“NEF” İN TÜRKİYE GEZİSİ ARDINDAN: BİRLİĞE DOĞRU UZANAN YOL

DERBE Timur
Adige Mak, 29 Ağustos 2009
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız

I

İlk buluşmalar

Temmuz ayının en sıcak günler, sıcaktan yeryüzünün kavrulduğu, serinlik denilen şeylerin geride kaldığı bir zaman kesitinde Türkiye’ye ilk adımlarımızı  attık. Uçağımız inişe hazırlanmazdan önce,  tek tük ağaçların, yer yer yeşil otların yer aldığı geniş bir bozkır üzerinden uçtuğumuzu görüyordum. Soydaşlarımızın  çoğunluğunun sürüldüğü bu ülkenin topraklarına ayak basmadan önce, daha sonradan düşüncem değişecek olsa da, bir soğukluk duymadığımı söyleyemem. Hatkoko Doletçerıye’nin 1910 yılında “Müslüman” (Мусульманин) dergisinde yazdığı ve Prof. ŞHALAHO Abu tarafından bize ulaştırılan bir yazıyı yeniden anımsadım:

“…-Türkiye’ye giden Çerkes- muhacirler açlıktan kıvranıyorlar, anayurda dönmeyi istiyorlar ama boşuna; bu insanlar da mutluluk ve neşe içinde yaşamak, düğün eğlence içinde vakit geçirmek, dans etmek istiyorlardı, bütün bunları  anlıyorum…Değerli Adige kardeşlerim, Türkiye’ye göç etmekten kaçının, çoğunuzu orada bekleyen, soğuk birer mezar/kabirdir…Orada refaha kavuşmayı umanları büyük bir yanılgı bekliyor. Daha iyi bir yaşam için göç yoluna koyulmuş olanlar,  Boğaz kıyılarına/İstanbul’a ayak bastıkları ilk güne lanet okuyorlar…”

Hey gidi Adigeler,  hey, ne yapabiliriz ki şimdi, nasıl –bir sihirli değnek bulup- yeniden birleşebiliriz ki? Bilemiyorum. Bilemiyorum onun yanıtını, günler boyu düşünmüş olmama karşın. Dostlarımla az konuşmuş/tartışış da değilim bu konuyu. Yeryüzüne gelen her bir Adige, Adigelik duygusunu kalbine yerleştirerek, bir politik amaç gütmeden ve bir çıkar beklemeden, elden geldiğince ulusu için çalışsın istiyorum tek? Birliğe doğru uzanan yola böylece bir  adım atmamız olanaksız mıdır? Ç’ERMIT Muhdin gibi, gece gündüz demeden ulusunun geleceği için çırpınan Adige gençleri çoğalsalar, bir araya gelmeler, ziyaretler çoğalsa, birbirimizi daha yakından tanımış ve anlamış olsak, yaşam biçimimiz de değişmiş olmaz mı, yeniden birbirimizi bulmuş olmaz mıyız? ! Muhdin kendi cebinden ödediği paralarla çocuklarımızı dolaştırıyor, onları Adigelerin barındığı birçok ülkeye  götürdü ve oradaki soydaşları/kardeşleri ile tanıştırdı, biçok parçalanmış aile yeniden buluştu, onları yüzyıllık  bir kış uykusundan uyandırmış oldu. Şimdi de 46 kişiyi Türkiye’ye götürdü. Birliğe uzanan yolu Türkiye’den başlatmak en doğrusu, en uygunu olmaz mı? Beklediğimiz yanıt belki orada.

Şimdiye değin Türkiye’de üç-beş milyon Adige bulunduğu yazılıyordu, ama bunun doğru olup olmadığını öğrenmemiz fırsatı doğmuştu. Türkiye’de yaşayan soydaşlarımız bir milyondan fazla, iyi Adigece bilenler de bir milyondan çok olmalıdır. Ankara’da yarım milyon, Samsun’da 250 bin nüfus olduktan, dört bin de Adige köyü bulunduktan sonra, o ülkede nasıl olur da 1 milyon insan olsun çıkmaz? Altı yıl önce, Ç’ermıt’ın kurduğu “Nef” dans topluluğunun çocukları sevinç ve coşku içinde, dünyayı dolaşmaya alışmışlardı, ülkeleri dolaşıp dursalar da, bozulmuyorlar, Adige anayurdunda almış oldukları eğitim ve terbiyeye uygun olarak hareket ediyorlardı,  “yeni Adige insanı örneği olarak yeryüzüne gelmişler” dedirtecek çocuklar idiler bunlar. Dans giysileri bulunan valizleri ellerinde İstanbul’da bir havalimanına indik.

AC  Devlet Konseyi-Xase’de, -Adige Parlamentosu’nda- milletvekili ve işadamı Ç’ERMIT Muhdin, dilbilimleri profesörü BIRSIR Batırbıy (*), ünlü Adige ses sanatçıları (орэды­Iохэу) KUŞ’EKO Sime (Къушъэкъо Симэ) ve VISTEKO Nuh, besteci ve yapımcı yönetmen L’IUJ Kaleş’av (ЛIыIужъу Къэлэшъау),  “Nef” yöneticileri YİNUH İnver ve ST’AŞU Safyet (СтIашъу Сафыет),  “Shapsugh” (Шапсыгъ) gazetesi Başyazarı NIBE Anzor, Adige Televizyonu görevlileri T’EŞU Svetlana (ТIэшъу Светланэ) ile YAHUL’E Medine (ЯхъулIэ Мэди­нэ), çocuk hekimi NEĞOY Muliet, enstrüman sanatçıları (pşınave) TIĞUJ Nurbıy, KALEKUTEKO İnver (Къэлэкъутэкъо Инвер), KIT’IJ Anzavır (КъытIыжъ Анзаур) ve bir de ben, Türkiye’de üç hafta kalmamıza olanak sağlayaCAK izin kağıtlarımızı havalimanı yetkililerinden alıyoruz.

Türkiye’ye gelmeden önce, bir yıl boyunca Ç’ermıt Muhdin, Türkiye programını olgunlaştırmıştı. Yirmi bir gün boyunca gün gün saat saat izleyeceğimiz yol, uğrayacağımız köyler, nerelerde kalacağımız, nerelerde yemek yiyeceğimiz,  “Nef”in kaç konser vereceği, bunların nerelerde verileceği gibi şeyler öncesinden belirlenmişti. Bu konuda gideceğimiz yerlerdeki soydaşlar ve soydaş kuruluşları başkanları bize yardımcı oldular. Ayrıca Çerkes dünyasının yakından  tanıdığı Meşfeşşu Necdet ile Yedıc Memet de bize yardımcı oldular.

İstanbul’daki  “Nart Tour” organizatörü Yaşar Nogay bize güzel bir otobüs tahsis etti. Temmuz sıcağında soydaşlarımızın bulunduğu topraklara adım attık, ama klimasıyla otobüs bize serin nefes aldırdı.

Program gereğince Sinop kentine doğru yola çıktık, ilk molayı 50 Adige köyü bulunduğu söylenen Düzce’de verdik. Adige köylerinden biri de Bırgehable (Бырджэхьаблэ/Akınlar) köyü. Köye ilk yerleşenler Bırgıler olduğu için bu adı taşıyor. Türkiye’de henüz iki saat geçirmiştik ki, soydaşlarımızla ilk buluşmamızı  L’ıuj Erol’un yazlığında gerçekleştirdik. Kucaklaştık, sevindik, Adigece konuştuk ve bir yabancı ülkede bulunduğumuzu adeta unutmuş  olduk. Geldiğimiz yerdeki ağaçlar ve otlar anayurdumuzdakilere benziyordu. Buraları ilk gördüğümüz kuru çıplak yerlere benzemiyordu, etrafı çevrili bahçeleri ve evleri ile, bu yerleri Kafkasya’da  Karadeniz kıyısında yaşayan Shapsughların ev ve bahçe düzenlerine benzetiyordum, tıpa tıp aynısı olmasalar da birbirlerine oldukça benziyorlardı.

L’ıuj Erol 71 yaşında, zayıf kuru bir yaşlı,  “derisi kemiğine sarılmış” biri gibiydi, ağzından ve burnundan tütün dumanları eksik olmuyordu. Rahat biriydi, ancak sert bir yönetici olduğu da, hizmet edenlere sertçe yan  bakışından anlaşılıyordu. Yemek yediğimiz yer de Erol’undu, orada  çalışanlar da eşi, kız kardeşi ve akrabaları idiler. Dinlenme yeri ve atlara bakılan yerleri de var, hepsi de  düzenliydi. Yirmi yıldan beri o gibi işlerle ilgileniyor. Bahçesinden Adige eğlentileri (джэгу) ve  müziği hiç eksilmemiş. Yaşlı soydaşlarımız haftanın her Pazar günü orada toplanır, muhabbet ve söyleşilerde bulunurlarmış. Büyük bir gup halinde bahçesine girmiştik, zorlanmadan  hepimize sofra kurmayı başardı, Düzce’de iyi Adige yemek ve yiyeceklerinin hala  yapıldığını da bize göstermiş oldu.

Erol’un iki oğlu ve bir kızı var. Büyük oğlu mekanikçi, kızı meteorolojide çalışıyor, küçük oğlu ise kendisine yardım ediyor.  “Adigey’e gitmedim, bundan sonra da gidemem, ama çocuklarım gitsinler, anayurdumuzu görsünler, işte onu istiyoru” diyor L’ıuj. “Benim iyi Adigece konuştuğumu görüyorsunuz ama çocuklarım Adigece konuşamıyorlar. Konuşursan söyleneni anlıyorlar, ama Türkçe konuşuyor ve karşılık veriyorlar”. Bu üzücü konuşmaya bizimle aynı sofrada oturan Guğejü Musa ile Bırsır Batırbıy da katılıyorlar.

“Yirmi yıl öncesine değin Adigece’yi bilmeyeni Adige’den saymıyor, Türk sayıyordum” diyor Guğejü Musa. “Şimdi soruna farklı yaklaşıyorum. Burada Adigece’yi çok iyi bilen, hali vakti yerinde, varlıklı ama ulusu adına hiçbir duyarlığı olmayan, Adige geleneklerinden uzak düşmüş, bir  Adigelik yanı bile kalmamış kişiler  var. Yine Adigece bilemeyen ama kalpleri Adigelik ve Adige ulusu için çarpan, ulusu için dur durak bilmeden uğraş veren, bir Adige gibi davranan  ve “Aferin onlara” diyebileceğimiz Adigeler de var. Bu ikisinden hanisini yeğleyebiliriz? ”

“Dil ulusun tanıtıcı işareti/damgası, gelenek de giysisidir (Бзэр лъэпкъым итхьабз,  хабзэр ишъуаш)” demişler Adigeler diyor Bırsır Batırbıy. “Kendi başına gezinen işaretsiz/damgasız inek kapanın elinde kalır, iyi giyinmemiş olarak toplum içine girersen sana değer vermezler, bu nedenle Adige geleneğini yitirmiş kişi, artık bir  Adige sayılamaz. Gelenek yok olursa ulus da yok olur”.

“Bana göre, dili sonradan öğrenebiliriz  ama geleneklerimizi yitirirsek bir daha onları yakalayamayız” diye sözlerini daha bir pekiştiriyor Musa.

Öğle yemeği için durakladığımı bu ilk yerde çok kişi birbirini tanıdı, konuştu ve karşılıklı telefon numaraları alındı.  “Vay sen L’ıuj musun? Ben de L’ıujlardanım! ” L’uj Kaleşav (ЛIыIу­жъу Къэлэшъаy) ile Erol aynı sülaleden (лIакъо). Kimbilir, üç dört kuşak önce,  onların dedeleri kardeş olup olmadıklarını? Bence kardeş çocukları oldukları bir gerçek, aynı ana babanın çocukları bile soykırımla sonuçlan bilindik  savaş (лъэпкъ­гъэкIод зао) nedeniyle ayrı düştüler. Şarkıcımız Vısteko Nuh ile yakındaki bir köy olan Hampıyhable (Hampinaz) köyünden,  Vısteko Alaattin de tanıştılar, sadece tanışmakla kalmadılar, kardeş çocukları olduklarını da öğrendiler.

“Pseytıku” (Псэйтыку) köyünden Vısteko Muhtar’ın dedesi ile benim dedem birlikte Türkiye’ye geldiler, ancak biri geri dönmüştü” diyerek ailesinin özgeçmişini anlattı.  “Üzerinden öyle çok uzun bir zaman geçmemişti. Muhtar’ın Türkiye’ye geldiğini, ağabeyimin yanında bulunduğunu duyunca, hemen oraya gittim, kapıdan adımımı atmıştım ki, “Bu gelen bir Vısteko, yüzü ve vücut yapısıyla tam bir Vısteko” dedi, çok sevindik, sıkı sıkıya kucaklaştık.

On sekiz gün sonra Düzce’ye dönecektik. Geleceğimizi bekleyemiyor, Vısteko Alaaddin telefon üzerine telefon ediyor, Nuh’un sağlığını soruyor, bizi de unutmuyor, selamlarını yolluyor, bir sorunla karşılaşacak olurlarsa hemen yetişeceğini söylüyordu. Düzce’ye döndüğümüzde bizi sevinçle karşılayacak, birçok köyü bizimle birlikte dolaşacaktı.

“İçime bir ateş düştü, o ateşi siz yaktınız, anayurdu görmezsem çatlarım” diyor bize Alaattin. “Ağabeyimin şansı varmış anayurdu gördü, ben de gideyim dedim ama babam ağır hastalandı, onunla ilgilendim, vefat edince de ilgilenmem  gerekti. Şimdi Tanrı izi verirse gelecek yıl anayurda gelirim…”

Alaattin’in her dediğini dediği gibi aynen yazdım, ancak onun kalp ağrısı (игууз) bütün bir Adige ulusunun da kalp ağrısı. Başımıza gelen felaketin büyüklüğü aklın alamayacağı bir boyutta, içine düştüğümüz derin çukurdan çıkışın ağırlığı katlanılır gibi değil. Birbirimizden ayrı, çok uzak yerlere düştük, ama birbirini yitirmiş ana ile bebeğinin özlemleri gibi birbirimizi de özlüyoruz. Bu buluşmanın ardından içimden bir şiir okumak geldi.

II

Sabah güneşinin doğuşunu görmeliyiz

“Bir zamanlar yaşça bizden büyük olanlar Adigece’yi çok iyi biliyorlardı, ancak çoğunluk Adigeliği terk etme ve Türklerle kaynaşma peşindeydi” diyor Ankara Kafkas Derneği aktif üyelerinden H’evseye Eyüp (Хэусэе Аюбэ).  “Yaşlıların yanlış dünya görüşleri bize çok zarar verdi. Bugünkü gençler Adigece bilmiyorlar, ancak başları dik olarak, “Ben bir Adigeyim” diyebiliyorlar.  “Burada doğmuş olsak bile, ülkemiz Kafkasya’da, anayurdumuz orası! ” diyorlar. Gençlerimiz böylesine sağlam bir dünya görüşüne kavuşmuş bulunuyorlar. Buna çok seviniyoruz, bunu yok olmayacağımızın, yaşayacağıızın  bir umudu olarak görüyor ve gençlerin Adigece’yi yeniden öğreneceklerine de inanıyorum”.

Eyüb’ün sözleri, Türkiye’deki gezimiz boyunca başkaları tarafından da doğrulandı. Doğrusunu söylememiz gerekirse gençler, yeniden bizi umutlandırdılar. Gençler İnternet aracılığıyla anayurtla sıkı bağlar kurdular, Adige bayrağını hararetle yukarılara kaldırıyorlar, gururla Adige işareti ya da Adige bayrağı taşıyan rozeti olmayanı  yok gibi. Diğer uluslardan daha kötü olmadığımızı, eğitim, bilim ve kültür yönünden hiçbir ulusun gerisinde kalmadığımızı çok iyi kavramış durumdalar. Bu da güzel yarınlarımız için birlik yoluna uzanan yolda hızlı adımlar atmamıza güç katıyor.

H’evseye Eyüp bir öğretmen, ilk sınıf öğrencilerini okutuyor. Dört yıl boyunca Samsun Kafkas/Çerkes Derneği Başkanlığını yaptı, şimdi de çalışıyor. Mefehable köyünde ev inşa ettiriyor, birkaç yıl içinde işlerini ilerletir, o süre içinde evi de bitirilirse anayurda dönmeye niyetli. Üç yıl önce bir grup çocuğu Adigey’in  Peneh’es (Пэнэхэс) köyüne götürmüştü. Kızının,  konuk olarak kaldığı evden övgüyle söz etmesi,  “Barik benim babam, hanımı da annem” (Барыч сэ сят,  ащ игуащэ сян) diyerek, kalmış olduğu o ailenin yanından  dönmüş olmasına çok sevindiğini bize anlatıyor. Çocuklar Adigey’de bulundukları sürece evlerde kaldılar, orada kurdukları arkadaşlıklar da hiç yok olmayacak, anayurda dönme düşüncesi de kalplerinde hep  yaşayacak. Kim bilir ki, hepsi dönmese bile, içlerinden Adigey’e dönecek olanlar çıkıp çıkmayacağını? ! Muhdin’in bu yaptığı da, ona benzer bir görevi yerine getirmek değil midir? Onun bu kurdurmuş olduğu dostluk  ilişkilerinin beş on yıl içinde meyvelerini vermeye başlayacağına kuşku yok, bizler de o günlere ulaşmayı umuyoruz. Evet, buluşmadan tanışmak, tanışmadan da birbirini sevmek olmaz. Annelerimiz, babalarımız kardeşse, bizler de kardeşsek ne diye bir araya gelmeyecek mişiz? İşte Eyüp her  yıl aksatmadan Adigey’e geliyor, çocukları da getiriyor, ata toprağını onlara gösteriyor. Herkes kendine düşeni böyle yerine getirecek olursa ulus da yaşar, gelişir ve yeniden çoğalır.

Türkiye’de Adige danslarını iyi oynayan çocukları gördükçe,  “Onu mutlaka Eyüp eğitmiştir, başkası değildir” diyorlardı, ama Baste Azmet’i Türkiye’ye çağırıp çocuklar onun tarafından  eğitilmeye başladıktan sonra,  “Baste eğitmiştir” demeye başladılar dedi şakayla karışık Eyüp. On beş yıl önce, (şimdi “Nalmes”in yönetmeni olan) Baste Azamet’in Türkiye’de bulunduğunu, onun eğittiği gençlerin Adige toplulukları oluşturmakta olduklarını söylüyor. Karlı köyü festivaline de böyle bir topluluk katılıyor.

“Toplanıp anayurda dönmek zor bir şey” diyorlar, diye anlatıyor Eyüp.  “Tabii yemek pişirmek, kaşığı kaldırıp o yemeği yemek de kolay değil”. Zorluk ile karşılaşılmayan bir  yaşam olabilir mi?

II

Dedelerimiz özgür kartallara benziyorlardı

Üç kardeş cumhuriyette, Adigey, Kabardey-Balkarya  ve Karaçay-Çerkesya’da yaşayan Adigelerin, Kabardeylerin ve Çerkes/Şerceslerin tek bir ulusun parçaları olduğunu, hepimizin temelde Adige olduğumuzu hala bilmeyenler vardır. Ayrı düşmüş  ve başka halklar arasında yaşıyor olmamız nedeniyle, bir birleşmeyi oldukça zor görenler, Ruslar ve Adigeler arasında da az değildir. Tarihten nasibi olanlar  geçmişimizi çok iyi bilirler, birileri bu üç cumhuriyetten birine zarar vermeye kalkışırsa, diğerlerinin onu destekleyecekleri analistler tarafından birçok kez ortaya konmuştur. Adigelerin birbirinden ayrı üç regiona (субъект/yönetim birimine/bölgeye) bölünmüş olmaları uzun vadeli bir politik  görüşe dayanıyor olmalı. Bir ulusun parçalanmış, değişik yerlere savrulmuş olduğu görülüyor, bu nedenle ulus bireylerinin sayısı durmadan azalıyor. Böylesine kaygılı şeyleri düşünmemiz, Türkiye’nin sürdürdüğü  politikalar nedeniyle olmalı. Türkiyeli Adigeler, Türkiye’nin  değişik köşelerine  dağılmışlar, birbirleriyle temas etmeleri, dayanışmaları ve özerklik gibi şeyler elde etmeleri olanaksız. Örneğin ziyaret ettiğimiz Sinop/Bektaşağa köyü ile İzmir yakınındaki Ödemiş/İlkkurşun köyü arasında bin km gibi bir mesafe var. Kuzeydeki İstanbul, Samsun ve Trabzon ile onlara yakın olan köyler, güneyde Suriye/Şam sınırı yakınındaki köyler, batıda İzmir, Adapazarı ve başka kent ve köyler birbirine çok uzaklar, buralarda çok sayıda Adige bulunuyor. Kentler dışında, Türkiye’de halen dört bin Adige yerleşimi/köyü bulunuyor, ancak bu yerleşimlerin Adige nüfusu her yıl azalıyor, eriyor.

Sinop/Gerze’deki bir restoranda öğle yemeğimizi yemek üzere mola verdiğimizde, bizi karşılayan Adigeler mızıka (pşıne) sesi duymak, güzel Adige danslarını görmek  istediklerini söylediler.  “Nef” topluluğumuz çocukları soydaşlarımızın bu isteklerini kıramadılar, restoran salonunda danslarını sundular. Çocuklarımız dans figürleriyle, dağlarımızın, ormanlarımızın, Adige dünyasının renklerini oradaki soydaşlarımıza yansıtıyorlardı. Hemen oracıkta kalbim atmaya başladı, çok çok  yaşlanmış, ölüm çizgisine yaklaşmış  ulus ağacının yeni bir  dal sürdüğünü görüyormuş gibi oldum. Gök yüzünden süzülen kartallar gibi özgür olarak, aslanlar gibi  yüz küsur yıl önce yiğitçe çarpışırken can vermiş olan kahramanlarımızı anımsadım, yurdumuzu savunurken can verenlerle birlikte ulusumuzun da bitiş çizgisine ilerlediğini, ancak şimdi önümüzde bir kurtuluş çizgisinin/dönemecinin belirdiğini, ulusun geleceği konusunda  umutlanmak, başarıyı  yakalamak  için nedenler bulunduğunu   yeniden algılar gibi oldum. Oradan  gittiğimiz Sinop/Bektaşağa adlı bir küçük Adige köyü (2007’de 1.002 nüfuslu-ç.n.), çocuklarımızın oyunlarının ardından, onların  mızıkasının çıkardığı “Tleperüş” (Лъэ­­пэрышъy)  havası ortalığı çınlattı, bizim elle çaldığımız “pheç’ıç’”ler (пхъэкIыч/şak şaklar) yerine, oradaki soydaşlarımız üst üste koydukları tahtaları küçük sopalarla vurarak aynı sesleri çıkarmaya başladıklarında, çok çok gerilere uzanan geçmişin görüntüleri karşımda yeniden canlanmışlar gibi geldi bana. Evet, çok uzak bir geçmişten gelen ve Adige yurdundan ayrılırlarken kendileriyle birlikte götürmüş oldukları bu ulusal ezgiler, hala yaşıyorlar ve hala kulaklarda çınlıyorlardı, soydaşlarımız bütün bu ulusal ezgileri günümüze getirmeyi ve onları korumayı  başarmışlardı.

Sabah serinliğinde ev sahibimiz Bleneğapts’elerin (Блэнэ­гъап­цIэ)  bahçesine çıktım. Ortalıkta kavurucu bir sıcağın bizi beklediğini anımsatır biçimde doğmak için zorlanmakta olan güneş de  ısırıcı olmaya başlamıştı. Bleneğapts’elerin bitişik bahçesindeki meyve bahçesinde ev sahibimiz ile BIRSIR Batırbıy gezinip duruyorlardı. Evden çıktığımı gören Bırsır seslendi:

 

“Timur, bak, soydaşlarımız yüz küsur yıl önce yurdumuzdan ayrıldılar ama hala bizim bahçe geleneğimizi  unutmamışlar. Çok eski dönemlerden beri atalarımızın yaptıkları  gibi,  asma dallarını  armut ağaçlarına (мэз къужъым) sardırmışlar, meyve ağaçlarını da  sıra düzeninde ve eşit mesafelerde dikmişler, aralarından da   ince patika/yaya yolları  geçirmişler”.

Ev sahibimiz ve eşi, iyi Adigece biliyorlar, ama çocukları anadillerini koruyamamışlardı. İçlerinde Adigey’i gören kimse yoktu, ama çocuklarını üniversite eğitimi için Adigey’e/Maykop’a göndermek istiyorlar… Köyde  Adigece’yi bilen insan sayısı da çok azalmış. Ancak dilini ve geleneğini daha iyi korumuş olan köyler de var Türkiye’de. Şimdi yolculuğumuzun sıra düzenini bir bozup İzmir’e yakın Ödemiş’in Adige köyü İlkkurşun’un öyküsüne bir atlayalım. Türkçe değiştirilmiş  adı ile ‘İlkkurşun’ olan bu köyde Adigece, ayakta kalmayı başarmış, geleneklerimiz de daha iyi korunmuş.

“İzmir’e yapılan Adige göçü iki aşamada gerçekleşmiş”, diyor köyünün tarihini iyi anlatan Mış’e Mahmud (Мышъэ Махьмуд),  “Kafkasya’dan gelen ilk göçmen kafilesi Samsun ve Trabzon’a indirildi, bunlar çok telefat verdiler, salgın hastalıklar ve açlık onları günden güne kemiriyordu. Bebeğini yitiren anne  sayısı  o  denli çoktu ki…artık umutlarını yitirmiş, konuşamaz hale gelmişlerdi. Sağ kalanlar küçük bir tekne kiralayıp İzmir’e geldiler, Adigeler İzmir’den yaya olarak götürülüp civardaki Türk köylerine dağıtıldılar. Meyekset (Меексет) adlı köye kırk hane, Söğütlü (Севетли) köyüne on beş hane, Adegime (Адэгымэ) köyüne yirmi beş hane, Kobezdi (Кобезди) köyüne de altı hane yerleştirildi (*). Bu insanlar Türkler arasında eridiler, asimile oldular. İçlerinden soy ailesini (l’ako/ЛIа­къо) anımsayanlar birkaç kişiyi geçmiyor, diğerleri  Adige/Çerkes olduklarını biliyorlar sadece. İlkkurşun köyü yakınındaki  iki Adige köyü halkı, Samsun’a değil, direkt Karadeniz’in Balkanlar’daki limanlarına gönderilmişler, daha sonra Balkanlar’dan  İzmir’e gelmişler.

Bu Adigeler Balkan topraklarında on iki yıl kalmışlar, o sıralar Hıristiyanlar ile Müslümanlar   çarpışıyorlarmış, bu hengameden kurtulmak için Türkiye’ye gelmişler (**). Önce İzmir yakınlarındaki Fetiye (Фетые) köyüne yerleşmişler ama bir yıl içinde yüzden çok kayıp vermişler. Bunun üzerine1879 yılında  şimdiki İlkkurşun köyü yerine taşınıp oraya yerleştiler. Köyün kıyısından geçen küçük ırmağın  yamacındaki korunun ağaçları içine küçük küçük evler yerleştirmişler, damlarını da sazlarla örterek şirin  bir köy oluşturmuşlar. İlk yıl   geçimlerini avcılıkla sağlamışlar, ardından tarla tarımına ve hayvancılığa başlamışlar. Ts’emez’e (ЦIэмэз;şimdiki Novorossiysk) uzak olmayan bir yerden gelmiş olukları anlaşılıyor. Çünkü,  dedelerinin anlattıklarına göre, Kafkasya’da oturdukları yerlerin yakınlarındaki topraklar turbalık imiş. Zaman zaman turbalığın tutuşup yandığını gördüklerini anlatırlarmış. Kafkasya’da böyle bir  yer  sadece Ts’emez yöresinde  var. İlkurşunlu soydaşlarımız geldikleri yerin, küçük ülkelerinin Ts’emez yöresi olabileceğini düşünüyorlar. Tüm köy buraya topluca yerleşmişti ama çok telefat vermişler, ölen insan sayısı 749 olarak belleklerde kalmış. Sağ kalanlar  altı yüz kişiyi geçmiyormuş.  Köyün yerleşimi işine öncülük eden en yaşlı kişi (тхьэматэ)  Mamıj Musejıyıko (Мамыжъ Мусэжъыи­къо) imiş. Köyde iki Abzegh ailesi de var, Hok’on (ХъокIон) ve Hatko aileleri,  gerisi Shapsugh. Köyde Tlepş’ıko (Лъэпшъыкъохэр),  Natho (Натхъохэр), Ş’avko ( Шъау­къохэр),  Hağur (Хьагъурхэр),  T’eşu (ТIэшъухэр),  Ş’halaho (Шъхьэлахъохэр),  Ratıko (Ратыкъухэр),  Thağuş’e (Тхьагъушъэхэр),  Bjaşşo (БжьашIохэр),  Kuace (Къуаджэхэр),  Vış’ıy (Ушъыйхэр), L’ıhujıko (ЛIы­хъужъыкъохэр) ve diğer aileler bulunuyor. 1915’te (***) Yunanlılar İzmir’i işgal edince, ilk karşı koyanlar arasında İlkkurşun da bulunuyor. (29 Ağustos 2009).

 

BİLGİ NOTLARI:

(*) Köy adları iyi yazdırılmamış. Samsun’dan İzmir’e yapılan  göç de araştırılmaya
değer. -HCY

(**) Çerkesler Balkanlar’dan/Osmanlıların Avrupa topraklarından Anadolu’ya çarpışmalardan kaçmak kurtulmak için göç etmiş, İzmir’e, Asya ve Afrika topraklarına  gelmiş değiller, 1878 Berlin Antlaşması gereğince, zorunlu göçe tabi tutuldukları için nakledilmişlerdir. Burada bir bilgi yanlışlığı vardır. -HCY

(***) Yunan işgali 1915’te değil, 15 Mayıs 1919’da başlamıştır. -HCY

 

II

 

Samsun tarihinden sayfalar

Türkiye’nin büyük kentlerinden Samsun, adı üstünde, Karadeniz kıyısında bir kent. Burası ve yakın çevresi  anayurdunu terk etmek durumunda kalan Adigelerin gemilerden ilk indirildiği yerler. Sinop’tan Samsun’a uzanan bir sahil şeridinde açlık ve hastalıktan kurtulmak için çırpınan soydaşlarımızdan sağ kalmış olan erkekler, sanki yok edilmek isteniyorlarmış gibi Balkan Savaşı’na gönderildiler (*). Bir savaşın ateşinden kurtulmayı başaranı ikinci bir savaş bekliyordu. Adigelere Türk ağalarının beğenmediği  topraklar   veriliyormuş,  ıssız kırlarda (шъоф нэкIымэ) ya da  balta girmemiş ormanlarda (мэз зэ­хэкIыхьагъэмэ)   yer gösteriliyormuş. Böylesine bir  Adige yıkımı yaşandığı bir sırada Samsun kasaba nüfusu sadece iki bin idi, buralara yığılan Adigelerin sayısı ise milyonu buluyordu. Eğer o sıralar bu soydaşlarımız bilinçli olup o yerlerde  tutunabilmiş  olsalardı, kentlilerle kaynaşır, daha sonra kendileri de  özerklik elde edebilirlerdi. Ancak durum öyle gelişmedi, geleceği çok iyi hesaplayan  Osmanlı devlet adamları Adigeleri ülkenin dört bir yanına dağıtarak etkisizleştirdiler.

Yine de en güzel ve en büyük kıyı kentlerinden biri olan Samsun’da hala 250 bin Adige yaşıyormuş. Samsun Belediye Başkanı  bir Adige, L’ışe (Л1ышэ) ailesinden, -Yusuf Ziya Yılmaz (L’ışe)-, birinci yardımcısı da bir Adige, belediye personelinin de üçte biri Adige! Bir dış gezide olduğundan Belediye Başkanı ile tanışamadık, ama birinci yardımcısı ile tanıştık, belediye çalışanları ile de görüşmelerde  bulunduk. Yine belediye konusuna dönmek üzere, deniz kıyısında gördüğümüz ilginç anıtlardan kısaca söz etmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a gelişinde, gemiden inip kente girdiğinde,  yanında  Çerkesler vardı,  bunu gösteren anıt, kent sahilini süslüyor. Başındaki Çerkes kalpağı (адыгэ паIо) ile Mustafa Kemal’i kalabalık ve kalpaklı bir Çerkes topluluğu içinde vapurdan inerken gösteren heykeller gerçekten ilgi çekici. Mustafa Kemal’in seferine katılan 20 kadar refakatçisinin (зе­кIо гъусэхэр) hepsi de Çerkes’ti.  Tarihsel belgelere göre, o sıralar dağlar eşkıya ile doluydu, Mustafa Kemal’in  düşmanları vardı ve onu öldürmek istiyorlardı. Eşkıya, Çerkes kalpağı giymiş olanlardan çekiniyor, Çerkeslerden uzak duruyordu. Adigelerin; yapanın yanına kar bırakmayan, kesinlikle öç alan insanlar olduklarını biliyorlardı. Mustafa Kemal Samsun’dan ayrılıp düzeni/güvenliği sağlama sorunu olan yerlere gideceğinde, kendisi ile birlikte gelmek isteyenler olup olmadığını sormuştu. Böyle bir yardımcı güç vardı-Adige birlik komutanı/paşası (дзэ пащэу) Berzeg Cambulat-Ekler (Бэрзэдж Джамбулат-Эклер). Berzeg’in hepsi Adige olmak üzere 200 silahlı atlısı vardı, Mustafa Kemal bu birliğin korumasında Havza’ya gitti, oradan da Amasya’ya geçti. Burada bir Kurul oluşturuldu, M. Kemal dışındaki kurul üyelerinin hepsi Adige idi. Türkiye’nin nerelerine gidileceği, nerelerde ne yapılacağı, kalınacağı, yiyecek ve giyim kuşam gibi işler orada ele alınmıştı.

Berzeg Cambulat’ın heykeli de (сау­гъэт) rıhtıma yakın bir yerde, yiğitlik gösteren kişiler adına yan yana dikilmiş olan taş heykellerin en başında duruyor. Vapuru ve taş anıtları yaptıran kişi de Samsun Belediye Başkanı’dır. On bir yıldan beri başkan. Kenti iyi yönettiği, temiz tuttuğu ve kent halkının yaşamını kolaylaştırdığı için, art arda üç  kez seçilmiş bulunuyor. Adigece’yi iyi biliyor, L’ışe ailesinden. Halk, Başkan’dan önce kent çevresinin bataklık olduğunu, kötü kokular yaydığını, konuk geldiğinde utanmakta olduklarını söylüyor. L’ışe, kenti güzel bir görünüme kavuşturmayı başardı. Kentin güzelliğini ve temizliğini biz de çok beğendik.

Türkiye’nin bağımsızlığının temelini atanlar arasında Çerkes Ethem’in de bulunduğunu söylemeliyim. Mustafa Kemal’in en güvendiği kişiler arasında o da vardı. Çerkes Ethem’in komutasında hepsi Çerkes bin kişilik bir milis gücü (ДзэкIолI нэбгырэ мин) vardı. Türkiye’nin kuruluşu aşamasında, en zorlu işleri başaran, Mustafa Kemal’e karşı olanları yola getiren kişi hep Çerkes Ethem olurdu, savaşta da ilk zaferleri kazan da oydu. Yunanlıları ilk kez  geri püskürtenlerin  içinde Çerkes Ethem de vardı, o olmasaydı başarıya ulaşılamazdı diye yazan  tarihçi sayısı az değildir. Ancak düzen sağlandıktan sonra, üst düzey yetkililer, Çerkes Ethem’i tehlikeli bulmaya, kendilerini devireceğinden korkmaya başladılar, saldırıp defterini dürdüler. Birçok zorluğu ve badireyi atlatan Çerkes Ethem,  başını alıp ülkeden gitmek zorunda kaldı, ardından sıkıntılı bir yaşam sürdürdü, mezarı Ürdün’dedir. Onun bir Çerkes olduğunu gizlemek için ona ilkin Ethem Bey diyorlardı, gerçeği gizlemek olanaksızdır, üzerinden kuşaklar geçse de gerçek, bir gün günışığına çıkar. Çerkes kimliğinden söz etmeseler bile, adının önüne bir “Çerkes” sıfatını eklemişlerdi. Şimdi Türkiye televizyonları, gazeteleri ve tarih kitapları onun bir Çerkes, bir Shapsugh olduğunu çekinmeksizin yazabiliyorlar. Sadece o değil, bütün bir Adige toplumu Türk sayılarak bugünlere dek gelindi, yeni yeni Adigelerin sürüldükleri söylenmeye başlandı. Okumamış ve iyi bir eğitim almamış Türkler de kendi tarihlerini doğru dürüst bilmiyorlar. Adigelerin nereden gelmiş oldukları konuları, demokrasi ve AB yanlısı gelişmeler, soydaşlarımızın yeniden canlanmalarına  yol açmaya başlamış gibi görünüyor, gençler artık  bilinçlenmiş durumdalar. Bu bakımdan gelişmelerin soydaşlarımıza da özgürlük getireceği ve yeni ufuklar açacağı umutları içindeyiz.

Belediye Sarayı’nı ziyarete gittiğimizde, korumalardan bir genç,  temiz bir Adigece ile bizi karşıladı ve Başkan yardımcısının odasına götürdü. Belediye Başkanı birinci  yardımcısı Nek’aho Kenan (НэкIахъо Кенан) bizi karşıladı, kucakladı ve odasına aldı, yolculuğumuzu ve hal hatırımızı sordu. Grubumuz adına AC Devlet Konseyi-XASE milletvekili Ç’ERMIT Muhdin, Nek’aho’ya bizi kabul ettiği,  “Nef” çocuk dans topluluğunu Samsun Festivali programına aldığı için teşekkürlerini bildirdi ve onu Adigey’e davet etti. Bizim çocuklarımızı Türkiye’ye getirdiğimiz gibi, kendilerinin de kendi çocuklarını Adigey Cumhuriyeti’ne getirmelerini beklediğini söyledi. Nek’aho, Maykop’u görme mutluluğuna erdiğini ama bununla yetinmeyeceğini, ulusun tarihini anlatan kitapları yazacak kişiler çıkmasını beklediğini, Kafkasya’daki eski köylerini derinliğine araştırmak ve bulmak istediğini söyledi.

“Böyle bir araya gelmeye, görüşmeye,  bundan yirmi beş yıl önceleri rüyamızda görsek inanamazdık, başımızdaki şapka artık bize dar geliyor, çok sevinçliyiz” dedi Nek’aho Kenan. “Türkiye’nin en büyük festivallerinden birini her yıl Samsun’da düzenliyoruz. Buraya önümüzdeki yıl, daha sonraki yıllarda da gelmeniz için gerekli işlemleri yerine getireceğiz, getirmişiz sayın” diye sözlerini sürdürdü. Başkan yardımcısının söylediği gibi, “Nef” Samsun festival programında yoktu, hemen programa kondu ve o akşamki gösterilere alındı. Nek’aho da festivale geldi. Salon hınca hınç dolmuştu, çocuklarımızın  dans edişi, coşkulu alkışlanışları anlatılmakla bitecek gibi değildi. Yirmi değişik ülkeden gelmiş profesyonel ekiplerle Adigey’den gelen çocuk ekibimiz “Nef”in bir yarışma çıkarması, ustalara taş çıkaran dansları ve figürleri seyirciyi adeta büyüledi. Samsun’da iki gece kaldık, bizden hiç para istenmedi, festival etkinliklerinde serbestçe görev aldık. Bütün bu işlerde Samsun Kafkas/Çerkes dernekleri  (Адыгэ Хасэу къалэм дэтхэр) ve belediye yönetimi bize yardımcı oldular ve masraflarımızı üstlendiler. Onların sevgileriyle kucaklaşarak ve uğurlanarak, onların gerçek kardeşlerimiz olduklarının bir kez daha bilincine vararak ve iyi dileklerimizi sunarak yolumuza devam ettik. (1 Eylül 2009).

BİLGİ NOTU:

(*) Burada da bir yanlışlık  var, anayurttan ayrılışın 13. yılında yapılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ya da diğer adıyla 93 Harbi, 1864 yılından 48 yıl sonra yapılan 1912-1913  Balkan Savaşı ile karıştırılmış  ya da sayın Derbe Timur’a yanlış bilgi verilmiş olmalı. -HCY

III

“Adigey’e uçmaya karar vermiştik”

 

Türkiye kentlerini ve Adige köylerini dolaşarak Tokat/Erbaa’ya geldik. Erbaa’ya aynı sıralarda Ankara’dan “Oşhamafe/Elbrus”  çocuk topluluğu da gelmiş bulunuyordu. Elbrus/Oşhamafe ve Nef ekiplerinin çocukları Erbaa Çerkes derneği binası yakınındaki bir yerde birlikte bir gösteri (джэгу) sundular. Pşınaveler/akordeonistler Tığuj Nurbıy ile Kalekuteko İnver, Adige şarkı makamlarını  çaldılar. “Nef”in sanat yönetmeni Yınıhu İnver (Иныхъу Инвер) ortaya çıktı ve dansları başlattı. Çocuklar da İnver’den öykünerek, en başarılı dansçıları seçileceklermiş gibi peşi sıra dans etmeye başladılar. Türkiyeli  Adige gençleri ile Adigeyli gençlerinin aynı ortak Adige ruhunu  taşımakta oldukları davranışlarından anlaşılıyor, gençlerin ulusları adına kıvanç  ve gurur duydukları belli oluyordu. Çocuklar boylarına bakmadan, sanki kanatlanmışlar da gökyüzünde süzülüyorlarmış gibi dans ediyorlardı. Ankara’dan Erbaa’ya gelen ekibi Tharkoho Demir getirmişti. Demir onbeş yıl önce Adigey’deydi, onu Maykop’ta “Nalmes” çalışanları olan Tharkoho Vyaçeslav ile eşi Aminet ağırlamıştı. Demir, kendisinin candan karşılandığını, Adigey’in güzel yerlerini, dağlarını, gür ırmaklarını gördüğünü, ata toprağına olan sevgisinin bir kat daha arttığını söyledi. 500 bin Adige’nin yaşamış olduğu Ankara’da  Kafkas Derneği’nin (Анкара Адыгэ Хасэм) üç binası bulunduğunu, orada Adigece ve Kabardeyce dersler verildiğini bize anlattı.  “Anayurda dönmek isteyenlere yardımcı olmaya, işlemleri kolaylaştırmaya çalışıyoruz” dedi Tharkoho.  “Şimdiye değin Adigey’e dönmek isteyen 50 kadar kişi adına gerekli  olan izin belgelerini (тхьапэхэp) hazırlıyoruz, bunlar kesin karar vermiş olan kişilere ait, başkalarına da yardımcı olmaya çalışıyoruz. Adige sorununa ilişkin bilinçendirmelerde de bulunuyoruz, sırf dans etmekle kimliğimizi koruyamayacağımızı, dayanışma ruhunu geliştirmemiz gerektiğini anlatıyoruz. Adigece öğretmenlerine gereksinim duyuyoruz, yeterli sayıda Adigece kitap ve malzememiz yok, okutacağımız çocuklar da koca kentin dört bir yanına dağılmış ailelerin çocukları, onları bir araya toplamak bir sorun, buna rağmen umudumuzu yitirmiyoruz, çalışmalarımızı ilerletmekte de kararlıyız. Öğretmen bulma ve  ücret ödeme, öğretmenlere konut temini gibi işleri başarmamız gerekiyor”.

“Nef” ile Oşhamafe/Elbrus ekiplerinin birlikte katılacakları etkinlik akşama sunulacaktı. Erbaa’ya sabah varmıştık, bu nedenle soydaşlarımızla görüşme olanağımız vardı. Bundan yararlanarak biliminsanı BIRSIR Batırbıy ile birlikte denizden üç bin metre irtifada/yükseklikte bulunan küçük bir Adige köyüne doğru yola çıktık. Kozlu adındaki bu köyde sadece seksen hane yaşıyor,  bu nüfus azlığına karşın, burasının katıksız bir Adige köyü olduğu ve Adige geleneklerinin korunduğu bize  söylenmişti. Kavisli dağ yollarını tırmanarak köye giderken, köyün çok yüksek bir yerde kurulmuş olduğunu anladık. Çevre, Adigey’in en güzel köşelerini andırır bir güzellik içindeydi: Yol boyunca uzanan ağaçların gerisi gür ormanlarla kaplıydı, ağaçların  arasında,  yer yer kara topraklarla örtülmüş mezarlar ve mezarlıklar görünüyordu, bizim Kafkasya’dakiler gibi tıpa tıp aynı olmasalar da benzer yanlarımız vardı. Adigeler havadar bir yer olduğu için böylesine bir dağ sırtına yerleşmeyi seçmiş olmalılar, nitekim köylülerin bir çoğunun uzun ömürlü olduklarına da  tanık olduk.

Ev sahibimiz bir Abzegh genci olan Melgoş Basri (Мэлгощ Басри) idi. Bize bu köyün kuruluşundan bu yana hiç yer değiştirmediğini, Adige geleneklerinin korunduğunu ve köyde karşılıklı saygı ve  iyi bir dayanışma ruhunun  bulunduğunu söyledi.

“Okula gitmeden, henüz Türkçe öğrenmeden önce, köyde aramızda oynarken, büyüdüğümüzde okuyacağımızı, uçaklara binip dedelerimizin gelmiş olduğu ülkeye döneceğimizi, ardından gelip anne ve babalarımızı da o ülkeye götüreceğimizi, bir gün birbirimize anlatmış ve bir karar da almıştık” diyor Melgoş Basri. “O ülke/Adigey, bizim için bir masal ülkesi idi. Orasının çok büyük, yüce/yüksek, güzel ve Cennet gibi bir yer olduğunu hep düşünürdük! Gerçekten de  öyle bir yer orası. Ancak okula başladığımızda,  başımızdan öğretmen şamarları eksilmemeye, tek geçerli dilin Türkçe olduğu, onun dışındaki dillerde konuşamayacağımız, o dillerin yasak diller olduğu söylenmeye başlandı ama Adigece dışında bir dil bilmeden, nasıl olur da Türkçe konuşabilirdik? Zar zor da olsa üç yıl içinde Türkçe’yi öğrendik, ancak  çoğumuz  Adigece’yi ihmal ettik, konuşmaz olduk, özlemlerimiz de bir başka bahara kaldı, şimdi o eski günleri bir şarkı imiş gibi anımsıyor ve yad ediyorum”:

Ины тыхъумэ къухьэбыбым титIысхьани,

Тихэкужъэу – тянэ дэжь тыбыбыжьын.

Ащ ыуж зэрэдунаеу къэткIу­хьани,

Зэрэлъэпкъэу тичIыналъэ тэ тщэжьын!

Büyüdüğümüzde uçan gemilere/uçaklara binip

Anayurdumuza  uçacağız.

Ardından dünyayı dolaşıp

Halkımızın hepsini ülkemize götüreceğiz!

 

Melgoş Basri’nin ilginç söz ve görüşlerinden, almış olduğu eğitim ve terbiyeden asırlık Adige özlemleri (адыгэ гу­кIэгъур) yansıyordu. Sadece bu özlemi dile getirmekle yetinmiyor, insanlara aynı özlemleri duyurmayı, sırf Adige olana bile, bu özlemleri kavratmasını başarıyordu. Tanışma mutluluğuna erdiğimiz 96 yaşındaki annesine layık biriydi o. Birkaç yıl içinde  yüz yaşını  devirecek  (зыныбжь гъа­шIэм кIэхьанэу) biriydi annesi Melgoş Hayriye. Tanrı ona sağlık ve esenlik  versin, sıcak kalpli, sevecen, güzel bir Adige ninesi (адыгэ ныо дах), davranışlarından Adigelik onuru, zarafeti ve güzelliği yansıyor. Üç oğul ve üç kız büyütmüş, kız ve oğlan torunları olduğunu ve kendisini el üstünde tuttuklarını söylüyor. İster istemez, dönüp dolaşıp sıra  145 yıl önce sona eren ve bizim açımızdan soykırımla  (лъэпсэкIод)  noktalanan acımasız savaşa geliyor, bu savaş değil miydi zaten böylesine darmadağın olmamızın nedeni? Melgoş Hayriye, konuşurken, sık sık “Sizin ülkeniz” (шъо шъуихэгъэгу) diyordu bilmeden. Biz de “Nine, orası sadece bizim ülkemiz değil, orası Adigey Cumhuriyeti toprakları,  nerede olurlarsa olsunlar yeryüzündeki bütün Adigelerin ortak ülkesidir” diyoruz,  karşımızda bir zarafet timsali duran  güzel ve saygın ninemize. Sofraya güzel Adige yemek ve yiyecekleri konmuştu, yoğurt, Adige peyniri, şeleme-halıjo (peynirli kızartılmış börek), kundısıv (*), vb, hem yiyor, hem söyleşiyorduk. Biliminsanı Bırsır Batırbıy, uzak bir geçmişte, acımasız düşmana karşı yüz yıl direndiğimizi, bu kadar uzun bir süre direnme gücü gösteren ulusumuz kişilerinin bunu akıllı insanlar olmaları sayesinde başardıklarını, Adigelerin birbirlerini tutmadıkları, dayanışma içinde olmadıkları biçimindeki sözlerin de doğru olmadığını anlattı. “Rus generalleri Adige topluluklarının (halklarının) kısa bir süre içinde güçlerini bir araya getirip direnişe geçtiklerini yazıyorlar” diyor Bırsır Batırbıy.  “Bize uygulanan politika, tek sözcükle söylemek gerekirse, başlıbaşına bir felaket, ancak yeni yeni kendi kendimize gelmeye başladık, geride kalan nüfusumuzu düşünmemiz ve kendimize güvenmemiz gerekiyor”.  

Kozlu’da görüştüğümüz kişiler arasında köy imamı Şevgen Kadir de vardı. Şevgen Kadir, Adigey’de bulunduğunu, Şevgen rayonu Cırakıye (Джыракъые) köyünde üç yıl imamlık yaptığını, Türkiye’ye dönmeyi hiç istemediğini, ama bazı sorunlar nedeniyle dönmek zorunda kaldığını söyledi. Kadir yeni doğmuş bebeği ile, riskli de olsa yola düşmek, Türkiye’ye dönmek  zorunda kalmıştı. Cennet diye tanımladığı anayurduna döndükten sonra birçok sorunla pençeleştiğini, en çok da insan ilişkileri, bir araya gelmeler içinde karşılaşmış olduğu ve katlanamadığı  durumlarla karşılaştığını, yine de Cırakıye’de   dostlar edindiğini, okuttuğu küçük çocuklardan son derece memnun olduğunu belirtti.  “Ben Allah, iyilik ve güzellik yolunda çalışan biriyim, çocuklara öğretmek, onlara aşılamak istediğim de sadece buydu” diyor Şevgen Kadir.  “Başka bir amacım, gündemim yoktu, çocuklar beni sevdiler, ben de onları sevdim, ancak beni çekemeyenler, benden hoşlanmayanlar olmalı” dedi. Ne yapılabilir ki, düzen  böyle, değişik ülkelerde yaşayan Adigeler doğdukları, eğitimini aldıkları ülkelere göre farklı davranış özellikleri almışlar. Bu insanların anlaşamadıkları, birbirlerini anlayamadıkları durumlar olabiliyor, acak bunları gerekçe/tutamak (IэубытыпIэ) olarak ele alıp kullanmamalıyız. Eksik yanı olmayan kimse yoktur: Türkiye’dekilerin, Adigey’dekilerin olsun, hiç farketmez.

BİLGİ NOTU:

(*) Kundısıv (къундысыу)-Sütlü bir Adige içeceği. Ekşimiş peynir suyu kaynatılır, bir gece bekletilmiş çiy süt ilave edilerek hazırlanır. Daha çok, vücudu sıcak tutması için kışın ya da soğuk havalarda içilir. -HCY

 

III

Ç’ERMIT MUHDİN İLE SÖYLEŞİ

Grubumuzun sponsoru,  “NEF” çocuk topluluğu kurucusu, Adigey Parlamentosu-Xase milletvekili ve işadamı Ç’ERMIT Mudin, Türkiye’deki gezilerimiz boyunca çocuklarla aralıksız ilgilenmişti. Sadece çocuklarla değil, bizimle de ilgileniyordu. Akşam toplantılarında yaptığı konuşmalarda, bıkıp usanmadan bütün Adigelerin yeniden bir araya gelmeleri gereğini, altını çizerek savunuyordu. “En güzel geleneği olan ulusun Adige/Çerkes ulusu olduğu gerçeği Japonya’da kavranmış durumda, Adige geleneklerini kendi gelenek ve kültürleriyle karşılaştırıyor/kıyaslıyorlar. Bizim geleneklerimizden etkilenmeyen tek bir dünya ülkesinin bile bulunabileceğini düşünmüyoruz. Bu denli iyi/örnek özellikleri yaratmış ve bu özellikleriyle tanınmış olan ulusumuzun günbegün erimekte olması beni son derece üzüyor ve kaygılandırıyor. Altmış yaşındaki yetişkin bir Adige bile, artık Adigece’yi konuşmuyorsa ya da konuşmaya gereksinim duymuyorsa, bunun nedeni ne olabilir, buna ne denebilir ki? Kendimizi sorgulayalım, Adigeler olarak ne yapabiliriz diye düşünelim diyorum. Ne yapalım da ayakta kalalım, nasıl bir çözüm yolu bulabiliriz diye birbirimize soralım diyorum”. Bu sözler Ç’ermıt’ın Muhdin’in söylediği sözlerden bir alıntı. İnsanın içine oturan konuşmalar yapıyor, çünkü gerçekçi biri, içindeki duyguları aktarıyor sadece, ulusunun geleceği adına kaygılanıyor, çözüm yolları arıyor. Ben de, Reyhanlı’da iken, “Adige Mak” (Адыгэ макъ) Gazetesi adına kendisiyle bir söyleşide bulundum.

 

– Muhdin, bu tanıtma gezisi uğruna vaktini, sağlığını ve paranı ortaya koydun, ulusun için elinden geleni yapıyorsun, böyle yapmakla amaca ulaşacağımıza gerçekten  inanıyor musun?

– Kafkas Savaşı sürerken ve daha sonra ülke dışına, Balkanlara sürülenleri, bu olayların  ardından Türkiye nüfusunun dört kat üzeri (1) artmış olduğunu düşündüğümüzde, sekiz milyondan az olmamak üzere Adige kökenli bir nüfusun Türkiye’de yaşamakta olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak bu insanlar, günbegün hızlanan bir süreç içinde eriyip bitiyorlar. Böyle söylemekle bu insanların ölmekte olduklarını ya da kötü koşullarda yaşamakta olduklarını söylüyor değilim. Türkiye’deki Adigelerin oldukça iyi bir yaşam düzeyleri var, bunu görüyoruz ve algılıyoruz, ancak dillerini yitiriyorlar, aralarında soyunu/sülale adını (l’ako) bile bilmeyenler var, belli bir süre sonra da ulusal kökenlerini de unuturlar bu gidişle. Biz, Kafkasya’daki üç Adige cumhuriyetinde yaşayanlar, diasporadaki soydaşlarımıza yardım edecek, destek çıkacak ciddi olanaklardan yoksunuz. Şimdilik yapabildiğimiz tek şey böylesine bir araya gelmeleri gerçekleştirmek ve sıklaştırmakla sınırlı kalıyor. Çocuklarımız buluşup görüşürlerse, ister istemez Adigece konuşacaklar, çocukları yılda ya da iki yılda bir böyle buluşturursak, çocuklar Adige/Çerkes olduklarını unutmayacaklar, böylesine olanaklar yaratmazsak, işlerin başka mecralara kaymaları da olası. Soruna omuz vermiş olmam da bu gibi nedenlere dayanıyor. Ulusuma/halkıma bir yararım olsun istiyorum. Gerçeği söylemem gerekirse, çocuklarımızın geleceği  adına kaygılanıyorum, içim yanıyor.

– Muhdin, Türkiyeli Adigelerin de Adige geleneğine dönüş yapmaya başladıklarını görüyoruz, birliğe doğru uzanan yol buradan/Türkiye’den başlayabilir mi?

– Tarihi incelediğimizde sorunların bazen zorlaştığı, bazen de hafiflediği dönemeçler bulunduğunu görebiliyoruz. Türkiyeli genç Çerkesler, eskisine göre bize daha kolay gelip gitmeye başladılar, Rusya kapılarını onlara açtı, bir araya gelişlerimiz çoğaldı. İnternet, sanatçı topluluklarımız ve diğer iletişim araçları gençlerin bilinçlenmelerine katkılar sağlıyor. Ancak çalışmalarımız çok sınırlı ve çok cılız bir düzeyde, beklediğimiz düzeylere ulaşmış olduğumuzu söyleyemeyiz. Dilimizin, kültürümüzün ve geleneksel özelliklerimizin güzelliği, içinde yaşadığımız uluslar tarafından da fark edilmeye, böylesine örnek bir ulusun/toplumun yok edilmesinin iyi bir şey olmayacağı ve korunmamız gerektiği yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Bu gibi sözlerin başka uluslardan bireylerce söylenmekte olduğuna tanık oldum, bu nedenle büsbütün umutsuz da değilim. Türkiye’deki Kaf-Der/Kafkas Dernekleri Federasyonu, Türkiye’de gün boyu uydudan Adigece yayın yapacak bir televizyon kanalı kurma uğraşıları içinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Çerkeslerin isteklerini bildirmiş bulunuyorlar. Türkiye’deki ulusal ayrımcılığa/bölücü politikaya son verilmesi istek ve koşulu, ek olarak AB’nden de geliyor. Gelişmeler olumlu sonuçlanırsa, birkaç yıl içinde Türkiye’de Adigece dersini okutan okulların da açılacağına, o gelişme oranında da dönüş yapmak isteyenlerin çoğalacağına inanıyorum. Adigeler olarak çoğalmayacak olursak Kafkasya dahil hiçbir yerde yaşayamayacak ve başka uluslar içinde eriyip biteceğiz. Bu gerçeği asla unutmamalıyız.

– “Nef” topluluğunun 200’den çok çocuk dansçısı var, bu çocukların 51 kadarını seçtiniz, çok azını Türkiye’ye götürdünüz. Bu çocukları hangi ölçütlere göre belirlediniz?

“Nef” çocukları Enem beldesindeki Kültür Evi’nde eğitiliyorlar. Üç yıldan beri bu işi yürütüyorum, orada binin üzerinde çocuğa danslar öğretildi. Dansın yararı Tahtamukay rayonu köylüleri tarafından iyi kavrandı. Danslarımız daha da güzelleştiler, çocuklarımız yarışırcasına dans ediyorlar, Adige geleneksel özelliklerini benimsiyor, davranış biçimlerini iyi yönde geliştiriyorlar. Bunların ulusal anlamda bilinçlenerek büyümekte olduklarını görmek benim için doyumsuz bir  sevinç kaynağı oluyor ve işi daha da ilerletmem için  bana güç veriyor. Soydaşlarımızın yaşadıkları ülkelere gitmemiz gerektiğinde, Adige danslarını benimseyerek öğrenenleri, çalışkan öğrencileri ve kendi kendisine şiirler yazan ve besteler yapan öğrencileri öncelikle seçiyorum. Aynı çocukları götürüp durursak, aynı çocuklarla sınırlı kalırsak, diğerlerinin hevesleri kırılır, umutları yok olmuş, bir ilgisizlik sorunuyla karşılaşmış olabilir, bu noktaya da önem veriyorum.

Bu nedenle, dış ülkelere götürülmek üzere, ilk elemede, öğrencilerin yüzde 70 kadarını seçiyoruz. Dans hocalarından çok memnunum. Söylemem gerekirse, önceleri çocukları eğitecek dans hocaları bulamıyordum, birine rica edip diğerine yalvarıp üç yılımı öyle zar zor tamamladım, zor diye başladığım işi yarıda kesmedim, sonunda dans hocalarını buldum. İşte St’aşu Safiyet ilk günden bu yana, yaz kış demeden, haftada üç kez Tahtamukay beldesinden Enem beldesine gelip çocukları çalıştırdı, yine çalıştırıyor. Kendisinden son derece memnunum. Tığuj Nurbıy da Safiyet ile aynı sıralarda çalışmaya başladı. Bu iki usta hoca “Nef”in temelini atan, biçimlendiren ve eğiten kişiler oldular. İşin ilerlemekte olduğunu gören başkaları da bize katılmaya, destek vermeye başladılar. Çocuklara şarkı söyletmek üzere besteci ve yönetmen L’ıuj Kaleş’ave, dans öğretmeni Yınuh İnver, şarkıcı Kuş’eko Sime (Къушъэкъо Симэ), onların ardından Jajıye Svete (Жъажъые Светэ), Kıtıj Azemat, Kıtıj Anzavır, bu yakınlarda da Kalekuteko İnver çalışmalarımıza katıldılar. Toplam on kişi şu sıralar “Nef” topluluğunda öğretici olarak çalışıyor, hepsinden son derece memnunum, işlerini son derece iyi yapıyorlar.

– Türkiye’ye gitmemiz, çalışmamız, yeterince gözlemlerde bulunmamız, ilginç kişilerle görüşmemiz ve bu arada festivallere katılmamız için, ne gibi ön bağlantılar yaptınız, her şeyi saat saat bir programa bağlamış bulunduğunuzu anladık, bu programı nasıl başardınız ve gerçekleştirdiniz? Bu konularda size yardım edenler  oldu mu?

– Altı yıl önce arkadaşlarımla birlikte bütün bunları planlamaya başladık. Doğrusunu söylemek gerekirse, işin başında hayli güçlük çektik. Bir haftalığına Suriye’ye gittiğimizde, haftayı zor tamamlayabilmiştik, çünkü belirli bir programımız yoku, o nedenle çok şeyi yerine getiremedik. Ancak şimdi durum farklı. En azından bir ada/üne kavuştuk, bu önemli. İsrail’e giderken Adige televizyonu çalışanlarını da beraberimizde götürdük, ardından Ürdün ve Almanya’ya gittik. Gezimiz haberleri internet sitelerinde ve televizyon yayınlarında yer aldı, çocuklarımız birbirlerinden adres alıp yazışmaya ve karşılıklı telefonlaşmaya başladılar. Türkiye gezisi için bir yıl öncesinden hazırlıklara başladık. Görüşlerimi Kafkas Dernekleri Federasyonu Başkanı GUĞEJ Cihan Candemir’e anlattım, o da desteğini esirgemedi, Türkiye’deki dernek başkanlarını bir araya getirerek program hazırlıklarını başlattı. Önce on günlük bir gezi programı düşünüyorduk, derken on dört gün dedik, ardından köylere çağrılar olduğundan, süreyi 21 güne çıkardık. Türkiye’de, 500’den az olmayan kişi bize yardımcı oldu, ellerinden gelen destekleri esirgemediler, hiçbir üzücü durumla da karşılaşmadık, sen de bunları gördün ve yaşadın.

– Muhdin, anladığım kadarıyla, siz tarlaya tohum serptiniz, tohumlar da filizlenmeye başladı, daha bereketli ürün alınması için, galiba  beş-on yıllık bir süreç gerekiyor. Çocuklar büyür, senin onlara kattığın ulusal bilinç de, dilerim yaşamlarında onlara kılavuz olur…

– Bu çocuklarla ilgilenişim, onların Adige ulusunun çekirdeği olarak büyüyeceklerine olan inancım ve onlara güven duymam nedeniyledir. Geleneği (xabzeyi) izleyen, dilimizi konuşan ve ulusal bilinçle donanmış kişiler olarak yetiştirmekte/eğitmekte olduğumuz bu küçükler, büyüdüklerinde başarılarını kuşkusuz daha da yoğunlaştıracaklardır. Bunu umuyorum ve buna inanıyorum. Kendi kendilerine Adigece şiirler yazmaya ve şarkılar bestelemeye başladıklarını görmekle sevincimden adeta uçacak gibi oluyor, moral buluyorum. Enem gibi Adigelerin küçük bir azınlık olduğu bir beldede Adigece şiirler yazmak ne de güzel bir şey, her çabaya ve yorulmaya değmez mi? Çalışmalarımızın boşuna olmadığının bir göstergesi olarak görüyorum bütün bu oluşumları.

 

– Büyüdüklerinde Türkiye’de iken tanışıkları arkadaşlarını buraya davet edebilirler belki…

– Sadece Türkiye’den değil, başka ülkelerden de davet edecek, buralara getireceklerdir arkadaşlarını. Rusya’yı ele alırsak, Nalçik’e gitmiştik. Dönüşümüz sonrasında beş oğlan çocuğu birleşip kendi başlarına Nalçik’e, orada tanıştıkları arkadaşlarının yanına gittiler ve bir süre de orada kaldılar. Bunu anlamsız bir davranış olarak görebilir miyiz?

 

– Ben de görüşlerine katılıyor ve bu gibi şeylerin önemli olduğuna inanıyorum. Ancak bu kadarlık bir çalışmayı yeterli buluyor musunuz? Adigece dilimizi ve Adige ulusal varlığını ayakta tutmak için daha ne gibi çalışmalar yapmamızı gerekli görüyorsunuz?

– Yapılacak çok şey var. İşe ilk ve ortaöğretim (гурыт) okullarından başlamalıyız, bu okulların eğitim programında Adigece dili, çoğunluk derslerinin dili/temel eğitim dili olarak kabul edilmelidir ve çoğunluk dersleri Adigece olarak okutulmalıdır. En azından, bir başlangıç olarak, Yablonovski ve Enem beldeleri ile Adigekale (3) kentindeki çocuk yuvalarından birer tanesinde Adigece öğretimine geçilmelidir. Maykop’ta ise,  en az on çocuk yuvasına Adigece öğretimi konmalıdır. Bunları istemekle bir ulusal ayrımcılık yapmış olmuyoruz, anne ve babalar istemezlerse, çocuklarını başka -Rusça eğitim veren- yuvalara verebilirler. Gerçekleştiğinde Adigece’nin öğretileceği bu yuvalar, tıpkı komşu Krasnodar Kray’daki gibi bize örnek olmalıdırlar. Krasnodar Kray’da Kazak okulları, liseleri açılıyor, dini eğitim veriliyor ve dini uygulamalar/ayinler yapılıyor, okullarda Kazak geleneği öğretiliyor ve Kazak giysileri kuşanılıyor. Ne diye bizler de benzeri şeyler yapamayacak mışız? Kazaklar yaparsa yurtseverlik (патриотизм), biz yaparsak ayrımcılık/milliyetçilik (национализм) oluyor, algılama öyle. Biz, bu algılamada Rusya Federasyonu devletine kusur kesmiyoruz, engel oradan gelmiyor, engeli biz kendimiz yaratıyor, durumu kabullenmiş oluyoruz (тыгу рехьы). Rus ulusu gibi geçinebileceğimiz ve bizi anlayacak başka bir yeryüzü ulusu bulunacağını da sanmıyorum. Rus ulusu ile birlikte yaşamak ve anlaşmak olanaklı. Peki bu durumda dilimizi öğrenmemiz için kim engel yaratıyormuş, kimden çekiniyor ve ne diye korkuyoruz? Hükümetimiz bu konuda çalışmalar yaptı, programlar kabul etti ve dış ülkelerdeki soydaşlarla ilişkiler kurdu. Umutlarımızı yitirecek konumda değiliz, ancak daha iyiye doğru gitmek için de çalışmalarımızı büyütmemiz gerekiyor. Örneğin, çocuklarımızın gün boyu izleyecekleri bir telekanal (tv kanalı) ve radyo yayınımız (радиоканал) olmalı. Bu kanallar dili yaşatacaktır, bunlar bizim için yaşamsal önemde olan gereksinmelerdir. Bunların dışında yapacak daha çok şeyimiz var.

 

– Tanrı tüm isteklerinizde yardımcınız olsun.

– Teşekkür ederim.

«ПшIагъэр кIодыщтэп,

УмышIагъэри

ЦIыфмэ пшIагъэ аIощтэп.

Щытыщт чъыгэу бгъэтIысыгъэр,

Псы зыкIэбгъэхъуагъэр,

О ппсэ зыхэплъхьагъэр

Тыгъэм пэгъокIыщт».

 

“Başardığın şey yok olmaz,

Yapmadığın şeyi de

Kimse başardın demez.

Yerinde durur diktiğin ağaç,

Suladığın fidan,

Ruhunu kattığın her şey

Güneşe karşı ışıldar durur”

NEH’EYE Ruslan (Нэхэе Руслъан), Adige şairi.

 

BİLGİ NOTU:

1) 1927 nüfus sayımına göre, 13 milyon 648 bin, 2000 yılı sayımına göre 67 milyon 803 bin, 2007 yılı sayı m sonuçlarına göre, 70 milyon 500 bindir. Şimdilerdeki Türkiye nüfusu 71 milyon 500 bin olarak düşünülmektedir. Bu durumda Türkiye nüfusu 1927’deb bu yana 5 katın üzerinde artmıştır. -HCY

2) Yablonovski (2002’de 25 bin nüfus) ve Enem (17 bin 654 nüfus), Krasnodar kenti yakınında, nüfus çoğunluğu Rusça konuşan iki beldedir, Adigekale (2002’de 12 bin 209 nüfus) ise, daha doğuda olan ve tamamına yakını Adigece konuşan küçük bir kenttir. Sayın Ç’ermıt Muhdin’in yapmış olduğu açıklamadan her üç yerdeki çocuk yuvalarında sadece Rusça öğretildiği, Adigece’nin yok sayıldığı anlaşılıyor. Adigey Cumhuriyeti’nde Adigece’nin öğretildiği bir çocuk yuvası ya da anaokulu var mıdır, onu bilemiyorum. Yönetimden ve oraya yerleşmiş kardeşlerimizden şimdilik bir bilgi alabilmiş değiliz. -HCY

IV

TÜRKİYE’NİN NÜFUS YAPISI

Osmanlı İmparatorluğu 1923’de yıkıldı, yerini Türkiye Cumhuriyeti aldı. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal oldu ve Atatürk (Türklerin babası) soyadını kendine uygun buldu, o olayla birlikte Mustafa Kemal, soyadı ile anılır oldu. Türkiye toprağının yüzde 97 kadarı Asya kıtasında, yüzde üçü de Avrupa’da. 1927 ilk nüfus sayımından bu yana nüfus dört kat üzeri arttı, 2005 yılında nüfus 73 milyon olarak belirlendi (1). Sayımlarda etnik adlara ve rakamlara yer verilmiyor. Bunun iki nedeni olabilir. İlki bütün Türkiye nüfusunun Türk sayılması, ki yasal düzenleme öyle. İkinci neden,  Türk sayısının aslında öyle çok olmaması, diğer etnik kimlikler karşısında çoğunluk olmadığının anlaşılacak olması (2). Türkiye’de 11 milyon üzeri bir  Kürt nüfusu bulunuyor. Türkleri en çok kaygılandıran da bu Kürt nüfusu. Ayrıca Müslümanlaşmış bir buçuk milyon Ermeni de var, iki milyon Arap nüfusu dışında, Yahudiler, Rumlar, Gürcüler, Azeriler, vb de söz konusu. Türkiye’de Kuzey Kafkasya kökenli Türkiyelilere “Çerkes” diyorlar, sayıları  13 milyonu buluyor, bunların çoğu  Adige!Bu verdiğim bilgileri Türkiye’deki Adigelerden ya da oradaki birilerinden almış değilim, tarih bilimcilerinin tarih kitaplarından derledim ve   gördüklerimle birleştirdim, altı bin kilometreye yakın bir yol katettik, o süre boyunca çok şey görmüş ve  gözlemiş olduğumuzu da söylemeliyim.   

Tokat/Erbaa Çerkesleri

Erbaa’da Adigelerin oturdukları sokaklara uğradık. Soydaşlarımız sofra kurmuş çay içip oturuyorlardı. Çay içme geleneğini Türklerden almışlar. Gün boyu çay içip oturuyor, şakalaşıyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyor, gelen konukları da güler yüzle karşılıyorlar. Vardığım izlenime göre, karşılaşmış olduğum Türkiye Adigeleri doğru sözlü, merhametli, ahlaklı, yardımsever ve gönlü bol insanlar.

Türkiye’nin küçük bir kenti olan Erbaa, Samsun’dan güneye doğru biraz gidildiğinde karşılaşılan bir kent, 50 bin nüfuslu, bunun sekiz bini Adige. Bizi çay ikramı ile hane sahibi HUNEGO Necdet ve oğlu Yılmaz (Ермаз), komşuları ĞONEJIKO Necdet ve PŞIPIY Durmuş (Пщыпый Дуфмыщ) karşıladılar. Yirmi bir gün boyunca çayla yetindiğimizi söyleyemem. O kadar gün boyunca 46 kişiden bir tekimizin acıkmış olduğunu söyleyemem.

Arabamız durur durmaz soydaşlarımız bizi sofraya almak üzere karşılıyorlar, bizi ağırlamak için yarışıyorlardı. Bizimle ilgilenenlerin hepsinden memnunuz, hepsine teşekkür ediyoruz.

Uzun yıllar önce anayurdu terk etmişler  ama soydaşlarımız tarihlerini, dedelerinin kuşaktan kuşağa  aktararak Kafkasya’dan getirmiş oldukları haberleri ve öyküleri hala unutmamışlar. 1882’de, önce Balkanlara, orada bir süre kaldıktan sonra da, 1905’te Anadolu’ya gelmişler. Cemat (Джэмат коир),  Hacıköy (Хьаджэ коир), Kat (Къат коир), Kozlu (Козлы),Everne (Эвернер) gibi köylere yerleşen Adigelere, daha önce bu yerlere yerleşmiş olan Adigeler, sanki kendileri Türkiye’nin yerlisi olmuşlarmış gibi muhacir/göçmen demişler, bu durum içlerine işlemiş,  bugüne dek de unutamamışlar (3).  “Babasının dedeme anlattığına, bize de o kanaldan ulaştığına göre, Kafkasya’da gemiler kıyıya yanaşır yanaşmaz kıyıdaki halk apar topar gemilere bindiriliyorlar, Kafkasya ile olan bağlarını kökten koparmak için de her şeylerini ellerinden alıyorlardı” diye uzak bir geçmişten küçük bir anıyı bize aktardı HUNEGO Yılmaz.

Gece HUNEGO Yılmaz’ın evine konuk olduk, Adige sorunlarıyla yakından ilgilenen biri, gece gündüz anayurda dönmeyi düşündüğünü ve bunun uğraşıları içinde olduğunu bize söyledi. Adigey’de bulunduğunu, ailesini geçindirecek düzeyde bir işyeri kurmayı ya da yeterli bir gelir getirecek bir iş aradığını anlattı. “Bana gösterilen işyerleri, yeterli düzeyde gelir getirici, tatmin edici yerler değildiler. Oradaki kazanç, Türkiye’dekine göre düşük, beni düşündüren de bu oldu, yani geçinememe kaygısı. Benim uzmanı olduğum konut/mobilya işleri (ПсэолъэшI Iоф) Türkiye’de daha fazla para getiriyor, ancak Türkiye’deki kadar olmasa da geçinmemize yetecek düzeyde para kazanabileceğim bir iş bulursam, bir dakika bile durmaz, hemen Adigey’e yerleşirim. Düşüncelerimi paylaştığım buradaki Adige gençleri, bunları söylediğim için bana darılıyorlar, hatalı düşündüğümü (сшъхьэ зэкIо­кIыгъэу) söylüyorlar. Koşullar öyle de olsa, bir Dünya Cenneti olan anayurduma kavuşmak dışında bir özlemim de yok”.


Erbaa/İverönü köyü

Otobüsümüz Erbaa’dan sonra İverönü’de durdu. Burası üç gün sürecek bir festivalin verileceği Kahramanmaraş Afşin’e daha yakın olan bir yerdi. Burada adı Adige dünyasında ünlenmiş olan HATKO Sadi ile karşılaştık. Sadi birkaç gün bizi ağırlayacaktı, güzel ailesi, eşi, kız torunları ve kardeşiyle bizi tanıştırdı. Onların ilginç dünyasına katılmıştık ama hemen ortama alışamamış, sadece tanışmış, konuşmaya başlamıştık Sadi otuz yıldan fazla bir süreden beri Kafkas Derneği’nde görev almış. Bu süre boyunca Adige toplumunun Türkiye’de ayakta kalması, asimile olmaması için çırpındığını, VINEREKO Ray ve VINEROKO Mir’e (4) , Türkiye’ye geldiklerinde ev sahipliği yaptığını, MEŞFEŞŞU Necdet, YEDIC Memet ve ÇETAV İbrahim gibi Adigey’e yerleşmiş kişileri tanıdığını, onlarla arkadaş olduğunu söyledi.  “Nalmes” ve “İslamıy”ı gösterileri boyunca Türkiye’de gezdiren ve onlara rehberlik eden kişiler arasında Sadi’nin de bulunduğunu daha sonra öğreniyoruz. Ayrıca Adigey ve Kabardey-Balkarya’dan Türkiye’ye gelen birçok Adige’yi karşıladığını ve onlara ev sahipliği yapmış olduğunu da öğreniyoruz. Bunları diğer Adigelerden daha zengin olduğu için değil, Adige kalbi başka bir biçimde davranmasına izin vermediği için yapıyor. Şimdi de işlerimizde bize yardımcı oluyor, bizimle içten konuşuyor, bir şeylere gereksinim duyup duymadığımızı sık sık soruyor, bizimle birlikte dolaşıyordu.

İverönü’de Türkiye Adigelerinin başlıca ses sanatçılarından TAYMEZ Gülcan Altan ile karşılaştık. Gülcan Maykop’ta düzenlenen Dünya Festivaline de katılmıştı. Afşinli (5) de olsa, İstanbul’da oturuyor, konservatuar mezunu. Küçük orkestrası eşliğinde değişik dillerde şarkılar söylüyor. Mesleği bu. Önce Reyhanlı’ya gidecek, ardından Afşin festivaline katılarak şarkılar söyleyecekti. Onu dinleyenler, onun güzel ve güçlü bir sesi ve bir sanatsal yeteneği bulunduğunu hemen anlayabiliyorlar.


Hatay/Reyhanlı Çerkesleri

Sonunda, Suriye sınırına yakın, gümüşi ve kurşuni renkte çıplak dağların eteğindeki Adige köyü Reyhanlı’ya vardık (6). İsrail’deki Adige köyünün adına benzer biçimde köyün Adigeleri kendi köylerine Reyhaniye diyorlar. Çoğu iki katlı evleri olan köyde yüzden çok Adige ailesi barınıyor, ancak kentlere göç eden aile sayısı da az değilmiş. Reyhanlı,  çevre koşullarından etkilenmiş olmalı, yaşam yerleri Arap ülkelerindekileri andırıyor. Ağaçlar tek tük, göze görünenler de cüce ağaçlar. Yaz mevsimi çok sıcak geçiyor, geceleri de sıcak oluyor, söylediklerine göre üç dört ayda bir yağmur yağdığı olurmuş, köyün kenarından akan bir küçük ırmakları varmış, ancak uzun bir süre önce kurumuş. İçme suyunu satın alıyorlar, musluktan su akıyor ama içilmiyor. Türkiye’de içme suyu sorunu var,  gezimiz boyunca bunu gördük, temiz içme suyu olan birkaç yerle de karşılaştık, oralarda su parasız içiliyor. Ancak parayı pek umursamıyorlar, çünkü ekonomik durumları fena değil. Bage/Bace ve Koblı gibi birkaç Shapsugh ailesi dışında, köyün tamamı Abzegh. Köyde Apış, Hatko, Ğonejıko, K’uaş’ (К1уашъ), Cençat, Davır, Hapaç’e, Hok’o, Thağo (Тхъагъо), Meşfeşşu, Bıc, Abid, Ğış, Meretıko ve Psıblan aileleri bulunuyor.

Anayurda dönüş yapan ve Adige işleriyle yakından ilgilenen MEŞFEŞŞU Necdet de bu köyden. Köyünde onu çok seviyorlar, ondan güzel söz ediyor, saygı da duyuyorlar.

Abzegh ailesi APIŞ Memet’e konuk olduk. Eşi Mediha ile kendisinin küçük bir kızları var. Memet Suriye’de okudu, orada çok kaldı, sonra Almanya’da işçi olarak çalıştı. Adigece’yi iyi biliyor, Türkçe, Arapça ve Almanca da biliyor, kırk beş yaşında emekli oldu. Eski Türkiye mevzuatı o yaşta emekli olmaya olanak tanıyordu, şimdi emeklilik yaşı yükseltilmiş bulunuyor. Nedeni çalışan kişi sayısı ve işçi aile bireylerinin çoğalmış ve altından kalkılmaz bir yük getirmiş olması.

TĞUJ Nazmiye ile doyumsuz bir söyleşi

Eski Adige geleneklerine göre yetişmiş olan yaşlı başlı kişilerimiz azalıyorlar, onlarla karşılaştığımızda ve onların anlattıklarını dinlediğimizde, kendimizi bir başka dünyada imişiz gibi algılıyor, bilmediğimiz bir başka gezegene gitmişiz gibi oluyoruz. Bu köyde yaşayan yetmiş beş yaşındaki küçük Adige ninesinin konuşmalarını, güzelim Adigece’sini, yumuşacık ve sevecen şakalarını, nur akan yüzünü görüp dinlediğimizde,  ilginç bir geçmişin dünyasında yaşıyormuşuz gibi oluyoruz,  ninemiz de bize o dünyadan sıcak esintiler getirmekten geri kalmıyor. NAT Nazmiye’nin babası Tığuj, anası da Tseylerden. Üç kız ve iki de oğlan büyütmüş, hepsi dört bir yana dağılmışlar, evlenip gitmişler, yanında bir tek Ğış ailesinden gelini Aynur var. “Geldiğiniz yerde rahat mısınız” diye sordu önce Nazmiye nine.  “Herkes iyiyse siz de iyi olursunuz, Tanrı hepinize sağlık bağışlasın. Sizi gördüğüme çok sevindim.  ‘İkiye ayrılırsan bir, birsen yok sayılırsın” (УтIумэ уз,  узымэ ущымыIэ папкI) demişler eski Adigeler, daha çok bir araya gelir, bir olursak, çoğalmayı başarırsak Adigelik de ölmez. Ninem bana şöyle derdi:  “Türklerden uzak durun, onlara karışmayın, bir zaman gelir, kimlerdensiniz diye size sorarlar. Nereden geldiğinizi unutmuşsanız, artık Adige de sayılmazsınız”. İşte şimdi geliyorsunuz, kimlerden olduğumuzu soruyorsunuz, demek ki ninem uzak görüşlü biri imiş, bizse onu o zamanlar anlayamamıştık. Kafkasya’dan buraya geldiklerinde babam henüz yedi yaşındaymış. Adigeliği bana sevdiren, öğreten, beni Adige geleneklerine (шэн-хабзэмэ) göre yetiştiren de babamdır. Tığuj soyundan gelen biri, hele o kişi bir Tığuj, üstelik de baban olursa, elinden kurtulabilir misin? Sokağa çıktığımda bugüne değin  hiçbir erkeğin yolunu  kesmişliğim olmadı, isterse  çocuklarım yaşında olsunlar, erkekler yolda yürüyorlarsa önümden geçişleri sona erene değin yerimde durup bekliyorum. Onlar önümden geçtikten sonra yolun karşısına geçiyorum. Artık fazla bir yere de gidemiyorum ya, ama o geleneği de bırakmış değilim. Erkeklere saygı göstererek bu yaşıma geldim. Bahçedeki bankta otururken, biri geçiyorsa hemen ayağa kalkıyorum, ayağa kalkmazsam çatlarım. “A anne, yaşlandın sen, zararı yok, ayağa kalkmasan da olur” diyorlar bana, ama ayağa kalkmamayı kabullenemem. Çocuklarımı da öyle yetiştirdim, fırsat buldukça torunlarımı da öyle yetiştirmek için uğraşıyorum, şimdiye değin eğitici öyküler (гъэсэпэ­тхыдэхэр) anlata anlata bugünlere geldim.

Bizden sonrakilere bir şey bırakmayacaksak, neye yarar (хьаулые), boşuna yaşarsak yaşamış olur muyuz? A evladım, çok şeyimizi yitirdik. Bu gece eve getirilen gelin, ertesi sabah baba evine gitmeye kalkışıyor (Ны­чэпэ унэм къыращэгъэ нысэм,  пчэдыжьым тыщасэ зарегъащэ). O durumlara düştük. Bizim zamanımızda öyle şeyler yoktu. Girdiğin evde iki üç ay geçirdikten, artık dayanamaz (упкъ уфи­мыты зыхъукIэ) olduktan sonra, gelini baba evine/el öpmeye (тыщасэ) getirirlerdi. Ablam bize getirilmişti, iki gece bizde kalınca, annem ablama ‘artık evine dönme zamanın geldi’ demişti. Ablam da “Anne, hemen dönmemeyim, aranızda biraz daha kalayım, sizleri çok özledim” diye yanıt vermişti anneme. “Hayır, kızım, gitmen gerekiyor, yeter bizimle geçirdiğin iki gece” demişti annem de.  “Annem beni evimizden kovuyor, beni sevmiyor” diye ablam ağlamaya başlayınca, annemin söyledikleri aklımdan hiç gitmiyor: “A kızım, bu evde doğdun ama cenazen girdiğin o evden çıkacak. Bizi unut demiyorum, ama girdiğin evdekilere kendini sevdir, saydır diyorum, onlar benden daha çok sana göz kulak olurlar, her gün gelme, kendini sık sık getirtip küçük düşürme. Yakınlarını, kardeşlerini görmek isteyeceksin, çok da özleyeceksin. Ama baba evine gidip gelmeleri çoğaltırsan, kendi evinde sorun yaratmış olursun”.

“Senin gibi eskileri anlatan biriyle karşılaşmış değiliz bugüne değin” diyerek Nazmiye’nin sözlerini ilginç bulduğunu söylüyor biliminsanı Bırsır Batırbıy. “Kız baba evine/el öpmeye geldiğinde, yuvarlak taş bile gizlenir (Пхъур тыщасэ къызыкIокIэ, мыжъо хъураеми зегъэбылъыжьы)” Adige atasözü boşuna söylenmemiş olmalı, ne dersin?”

“Kız baba evine geldiğinde torba dolusu getirir,  çuval dolusu geri götürür derler” diye gülümseyerek, şakayla karışık bir yanıt verdi Tığujların kızı. “Bir gün babam tarladan gelip bahçeye girdiğinde anneme dönüp: “Bu küçük el değirmenini sakla, biri soracak olursa, yok de” dedi. “Yahu, bu yaşlılığında çıldırdın mı yoksa böyle bir huyun yoktu, niye böyle konuşuyorsun ki” diye annem babama çıkışmıştı. Annem babamın niye öyle konuşmuş olduğunu anlayamamıştı. “Yahu, kız baba evine el öpmeye (тыщасэ) gelecek, el değirmeni gözüne çarparsa alıp götürür” diye yanıt vermişti babam. Dediği gibi de oldu, ablam döneceğinde el değirmenini istedi. “Anlaşsınlar, geçinsinler tek, isterse her şeyi götürsün” diyerek annem küçük el değirmenini ablama vermişti. Annem babamın öngörüsüne şaşırmıştı. Eskiden güzel geleneklerimiz vardı, şimdi de bazı güzel özelliklerimiz var. Babam söylerdi, Türkiye’ye yeni geldiklerinde, kalacak bir ev bile bulamamışlar, kocaman bir kayanın altında barınmışlar. Küçük yaştaydı, daha önce söylediğim gibi, henüz yedi yaşındaydı. Dişi düştüğünde evin saçağına atmasını söylemişlerdi ama dişi atacak saçak yoktu ki, kocaman bir taşın altında/oyuğunda barınıyorlardı. Başını kaldırmış “ev saçağını” arayıp dururken ninem görmüş, saçak yoksa yukarı fırlatırsan da olur demişti. Çok geçmeden ev de yaptılar, yaşamları da daha iyi oldu. Çok zorluk çektiler ama dede ve ninelerimiz geldikleri bu yabancı diyarda pes etmediler, durumlarını düzelttiler ve giderek de güçlendiler.

“Peki Adige düğün ve gelinalmalarına ilişkin olarak anımsadığın bir şeyler yok mu?”

“Düğün eğlenceleri, oyunları çok güzel olurdu. Kız ve oğlan birbirlerini istiyorlar ama ana babalar bunu istemiyorlarsa, delikanlı kızı kaçırır (ыхьыщтыгъэ), akrabalarına götürürdü. Ardından, ana babalar da “geri getirmesi yakışık almaz” (къа­хьыжьыгъэ дахэ щыIэп) diyerek yola gelirlerdi, daha sona ellerinde Adige bayrakları olan Adige giysili atlılar, Adige mızıkası sesleri ve Adigece şarkılar eşliğinde gelini köye getirirlerdi. Yazık, öyle bir düğün ve eğlence artık kalmadı. Gelinin getirilişi sırasında, yağmur yağacak, yağmur sicimine sarılıp göğe tırmanacak gibi boşanırcasına bir yağmur olursa, ev mutfağındaki ya da atölye ocağındaki körük (кIыщ машIом зэрэ­кIэпщэхэрэ щыдыбжьыр) dışarı çıkarılır, yağmur selinin en derin olduğu yere atılırdı, bunu anımsıyorum. Böyle yapıldığında yağmurun dineceğini söylerlerdi, dindiği de olurdu, herhalde rastlantı sonucu öyle olmalıydı”.

“Geleneklerimiz arasında görünmeme de (зэлъэхэмыхьаныр) vardı, Adigeler kafasız oldukları için öyle yapıyorlardı diyemeyiz. Sadece Adigelerde değil, bazı başka uluslarda da benzeri gelenekler var. On yıl boyunca kayınpederime ve kayınvalideme görünmedim ve konuşmadım. Bu durum evdeki işleri yapmamı engellemedi. Evlendiğimde bir şeyler için eğitilmeme de gerek kalmamıştı, yeterli eğitimi baba evinde iken almıştım. Sofra hazırlama, dokuma (хъэн) ve diğer el işlerini severek yapmayı öğrenmiştim, kızlığımda bu gibi işleri biliyordum. Bizim zamanımızda yün eğirme (цыпх) işi vardı. Koyunlardan kırkılan yün önce yıkanır, kurutulur, taranır ve eğirmeye hazır hale getirilerek bize verilirdi. Komşu kızlarla bir araya gelir, yünü eğirir, çorap, gömlek ve pantolonlar dokur ya da dikerdik. Bir gece boyunca, gaz lambası ışığında ve gözlerimden uyku akarak babama pantolon diktiğim olurdu.  “A kızım, ne diye bütün bir gece boyunca böyle çalıştın, ne diye zahmet ettin” diye babam bana çıkıştığında, ‘Babacığım, otururum tabii, biraz zor olacak diye, senin üşümene göz yumabilir miyim’ diye karşılık verirdim”.

Sevimli Adige ninesi, geçmiş günlerine ilişkin tatlı konuşmasını sürdürüyor, tatlı diliyle anılarını bize aktarıyordu. Bu arada ben de, o sıra,  yirmi yıl kadar önce ninemin böyle şeyler anlattığını anımsamıştım. Tanrı mekanını Cennet etsin, ninem de Tığujların kızı idi. Nazmiye’yi gördüğümü ona anlatabilseydim, inanıyorum dünyalar onun olurdu. Ninemi Nendah’ (Нэндах; Güzel anne) diye çağırırdık, başka bir adının olabileceği aklımıza bile gelmezdi, bildik bileli o adla tanıyorduk.  Büyüdükten sonra adının Fatimet olduğunu öğrenmiştik. Babama, babamın erkek ve kız kardeşlerine, küçüklüklerinde, Nazmiye’nin anlattığı gibi, gaz lambası ışığında yün gömlek ve entariler dikmekte olduğunu da öğrenmiştik… Gün ışıdığında yatmaz,  ev işlerine başlar, 24 saat, gece ve gündüz demez, dur durak bilmez, çalışıp dururdu. İçlerinde gün yüzü göreni yoktu, gerek Türkiye’ye gidenler, gerekse anayurtta kalanlar, aynı sıkıntıları paylaşıyorlardı, ancak, yine de onlar acımasız dünyaya yenik düşmediler, bizim yarınlarımız için didinmiş ve sağlam temeller atmış oldular. Güneş ışığı karşısında ışıltılar saçan güzel bir geleceğin yolunu da açmış oldular bizim için.
BİLGİ NOTLARI:

1) Daha sonra nüfusun 70,5 milyon olduğu açıklandı. Şimdiki nüfusun da 71,5 milyon olduğu düşünülüyor. Nüfus artış hızı düşüyor, çok çocuklu aile sayısı da azalıyor. -HCY

2) Genetik araştırmalar için Bkz.  “Türkiye’nin Gen Haritası”, Google, internet. -HCY

3) Köy adları iyi yazdırılmamış. Ayrıca 1864’de Balkanlara yerleştirilen Çerkesler, 1878’de Avrupa topraklarından Asya ve Afrika topraklarına (Mısır, Libya ve Tunus) zorunlu olarak nakledildiklerine göre, Adigelerin 1882’de Balkanlara yerleşmeleri, 1905’te de oradan Tokat Erbaa’ya göç etmiş olmaları akla pek uygun düşmüyor. Sayın Derbe Timur yanlış bilgilendirilmiş olmalı. -HCY

4) Vınereko Mir, Vınereko Ray’dan çeviriler için Bkz.  “Adige Geleneği”,
CircassianCenter  Xabze Departmanı, ayrıca “Jıneps” gazetesi Eylül 2009 sayısı. -HCY

5) Taymez Gülcan Altan, Afşinli değil, Denizli Hayriye köyündendir. -HCY

6) Reyhanlı bir köy değil, 70 bin nüfuslu bir kenttir. Reyhanlı kenti içinde bir mahallede ve hemen yakınındaki bir köyde/Yenişehir’de Adigeler yaşıyorlar. Asıl Reyhanlı köyü, söylediğim gibi artık kentin içinde kalmış ve kentin bir mahallesine dönüşmüş
durumdadır. -HCY

NOT: Ara başlıklar çevirmene aittir. -HCY

 

V

AFŞİN ÇERKES FESTİVALİ

Kahramanmaraş/Afşin festivali Türkiye’de  düzenlenen en büyük festivallerden biri. Çocuk topluluğumuz “NEF” de bu festivale katılacak ekiplerden.

Akşam üzeri gittiğimiz büyük meydanda mahşeri bir kalabalığın birikmiş olduğunu görüyoruz. Sayı bin ya da iki bin gibi bir sayı değil, en az 15 bin kişi toplanmış durumda. Aracımız ağır ağır topluluğu yarıp geçiyor, yavaş yavaş görünmeye başlayan yüksek sahneye doğru ilerliyoruz. Sol yanımızda, kısa sürede ortaya çıkıp  yayılmış olan satış yerleri de seçilebilecek bir biçimde düzenlenmişler, Adige kimliğini vurgulayan eşyalar, hatıra eşyaları, su, yiyecek ve tatlılar satılıyor. Sağ yanımız ise ayakta durmaya izin vermeyecek denli   tıklım tıklım insanla dolmuş. Her taraftan dumanlar tütüyor, sivrisinek istilasının önlenmeye çalışıldığını söylüyorlar. Sahneye biraz yaklaştığımızda televizyon çekim ekiplerini, Adige giysileri içindeki sanatçıları ve oradaki Kafkas Derneklerinin başkan ve yöneticilerini (Адыгэ Хасэмэ япащэхэp) görüyoruz. Uydudan Adigece yayın yapan “Nart Tv” kanalının canlı yayın yapacağı da bize söylendi.

Birçok değişikliklere gidilmiş olsa da festival programı öncesinden belirlenmiş ve iyi bir düzene sokulmuştu. Çocuklar gösteriye hazırlanırlarken biz de soydaşlarla söyleşilerde bulunmaya başlıyoruz. Benim için asıl sürpriz 15 bin Adige’nin bir araya gelmiş olduğunu ilk kez görmüş olmamdı, bu beni coşturmuş ve yüreklendirmişti. Hangi yana dönsem Adige/Çerkes müziği ve makamları ile karşılaşmakta olmam bana doyumsuz bir zevk ve güven aşılıyordu. Türkiye’deki Göksun ve Reyhanlı gibi kentlerin,  Kahramanmaraş’ın Anzurey  köyü Adige dans toplulukları, ayrıca Adigey, Suriye ve Ürdün’den gelen dans toplulukları Afşin Festivali’nde buluşmuşlardı. Ç’ERMIT Muhdin ve GUĞEJ Cihan Candemir gibi, Adige sorunlarıyla yakından ilgilenen tanınmış kişiler yerlerine alındılar (*). Festival de başladı. “NEF” ekibi çocukları dur durak bilmeden hemen otobüsten inip Adige giysilerini kuşandılar ve birkaç dakika içinde sahneye hazır hale geldiler. Sadece Afşin’de değil, her nereye gitmiş olursak olalım çocuklarımızın geciktiklerini ve birilerini beklettiklerini hiç görmedim. Soydaşlarımızın alkış ve yaşasın haykırışlarıyla koca meydan çınlıyordu. Topluluk VISTEKO Nuh ile KUŞ’EKO Sim’in söylediği Adigece şarkılara eşlik ediyor ve onları alkışlarla bir daha, bir daha sahneye alıyorlar,  yine alkışlarla sahneden uğurluyorlardı. Şarkıcılarımız da soydaşlarımızın bu coşku dolu sevincini paylaşıyor, şarkılarının beğenilmiş olması şarkıcılarımızı ayrıca sevindiriyordu.

Sahne gerisinde ise farklı bir olay yaşanıyordu: ST’AŞU Safiyet çocukları hazırlamaya çalışıyordu. Gösteri sona erene değin, dört beş kez çocukların kostümlerini değiştirtmiş, bazı çocukların kemerlerini düzeltmiş, çizme bağları çözülenleri uyarmış, taşmış gömlek eteklerini yerine sokturmuş, yarışmacasına her şeyi yoluna koymaya çabalamıştı, çünkü birkaç dakika kalmıştı çocukların sahne almasına, şarkıcılar sahneden iner inmez çocukların sahneye çıkması gerekiyordu. Safiyet’in işi hiç de kolay değildi, az şey değildi onun bu yaptıkları, Türkiye’de bulunduğumuz sürece tek bir çocuğun eksiği kalmış olarak sahneye çıktığına tanık olmadık.

Gittiğimiz yerlerde “NEF” dans topluluğunun özgeçmişini Adige (Çerkes)  Televizyonu sunucularından ve Adigey Cumhuriyeti kıdemli gazetecilerinden bayan T’EŞU Svetlana özetleyerek anlatıyordu. Afşin festivalinde de çok güzel konuşmayı ve hararetle alkışlanmayı başardı. Sahne süresini aşmıyor, ayrılacağı vakti ayarlıyor, bu arada televizyon yayın programını da hazırlıyordu. Onun bu yorulmak bilmez çalışması ve başarılı yöntemleri gerçekten “takdire” değer.

Anzureyli ŞEVGEN Adnan

Kahramanmaraş’ın Anzurey köyünden ŞEVGEN Adnan bize eşlik ediyor.

“Her şey, çocukların programları ve sanatçılarımızın şarkıları mükemmel, kitleyi coşturmuş durumda” diyor festivale ilişkin olarak Afşin Kafkas Derneği Başkanı ŞEVGEN Adnan. Köyü Anzurey’de hepimizi karşılayan ve sofra kuran kişi de o. Adnan birkaç gün bize eşlik edeceğini, sonra da uğurlayacağını söylemişti. Ancak bir eksiğimiz olmasın, bir durumla karşılaşmayalım diyerek bir hafta boyunca bize yardımcı oldu ve eşlik etti. Onun mert, yiğit biri, gerçek bir Adige, bir Çerkes olduğuna birkaç kez tanık olduk. ŞEVGEN’in bize olan bu yakınlığı Adigey’den gelen hepimiz için bir sevgi kaynağı oldu.

“Ben de Ç’ERMIT Muhdin gibi yapmak, çocukları bir araya getirip bir dans topluluğu kurmak istiyorum. Tanrı yol verirse, onları Adigey’e de getiririm. Muhdin’in burada yaptığı gibi ben de  kendi çocuklarımızı Adigey’deki Adige ailelerine dağıtır, dillerini ilerletmelerini, Adige geleneği ile daha yakından tanışmalarını sağlamış olurum. Bunun önemi yadsınamaz” diyor ŞEVGEN Adnan.

ŞEVGEN Adnan 58 yaşında biri, kendi işyeri var. Köyünde ona çok değer veriyorlar, çünkü işi devlet yardımına bırakmadan kendi köylülerine kendi yardım ediyor, işlerini çözmeye çalışıyor.

Doğrusunu söylememiz gerekirse, Türkiye’de bulunduğumuz sürece ilginç kişilerle tanıştık, onların dünyalarına ortak olduk ve onlarla görüştük. Bunlar arasında HAPİ Cevdet (Хьапый Джавдет) ile JADE Wumar (Жэдэ Умар) da bulunuyor. Her ikisi de “Adige Mak” gazetesinin dostları. Onlar “Adige Mak”ın internet sitesine konan yazılardan ilginç bulduklarını Türkçe’ye çevirip Türkiye’deki internet sitelerine dağıtıyorlar.  “Adige Mak” gazetesini Adigey’de 5 bin kişiden biraz daha fazla kişi okuyor ama Türkiye’de gazetemizi internet yoluyla  7 binden çok kişi izliyor. Bu gelişimi öğrenmek bizi son derece sevindirdi. Bunu biliyorduk, ancak şimdi duruma bizzat tanık da olmuş olduk.

İzmir Arıkbaşılı Şhalaho Yaşar ve PETWEŞE Osman

İlginç kişilerden biri de İzmir Bayındır ilçesi Arıkbaşı köyünden Ş’HALAHO Yaşar, kendi köyünde bizi ağırladı. İlkin, çocukluğunda ağız mızıkası ile Adige şarkıları çalarak  işe başladı, ardından akordeon (pşıne) ustası oldu. Elli yıldan beri köyünde yapılan düğün ve eğlencelerde çalgı çalarak bugünlere geldi.

“Düğün ve eğlencelerimiz Türk usulüne dönüştürülmeye başlanınca” diye anlatıyor Ş’HALAHO Yaşar,  “Kırk kadar genci bir araya toplayıp Adige müziği çalınmayan bir düğüne katılmama kararı aldırdım. Bu yüzden çok kişi bana gücendi, açıktan karşıma dikilenler de oldu, ancak ben ve benimle birlikte olacaklarına söz verenler sözlerinin arkasında durdular, Türk usulü düğün ve eğlenceleri terk etmeye başladık. Gençlerin katılmadıkları eğlence ve düğünler birşeye benzemiyordu ve köylülerinin sevinci yarım kalıyordu, sonunda, ister istemez herkes bizimle birlik oldu. Yirmi yıldan beri Adige dansları benim akordeonum eşliğinde oynanıyor, ancak artık yaşlandım, gücüm yetmiyor, köylülerim yeniden Türk düğünlerini canlandırmaya başladılar. Ancak ben, bugüne değin sözümün arkasında durdum, Türk düğünlerine katılmıyorum, çağırsalar bile gitmiyorum, gitmem de.

Yaşar bizim için pşıne (mızıka) çaldı. Sunduğu ezgilerden şunu anladık: Maalesef köylüleri güzelim Adige müziğinden çok şeyi yitirmişler gibi. Birkaç yıl önce sülaleden (l’ako) akrabaları Ş’HALAHO Sveta’nın konukları olarak kendilerinde kaldığını bize söyledi Yaşar. Sveta o sıralar Adige Televizyonu’nda çalışıyordu, şimdi Adigey Cumhuriyeti Kültür Bakanlığın’da  çalışıyor. Sveta, Yaşar ve eşi Ayşe ile yeniden  buluşmuş oldu. Başka bir çalgıcı/pşınave ile de tanıştık. O kişi aktif bir dernekçi olan PETWEŞE Osman’dır (ПIэтыощэ Осмэн). Osman küçük çocuklara Adigece’yi ve Adige danslarını öğretme, bunlarla birlikte  çocuklara Adige geleneklerini özümsetme uğraşıları içinde olan biri. Osman ile uzun uzadıya görüşme olanağı buldum, düşünce derinliği olan, yüzü Kafkasya’ya dönük  biri, ülkesi ile buluşma özlemini yaşayan bir yurtsever. Birgün babası, “Osman, yangın çıkmış, ev yanıyor, annen içeride kalmış, bu durumda içeri dalıp  anneni kurtarman gerekmez  mi? ” diye sormuş, Osman da “Kurtarırım tabii” demiş. “Anneni kurtaracaksan, Adige anayurdu da senin bir annen gibidir, iyi de kötü de olsa oraya, anne kucağına dönmemiz gerekir!” demiş babası. Bu sözleri nicedir unutamıyor. Eninde sonunda, ikisi de, Adigelerin ergeç  ata toprağına döneceklerine, yeniden bir araya geleceğimize ve  bütünleşeceğimize inanıyor.

Susurluk Demirkapı köylü Hafız GUSER Fahrettin Abatay

Bu arada İslam dini ile ilgili eğitim almış olan ve din ile ilgilenen biri olan GUSER Fahrettin ile  karşılaşmış olduğumu özellikle belirtmek isterim. Fahrettin daha 15 yaşında iken Kuran’ı ezber okumaya başlamış, ancak bunun yeterli olmadığı sonucuna varmış. Kuran dilini öğrenmesi ve Kuran’ın ne dediğini anlaması gerektiğini kavramış, bunun üzerine 5 yıl  daha Arapça okumuş. Medrese eğitimini İstanbul’da tamamlamış, yine bunu yeterli bulmayıp iki yıl daha okumuş. Ardından Türkiye’deki en büyük camilerde görev almış, en büyük İstanbul camiinde 15 yıl imamlık yapmış.

“Adigeler/Çerkesler Kafkasya’dan ayrıldıklarında Türkçe bilmiyorlardı, ilkin dil yüzünden çok sıkıntı çektiler” diye anlatıyor GUSER Fahrettin.  “Türklerin kendi dillerinde Kuran okuduklarını gördüler, kendileri de Adigece/Çerkesce Kuran okuma gereğini duydular. Düzceli hocalar Yakub, Yusuf ve Zekeriya efendiler Kuran’ı Arap harfli Adige alfabesiyle Adigece’ye çevirdiler. Çerkesce Kuran’ı 500 nüsha olmak üzere 1919 yılında bastırdılar (1). Adigece Kuran  Adigelerin yaşadıkları bölgelere dağıtıldı. On yıl kadar önce böyle bir eski Kuran kitabı elime geçti. İlginç buldum ama uzun süre onun yazısını çözemedim. İki yıl içinde okumayı başardım, Kuran’ı güzel bir Adigece ile okumak için 20 üzeri makamdan 13’ünü uyguladım (2). Kuran’ı bu 13 makama göre okuyor ve CD’lere alıyorum. Diskler Adigece olduğu için, ilkin yasal engellemelerle karşılaştım, kasetler İstanbul Müftülüğü’nde görevli Adige din görevlilerine dinletildi ve sakıncalı olmadıkları anlaşıldı, sonunda  bana CD’leri bastırma ve dağıtma izin belgesi verildi”.

(Гъэутэрэзыгъэу пыдзэ, Гусэр Фахьрэттин зэзгъэлъэгъугъ ик1и къызэри1уагъэ тетэу: Адыгэхэр Кавказым къы­зекIыжьхэм тыркубзэр тыдэ щашIэни,  апэрэ уахътэм къин алъэгъущтыгъэ,  – къытфеIуатэ Фахрэдин, -тыркухэр тыр­кубзэкIэ  мэулыдым (**)  къызэре­джэхэрэм фэдэу,  ежьхэри къе­джэнхэу фэягъэх.  Дюзджэ щы­псэущтыгъэхэ адыгэ ефэндхэу Абдуррахьан, Юсыф ыкIи Хьаджэ Зэкэриер зэгуахьэхи,   мэулыдыр адыга­бзэ­кIэ зэрадзэкIыжьыгъ. Ар зы­хъу­гъагъэр 1906-рэ илъэсыр ары.  Араб хьарыфкIэ ар хэхы­гъэу щытыгъ,  зэкIэмкIи экземпляр 500 къытырадзэгъагъэр. Адыгэхэр зыщыпсэурэ чIы­пIэхэм ар ащагощыгъагъ. ИлъэсипшIыкIэ узэкIэIэбэжьмэ ащ фэдэ тхылъ сэри къыс­Iэ­кIэфагъ. СшIогъэшIэгъонэу, ау сыкъемыджэшъоу бэрэ сыхэтыгъ. ИлъэситIум къыкIоцI къе­джакIи зэзгъэшIагъэ,  дахэу сы­къеджэным фэшI ащ мэкъэмэ тIокIым къехъу фэстхыгъ, тефэжьыгъэр пшIыкIупл1. А мэкъамэхэр кIэлъхэу ар къэсэIо ыкIи кассетэмэ атестхагъ, джы диск­мэ атесыдзэжьынэу ыуж сит. Адыгабзэу зэрэщытым фэшI,  ахэм ягощын хабзэм къысфидэгъагъэп,  ау Стамбул дэт мэщытышхом/ муфты унэм  адыгэ ефэндхэр щаугъоихи зырагъэдэIухэм ыуж, ащкIэ фитыныгъэ къысатыгъ.)

Düzeltilmiş, doğru biçim ve ek (GUSER Fahrettin’in de görüşüyle): “Adigeler/Çerkesler Kafkasya’dan ayrıldıklarında Türkçe bilmiyorlardı, ilkin dil yüzünden çok sıkıntı çektiler” diye anlatıyor GUSER Fahrettin.  “Türklerin kendi dillerinde mevlit okuduklarını gördüler, kendileri de Adigece/Çerkesce mevlit okuma gereğini duydular. Düzceli hocalar Abdurrahman, Yusuf ve Hacı Zekeriya efendiler mevlidi Arap harfli Adige alfabesiyle Adigece’ye çevirdiler. Çerkesce mevlidi 500 nüsha olmak üzere 1906 yılında bastırdılar. Adigece mevlit  Adigelerin yaşadıkları bölgelere dağıtıldı. On yıl kadar önce böyle bir eski mevlit kitabı elime geçti. İlginç buldum ama uzun süre onun yazısını çözemedim. İki yıl içinde okumayı başardım, mevlidi güzel bir Adigece ile okumak için 20 üzeri makamdan 14’ünü uyguladım . Mevlidi bu 14 makama göre okuyor ve CD’lere alıyorum. Diskler Adigece olduğu için, ilkin yasal engellemelerle karşılaştım, kasetler İstanbul Müftülüğü’nde görevli Adige din görevlilerine dinletildi ve sakıncalı olmadıkları anlaşıldı, sonunda  bana CD’leri bastırma ve dağıtma izin belgesi verildi”).

Şimdiye değin bu yazdıklarım Düzce’de bizi ağırlayan HAĞUR Naci, akrabaları ve arkadaşları, ticaret işiyle uğraşan gençlerden ŞUACE Cahit (Шъуа­джэ Джахьид), Türkiye’de birkaç fabrikası bulunan DZIBE Muzaffer ve diğer karşılaştığımız kişilere ilişkin görüşme ve izlenimlerimizi bir kitapta toplayıp yayınlamayı düşünüyoruz. Yayınlandığında duyuracağız ve isteyenler kitabı bulabilecekler.
BİLGİ NOTLARI:

1) NAWKO Abdullah’ın hazırlayıp 2000 yılında Arap harfleri yanında Latin yazılışını da vererek  yeniden yayınladığı “Çerkesce Mevlid (Adige Mevlid)” kitabı ilk sözünde şu bilgilere yer verilmektedir:  “Çerkes mevlidi Düzceli üç Alim Abdurrahman Efendi, H. Zekeriya Efendi ve Yusuf Efendi tarafından 1906 yılında Adiğe dilinin “Şapsığ” diyalektiyle yazılmıştır”. Sayın DERBE Timur’un, herhalde konuyu ve mevlidi bilmemesi nedeniyle olmalı, metinde Mevlit yerine,  “Kuran” adını  yazdığı  görülüyor. Okuyucunun bunu dikkate alması ve yanlışlığa yer vermemesi yerinde
olur. -HCY

2) Hafız GUSER Fahrettin Abatay, Adigece mevlide 14  makam uygulamıştır. Bkz.  “Bir Adige Mevlithanla Söyleşi, GUSER Fahrettin Abatay-1”, CC, internet. Mevlit ve kasetler, ayrıca Kafkasya’dan ayrılış/sürgün üzerine GUSER Fahrettin’in anı aktarımları söyleşinin devamı olan ikinci bölümde bulunuyor.
Bkz. “Bir Adige Mevlithanla Söyleşi-2”, internet.

Hızlı bir gezi programı ve bir hengame ortamı içinde bazı yanlışlıklar yapılmış olması anlaşılır ve özür götürür bir şeydir. Örneğin, mevlit, savaş koşullarının sürdüğü 1919 yılı ortamında değil, daha erken ve barışçı bir ortamda, 1906’da yayınlanmıştır, ayrıca Hafız Fahrettin tarafından Adigece mevlide 13 değil, 14 makam uygulanmıştır. Mevlit CD’lerinin, bana göre  önemli bir eksiliği ise, mevlidin Abzegh aksanına kaçan bir  Şapsığca (Shapsughca) ile okunuyor ve orijinal seslerinin tam ve yeterli düzeyde verilememiş olması olabilir. Hafız Fahrettin’in köyünde/Balıkesir Susurluk Demirkapı köyünde, köy halkının yarısı kadarı  Shapsugh, yarısı da Abzegh’tir, her iki kesim de kendi lehçesini konuşur. GUSER Fahrettin’in babası Shapsugh (Шфпсыгъ), annesi Abzegh’tir, bu yüzden dili de Abzegh’tir. İkinci CD basımlarında, Mevlidi Shapsugh seslerine uyarlama konusunda Sayın GUSER Fahrettin Abatay’a yardımcı olma sözünü vermiş olduğumu, ayrıca mevlidin yıllar öncesinde özgün makamıyla  Shapsughca okunmuş bir kasedini bulduğunu ve bunu İsatanbul’da CD olarak bastıracağını bana söylediğini sizlere duyurmak isterim. -HCY

(*) Ç’ERMIT Muhdin, ”NEF” çocuk topluluğu kurucusu, sponsoru, işadamı ve AC Parlamentosu’nda milletvekilidir, GUĞEJ Cihan Candemir ise, Kafkas Dernekleri Federasyonu Genel Başkanıdır. -HCY

(*) Мэулыдыр Пэйгъэмбэр Мыхьамэдым ищытхъу тхылъ. Мэулыдыр Сулэйман Челебим (1351-1422) 1409 илъэсым, илъэс  600 ипэ Тыркубзэу тхыгъэ. 1906 илъэсым шапсыгъабзэм тетэу адыгабзэу зэрадзэк1ыгъ. -Хьапый Джэудэт.

Not: Ara başlıklar ve yazı siyahlaştırmaları çevirmene aittir. -HCY