler. Diğerleri de yakın karakollara dağıtılmışlar. Kadir ve birkaç kişi babamla kalmışlar. Zaman, zaman babamın odasında toplanıp çay içer, ara sıra da küçük eğlenceler düzenlerlermiş. Bir virtüöz düzeyinde armonik çalan Kadir, grubun gözbebeği durumundaymış. O’nun mızıkasına eşlik ederken memleket hasreti giderirlermiş. Arada coşup oyuna kalkanlar da olurmuş. Yine böyle bir eğlence akşamı, Kadir mızıkası ile makamdan makama, değişik havalara geçmiş. Kah hüzünlenmişler, kah gülmüşler. Hep birden el çırparak ıslık çalarak mızıkaya eşlik etmeye başlamışlar. Derken karşıdan Sovyet gözetleme kulesi yönünden aynı tempoda el çırpmaları, ıslıklar duyulmuş. Bizimkiler şaşkınlıkla donakalmışlar. Kısa bir sessizlikten sonra karşıdan Kabardeyce sözler duymuşlar;

“- İyi eğlenceler, neş’eniz bol olsun ama neden susturdunuz pşıneyi?”

Şaşkınlık, sevinç, heyecan karışımı kısa bir an, arkasından karşılıklı konuşmalar başlamış. Karşı yakadaki Sovyet sınır karakollarında, Kafkasyalı hemşerilerinin bulunması onları sevince boğmuş. Yıllardır yitirdikleri yakınları, akrabalarını bulmak gibi bir mutluluk. Bu tür karşılıklı selamlaşma ve şakalaşma birkaç kez daha yinelenmiş. Olay Kars’ta, ta Erzurum’da üst makamlarca da duyulmuş. Ancak çok yanlış bir yoruma da neden olmuş. Sovyet askerleri ile ne konuşulabilirdi? Acaba ülke güvenliği zararına onlara bilgi mi veriliyordu? Kuşkular büyümüş, kahramanlarımız topluca daha içerilere, başka görevlere alınmışlar. Yazışmalar, sorgulamalar, sınır protokolü görüşmeleri sürmüş gitmiş. Sonuçta olay açıklık kazanmış. Aklanan kahramanlarımızın bir bölümü eski görevlerine iade olunmuşlar.

Bu olayı tüm detayları ile bir kez de babamdan dinlemiştim. Babam zaman, zaman bu gençlik serüvenini anımsar ve “Ya… İşte böyle, Kadir’in mızıkası yok yere nerede ise başımıza iç açıyordu” derdi.

K’unipat Kadir’den değişik dönemlerde kimi destanları, yaşanmış öyküleri dinledim. Anlattığı her şey en canlı biçimi ile belleğimde yer etmiştir.

Köyümüzde iki mescit vardır. Cuma namazları daha büyükçe olan bizim mahalledeki mescitte kılınır. Namazdan sonra babam arkadaşlarını ve daha yaşlıları topluca öğle yemeğine çağırırdı. Dedemden bu yana süregelen bu gelenekleşmiş olayı sevinçle beklerdim. Evimizde topluca yenilen her yemekten sonra belli ki sohbet koyulaşacak, paha biçilmez öyküler anlatılacak, deyimler, atasözleri duyacağım. Bu nedenle Cuma günlerini iple çekerdim. Genellikle yemeğe gelenler aynı kişiler olurdu. Zaman, zaman da komşu köylerden konuklar bu topluluğa katılırdı. Bu toplantıların değişmeyen tipleri; babamın yeğeni olan Liy (Liydze) Emir, Lağuıç Ebubekir, Nakhşır Hacı Murat, Agaçe Satılmış, babamın dayızadesi Yağan Fehmi, K’unip’at Kadir, Karabe Umar, Cetger Seyfu, Yağan Hacı Mahir, Yağan Musa Kazım ve daha başkaları idi.

Bu gruba kimi zaman Demirboğa köyünden babamın eniştesi LİY Paşa, LİY Sabri, Yeniyapan’dan SİYDİ Hasanbey, HARATOKA Ahmet Bey, Üçpınar köyünden babamın okul arkadaşı olan ALESKİR Adil, ŞIĞALIĞO Haydar, Viranşehir’den TSIĞUM Cemal, ŞIGEBAKHUE Hacı Gazi de katılırdı. Yemekten sonra, saatlerce süren çay sohbetleri başlardı. Konuk odamızın böyle tıklım tıklım dolu olduğu günlerden bir gün, Uzunyayla köylerinin büyük göçten sonra nasıl kurulduğu, evlerin yapılışı, o zamanki yaşam biçiminden söz açılmıştı. Köydeki binaların yapılışı üzerine konuşulurken babam, kapının arkasına Osmanlı harfleri ile kazınan yazıyı okumuştu. “Bu binayı inşa eden Gemerekli Karabet Usta’dır.” Tarih ise bugünkü miladi takvime çevrilirse 1877. Evimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladığında henüz yeni bitmiş. Bu konuşmaların arasında karşı mahallenin imamı KARABE Umar “Şu duvarlar, dolaplar, doğramalar dile gelse, bu odadan gelip geçmiş, kim bilir kaç ilginç insanı anlatırlardı.” demişti. K’UNİP’AT Kadir söze karışmıştı hemen;

– Bu evde yaşamış, bu evden gelin gitmiş bir büyüğümüzü, rahmetli Paşahan Hanım’ı anlatayım size. Paşahan, rahmetli YİSMEYL Hacbekmırza’nın (dedem) küçük kız kardeşi idi. Kafkasya’dan İstanbul’a sekiz-on yaşlarında gelmiş. Ablası, Abdülaziz zamanında serasker olan Shapsugh Mehmet Zeki Paşa’nın hanımı. Ablasının yanında, İstanbul’da büyümüş, değişik hocalardan ders almış, okur-yazar, akıllı, eli açık, yürekli, geleneklerimizi çok iyi bilen bir genç kız olmuş. Köyümüze dönmüş. Kimsecikler cesaret edip isteyememiş O’nu. Babası vermez diye uzak durmuş herkes. O zamanlar genç ve atak bir delikanlı olan YAĞAN Alim Efendi, bu bilge kıza gönlünü kaptırmış. Geleneklere uygun biçimde istetmiş. Kız babası Hacı Ahmet bu istemi -nedeni bilinmez- kibar bir şekilde geri çevirmiş. Aradan geçen kısa bir süre sonra Tokat yöresine yerleşmiş Gebakuelerden bir delikanlı ile nişanlamışlar. Düğün günü gelip çatmış. Ta Tokat’tan gelen düğün alayı gelini alıp yola koyulmuş. Şu bizim iki mahalleyi bağlayan iki köprü var ya işte alay bu köprüden geçerken YAĞAN Alim, köprü ayağından fırlamaz mı? Gelmiş gelin arabasının okuna yapışmış. Bir taraftan da bağırıyormuş: ”Tanrı seni bana yazdı, gittiğin gibi döneceksin…”

Düğün alayının atlıları bu densiz delikanlının üzerine atlarını sürmüşler. O’nu kamçı darbeleri ile uzaklaştırmışlar. Yoluna devam eden grup kona kalka bir hafta içerisinde oğlan evine ulaşmışlar. O sırada, yakın bir komşu evinde kalan ve gelenekler gereği ortalıkta görünmeyen damat, küçük bir pencereden gelinin arabadan indirilişini izliyormuş. Mızıkaya eşlik eden erkek korosunun sesleri, tabanca atışları duyuluyormuş. Atılan mermilerden duvara çarpıp seken bir tanesi damadın alnına saplanmış, oracığa yığılıp kalıvermiş.

O gürültülü, şamatalı düğün evi anında yasa bürünmüş. Feryat-figan gökyüzüne yükselmiş. Delikanlının anne ve babası bir damla gözyaşı dökemeden, büyük bir vakar içinde gelinlerini ağırlamışlar. Ona:
– Kapımızın önüne indiğin ana kadar gelinimizdin. Kara yazgı şu anda seni bize konuk etti. Artık kızımızsın. Dilersen kızımız olarak kalır, dilersen baba evine dönersin, demişler. Kendi acılarını yüreklerine gömüp onu teselli etmişler. İki gün sonra aynı düğün alayı dağılmadan dönüş yoluna koyulmuş. Paşahan Hanım’ı getirip baba evine bırakmışlar.

Aradan bir süre geçmiş. YAĞAN Alim evlenme isteğini yinelemiş. Fakat yine reddedilmiş. Bunun üzerine, gelenekleri bir yana itip kız babası ile zıtlaşmaya, saygısızca davranışlar göstermeye başlamış. Hacı Ahmet duruma çok üzülürmüş. Nasıl etse de bu tatsız durumu düzeltse, düşünür dururmuş. Uzunyayla’nın değişik yörelerinden kalkıp gelen yaşlılar Hacı Ahmet’e konuk olmuşlar. Ağız birliği edip kızını delikanlıya vermesi için Hacı Ahmet’e uzun süre dil dökmüşler. Sonuç tatlıya bağlanmış. O güne dek görülmemiş bir düğünle Paşahan Hanım ve YAĞAN Alim evlenmişler. Ya… İşte böyle, ilginç bir alın yazısı, delikanlının sevgisi Ferhat misali dağları delmiş…

Hani şimdilerde bile mızıka ile çalınıp söylenen bir kafe vardır.

Ağlamak isterim, utanırım,
Ağlamazsam, sıkıntıdan ölürüm.

sözleri ile başlayan. İşte bu olay üzerine söylenmiş bir kafe’dir. o.”

K’UNİPPATT Kadir’den benzeri başka öyküler de dinledim. Bu espri dolu, akıllı, neşeli insanı saygı ile anıyorum.

Yüreği geniş, eli cömert olsun. Sağlıklı, analı-babalı büyüsün. Elem, keder kötü gün görmesin. Akıllı, bilge, korkusuz, onurlu olsun. Sevilsin, sayılsın. Köyümüzün, toplumumuzun törelerini yaban ellere dek götürsün. İsmimize ün katsın. Kısacası, tam bir Çerkes erkeği olsun.

Bu güzel yiyecekleri bize sunan annesi, saygıdeğer bacımızın tadı-düzeni bozulmasın. Evine bolluk-bereket yağsın. Çok insan ağırlasın, çok aç doyursun. Çocuklarını mutlulukla büyütsün, onların güzel günlerini görsün.

Şu anda, sofra başımda çevrelenmiş oturan küçüklerim, kardeşlerim, arkadaşlarım ve de tüm köy halkı, bir ekse bin alsın, bir meme çekişte bir kova süt sağsın, evleri dolup taşsın. Herkes barış-dirlik-düzenlik içinde yaşasın. Küçük sevgisi, büyük saygısı eksik olmasın. Haydin! Ya bismillah!”

Eller etlere, böreklere uzandı. Sevinç içinde iştahla atıldılar. Sofradakileri mutluluk havası sarmıştı. Yemekten sonra sigaralar tellendirildi, çerezler yendi. Gülüşerek, şakalaşarak gün boyu çalıştılar. Akşam güneşi batı ufkunda Hınzır dağının doruklarında batarken koca çayırlığın biçim işi bitmişti. İmeceye katılanlar, tırpanları omuzlarında, ıslıkla ya bir kafe ya da çeçen melodisi ile köyün yolunu tuttular.

Yazıyı bu öykü ile bitirmek isteyişimin nedeni, bu öyküde Ppitto’nun kendisini benim anlatabileceğimden daha güzel anlatmış olmasıydı. K’UNİPPATT Kadir’in çocuk Özdemir için dilekleri de sevgili Ppitto için yazdıklarım ve yazamadıklarımın bir özetiydi: “…Akıllı, bilge, korkusuz, onurlu olsun. Sevilsin, sayılsın köyümüzün, toplumumuzun törelerini yaban ellere dek götürsün. İsmimize ün katsın. Kısacası tam bir Çerkes erkeği olsun.”

Oldu saygıdeğer K’UNİPPATT. Önünüzde oturan yavru, akıllı oldu, bilge oldu, korkusuz oldu. Halkımızın Onur duyduğu kişilerden oldu. Seviyoruz, sayıyoruz. Sadece köyünüzün de değil tüm halkımızın da törelerini yaban ellere dek götürdü, bugün de yapıtları ile götürmeye devam ediyor. İsmimize ün kattı, kısacası tam bir Çerkes erkeği oldu.

Sevgili Ppitto, ürettiğin güzelliklere, daha yıllarca güzellikler katman dileği ile…

(*) Behice Hanım yazıyı en geç 15 Mayıs 2008’e yetiştirmem isteğinde bulunmuş ben de yerine getirmiştim. Daha sonraki yazışmalarımızda diğer yazıların yetişmediğini bu arada yazıyı çok uzun bulduklarını iletmişlerdi. Özdemir’in portresini çıkarıp yazıyı bir daha gönderdim. Yazı Kurulu’nun değerlendireceği ve kararı vereceği yanıtını aldım. Özdemir’in tanıtılacağı sayının ertelendiği bilgisi verildi ancak yazıya ilişkin kararın ne olduğunu henüz bilmiyorum.

Mayıs’ın on beşinde hazır olmuş bir yazıyı, yer alacağı kesin olmayan ve ne zaman çıkacağı belli olmayan Nart için daha fazla bekletmenin yazıya ve sevgili Ppitto’ya haksızlık olacağını düşündüm. Nart Yazı Kurulu’nun dilerse yazıyı kullanma hakkını da saklı tutuyorum…