O ZAMANLAR ÇERKESYA

Erhan Hapae

Önümüzde karla kaplı rampada kalan otomobil, bizim tırmanışımızı engellemiş, Rus şoförün geri kaydırarak yaptığı iki hamle başarısızlıkla sonuçlandığından, bu dağın başında öylece kalakalmıştık… Arabada, Türk asıllı İsviçreli çaçaron bir kadın, bir Amerikan ve kalender bir ihtiyar İtalyan. Bu arada çaçaron işe el koymuş, Rus şoförün arabayı yanlış kullanıp, kaydırdığını ve o nedenle yolda kalmış arabayı sollayamadığını, kendisi olsa becerebileceğini iddia etmişti. Ne de olsa Cenevre’de karlı yollara alışkındı. Şoför; kadını, söylediklerinden anlamlar çıkartıp direksiyona davet etti, buyurun bakalım şimdi. Çaça, arabayı zorla kaldırıp tırmanmaya çalışırken vites değiştirmeye kalkmış, üstüne birde direksiyon kırınca, dereye yuvarlanmaktan canımızı zor kurtarmıştık. Onunda bahaneleri vardı, hem de gereğinden çok fazla, bakışlarımızdan ürküp susunca, vurulmaktan kurtulmuştu. Ne yapacaktım bu adamları ben şimdi, ilgisiz Berzeg ilgilenecek miydi bakalım, yoksa elde olmayan nedenlerle donmuş halde mi bulacaklardı bizi?

Kısa süre içinde iki taraftan gelen otomobiller, ortalığı büsbütün karıştırmış, kıpırdayamaz hale gelmiştik. Şoför yardım isteme bahanesiyle kaybolmuştu ortalıktan, biz suratsız dört mutsuz , çaresizce inmiştik arabadan. Allah’tan hava güneşliydi, mavi ladin ve meşe ormanlarının arasında bir doğadaydık. Etrafımızda birikmiş arabalardan inen insanlar bizim gibi değillerdi. Anneler araba bagajlarını, üstüne serdikleri bir örtü ile kısa sürede bir bar haline getirmiş, üstüne yiyecek ve içkileri dizerken, babalar, tombalak küçük çocuklarını karların içine yuvarlıyor, onların sevinçli çığlıklarına neşeyle katılıp, karın içinden canını zor kurtarmış çocukları, tekrar karların içine itekliyorlardı…

Ardından, orta yaşlı bir Rus mujik, balalaykasıyla çıkageldi, o artık herkesin bir şeyler taşıyadurduğu yeni kurulmuş minibüs barın önüne. Yine müzikli bir şamata başlamıştı. Bütün bu hazırlıklardan, bu kışı burada geçireceğimize dair endişeler oluşmaya başlamıştı içimde.

En yakınımızda, lastiklerine zincir niyetine halat sarılarak, bu dağ başına kadar ulaşmış, 48 model olduğunu düşündüğüm minibüsün genç sahipleri, bizlerin yaban olduğumuzu anlamış, kendilerini de rahatsız eden suratsızlığımızı, bir nebze yumuşatabilmek amacıyla da olsa, bara yanaşmamızı işaretlerle teklif etmişlerdi. Bütün dünyayı pek bir dolaştığını iddia edip, her türlü milletle nasıl muhabbetler kurulacağına dair, nasihatlerinden geçilmeyen çaça ”amanın kaldık ya Rusların arasında’’ dedi ürküntüyle, kalmıştık anasını satayım.

Plastik bardaklara doldurulmuş ev yapımı şaraplarını ikram ettiler yanında kolbas ile. Hafif şaşkın bir tereddütten bizi kurtaran ihtiyar İtalyan oldu, sevimli bir pimponlukla yanaşıp ikram edilen şarabı dikti, ve o zamana kadar etrafta oluşan curcunayı şaşkınlıkla izleyen ihtiyar; bunlar mutlu galiba, dedi.

Evet öyleydi, kendilerini bu hengameden kimin kurtaracağı konusunda sanki hiç endişe duymayan bu insanların arasında, bizde mi mutlu olsaydık yoksa. Başladık içmeye, şarkı bilenler şarkı söylüyor, dans bilenler dans, buna Amerikalıyla Çaça da dahildi, sonra ihtiyarın şerefine tenor bir ses, İtalyanca napoliten söyledi. Şarkının başlamasıyla duraklayan dans faslı, bittiğinde tezahüratlar eşliğinde, yeni açılan votkaların, şaraba bulaşmış plastik bardaklara doldurulup içilmesiyle, alkışlar içinde, tekrar başlamıştı. Karda kayıp düşenler güç bela doğrulup, tekrar katılıyordu kalabalığa. Kalmıştık mujiklerin arasında. Bizim çaça, Amerikalının koluna tersten girmiş, dönerek figürler çekiyor, ara sıra tek bildikleri Kazaçok şarkısının nakaratlarına katılıyorlardı.

Ben, köylü bir sırvermezlikle, ağır duruyordum.Erendira, Kanada’da kaybolmuştu, Koreli, yazdan beri görünmüyordu, Çaça’nın getirdiği bu iki yabancı başıma belaydı, Berzeg ortada yoktu, bu Allah’ın dağında unutulmuş, sarhoş mujiklerin arasında kalakalmıştım. Bari şoför kaybolmasaydı ama saatler geçtiği halde, o da ortalıkta görünmüyordu.

Bu curcuna arasında fark edilmeden, büyükçe bir traktör, yolu tıkayan otomobili ve kaymış olan bizim Mersedes’i yukarı çekmiş, o ana kadar eğlencemizi, görünmeyerek bozmak istemeyen Berzeg, yorulmuş ve burnu kızarmış şekilde omzuma dokunmuştu, yol açıldı dedi gidelim. Bizimkileri eğlenceden zor ayırıp arabaya doğru sürüklemeye başladığımızda, ihtiyarı bırakmak istemeyen müjikler, şerefine bir de arya  söylediler, bu eğlenceyi bırakıp nereye gittiğimizi merak ediyorlardı.

Ormanın içinde kuytu bir piknik yerinde, bizim Adige gençleri ve Rus kızlarından oluşan bir grubun bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak saatlerden beri bizi beklediklerini gördük. Güzeldi, ha şöyle.

Ateşler yakılmış, peynirler kesilmiş, ekmekler kızartılıp, ayakçı tezgahlarına dizilmiş, öte yandan şaşlıklar, şişe geçirilmiş halde, pişirilmeyi bekliyordu.

Tezahüratlarla karşılandık, ihtiyar şamataya alışmıştı, çaça bile çakır keyif bir halde, iki gün öncesinden tanıdığı herkesle sarılıp öpüşüyor, keyifle herkese sataşıyordu. İhtiyar yanaşıp, bunlar gerçekten mutlu galiba diye tekrarladı. Bunları bilmem dedim, ben Remedios gelirse mutlu olacağım. Kim olduğunu sormadı, zaten bende izah edecek durumda değildim. Elime viski bardağını tutuşturan Berzeg, Remedios geldi dedi, o burada.

Aracataca kasabasında çamaşır asarken, çıkan rüzgarın alıp götürdüğü ve izine yüzyıldır rastlanmayan o güzeller güzeli, bütün o okyanusları aşıp, yüzyıllık yalnızlığımızın izlerini silmek üzere, bu Adigey ülkesine düşmüştü demek. Abzegh olduğumu nereden anlamıştı? Tanrı’m, yoksa sen mi karıştın işe. Cemguy Murat’ın yanına gittim, bu yabancılarla sen ilgilen diye rica ettim, benim yazılacak hikayelerim var dedim, anla artık o burada.

Üşür o, bu karlar ülkesinde diye düşündüm içim titreyerek, Karayip denizlerinden geldi, doğru dedi Berzeg, onun için tandırın başında gözleme çeviriyor. Sinirlenmiştim şimdi, yahu kardeşim bir çamaşır astırırsınız, bir gözleme işi, kızı rahat bırakın, dedim içimden. Ben onları oyalarım, sen keyfine bak dedi Berzeg. İşte orada…

Oradaydı.

Hangi dili en rahat konuştuğumu sordu, konuşmaya ne gerek vardı, bakışırız yeter. Kabardeyce biliyordu ama benim dilim tutulmuştu. İspanyolca öğrenemedin bir türlü dedi, ne yapayım bende Çerkesce’yi öğrendim ama şimdi anlıyorum ki, onu da pek matah konuşamıyorsun, yerin dibine girdim.

Büyükbabam Gabriel, o hikayeyi yazmasa, kaderimiz başka olurdu tabi, yinede o yazdıktan yıllar sonra fark ettin sen beni, hikayeyi herkes fark etmişti, NOBEL bile, herkes hikayenin her şeyini her yerde konuşur olmuştu ama beni her yerde konuşan bir tek sen vardın. 89 sonbaharıydı, Rumeli Hisarı’ndaki o salaş kahveye onun için geldim, seni merak ettiğim için, gizli bir köşeye çekilip seyrettim seni. Fena değildin, bizim Latinlerden daha yakışıklı sayılırdın ama henüz para kazanamayan bir mimardın, sonra kahveye bir kadın geldi, öperek karşıladın onu, İHANET. Beni tanımadan önce evlendiğini kahveci söyledi, karınmış meğer, rahatladım.”

Sıraya geçip tabaklarını uzatmış piknikçilere birer parça gözleme verdi, biraz uzağımızda Şeşen’den break dansa, her türlü çeşidin sergilendiği müzikli curcuna devam ediyordu. Bunları duymuyorduk, ben hala konuşamıyordum. Güzeller güzeli bu Karayipli melezin yüzü hayal ettiğim gibiydi, saçları ve vücudunu bu kar giysileri içinde kavrayabilmiş değildim ama, o hala, rüzgarlara tutunup kaybolduğu yaştaydı. Zar zor, hiç değişmemişsin diyebildim, aynı güzel peri. Çok güldü, nerden biliyorsun dedi, beni ilk defa görüyorsun. Yanılıyordu.

Ama sen değişmişsin dedi, saçların ağarmış biraz, yüzünde çizgiler var. Yıllar önce Abhazya da, Ritsa gölünde gördüğün ben değildim, rüzgarlar ters düşmüş yetişememiştim oraya, gördüğün, bir Adige kızıydı ve bendende güzeldi, evliydi neyse ki. Bir yanılsamayla, hayal kırıklığına uğratabilirdin beni, diğer eskilere yaptığın gibi.

Berzeg, elinde dolu iki viski kadehiyle yanaştı, başka bir isteğimiz var mıydı. İhtiyar biraz üşüyor, Amerikalının keyfi yerinde dedi. Merak edilecek bir şey yok. İhtiyarı gönder dedik ateşin başına, nasılsa bizi anlamazdı.

”Gözlemeyi sevdiğini bilirim, ne sizin Çerkesler yapar bunu ne de bizim Karayipliler, Kadıköy’deki o dükkana kızını götürdüğünü biliyorum, hatta Marmaris yolundaki Muhtarın Yerine uğrarsınız yazları, sırf bu gözlemenin hatırına, bende orada öğrendim zaten, kolay bir şeymiş.

Gözleme servisi yaptı, bir posta daha.

Benden öncekileri biliyorum ama ilgilenmiyorum, benden sonra hiçbir şeyi sevemedin sen, gezip durduğun onca yeri, düşüp kalktığın kadınları, okuduğun hiçbir kitabı, dinlediğin hiçbir müziği, uğraşa durduğun mimarlığı, değirmenciliği, hiçbir şeyi. Gittiğin en eğlenceli partilerde bile doyasıya eğlenemedin, mutsuzluğunu soğuk duruşlarla yudumlayıp, melankolik bir sarhoşlukla bitirmeye çalıştın geceleri.  Okumayı bıraktın, yazmayı bıraktın, neredeyse yaşamayı gülmeyi bıraktın, bir tek o küçük kızın olmasa Merisa’ydı değil mi ismi, ölmeyi seçeceksin ama onu da başarabileceğini hiç sanmam.

İhtiyar Bozato’yu getirdiler, yanımızdaki alçak oturağa çömelip oturdu, gözle selamlaştık.Hiç bir şeyi beceremeyenlerin en iyi becerdiği şey değimliydi ölüm, o da mı zor ve üstün beceriler istiyordu, neler söylüyordu bu?

Bütün bunlara sebep olmuş  olmanın vicdani sorumluluğu diye söylersem incinebilirsin belki ama beni sevmiş olmakla, yaşamı kendine zehir etmiş birine, bu yıllar süren sadakatimi nasıl izah edebilirim başka. Onca yıl sonra, eline henüz dokunduğum (dokunmuştu) birine tutkunluğumu, aşk olarak izah etmem yinede zor. Gittiğin her  coğrafya da, belki karşılaşırız diye kendimi rüzgarlara atıp peşine düşmem,rüzgarlar aleminin arkamdan neredeyse alay ettiği konumlara sürüklenmem,  yine beni  rüzgarlara salarak, hikayeden söküp atmış olan, büyük babam Gabriel in bile hayal sınırlarını herhalde zorlar.

Onurlanacağım bir durum yoktu yani, umutsuzlukla Bozato’ya döndüm yüzümü, hüzünlüydü, sen mutlu değilsin galiba dedi. Evet değildim, olmamıştı yine. Kabardeyce öğrenip, gözleme çevirinceye kadar, beni sevseydin ya biraz, dedim içimden. Ayrıca nerden öğrenmiştin, beni zıvanadan çıkaracak bu kadar akılı-fikirli, gencecik bir kızdın sen.

Sevmiştim dedim yavaşça, Amin Maoulof’u, Said’i falan. Kesti sözümü.

”Onlara sığınmaya çalışmıştın, bir nevi gönül avutma. Necip Mahfuz’dan bile medet umdun sen, ne yerelde ne evrenselmiş diye lakırdılar ettin sağda solda, Trevanian’ı bile karıştırıp, bana rastlamak umuduyla Latin dünyasının bütün labirentlerinde dolaştın durdun, buna, liman orospularına pek meraklı, ihtiyar Amado da dahil. Sırrına vakıf olmak istediklerin arasında o tahammül edilmez Austrias bile vardı. Ben yoktum oralarda, hatta bir benzerim, mutsuzluğunu artırmaktan başka bir şey bulduğunu sanmıyorum, senin derdin bendim. Bütün bu onlarca yıl süren  gönül gezdirmelerin içinde, kendimi sana esir etmeyi kaçınılmaz kılan özgüvenim arttı. Bir tek o Ritsa gölündeki Adige kız telaşlandırmıştı beni, o da sana şeftali göndermek dışında bir şey yapmamıştı, üstelik kocasını seviyordu çok şükür. ’’

Bozato nun oturduğu tahta sıraya bir kızı getirip bıraktı Berzeg, biraz sarhoş biraz kederli, birazda ısınsın bari. Hepimiz doğrulur gibi yaptık, Bozato omuzlarından tutup şefkatle buyur etti yanına, içine düştüğü hüzünlü atmosferi anlayamıyordu, diğer tarafta şamatanın Allah’ı dönerken. Kızın durumu benden beterdi. İçli içli ağlıyordu, gözyaşları, abartılı makyajını zedelemiş rimellerini akıtmıştı. Remedios gözleme işini bana devretmiş, kızın başını omzuna alarak hıçkırıklara boğulmasına müsaade etmişti. Kendinden bir iki yaş büyük bu hüzünlü kızın sırtını sıvazlayarak İspanyolca sevecenlikler mırıldanmış ve ondan; hıçkırıkları arasında, Rusça birkaç kelime almayı başarmıştı. Yine aşka ait durumlardı, grubun içindeki yakışıklı sevgilisi tarafından bizim bilemeyeceğimiz hangi nedenle terk edilme tehdidiyle ürkütülmüş, birde üstüne içtiği birkaç kadeh, gözyaşlarına boğulmasına yardım etmişti. Beni bırakmış gözlemenin başına, dünyanın vicdanı olmaya devam ediyordu. Kız biraz sakinleşince, onu, Bozato’nun şefkatli kollarına bırakıp, işinin başına dönmüştü.

”Geçen onca zaman içinde, baş edemeyeceğim bir rakibimin çıkmasını önleyemedim yinede, ilk zamanlar yüreğimi kavuran bu ötelenme duygusu, zamanla olgunlaşıp soldu ve büyük babam Gabriel’in bir gün bebeğin olursa anlarsın telkinlerinin yardımıyla da olsa, diğer her şey gibi durumu kabullenmek zorunda kaldım. Artık ikinize de tutkunum.”

Kimden bahsettiğini anlamıştım. Wuig başlamıştı, herkes yüksek sesle dansa davet ediliyordu, Bozato yanındaki, sakinleşmiş ve güzelleşmiş kız tarafından dansa kaldırılmaya çalışılıyordu. Kolay bir dans dedim ihtiyara, kız yine ağlamaya başlamasın.

Artık çok vaktimiz olacak, dedi Remedios. Beni dansa davet etmeyecek misin?

Karanlık bastırdıktan saatler sonra, Berzeg’in dirayetiyle güç bela toparlanan artık neredeyse dişleri takırdayan üşümüş grup, arabalara dağılarak Maykop’a güç bela ulaşmış, üşümüşlüğümüzü giderecek tek çare olarak mütevazı bir saunaya kapağı atmıştık. Berzeg, tandır başındakileri bu sefer başka bir arabaya, asaletiyle hafifçe eğlendiğimiz Askerby‘in, lastikleri çivili arabasına teslim etmişti. O da bizlerle eğleniyordu tabi, yitip gitmiş kendi sınıfından geriye kalanlar olmadığı için, bizler gibi orta sınıf halk tabakaları arasında ömrünü geçirdiğine hayıflanıyor, Monaco prensinin evlenmemiş bekar kızı kalıp kalmadığını sorup duruyordu. Bozatoya aktardığımız bu soru hafif gülüşmelere neden olmuştu. İhtiyar İtalyan birkaç gündür buralardaydı ve artık Adige esprilerini anlıyor ve Monaco’dan artık umudu kesmesi gerektiğini ama Kuzey İtalya  soyluları içinden, evde kalmış bir kız bulunabileceği umudunda olduğunu belirtiyordu. O ise henüz görmediği ve hiçbir zaman görmeyeceği evde kalmış bir İtalyan yerine, bu günden beri tandır başında mırıldanıp durduğum Remedios‘u dikiz aynasından bakışlarla süzüyor, soylu ise eğer, ona da razı olabileceğini ima ediyordu. İkimiz arasındaki iklimin farkında olarak sokuşturduğu laflara gülüştüğümüzde, Remedios‘a dönüp, bununla ne ilgileniyorsun, asil bile değil o, diye iğneliyordu beni. Sonradan Remedios‘un asaletiyle ilgili kuşkular çıkınca, Askerby üçümüzü de kurtaracak yeni bir öneri getirmişti. Remedios‘la kendisi evlenip, onun zaten layık olduğu soylular sınıfına girmesini sağlayacak, beni de güzel çirkin demeden bulabileceğimiz soylu sınıflardan biriyle evlendirerek, pek layık olmasam da, şu ’emedios‘la tanışmasına vesile olmuş olmam nedeniyle, o zavallı, aşağı sınıflardan kurtulmamı sağlayacaktı. Öneri benim muhalefetime rağmen arabadakilerin alkışlarıyla onaylanmıştı.

Üstelik, onaylayanlar arasında  o da vardı.

Saunada gurup azalmıştı. Berzeg’in iş arkadaşlarından oluşmuş kızlı erkekli küçük bir grup ve misafirler kalmıştık. Bir de Remedios tabi. Biraz ısındıktan sonra isteyenler saunaya girip terliyor sonra atlama cesaretini gösterenler, soğuk havuza atlayıp ayıkıyor, salondaki, ormandan beri taşınıp yeniden kurulmuş yer sofrasındaki yerlerini alıyorlardı.

Bozato, iflas edip telef olmuş bu Sovyet halkının, hayattan hala eğlenceler çıkarabilmesine hayranlıkla şaşıyor, bu gün dağda rastladığı yoksul mujiklerin bile, en olumsuz durumlardan çıkardıkları şen eğlence biçimlerine, bir türlü akıl erdiremiyordu. Bunu kavrayamayanlar arasında bende vardım. On beş yıl öncesinin süper devletinin vatandaşları, bu gün otuz dolarlık ücretlerle geçinme noktasına düşürülmüş olmaları bir yana, sağlık ve eğitim de dahil kendilerini ne gibi umutsuzlukların beklediği konusunda hiçbir fikir sahibi değillerdi. Eski dönemlerde toplumsal ağırlığı olan entelektüel partililer, artık kimse tarafından önemsenmediği gibi, devletinde onlara nasıl bir tavır takınacağı belli değildi. Onlar sokaklardan çekilmiş bu yeni oluşan yarı mafya işadamı takımına bırakmışlardı meydanı. Yıllar sonra tekrar iktidarı ele geçirecek olan genç komsomollar, henüz çöküntünün mahmurluğunu üzerlerinden atamamış, şaşkınlıkla, ortamı kavramaya çalışıyorlardı. Geleceklerini yitirmeyle karşı karşıya kalan gençlik, o zamanlar pek ucuz olan votkanın yardımıyla da olsa, vur patlasın çal oynasın, gününü gün etmeye çalışıyordu. Geleceğini yitiren insanlar ancak böyle dayanabiliyorlar çöküntüye, ağıtlar yaksalar daha mı iyi diyordu, Askerby. Peki kardeşim ağıtlar yakmayacağız o zaman.

Askerbyle bu sohbetimiz arasında Remedios, dostluk geliştirdiği ağlayan kızla saunaya girip çıkmış, kendisi için uydurulmuş, beyazlar içinde bir elbise ve dalgalı uzun saçlarıyla çıkagelmişti.Güzeldi. Askerby ayağa fırlayıp elini öperek karşıladığı Remedios’u işte sevgilim diye tanıttı herkese. Diğerleri bana dönüp gülüşerek, alkışlar arasında kabul etmişlerdi durumu. Bir asil tarafından iltifatlara boğulması onu gururlandırıyor, aramızda bir düello çıkmasından ürküyordu. Bu, gülerek, kendi değerini de tartıya çıkaran açıklaması, daha da eğlenceli gülüşmelere neden olmuştu. Askerby bir centilmen edasıyla kızı getirip yanıma oturttu, vazgeçeceğimi sanma sakın tehdidini esirgemeden.

Amerikalı çok sarhoş olmuştu ve içine düştüğü bu gerçeküstü dünyayı anlamaya çalışıp, etrafta hangi tür eşkıyalar olabileceğine dair pek bir fikri olmadığından, kendini kollayarak İngilizce anlayabilen bir Rus kızla konuşmaya çalışıyordu, belki de asılmaya. Çaça saunaya girmeyi reddetmiş, canlı sataşmalarını sürdürmeye devam ediyordu.

Eğlenceli insanlarmış sizinkiler diye söze başladı Remedios, onları seveceğim galiba, bizim Latinlerde renkli insanlardır biraz bilirsin, sizde de yaşam neredeyse gerçeküstü. Olmadık ülkelerden gelmiş akrabalarınız var ve ilk defa gördüğünüz insanları, olmadık ilgi ile karşılayıp canından bezdirene kadar peşinden ayrılmıyorsunuz, bu her yerde böyle değil. Danslarınız güzel ama az dans edip çok seyrediyorsun o biraz sıkıcı, yinede eğlenmeyi biliyorsunuz biz Latinler kadar olmasa da.

Bu, beni umurundan çıkarmış konuşmalar değildi benim istediğim. Sadece benden bahsedeceği şeyler istiyordum artık. İhtiyar bayılmak üzere bulunduğu saunadan güçlükle çıkarılmış, soğuk duşla kendine getirilip, kendisi için uydurulmuş bir bornoza sarılı vaziyette baş köşeye oturtulmuştu. Rahatlamış ve bir şeyi yeni kavramış olmanın heyecanı ile müsaade isteyerek konuşmaya başlamıştı.

Birkaç günden beri duyduğum bir kelime var, biz buraları Kafkas biliyor idik ama sizler Adige deyip duruyorsunuz, eğer bu ülkenizin adıysa, tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. Kuzey İtalya’da, Avusturya sınırında bir bölge var ismi Adige, gerçi uzun ismi, Trentino Alto Adige ama biz oraya kısaca Adige deriz. Dağların sıra dışı birlikteliği, zengin ırmaklar sayısız göller, dağ kümelerinin güzelliği yurdunuza benziyor, ayrıca dilleri de biraz tuhaf gelir bize, bir ilişkimiz olabilir mi sizce?

Demek öyle! demişti Askerby, orayı damı biz kurduk yoksa, her gün yeni bir akrabalarımızın çıkıyor olması sevindirici aslında, içlerinde biraz asil olanlarda varsa, elbette kabul edebiliriz, neden olmasın.

Bu boyu kısalmış ve biraz kararmış Osmanlıları kabul ettikten sonra, Habsburg hanedanından sayılacak, İtalya göçkünlerine  neden itiraz edelim ki. Diye başladığı konuşmanın ardından, her dilden tercümelerle; Abhaz mitolojisi anaç mı konusu da dahil, insanlığın nerelerden başladığı, beyaz ırkın ne menem bir şey olduğu üzerine absürd bir muhabbet başlamıştı. Bozzato, kendi açtığı konunun bu kadar ilgi görmesinden mutlu, çoğu zaman hiçbir şey anlamadan dinlediği bu konuşmaların arasına girip, araştırıp bilgilendirmeye söz verdi. Bu söz üzerine tekrar alkışlandı ve mutlu bir sessizliğe gömüldü. Diğerleri avaz avaz sürdürüyorlardı mavrayı.

Remedios gülümseyerek ilgiliymiş gibi izliyor, bu tantananın nasıl sonuçlanacağını merak ediyordu.

Benim de merak edegeldiğim bir şey vardı elbet, bu güzel kadının dünyevi olup olmadığı. Görecektik.

Askerby uyandırıp duşa sokmuş, yabancıların otelde olduğunu, onlarla Çetav’ın magazininde buluşacağımızı söyleyip giyinmemi istemiş, aşağıda arabada beklediğini bildirmişti. Ben Remedios un nereye kaybolduğunu merak ediyordum. Korkma, dedi henüz ilgisine mahzar olamadım onun, sonuç alacağımdan emin olarak, uğraşım sürüyor. Berzeg’in annesi işe el koydu, şimdi onun yanında, seninle ilgisini merak ediyor, bir yandan ağırlayıp bir yandan sorgular onu. Gördüğün gibi sana sahip çıkanlarda var, benim kadar olmasa da. Üzerinde Şelame yazısını zor bela okuduğum bir dükkandan Halıve ve Şelame alıp, Çetav’ın asma katlı mağazasına ulaşmıştık. Türkiye den geri dönenlerin buluşma ve dert dökme yeriydi, sürekli çay servisi yapılıyor ve özgürce sigara içilebiliyordu. İnal Çetav bu kendisine hiç faydası olmayacak kalabalıkları yıllardan beri sessizce ağırlıyor ve muhtemelen bundan hoşlanıyordu.

Bizi hasretle kucaklayıp çay söyledi, ayrıca sigara içmekte serbest. İki yıldan beri 12 yaşlı kadın çalışanı ile devraldığı işyeri, o hiçbir şeylerin bulunmadığı sıkıntılı yıllarda, Türkiye den gönderilen çeşitli ihtiyaç maddelerinin satıldığı ilgi gören bir mağazaya dönüşmüştü. Gel gör ki, fiyatlar yoksullaşmış halk için yüksek geliyor, hayatında hiç ticaret yapmamış olan sahibi için, bir kar noktası olmaktan çok, ufak zararların edildiği bir sosyal merkez olarak işlev görüyordu. Nasıl bir gelişme olacağı ile ilgili bir fikri yoktu ama mutluydu o, burada direnecekti.

Remedios ta nereden çıktı diye sordu, yüzüme karşı. Bu konuda akşamdan beri çekiştiğimiz Askerby sende nerden çıktın şimdi dedi, o benim kaşenim. Çetav nezaketle hayır dedikodu yayıldı, merak ettiğim için sordum dediği sırada açık kapıyı tıklatan, esmer zarif bir kadın göründü. Kadını gördüğümüzde üçümüzde ayağa kalkmıştık. Çetav heyecanla, işte o, dedi. Bu ülkenin en zarif, en şık, en entelektüel, en güzel, en zeki kadını, tanıştırayım. Az konuşmasıyla tanıdığımız Çetav kendi çapında epey detaylı iltifatlarını sıralamıştı. Kadın o uzaktaki kapı ağzında, içeri bir adım bile atmadan, yapılan iltifatları muzip bir gülümseme ile dinlemiş ve şöyle demeyi uygun bulmuştu. Hiçte fazla bir şey söylemedi, tersine bilmediği bir çok şeyi eksik bıraktı. Diğerleri ile öpüşmüş benimle tokalaşarak kendisine ikram edilen baş köşeye oturmuştu. Askerby ile bu zekası gözlerinden fışkıran Bjedugh afet, bir türlü gelemeyen yabancıları beklemenin sıkıntısını eğlenceli bir mavraya dönüştüreceklerdi. Biz Osmanlıların laf yetiştiremeyeceğimiz incelikte bizleri tiye alıyor, alınmayalım diye arada bir iltifat sokuşturuyorlardı. İltifatlarda genellikle Çetav içindi.

Hangi Remedios diye sordu kadın, Gabriel‘in torunu mu? Dün akşamdan beri kimseye izah edemediğim durumu bilen birisiyle karşı karşıya kalmak beni irkiltmişti. Hani çamaşırları asarken uçup giden. Yüzündeki muzip gülümseme ile eğilip sormuştu soruyu. Evet diye kekeledim, seviyordum onu.

Bende bir tehlike var sandım diye rahatladı kadın hayal ürünü o. Askerby; Tanrı dedi öyle hayal ürünlerinden ayrı bırakmasın beni. Dünden beri Adigey’de olduğunu, beni göstererek bu mağripliyle gün boyu gözleme pişirip, kırıştırdığını, Berzeg’in annesinin işe el koyarak kızı konağına aldırdığını, bu sarhoş Osmanlı’nın saflıkla kızı elinden kaçırdığını, zaten dün akşamdan beri kendisi devreye girdiği için, ben zavallının artık hiçbir şansı kalmadığını anlatıverdi. Demek beni kenara atıverdin dedi afet, Askeby’e çıkışarak, geçen hafta prensesin bendim ya hani. Atar mıyım dedi Askerby, geçen hafta kırk dereden su getirdiğim halde ümit vermeyen sen, gecelerden beri sayıklamaktan yaşlı anamı uyandırıp, ne kadar ayıp olsa da, bir gece sabaha karşı sana olan bütün duygularımı anlatan ben, annemin günlerdir biçare oğluna derman bulmak için doktor doktor dolaştığı sen, senden vazgeçebilir miyim sanıyorsun. Kızda dahil hepimizin gülüşmelerine aldırmadan soğukkanlılıkla devam etmiş, Remedios flörtüm olacak sadece deyip noktayı koymuştu. Bjedugh afet, gülümsemeler içinde Askerby’in yüzüne sevecen bir fiske atma girişiminde bulunmuş, o da kendini sevimli bir şekilde korumaya çalışmıştı.

Sveta idi ismi, Petersburg‘ta sanat eğitimi görmüş, bilmem hangi nedenlerle bu taşra kentine dönmüş, televizyon ve radyo programcılığı yapıyordu. Çok kısa süren evliliğini bitirmiş, saygın bir entelektüel olarak otuz Dolar maaşı ve iki odalı evi ile ayakta kalmayı başarmış, eksikliklerini çokça hissettiği bu küçük şehirde, biricik kızını yetiştirmeye çalışıyordu, canlılığını ve gülümsemesini hiç yitirmeden. Çetav Türkçe olarak açıklamıştı bütün bunları. Ben ise, derdimi konuşabileceğim ve muhtemel ki beni anlayacak bir dost bulmanın heyecanı içindeydim, eğer lütfederse.

Yüz yıl yalnız bırakılmış çilekeş başka bir halkın, destansı hikayesini okuyup durduğum o yıllar, bizim hikayemize benzemeyen ama yerlilerin itilip kakılması ve yüzyıllar boyu İspanyol emperyalin yönettiği küçük diktatörler tarafından onuru kırıla duran halkın, bölünüp birbirini telef etmesini anlatan hikayenin içinde rastlamıştım ona. Bütün bu çirkinliklere kendini yakıştıramadığı için rüzgarlara kapılarak uçan, yüzyıldır ortalıkta gözükmeyen güzel periydi o peşinde olduğum şey.

Herkes her şeyi her yerde anlatırken ben sadece onu anlatırdım gittiğim yerlerde. Tabi hiçbir yerde rastlamayı aklımdan geçirmeden. Ona olan melankolik düşkünlüğüme, telef olmuş halklara dair ulvi şeyler yüklemek değildi istediğim, zaten ne istediğimi de biliyor değildim. Bir zaman Ritsa’da rastlar gibi olmuş yahut ta olsa olsa böyle bir şey olabilir diye birisini görmüş, o olmadığını, sonradan anlamıştım. Bu benim zihinsel sadakatimle eğlenenler olurdu zaman zaman, bende onlarla eğleniyordum tabi.

Bizim dönüşçülerin ütopyasına benzer bir bağlılıkla yıllardır sürdürdüğüm bu melankolik hal, dünden itibaren başka bir şeye dönüştü. O burada ve Adige dili biliyor, Yinede kendisine sarılabilmiş değilim, kucaklanabilen birisimi, onu da bilmiyorum, onun için Askerby‘in şurada burada açıklamalarına kuşkuyla bakıyorum. Belki yine uçup kaybolmuş olabilir.

Diğerlerinin müstehzi gülümsemeleri  arasında o gülümsememiş, hafif kaçık birisi ile karşı karşıya kaldığı izlenimi uyandıran bir edayla süzmüştü beni. O kadar şahidim var dedim, Bozzato bile, diğer herkes onu dün ilk defa gördüler Adigey’de. Anlıyordu, yani anlamıyordu. Ayağa kalkarken Akşam Remedios’u da al gel dedi, Maykop mantısı yapacağım size, Askerby cezalı idi, kendini affettirebileceğini hiç sanmam. Etrafımdaki insanların arasından nasıl kurtulup geleceğimi bilmediğimi, Remedios ile ilgili söz veremeyeceğimi mırıldandım. Yapabiliyorsan dedi, olmadı başka zaman.

Askerby çok kırıldığını, Karayipli uçurtma uçuran bir kız için kendisini ihmal ettiğini sanan Sveta’dan hiçte hak etmediği bir öteleme gördüğünü, kendisini affedebilmesi için, mantı davetine bir şampanya ve bu Sovyet’te bulunabilen tek çiçek olan, bir karanfil demetiyle geleceğini, içeri alınmaz ise pas pasın üstünde elinde çiçeklerle şampanyadan yudumlayarak oturabileceğini… Sveta dayanamamış tamam  demişti bezginlikle, gel.

Berzeg misafirleri toplamış, parke fabrikasını gezdirmeye götürecekti. Ben gelmesem olmaz mıydı? Olmazmış. Akşamı organize etmem gerekiyordu.

Demek Remedios sizsiniz dedi Sveta, iki Adige erkeğini birbirine düşürüp, geçen haftaki sevgilimi elimden kapan, hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Gabriel’in anlattığı kadar güzelmişsiniz gerçekten. Hafif bir kıskançlığın gizlendiği ilk gerilimli konuşma atlatılmış, koltuklarımıza yerleşmiştik. Arasına iki geniş sehpa yerleştirilmiş karşılıklı iki rahat kanepe ve bir koltuktan oluşan oturma grubu, bütün Rusya da görüp durduğum çirkin mobilyalara benzemiyordu. Dmitri Şostokoviç’in Bolşoy’daki konserini basıp notaları yere fırlatarak, traktörcüler marşını bağıra çağıra söylediklerinden bu yana, neredeyse estetik bir şey yapmamaya kararlı olan devrimin dinamik güçleri; Sveta’nın özenli örtüler ve çiçeklerle süslediği bu salona girebilselerdi eğer, bütün mobilyaları pencereden atmakla kalmaz, onu da halkın gerçek dertlerini kavrayabileceği hafif bir Sibirya sürgününe gönderebilirlerdi. Bu farklı özen’e, iltifat niyetine ağzımdan dökülen sözler, kadının önce hoşuna gitmiş, sonrasında tepkisini çekmişti.

Bu bir iltifatsa teşekkür ederim. Ama sadece beni içlerinden bir nebze ayırıp, diğer herkesi hor görme kabiliyetini, siz Osmanlı köylüleri olarak, nasıl edindiğinizi merak ediyorum gerçekten diye söze girmiş ve beni utançlara boğan boşboğazlığımı ağzıma tıkamıştı. Remedios‘la beni tek anlayacak diye düşündüğüm ve incitmeyi hiçte istemediğim ev sahibi ile ilk buluşmamızda, diğerlerinin önünde kendimi düşürdüğüm durum dolayısıyla, utançla affımı diledim. Sessizce gülümsemiş ve başını eğerek hafifçe  onaylamıştı.

Askerby ve Çetav dahil beş kişiden oluşan sofraya, thamade olarak Sveta’nın önerisiyle kendisinin itirazlarına rağmen Askerby’i seçtik. Sveta bu sayede sohbetin Askerby tarafından sulandırılmasını önlemeyi düşünüyordu, oy çokluğuyla kabul ettik. Askerby ciddileşti ve toplantı boyunca nasıl ustaca yöneteceğine şahit olacağımız sohbet konusunu seçti.

Benim ve diğer iki güzel kadının konuşmak istediği konuyu ertelediğini, çok uzaklardan bizim dilimizi de öğrenerek gelmiş ve bizden olmaya kararlı görünen bu çok değerli misafirin, biz dertli Adige dünyası hakkında daha bir fikir edinebilmesi için bunu önerdiğini, yüz otuz yıl önce ayrı düşmüş ve henüz buluşmuş, söz söyleyebilecek dört kişinin tanışmaya çalışmasının seyircisi olmasını istediğini, eğer kendisi de kabul ederse, diye ona dönmüş, üstelik bizleri fazla dertli bulup canını kurtarmak isterse, buna olanak sağlayacak bir süreç olabileceğini belirtmişti. Ben bozulmuştum biraz, bizim mesele yine erteleniyordu.

Biraz önceki tepkim için tekrar özür dilerim diye söze girdi Sveta, sakinleşmişti. Biz buralılara hiç özeleştiri imkanı tanımadan, bazen haklı olabilecek, ama çoğu zaman haksız bulduğum bu diaspora eleştirileri ile dolmuş olmaktan kaynaklanmış olabilir bu tepkim. Neredeyse bir buçuk asırdır, birbirine zıt ve üstelik düşman taraflarda yaşamış olmak, elbette farklı bakışları ve farklı yaşam biçimlerini oluşturmuştur. Bunun böyle olduğunu baştan kabul ederek, birbirimizi anlamaya çalışmak olmalı yapacağımız şey. New York‘tan gelenler geri kalmış görüyor, özgürlükten anladıkları satın alma ile sınırlı olan dünün bu Filistin göçmenleri, özgürlüklerden bihaber görüyor bizi. İsrailliler neden koyu Müslüman olmadığımıza şaşıyorlar, neden Musevi olmadığımıza şaşmıyorlar çok şükür, Ammanlılar neden yoksul kaldığımızı hor görerek merak ediyor, Esat’ın diktatörlüğünden başını kaldıramayan Halepliler, bizimkileri diktatör buluyor. O milyonlarca Adige’nin yaşadığı söylenen Türkiyeliler ise başka bir alem, gelip bir hafta dolaşıp nasihatler edip gidiyorlar, bir daha dönmemecesine. Türkiye’de geçimini sağlayamadıkları için Almanya’ya işçi olarak gittiklerini sonradan öğrendiğim diğerlerinin tafralarını bir görseniz, evlerimiz ve arabalarımızla, küvette ve muslukta beraber kullandığımız o uzun armatürle gözlerinden yaşlar gelecek kadar gülerek eğleniyorlar. Havlularımızı sert, ev eşyalarını demode buluyorlar. Bütün bunlara karşın içlerinde Prokofyef dinleyip, Kundera okumuş bir kişiye rastlamadım henüz. Belki de ben rastlamadım bilmiyorum, ama durum böyle.

Bir radyo programcısı olarak, herkeslerle karşılaşmış röportajlar yapmış birisi olarak konuşuyordu ve belki de ilk defa yabancılar önünde böyle konuşuyordu. Diğer herkeslerle karşılaşmayan bizlerin pek anlayamayacağı bir durumdu bu ama onun başındaydı. Askerby sözü Çetav’a verdi. Yıllardır burada iş yapıp tutunmaya çalışan ve etrafında bir çok kişinin geçimini sağlamaya gayret gösteren biri olarak söyleyeceği bir şeyler olmalıydı.

Ben burayı ülkem olarak görüyorum artık, burada evlendim burada çocuklarım oldu, Sveta nın söylediği müzisyen ve yazarları okumuş değilim ama seçebildiğimiz bir kasaba belediye başkanımızın bile olmadığı bir ülkeden geldim ben, onun için başkan’la gururlanıyorum. Çok işler becerdiği bana da bir faydası olduğu için değil, Adigey Cumhuriyeti’nin Başkanı olduğu için. Hayatımda hiçbir kasaba belediye başkanı bile beni huzuruna kabul etmedi, bu gün bakanlar mağazama kahve içmeye geliyorlar. Bunlarmış benim istediğim. Ha çok mu gelişmiş burası? Neresiyle kıyaslayacağına bağlı, Milano’da uzun bir süre yaşadım ben, hakeza İstanbul’da da, tamam öyle bir şey değil ama Adapazarı ve Reyhanlı ile de kıyaslanamaz gelişmişlikte, ben böyle düşünüyorum. Birde gelen herkesin uğradığı bir dükkanım olması nedeniyle, Svetanın karşılaştığı tüm anlamsız eleştirilere bende muhatap oluyorum. Siz çok okumuşların içinde benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.

Sehpanın üzerine kolalı beyaz bir örtü örtülmüş, benim ve Remedios’un yardımı ile Maykop mantısı ve Anapa şarabından oluşan sade mönü, hazır hale getirilmişti. Askerby, kadehini, yurdunu merak edip dolaşan benim, beni merak ederek aramıza karışmaya çalışan Remedios’un, yurduna ilk fırsatta dönüp hayat kurmaya çalışan Çatav ve davetin sahibi zarif hanımefendinin şerefine kadeh kaldırdı, bizleri de kadeh kaldırmaya davet ederek. Bana doğru döndü, söyleyecek bir sözüm olabilir miydi, şu melankolik halimden kurtarabilirsem eğer.

Ben Sveta’nın söze girerken söylediği, bizlere özeleştiri imkanı tanımayan eleştiriler meselesine biraz takılmıştım. Bir özeleştirileri varsa dinlemek istediğimi, buna Askerby‘in de katabileceği bir şeyler olup olmadığını merak ettiğimi bildirdim, eğer rahatsız olmayacaklarsa? Geleneklerimize göre esas sizleri konuşturma görevim var benim kendi fikirlerimden ziyade, ama çok küçük bir grubuz ve beni de dinlemek isterseniz bir şeyler söylemeye çalışayım izninizle biye söze başladı Askerby.

Sürgün sonrası ile bölgemizde Bolşeviklerin tam iktidar olduğu 1930′lara kadar, yazılı pek bir şeye rastlayamıyoruz. Sovyetlerin iktidarı, biri iki on bin den oluşan sürgün artığı Adige halkı, bir araya getirilmiş, bir özerk bölgeye dönüşmüştü. Bu 140 yıl sonra bile anca 120 bin nüfusa ulaşabilmiş Adigelerin gücünün ve birikiminin ne olabileceğini bir düşünün.Kabardey‘de durum biraz daha farklı tabi ama koca Sovyetler içinde ne ifade edebilir. 1950’lere kadar sosyalizmin o bütün milliyetlere tanıdığı haklar sayesinde, hiç olmazsa dilimiz yazıya dökülerek ayakta kaldı ve geleneklerimiz, mitos ve ecdadımızın eski masalları kaleme alındı. Geleneklerimizin bir çoğu ayakta duruyor. Müziğimiz notaya alındı, halk danslarımız bütün dünyayı dolaştı. Yerel de olsa Adige dilinde onlarca yazarımız var, SHEMYAKIN gibi uluslar arası üne sahip bir ressama ve TEMİRKANOV gibi bu gün dünyanın ilk onundaki bir klasik müzik ustasına sahibiz. Bu gün bunu, birkaç yüz bin insandan oluşan halkın, İnsanlığa kattığı önemli değerler olarak görüyorum. Bu Kabardey köylü çocuklarının, dünya çapında değerler olarak insanlığın hizmetinde olması, kim ne derse desin birazda sosyalizm sayesindedir. Buna benzer çok şey sayabiliriz. 5 haneli bir orman köyüne asfalt yol, su, elektrik ve doğal gaz götürmeye uğraştı, bütün bunlar daha 60′larda yapılmıştı neredeyse. Sosyalizmin eşitlik ilkesine az çok ayak uydurmaya çalıştılar, şimdi nasıl inkar edelim. Kişi başına düşen eğitim, 8 yıl olarak ölçülüyor, bu, bugün neredeyse Avrupa standardı.

Bütün bunları diasporadan ne gibi üstünlüklerimiz varı anlatmak için söylemiyorum. Ürdün’ü Suriye’yi  gördüm,Türkiye’den gelen bir çok kişi ile tanıştım. Bütün bu insanların kusuru değil elbette, dil bilmemelerini anlayabilirim ama dünyayı kavramakta da zorluklar içindeler. Onlardan anlayış beklemeyi bıraktık artık, biz onları anlamaya çalışıyoruz.

Olumlu bulup sıraladığım bütün bu şeylerin yanında, biraz demode ve biraz görgüsüz olabiliriz, bu çok kısa sürede tamir edilebilecek bir şey ve bizlerin kusuru. Sosyalizmin kusurlarına gireceksek eğer eski bir Troçkist olarak benim söyleyeceklerim çok elbette, ama birazda seni dinleyelim diye bana döndü.

Bu büyük meselelerden çok fazla anlamam ben, ben kadınları ve masalları severim, gerçekleri ne yapayım, ayrıca şu güzel Latin’le halvet olamamış birisi olarak içine düştüğümüz durumu çözme umuduyla geldiğim bu davette, beni içine sürüklemeye çalıştığınız tartışma konusunda ne söyleyebilirim ki ben, diye kıvırtmalarımın, Remedios‘da dahil diğerlerince hoş karşılanmadığı mimiklerinden anlaşılıyordu. Kısa bir şeyler söylemek zorunda kalacaktım.

Dedem Beçmırz kendi vermediği bir kararla, Osmanlı’ya sürgün gitmişti ve dört yaşındaki oğlunu da sağ salim ulaştırabilmişti yerleşeceği topraklara. Kimlerin öldüğü ve hangi akrabalarımızın nasıl dağıldığını da anlamadan. Muhtemelen askere beraber gidip aynı birliğe düşmeyi çok isteyen iki arkadaşın iki ayrı sıraya ayrılıp, birbirinden çok uzak şehirlerdeki bölüklere düşerek, birbirlerini  kaybedişleri gibi. Yıllar sonra, dördüncü nesillerin çocukları seviyesinde birbirini arayan akrabalar, nedenini pekte anlayamadıkları uzak ayrı düşmelerle karşılaştılar. Ben çocuk yaşlarımda Suriyeli akrabalarımızı, Türkiye’nin çok uzak şehirlerinde yaşayan kuzenlerimi tanıdım. Bu, sevinçli olduğu kadar hüzünlü kavuşmalar, biz Adigelerin o zamanlar üstü örtülü konuşmalarda, sandığımızdan daha az yalnız olduğumuz umudunu veriyordu olsa olsa. Bir toplum olarak, çok sonraları kentleşmeyle birlikte öğreneceğimiz bu azımsanmayacak nüfus ve farklı kültürel değerler silsilesinin kıymetini anlamak için neredeyse bir yüzyılın kaybolup gitmesi gerekecekti. İstanbul da Osmanlı sarayı etrafında serpilip gelişmiş fakat cumhuriyet sonrası siyasi önemini ve servetini yitirmiş bir avuç iyi niyetli seçkinin pekte işe yaramayan çabalarını saymaz isek, 1960‘lara kadar kimsenin kimseden haberi yoktu. Biraz önce bahsettiğim kaybolan yüzyıl ile anlatmaya çalıştığım şey budur.

Bütün akrabalarını yitirerek, ama yinede annesinden akrabalarıyla birlikte kurdukları Keseyhable‘ye yerleştikten hemen 16 yıl sonra o kucakta gelen çocuk, annesi genç yaşta ölmüş dört yaşındaki öksüz oğlunu  ardında bırakarak balkan harbine gitmiş ve bir daha geriye dönmemişti. Ondan sonraki yıllarda gerek Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarındaki Çerkeslerin telefatı ile ilgili çok ciddi kayıtlara rastlayamıyoruz ama ben kendi 60 haneli köyümden çok ciddi rakamlar söyleyebilirim size, buna Yemende kaybolanlarda dahil. O, dört yaşında yetim kalmış çocuk, yaşı tutmadığı için kurtuluş savaşına götürülmemiş, canını kurtarmıştı. İşte onların nesli, şartları olağanüstü zorlayarak, çocuklarına eğitim aldırma uğraşlarının sonunda, kentlerde Çerkes gençlerinin yavaş yavaş buluşmaları, dediğim gibi 60‘ların başına rastlar. Bu yarı kentli nesil el yordamıyla arayıp durdukları biz kimiz meselesiyle uğraşıp dururken, onlarında başına başka bir felaket gelmeye başlayacaktı. Kentte büyüttükleri çocuklarına dil öğretememe durumu. Bunun meraklısı da çok fazla değildi elbet.

Diğer yandan yeni kurulan cumhuriyet, Osmanlının dağılıp gitmesine paralel olarak, neredeyse yüzyıldır yitirdiği topraklar yüzünden oluşan, anlaşılabilir bir korku ve kompleksle, başka hiçbir dilin yaşamasının istenmediği üniter bir yapı oluşturmaya çalışıyordu. Sosyalizm yaşamış sizlerin belki de pek kavrayamayacağı bir durumdur bu. Bütün bu çekilen sıkıntılar,yinede gelişmiş ve zenginleşmiş bir topluma dönüştürmedi bizi. Nüfus başına düşen geliri bu gün henüz üç bin Dolar, yine nüfus başına düşen eğitim yılı 3.5 yıl olan,gelir dağılımı bir hayli kötü, demokrasisi Suriye’den ileri, Hindistan’dan geri bir ülkenin insanlarıyız, bizleri anlamaya çalışırken yardımı olur diye anlattım bütün bunları, eğer anlamak isterseniz.

Anlattığım hikayeyi elimde olmadan dramatize etmiş ve uzattığımın dehşetle farkına vararak susmuştum. Askerby bu hüzünlü hikayenin şerefine kadeh kaldıralım dedi. Çetav hüzünlü bir gülümsemeyle selamladı beni, fena anlatmadın demek istiyordu. Kızlar buğulu gözlerle bakıyorlardı bana ve Remedios elimi tutmuştu. Anapa şaraplarının şerefine dedim, hiç olmasa onu güzel yapıyoruz.

Sıkıldığımı düşünmeyin sakın, konuşma ve dinleme hasreti içindeyim konumum itibariyle ve bu ayrı düşmelerin insani dramlarını dinlemek istiyorum, diye yol vermişti, eli elimdeki Karayipli kız. Askerby in güzel özetlediği olumlu durumların yanında, hemen her sülalenin Stalin’le bir ilişkisi var. Üstelik bu ilişki Beria ile sonuçlanmış. Özellikle Almanların köylerimizi bile işgal ettiği ikinci harpten sonra. İntikam duyguları içindeki iktidar, toplumu, birbirini ihbar etme karanlığına sürüklemekten kendini kurtaramadı.Belki de belli ölçüde hem muhaliflerine, hem de savaşta kusurlu gördüğü kesimlere gözdağı vermek niyetiyle başlayan yasa dışı katliamlar birbirini kovalamış, tetikçi olarak işe karışan çoğu kişinin de imha edildiği ve Stalin’in başlattığı bu ‘’ halk düşmanı ‘’ avı, bütün Sovyet’i, önüne geçilmez bir cadı kazanına çevirmişti. Hain olmak için çok az kusur yeterliydi, birazcık farklı düşünmek veya cephede esir düşmek gibi mesela. Şunu belirtmek isterim ki Kafkasya ile sınırlı olmayan bu insan avı, batının rakamları ile üç milyon gibi belki abartılmış bir rakam olmayabilir ama hiç olmazsa Gorbaçov’un kabul etmek zorunda kaldığı üç yüz bin rakamının bir hayli üstünde olduğu tahmin ediliyor. Adigey’de bu kırımdan nasibini almıştı elbet. İhbarı yapanlar ise bütün diğer halklarda olduğu gibi, yine bizimkilerdi. Bu gün buna başka anlamlar yüklemek insafsızlık olur. Sovyet’te bütün toplumların başına geldi bu durum ve bizlerde bundan kendimizi kurtaramadık. Remedios’a dönerek. Dün sizi ağırlayan muhterem kadının öksüz bırakılışı gibi.

Remedios şaşkınlıkla bakakalmıştı Sveta’ya. Gözlerinin hafifçe nemlenmiş olması dün akşam kendisini sorgulara çekerek ağırlayan kadın ile ilgili, iyi duygular beslediği anlamını ifade ediyor olsa gerekti ama, söze karışmamaya kararlıydı.

Halbuki sosyalizm bunlar için kurulmamıştı, onun niyetleri daha iyi şeylerdi. En azından ben öyle sanıyorum. Size kendi yaptığım cevizli bir tatlı ikram edeceğim diye ayağa kalktı. Mönüye yaptığınız iltifatları yineleyeceğinizden eminim. Bana yaptığı ilk saldırıyı saymaz isek, kadındaki özgüven hayranlık uyandırıcı idi. Çetav yardım etmek için kalkıp gittiği mutfaktan, tezahüratlarla ve elinde yeni açtığı bir şarapla döndü. Ben Berzeg’in annesini merak etmiştim.

Geçen ay seni erken uyandırıp haber vererek, dört araba Kharkov’a bir cenazeye gitmiştik, hatırlarsın dedi. Sende Ukrayna’nın ta neresindeki Harkov’da ne cenazeniz olabilir diye sormuştun.

Bir Abzegh olarak, seninde akraban sayılacak o kadının babası, Adigey parti sekreteri idi, Berzeg’in annesinden dedesi yani. Bir gece evine gelmez, bu kayıp hali birkaç gün sürünce, başına bir şey geldiğinden şüphelenen  akrabalar, eşi ve çocuklarını Nalçik’e kaçırırlar, Nalçik’ te acı haber ulaşır. Sekreter, Beria tarafından öldürülmüştür. Nalçik’te aranması korkusu ile yine Kabardey yoldaşların yardımıyla Harkov’a götürülürler ve orada bir nebze tehlikelerden uzak, ilerde başlarına ne geleceği ile ilgili bir fikirleri olmadan, bir anne ve iki çocuk, yaşamlarını yıllarca,  tedirginliklerle  sürdürürler. Evrakların nasıl hazırlandığı ise bir muamma. Kruşçef sonrası gevşeyen ortamdan hemen sonra, kız büyümüştür ve bir felsefe öğretmeni olarak yaşlı annesini alıp Adigey’e dönmek ister, fakat bu o kadar kolay olmaz. Uzun uğraşlar sonucu kente çok uzak, Rusların oturduğu bir dağ köyüne ilkokul öğretmeni olarak dönebilir. Küçük kardeş, öldürülmüş eski parti sekreterinin sakıncalı oğlu olarak, üniversite öğrencisi sıfatıyla orada kalmıştır,sonradan orada evlenir ve oraya yerleşir. Yazları Maykop’ a gelir görürdük, birkaç defa küçükken bizi oraya götürmüşlerdi. Cenazesini getirdiğimiz o dayıydı. Ukraynalı eşi ve çocuklarını getirdik, onları kimsesiz bırakamazdık, şimdi burada yaşayacaklar.

Askerby’in eski o hepimizle çok eğlenen mavra halini arar olmuştum. Çekilen acılar çok yakındı. Kendi ülkelerinde küçük bir azınlık olarak, yalnızlıklar çeken bu hisli insanlar, oluşan yeni statüyü çok fazla abartmadan önemsiyorlardı. İddialardan uzak ve herkes ne kadarını becerebiliyorsa, bir Adige toplumu olarak ayakta kalmak, geleneklere aykırı olmayan değerler üretmek istiyorlardı. Buna fikir üretimi de dahil. Abhazya savaşına katıldığını, çok sonra başkalarından öğrendiğim bu düşmüş soyluya, giderek bağlanmaya başlamıştım. Sende biraz var olan, halka uzak durma hali diye yorumlamıştı Çetav, bu duygularımı Türkçe olarak kendisine fısıldadığımda.

Sveta yemeğin hemen başında bir sürprizi olacağını bildirmiş, konuşulan dramatik konuların ağırlığı ile unutulmuştu. Adigey ve Rus tiyatrosunun ayrılışı nedeniyle bir gösteri olduğunu, ancak gösteri sonrası sanatçıların beraber yemek yeyip eğleneceklerini, bizlerinde kendisinin misafiri olarak davetli olduğumuzu, ve ayrıca karar vermek için birkaç dakikamız kaldığını bildirdi. Hem bu efkarlı havamızı biraz dağıtmış oluruz. Askerby hem üstlendiği bu kasvetli görevden kurtulmak, hem de kendi havasını bulacağı eğlenceyi tabi ki isterdi ama misafirler ne derdi. Kabul ettik. Bir şartım var dedi. Remedios benim kolumda girecek salona. Gülüşmelerle kabul edildi, bana bir şey soran yoktu.

Bu temiz Abzegh dilini konuşanı merak ediyordu kadın, yani beni. Sveta kulisin diğer ucuna uzun yürüyüşümüzde, beni bir densizlik yapmamam konusunda kibarca uyararak, ihtiyarları incitmememi rica ediyordu sanki. Kadın sadece tek taraftan diyerek yanağını uzattı, erkekle tokalaşmıştık. Bu senin dilin kalmadı artık burada dedi Kabardey kala kala bin kişi kaldınız zaten, o da bir tek köy. Bu eski köhne dilinizi bırakınız Wubıhlar gibi, o modern hoş Kabardeyce’ye dönünüz. Ne gibi bir menfaatim olacağını sordum kibarca, hangi sülaleden olacağına bağlı diye sordu adam. Hapae olduğumu söyledim. Hapae dedi çok eğlendi, söylenmesi bile ne kadar zor, ayrıca soylu sınıftan bile sayılmaz. Halbuki Kabardey olursan durum tamamen değişir dedi. Bir defa soy ismin herkeslerce kolayca söylenebilen Hapaje olur ve üstelik Hapaje bir Kabardey prensidir. Askerby’ e baktım onaylar mimikler içindeydi. Kabardey’e hürmetlerimi memnuniyetle sundum.

Bir Abzegh ile karşılaştığını sandığı anda fırsatçı kocasının işe el koyarak zihnimi çeldiğini görünce sinirlenen kadın, bakıyorum bir j harfine bizleri sattın dedi, üstelik işine hiçte yaramayacak köhne bir soyluluk merakıyla. Bu durumlarda Askerby in kabiliyetlerine ihtiyacım vardı. Henüz Abzegh’im dedim, menfaatlerimin boyutunu ölçüp biçmeden beni kaybedeceğinizi sanmayın sakın. Yaşlıları almaya gelen oğul salonun ucunda görünmüştü. Sveta’ya döndü bir akşam bize de gelin dedi kadın eğer iki çekilmez ihtiyarı çekebilecekseniz. Memnuniyetle dedi Sveta, ti guape xhun.

Önde Remedios ve Askerby, arkasında biz diğerleri alt kattaki salona girdiğimizde, henüz herkes ayakta ve kokteyl konumunda idiler. Salonda yüz kişilik grup içinde İstanbul da tanışıp Maykop’ta görmeyi başaramadığım bir çok kişi vardı, Tenor Çeslav, Nalmes’in direktörü Amerby, Çepaye Murat, Jane Nefset ve tanımadığım bir çok eski yeni artist. Bu evimde yatmış bir kaçına, kendimi hatırlatmamın bir anlamı yoktu, diasporada o kadar çok evde yatmış, o kadar çok kişiyle tanışmışlardı ki hangi birini hatırlayabilsinlerdi. Üstelik partiden aldıkları güçle sahip oldukları toplumsal ağırlık yok olup gitmişti ve yeni şekillenmeye başlayan dinamiklere ayak uydurmaya çalışıp, kendilerini halka nasıl sevdirecekleri de meçhuldü. Bu durumun farkında olarak hüzünlü ve tedirgin bir yalnızlığa gömülenler insan içine çıkmakta zorlanıyor, halk tarafından zaten sevilenler ise, geçim derdi dışında daha özgüvenle duruyorlardı. Bu yitirmişlerin, kendi aralarında dertleşecekleri bir eğlence idi, biz seyircisi olacaktık durumun. Remedios’un çekiciliği ve Askerby’in karizması yinede etkili olmuş, kol kola salona giren çift, şaşkın bir ilgi ile karşılanmıştı.

Mikrofona gelen yönetici, tiyatrodan ayrılıp Rus tiyatrosunu oluşturacak eski arkadaşını sahneye davet etmiş, durumla ilgili espriler içeren hoş bir konuşma yapmıştı. Adige milliyetçilerini pekte memnun etmeyecek konuşma, yine eskisi gibi mekanı paylaşıp, yine kardeşçe yaşayıp gideceklerini ima eden kısa bir konuşmaydı. Rus da bir konuşma yapmıştı ama kalabalıkta kimseden tercüme beklediğim yoktu. Alkışlandılar. Sveta’nın gayretleriyle, Remedios, Askerby’in karşısına olsa da, benim yanıma oturtulmuştu, diğer yanımda da Sveta. Rus tiyatrosundan o gün kurulmuş bir koro, o gün uydurulduğu belli, bir şarkıyı söylemeye başladığında salon gülmekten kırılmıştı. Ben umutla Sveta’ya bakmış, o ise gülüşmelerinin arasında tercüme etmeye çalışmıştı.

Hani kardeştik ey Adigeler, bütün dünyanın halkları, kardeştik ya hani, yedi aylık maaşımızı verirsek bir deri mont veriyor dünyanın kardeşleri. Hadi onlardan geçtik, attınız ya bizi içinizden, partide maaşları kırptı zaten, yüreğiniz kan ağlamıyor mu sizin, biz zavallı mujikler sokaktayken.

Adige grup sahnede yerini almış aynı müzikle cevap veriyordu. Yüreğimiz kan ağlıyor gerçekten, sizi sadece tiyatrodan atabildiğimiz için. Daha eğlenceli olacak bir gün, ülkeden de atabilirsek eğer, Yinede bakarız size korkmayın, domatesleriniz bizden.

Bu bizim saz şairlerinin atışmalarına benzer ama müzik ve söz kalitesi yüksek gösteri, çökmekte olan sosyalizmi ve yeni palazlanmakta olan yarı mafya Rus efendileri de ti ye alıyor, zaman zaman koronun kalabalıklaşıp, bazen tek bir soliste dönüştüğü eğlence, bütün salonu avucuna almış, gülmekten kırıp geçiriyordu. Bu arada en çok dalga geçtikleri şey ise kendi meslek ve kariyerleri idi. Sveta, biraz makyaj yapıp, sahnede bir iki replik çekerek. herkesten saygın ve yine herkesten zengin yaşayacaktın öylemi? artık rüyanda görürsün, şarkısını tercüme ettiğinde salon yıkılıyordu. Sayfa başına para alan yazarlar la eğleniliyor, partiye övgüler düzen şairlere, kendilerine başka kapı aramaları tavsiye ediliyordu. Sahneye o an çağrılan bir şair, eski şiirlerini hemen adapte edip söyleyebileceğini, ama parayı kimden alacağını merak ettiğini soruyor, şimdi kimi öveceğiz (tızşıtxhuştır xheta) şarkısına başlıyordu.

Remedios, dans falanda edilmeden bu kadar eğlenceli bir durumun nasıl çıkabildiğini hayretle izliyor, herkeslerin gözlerinden yaşlar gelinceye kadar güldüğü, bu çoğunu anlamadığı espriler den ziyade, koca koca adamların düştüğü eğlenceli hallere, o da göz yaşları gelinceye kadar gülüyordu.

Salona Berzeg girmişti. İşaretlerle buluştuk. Sizi arayıp duruyorum dedi akşamdan beri, kaybolup misafirleri bana yıktınız. Vakit tamam dedi Remedios’a annem sizi bekliyor. Remedios bu kesin emir karşısında tereddüt etmeden tabi demişti. Annenin derdi ne dedim Berzeg’e, onumu koruyor, yoksa benimi. Bilmiyorum ama götürmem lazım dedi, yerinizden kalkmayın lütfen, araba hemen şu servis kapısının dışında. İhtiyar Bozzato sana küs dedi bu akşam onu sattığınız için, yarın tamir edersin artık.

Bu bakire Meryem’den artık umudunu kes dedi Askerby, korodan dönüp Karayipli kızı göremeyince.

Senin baş edebileceğin bir şey değil o, ben bile beceremiyorum sen nasıl yapacaksın. Neş’em hüzne dönüşmüş…

Aslında burada bir iş becermekti istediğim, biraz da dünya ile bağlantılı olarak. Tanımadığım ve parasını nasıl tahsil edeceğimi bilmediğim Rusya pazarı yerine, dünyanın herhangi bir kalitesinde, mal üretip ihraç etmek.  O zamanlar tomruk olarak yağmalana duran orman ürünleri içinde, biraz da İtalyan dizaynının desteğiyle ve yine İsviçrelilerin pazarlayacağı bir ürün üretmek. Katma değerinin biraz daha yüksek olacağını düşündüğümüz bu üretim, onların gözetiminde bizleri de disipline edecek ve yirmi beş otuz kişinin çalışabileceği bir üretim atölyesi olacaktı düşündüğümüz şey. Bunu bizim oralılara bir türlü yaptırmayı beceremiyorduk. Bölge dünyanın belki de en kaliteli sert ağaç ormanlarından birisiydi ve bunun yaşı gelen ve artık ormana zarar veren ağaçları kullanarak yapılması gerektiğine inanıyorduk. Başında durarak yaptırdığımız profil ve lüks parkeler uluslar arası komisyoncular tarafından çok beğeniliyor, gel gör ki üretim bir türlü gerekli miktar ve zamanda yapılamıyordu. Bütün bu yabancıların gelip gitmesinin nedeni bu ve bunun gibi şeylerdi.

Neredeyse yirmi bin kişinin çalıştığı söylenen ve eskiden bütün Sovyetlere beş tip demode sandalye üreten hantal işletme çöküş sonrası ne yapacağını şaşırmış, başında onca işçi ile üretemez satamaz düşünemez hale gelmişti. Sandalye üretmek için yirmi bin kişiyi başına neden topladığını anlamakta güçlük çektiğimiz merkezi plan, hiçbir katma değer yaratmayı beceremeyen bu dört tugay büyüklüğündeki ordusuna maaşlarını ödemeye devam ediyordu, tabi paranın değerini sürekli düşürerek. Zaten bütün Sovyetlerde ilan edilmemiş bir genel grev on yıldan beri sürüyor, kimse ev kiralarını ve gaz paralarını ödemediği gibi, işe gidene de pek rastlanmıyordu. Diğer taraftan herkes Adigey’e gelecek olan ve bir türlü gelemeyen altı yüz milyon dolar tutarındaki İspanyol hibe kredisinin hayali ile yanıp tutuşuyor, bu işi ciddiye almayanların eğlenceli mavralarının muhatabı olmak zorunda kalıyorlardı.

Bir küçük Adige firma, Fransız şarapçılarına kaliteli meşe fıçı üretip her ay bir veya iki TIR , de monte fıçı ihraç ediyor, bu ve buna benzer birkaç küçük işletme durumu kavramış örnek çalışma içinde görünüyorlardı ama, büyük çoğunluk için durum böyle değildi. Bu yıkıp yerle bir edecekleri sosyalist ekonominin yerine neyin konulacağına dair şaşkınlık sürüp gidiyordu. Eski devlet mağazaları halen ayaktaydı, dağıtım ağları çöktüğü için bir gün sadece şarap diğer bir gün bölge deposunda bulabildikleri, asker postallarını satıyor, ertesi gün mağazaya neyin geleceği belli olmadığından kuyruklar bir türlü tükenmiyordu. Bu kuyrukların bana en ilginç geleni ise, sabahın erken ayazında,  bira fabrikası önünde, elinde tencere ve su bidonları ile bekleşen alkoliklerdi.

Rusya’nın durumu bir yana, neredeyse her kırk yılda bir, başına gelmedik kalmayan bu çilekeş Çerkes halkının sonu nereye varacaktı. Öyle değil miydi şimdi; Sürgünle başlayıp, ardından birinci harp ve sonrası Bolşevik devrim, Bolşevizm’i anlamaya fırsat kalmadan ikinci harp ve nihayet çöküş, 130 yılda dört ayrı felaket. Yinede sonuncusu kitlesel ölümleri içermeyen bir şeymiş gibi görünüyordu ama yinede ne olacağını kim bilebilirdi, henüz Çeçenya savaşı yoktu ortalıkta.  Bir nesil sektirmeden gelen bütün bu felaketler zincirine rağmen baş eğmez bir duruşla ayakta kalmaya çalışmaları, çoğu zaman gözüme batan bütün kusurlarını gözümden siliyor, tersine, bu neredeyse bir avuç kalmış halka karşı, nedenini kimselere izah edemediğim gizli bir hayranlık duymaktan kendimi alamıyordum. İçlerinde kırk yıldır yaşadığım Türkiyeli Çerkeslerden, yaşama daha bir sarılmış görünüyor, hangi boş hayallerin, umut veya umutsuzlukların peşinde olurlarsa olsunlar,  mızırdanıp, şikayet etmiyorlardı.

Bütün bu gözlemlediğim durumlar içinde altından nasıl kalkacağımızı kestiremediğim bir ilişkiler ve uğraşlar içinde, Japonlar da dahil bir çok yabancı İstanbul da bir araya getirilip Maykop a gönderiliyor ve bir ticari ilişki çıksın diye çoğu zaman boş yere uğraşılıp, duruluyordu.

Bozzato, üretimi, buradakileri beklemeden bizlerin yapmasını tavsiye ediyor, kalite düşkünü bir satın almacı ve Türkiye deneyimlerinin farkında birisi olarak, onlara örnek olabileceğimizi söylüyor ve işçi olarak güçlü kadınları çalıştırmamızı tavsiye ediyordu. Alkolik Rus erkekleri ve işçi olamayacağı her hallerinden belli, bura Çerkesleri yerine, önerdiği şey akla yatkın geliyordu. Çöküşün esas yükü kadınların omzunda idi. Ne yapıp edip bir tencere kaynatacak, çocuklarını ve eşlerini çekip çevirecek olan kadınlar, siyasi iktidarını yitirerek yoksullaşmış erkeklerine sahip çıkmaya çalışarak, hayatı sil baştan filizlendirmeye çalışıyorlardı. Bu, birkaç gündür burada olan Bozzatonun bile fark ettiği bir şeydi ve sokaklarda süt, kaymak, ev ekmeği, yün çorap rendelenmiş havuç gibi olmadık şeyler satan yaşlı kadınların durumundan anladığı şey bu idi. Bana Berzeg’den duyduğu bir fıkrayı aktarmıştı. Yuri Gagarin; Ay’a inip Soyuz’un kapısını açtığında, Baksanlı kadınları, orada elma satarken görmüştü.

Bin Dolar’ı bulmayan sermayeleri ile o yıllar Türkiyelilerin bir yandan eğlenmelerine neden olan, bavul ticareti yapabilmek için, İstanbul-Dubai demeden dolaşıyor, meşakkatli Rus gümrüklerinde didinip duruyor, ne zaman geleceği belli olmayan iyi günleri bekleyip oturacaklarına, kendi küçük iyileştirmeleriyle boğuşuyorlardı. Geleceği belli olan yeni özgürlüklerin neleri alıp götüreceğini merak ediyor, başa gelmiş ve ilerde gelecek olan değişime gereksizce direnmek yerine, onunla baş etmeye ve ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Erkeklerin çoğu meseleyi kavramanın uzağında ama, iktidarı kaptırıyor olmanın birazda farkında olarak sessizce izliyorlardı durumu.

İyi insanlarsınız ve zenginlikler içeren güzel bir ülkeniz var. Bunun bir para etmesi gerekiyor şu dünyada ve bu ise daha iyi bir yaşam demek. Boazzato bunu söylediğinde Askerby etkilenmiş, Sveta ile birlikte onu yaz aylarında Dagomis’e davet etmiş ve becerebilirler ise ayrıca Abhazya’ya götürmeye söz vermişlerdi. Gelecekti. Dün akşam için hep beraber gidip özür dilemiştik, Berzeg uydurmuştur gücendiğimi, iyi oldu otelde dinlendim dedi. Çetav merak ettiği Bozzatoyu kahveye bekliyordu, birazda paslanmış çat pat İtalyanca sının ne hale düştüğünü görmek için. Gidelim.

Şaguj Harun gittiği askerlikten tam 27 yıl sonra, kendisi askere gittiği gün doğan ve çok uzaklarda Trablusgarpt’a bir siperde tanıştığı yeğeni Abraı ile birlikte, artık ihtiyarlamış bir bekar olarak dönebilmişti Keseyhable’ye.  Elinde terhis edildiğine dair eski yazı bir evrak ve sırtında yamalı haki bir asker kaputu ile. Yinede, bir askerden dul kalmış Abıde bir kadınla evlenip, birisi genç yaşlarda bekar ölünce, dul annesini ölene kadar yaslara boğacak olan, iki çocuk sahibi olabilmiş, dağılmış çift çubuğunu sil baştan kurup, iyi bir rençper olmayı başarmıştı, tabi ki becerebildiği kadar. Ömrünün aslını kıdemsiz ve bakımsız bir Osmanlı askeri olarak geçirmiş ve normal olarak çıldırıp insanlıktan çıkmış olması gereken bu huysuz ihtiyar, yinede biz çocuklara, diline batırarak kullandığı kopya kalemi ile süslediği, tahtadan kamyonlar yapardı, hiç karşılık beklemeden. O zamanlar gazilere bağlanacak küçük maaşı almaya ömrü yetmemiş, yamalı asker kaputu yıkanıp yoksul komşulardan birine verilmişti. Umutsuzca beklenip duran gazi maaşı, askeri kayıtlarında var olan bir kusur, muhtemelen bir dönem Kuvayi-seyyare ibarelerinin yer alması nedeniyle, zaten dul karısına da bağlanamamıştı.  Bütün bu macerasının ardından ölüp gittiğinde, bildiği Türkçe kelime sayısı iki yüzü geçmezdi.

Şimdi şu Kuban ovasında gördüğüm güzel topraklara bakıp, o yıllar verimsiz topraklar üzerinde  didinip duran köylüler için hüzün duyuyorum. Üstelik, onlar için imrendiğim bu topraklar, bir zamanlar  onlarınken. Yinede ormanlarda buldukları yaban meyve fidanlarını getirip bahçelerine dikmiş, onları budayıp aşılamış, üzüm bağları kurmuş, devasa ceviz ağaçları yetiştirmeyi becerebilmişlerdi. Komşu Türk ve Kürt köylerindeki çocukları imrendiren, onlarca çeşit kışlık ve yazlık meyve fidanları dikmek gibi yaşam kalitesini yükseltip farklılıklar yaratan uğraşlar içinde olmuşlardı. Bahsettiğim Şaguj Harun un yirmi küsur olan kayıp yılları sadece ona ait bir durum değildi. Bu durum, diğer komşu evlerde, komşu Besleney köyü Göçeri veya Shapsugh köyü Hamamözü’nde de aynıydı. Yıllar sonra, 60’lı yıllarda büyük kentlerde rastlayıp, yavaş yavaş tanışmaya başlayacağımız çok uzaklardan gelmiş arkadaşlarımızın da hikayeleri farklı değildi.

İki kere dul kalmış Meleç, evlenip uzaklara gelin gitmiş kızının ardından, genç ve bekar oğlunu da yitirince bir daha hiç konuşmamak üzere susmuş, merdiven basamaklarından birinde oturduğunda uzaktan görebildiği oğlunun mezarını seyrederek, ömrünün geri kalan kısmını o basamakta oturup, o suskunlukla geçirmişti. Akşam üstleri,evinin önünden geçip çeşmeye su almaya giden kızlar onu sesli olarak selamlar o selamı hiç konuşmadan el işaretiyle alır ve yüzünü tekrar mezara doğru dönerdi. Bu içine düştüğü durum yaşlı bir geveze olan ama hiçbir şey duymayan komşusu Degu nineyi en iyi anlaştığı can yoldaşı haline getirmişti. Bütün gevezelikleri sabırlı bir sessizlikle dinleyen ve hiçbir cevap vermeyen, zaten verse de işitilmeyecek olan iki kadının arkadaşlığı.

Bütün bu çaresizlikler içeren yaşamın içinden, eğlenceli zexhesler, komşu köylerden misafir kızların gelip katıldığı bağ bozumları, görkemli Adige düğünleri yapmaktan geri durmadılar. İhtiyarlar cami bahçesindeki tomruğun üzerinde bir birlerini iğneleyerek eğlendiler. Genç kızlar teravih namazına durmuş gençlerin cami girişindeki çizmelerine su doldurdular, yanlışlıkla lastiği su doldurulmuş ihtiyarlar esprileri olgunlukla karşılayıp çiğ kızgınlıklara girmediler. Aksilikleri ile bütün köyü canından bezdirmiş dephleko sefer’e sonunda sessizce ilgisizlik cezası verdiler. Dünyasını dar eden ve cemaate giremez hale getiren bu ceza, onu Cuma namazlarını komşu Kürt köylerinde kılmaya zorlayacak ve bu ibadet için gidiş gelişleri dışında, avlusundan ömür boyu çıkamaz hale getirecekti. Bu ona uygulanan durumdan, eşi ve çocuklarını muaf tutma inceliğini göstermişlerdi. Yinede öldüğünde cenazesine kimsenin katılmadığını, iki oğlu, imam ve komşu Kürt köyünden katılan sadece iki kişiyle gömüldüğünü duyduğumda, çocukları açısından onur kırıcı olacak bu durumdan dolayı, gözyaşları mı tutamamıştım.

Yıllar sonra babama hediye olarak köye gönderilen transistörlü radyoda, çarşamba akşamları yayınlanan ve toplam yirmi dakika süren Adigece yayını dinleyebilmek için bahçenin yüksekçe bir köşesinde ki dut ağacının oraya gider, babamın sessizlik talimatları altında Maykop’tan yapılan yayını izlemeye çalışırdık. Bizim temposu düşük Adige müziklerine göre çok hızlı gelen müziği dinler, müzik arasına giren, biraz tuhaf bulduğumuz ‘’ Kanuka Asiyet, bu ay Şhaguaşe kolhozunda patates toplama birincisi olarak bizleri onurlandırmıştır’’ türü anonsları anlamadan şaşkınlıkla dinler, program bittiğinde, hiçbir şey sormamıza müsaade etmeden hüzünlenen babamıza bakarak üzülürdük.

Böyle şeyler miydi yaptığınız işler diye iğneledi Sveta’yı Askerby, bir yandan yüksek sesle gülerken.

E öyledir herhalde o zamanki programlar, işçi sınıfı; entelektüel aymazlıkları ödüllendirecek değildi ya.

Amerikalı ile Çaça’yı Krasnodar hava alanından yolcu edeceğimiz anlaşılınca, Askerby onları yolcu ettikten sonra o bölgedeki Adige köylerinin içinden geçip denize doğru bir Shapsugh köyüne bir dostunun yanına götürmeyi teklif etmiş, ben Remediosu göremeyeceğim korkusu ile itiraz etmiştim. Onun geleceği güvencesini alınca itirazımı geri çekmiş, Bozzato Berzeg le bazı işleri olduğunu söyleyip mazeret bildirmişti. Yabancıları Seferby almış biz iki kızla birlikte Askerby’in arabasına binmiştik.. Kuban ovası kar kaplıydı fakat hava güneşli, asfalt yollar sorunsuzdu. İçinden geçtiğimiz veya uzaktan gösterdikleri köylerin isimlerini söylemekle yetinip Yol boyunca, müdahale etmeden  beni konuşturup durmuşlardı.

Sizinkilerde pek iyi bir yaşam sürmemiş anlaşılıyor ki, dedi Sveta, nasıl olabilirdeki zaten başını sokacağın kulübeyi etrafta ne bulursan o malzemeyle inşa edeceğin, ekeceğin tarlayı senin ıslah edeceğin,dilini geleneklerini ve belki de dinini bile bilmediğin ve senin olmayan bir yer, nasıl kolay olacaktı.

Bu kasvetli muhabbetten kurtarayım sizi dedi Askerby, birazdan Penexhes’e ulaşacağız. Şıps paste var, lığur var, metekoay yapılır bu köyde, siyah bal ve şate var. Bagajda ise kir kasa Stolinçkaya, daha ne olsun. Bana doğru döndü, mızırdanıp duracağına dedi yanındaki afetle ilgilen biraz. Ben senin bir şey becerebileceğini sanmıyorum , o konuda yardım istiyorsan, onu da itiraf et. Remedios kızarmış ben ne diyeceğimi şaşırmıştım. Sveta direksiyondaki Askerby’ e adi köpek, pis zampara diye saldırmış, o da arabayı zor kontrol etmişti. Küçük bir seks nüktesi için ölmemiz gerekmiyor diyerek. Esprinin ağırlığı ve inceliği birkaç saniye sonra anlaşılmış ve hepimizi gülmelere boğmuştu. Yahu gerçekten dedi Askerby, siz Latinlerde bekaret önemlimi ve senin durumun hangi yerde diye kızı sıkıştırmıştı. Sveta belden aşağı muhabbet saydığı bu tür konuşmalardan hoşlanmıyordu. Remedios’un cevabı netti, Kırmızı Pazartesi’yi hatırlamıyor musunuz? Vaaaay, demek öyleydi. Askerby anlamamış Sveta anlamıştı.

Nalbiy bahçe kapısında bizleri bekliyordu.

Senin zihinsel dünyanda gezindim yıllarca, nedir bu bana düşkünlüğün diye. Yitirilmiş bir yüzyılın ortak hikayesi mi, çok uzak dünyalarda olsak ta. Senin beni zihninden atmadığın o yıllar boyunca benim bireysel güzelliğim veya popomun daha yuvarlak, kadınlığımın daha ıslak olmasıyla ya da yatakta daha usta bir kadın olma ihtimali ilgili olduğu zannına kapılmadım hiç. Bu beni biraz incitse de, belki daha başka bir tutkunun eseri olma ihtimali vardı ve belki de daha saygıdeğerdi. Gerçi aşk öyle bir şey olmasa gerek, aşk kendi başına yetebilir çoğu zaman, saygın olması gerekmez. Ama ikimizi birbirine bağlayan, yitirmişlerin kaybedilmiş yüzyılı idi ve daha ne kadar yitirileceği de pek belli olmayan.

Karayip denizlerinde bir sürgünden veya soykırımdan bahsedilmez, ama yurdunu terk edenlerin sayısı sizden çok daha fazla olabilir. Üstelik bu terk edişin ne kuraklıkla ilgisi var ne doğal afetlerle. İnsanın insana yaptığı kötülüğü başka kim yapabilir ki. Kendi küçük diktatörlerimizden de az çekmedik ayrıca. Bir kargaşa çıkar korkusu ile ölmüş başkanları sağmış gibi törenlere götürdük, halkın liberaller ve cumhuriyetçiler olarak bölünmesinin bedeli milyonlarca ölü ve olağanüstü yoksulluk. Bu gün yinede dünya insanlığının iyi kötü haberdar olduğu ve bazen de olumlu tepki gösterdiği halkın kırılması ile ilgili vahşetler, dünyada sanki hiç olmamış gibi karşılandı ve yüz yıl boyunca, başkalarının vahşetine bırakılmış halkın kaderi nasıl olabilirdi. Bu gün bile bazen saçma sapan muhalif liderlerin hızla taraftar bulmasının nedeni, umutsuzluğa bir merhem umudundan başka ne olabilir.

Sizinki belki hepsinden beter, Avrupa’nın dibinde herkesin göz yumarak ilgilenmediği, kırıma uğrayıp kovulmuş koskoca bir halk, sesini hala kimselere duyuramıyor. Üstelik şu birkaç gündür şahit olduğum köklü geleneklerinize ve birbirinize düşkün olmanıza rağmen. Bana tutkun bundan mı, yani düşmüşlerin aşkı. Olsun oda kabulüm, dünyamı dar edeceğini bilsem de, aşk yinede aşktır.

Nalbiy’in annesi, Askerby’in bahsettiği gibi bir sofra hazırlamış, sofra kurulduğunda çok kısa bir süre sofranın başına oturarak hepimizin tanıştırılmasını bekledikten sonra, önüne uzatılan sadece dudağını değdireceği şarap kadehini kaldırmış, ayağa kalkıp ve hepimizi ayağa kaldırarak hoş geldiniz demişti.

Güzel kızlarım, değerli oğullarım, oğlumun misafirleri olarak bizleri onurlandırdınız, bu gurur bana yeter. Bakın çok uzaklardan aranıza karışmış bir misafirimizde var, bu gün hepiniz misafirsiniz ama kabul edin ki en değerlisi o. Bakın şu kadar yıl sonra başka dostlarda edinerek geliyorsunuz meraklara düşerek, yurdumuz ne halde ve nasıl yaşar ihtiyar kadınlar ve çocuklar diye. Yitirdiğimizi sanmıştık birbirimizi, ama öyle değilmiş ve tanrı bizi hala hatırlıyormuş. Bakın Türk ellerinden gelmiş bir oğlumu kucakladım bu gün, bunu hiç göremeyenlerde oldu ve bu günü ne kadar beklediğimizi bilemezsiniz. Bu mütevazı ocak başını hiç unutamayacaksınız, tıpkı benim bu günü unutamayacağım gibi. Bana sevgi getirdiniz sevgiyle karşıladım sizi, her gittiğiniz yere öyle gidin ve öyle karşılasınlar sizi. Tanrı insan olduğunuzu unutturmasın size, ancak öyle Adige kalabilirsiniz. Kadehimi kaldırıyorum sizin için ama beni affedin içemiyorum ve sizi baş başa bırakıyorum,

Remedios ısrar etme girişiminde bulunmuş, Sveta geleneklerin böyle olduğu konusunda onu uyarmıştı. Merak etme demişti tek koruma meleğin o değil. Birde sofra bittiğinde çağrılacak ve teşekkür edilecekti. İçten ve güzel konuşması hepimizi etkilemişti. Durumdan Nalbiy de hoşlanmıştı ama bu ihtiyarları bırakırsan iki kelime ettirmezler bize diye mırıldanarak annesini yolcu etmişti.

Sanki bir yerlerde öğretilmiş ve ezberletilmiş gibi, bu hoş konuşma tarzının kentli köylü demeden hemen herkes tarafından ustaca nasıl kullanılabildiğini merak ediyordu Remedios. Anadolu Çerkesleri arasında tek tük thamadeler arasında kalmış olan bu hitabet tarzının bu gün burada yaygın olarak yaşanıyor olması benim açıklayabileceğim bir şey değildi. Askerbiy ben bu işlerle mavra geçerim Sveta da beni azarlar dedi, Nalbiy açıklasın en iyisi.

Küçüklüğümüzde büyük sofralara hizmet ederek öğrenirdik oturmayı kalkmayı. İnsanların bir konu veya bir kişi üzerine söylenmesi zor şeyleri nasıl da ustalıkla söyleyebildiklerine şahit olarak dolaşırdık etraflarında. Kelime oyunlarını da kullanarak nasıl eğlenceler çıkarttıklarını görürdük. Esas olarak elbetteki insanların birbirlerine güzel şeyler söylemesi üzerine kurulu sözlü bir edebiyat aslında. İltifatı kim sevmez. Ama sadece iltifat da değildir. Abartılıysa içinde hafif ti’ye almada vardır, eleştiride. Onurlandırır, cezalandırır, öğreticidir ne bileyim işte. Ben şahsen bir gün gelip bu sofralara katılıp nasıl söz alacağımı hayal ederdim. Biraz büyüyüp ilk söz verildiğinde dizlerimin titrediğini ve söylemek istediğim sözlerin hiç birini söyleyemediğimi hatırlarım. İşte bu ve bunun gibi yerlerde öğreniriz bütün bunları. Geleneklerimizin değerli bir parçası diye düşünüyorum ben. Zamanla sende alışırsın.

Peki nedir benim gibilerde olan bu durum, hatta senin gibilerde var olan. Aslında epeycede Çerkeslere meraklı ailelerimiz, bizlerin o kadarda Çerkes olarak yetişmemizi istemediler. Harp ve kıtlık yılları gelip çattığında devlete kapağı atıp hazineden geçinmeye başlayanlar, diğer köylülerden daha iyi ve daha seçkin bir hayat sürdürebilen insanlar oldular. Salgın hastalıklar girdiği köylerde, çocukları süpürüp alırken, kentlerdeki memur takımı kendilerini devletin korumasında güvende hissediyorlardı. İki öküzün arkasında yıl boyu didinen en büyük rençper ailelerin ambarlarına götürdükleri buğday miktarı on tonu bulmazdı, yani bu günkü parayla üç bin dolardı ve çoğu aile üç yüz doları bile bulamazdı, bütün bir yıl geçinmek için. Ellilere gelindiğinde bu köylülükten umudu kesen bir takım ileri görüşlü babalar çocuklarını köylülükten kurtarmanın derdine düşmüşler ve o zamanlar bedava olan eğitimden başka bir çarede bulamamışlardı. Eğer çocuklar gerekli engelleri aşabilirler ise. Gözlerinde büyüttükleri bu engellerin yanında devlet kademelerinde yer alabilmek için belki de sakıncalı olacağını sandıkları Çerkesliğimizi öne çıkarmama talepleri, birazda bu nedenlerle idi. Saklanın gizlenin ve Türklüğe karışın daha iyi bir hayat yaşayabilirsiniz.

Halbuki doğuştan Türk köylüleri de matah bir hayat yaşamıyorlardı. Yıllar geçip de bürokrasi içinde yer aldıklarında, yeni nesillere Çerkeslerle ilgilenin diyen ebeveyne çok az rastlanır. Bir zaman sonra ilgilenin desen de çok şey fark etmeyebilir, zaten de öyle olmuştu. Kürtler olmasa Kemalizm neredeyse başarmıştı. Üstelik mühim bir baskı kurmadan. Köylülüğü geçici bir durum olarak gören bizim kuşaklar, daha iyi yaşam koşullarının peşinde uğraşıp dururken bu işlere Türkleşmenin de yetmeyeceğini anlamışlardı ve bunu anlamak için yeni bir neslin daha kaybolup gitmesi gerekecekti.Kendimizi hiçte milliyetçi hissetmediğimiz halde, yüreğimizden atıp bir türlü rahat edemediğimiz ve çoğu zaman üzülmekten öte pekte elimizden bir şey gelmeyen Çerkeslerin dramına ilgimiz neden.

Başından onca badire geçmiş ve rüzgarlar dünyası ile her şeyi görmesi gereken Remedios, ne diyebilirdi.

Belki de aslın iyidir demişti Remedios.

Küçümser bir bakış fırlattığımda, ciddileşmişti.

Köyden ilk çıkışınızı hatırlıyor musun, o sokaklarında saptan samandan geçilmeyen, bütün kış boyunca çamur içindeki o orta Anadolu kasabası, Çorum muydu onun ismi, evet Çorum. Kendi köylülerini hor gören büyük köylüler, onlardan çekinmiştin ilk sokağa çıktığında ama kısa bir süre sonra seni diğer köylülerle bir tutamadılar ama yinede Çerkeyz diye çağırıp ayrı olduğunu hatırlatmışlardı, kelimeyi övme mi yoksa yerme mi hangi anlamda kullandıklarını bilemeden. Yaz gelip köye dönmeyi özlerdin, kısa pantolonun ve annenin ördüğü merserize kazağı giyip. O gün bunu böyle adlandırmasan da daha medeni bulurdun köyü. Diğerlerine göre daha başarılı olduğun okul, kendine daha güvendiğin yerdi ve beraber yaşadığın Çorumlu arkadaşlarının bir halt olmadığını kavramıştın.

Ortaokul ve lise yıllarında taşındığınız Ankara’nın İçcebeci semtinden yinede ürkmüştün biraz. Mantolu ve eşarplı ninen ve annen, Karavel kesimli Sandre saçlı Ankara kadınlarının yanında daha köylü görünüyor, kendisi için satın alınan fötr şapkasını pek sevmeyen babanın kasketi, seni rahatsız ediyordu. Bir süre sonra komşular akşam oturmalarına gelip gitmeye başlamış, modern görünümlü bu kadınların da köyden henüz geldiğini anlamış, konuşma tarzlarından ve espri anlayışlarından onlarında o çıkıp geldiğin kasabadan daha üst düzeyde olmadığını fark edip, onları artık önemsemez olmuştun. Yinede sokakta durum farklıydı. Bir modernleşme özlemi sende de vardı. Biraz zaman geçip üniversiteli ağabeyler çıkıp geldiğinde, onların modern görünüm konusunda çoğu Ankaralıyı solladığını görünce, Çerkesler ile ilgili kendine özgüvenin daha da arttı. Ve artık sadece köylüler arasında değil hemen bütün kesimler içinde rahatsız olmak bir yana neredeyse gurur duyulacak bir durum gözüyle bakar oldun, hiç itiraf etmesen de. Bu Türkiye içindeki yaşamın boyunca çekinerek tanıştığın ve içlerine karışmaya çalıştığın okumuş yazmış kesimlerde, köklü ve saygıdeğer bir davranış tarzının olmadığını gördün. Öyle bir derinliğe sahip olanlara hayranlığın arttı ama onlar o kadar azdılar ki.

Güzel geçen sofra faslının sonunda, nihayet Remedios’la baş başa kalmıştık ve her detayı bilen tanrısal bir güçle bizi bana anlatıyordu. Olağan üstü sarhoştum, dizinde beni uyutur musun diye sordum. Evet uyuturdu.

SON