NART UZAY MEKİĞİ

YEMUZ Nevzat Tarakçı
19.05.2007

Çok yorgundu. Yürüyecek hali kalmamıştı. Durdu, etrafına bakındı.

Hemen yanı başındaki kocaman ağaca doğru adımladı.

İlkbahar, bütün güzelliğini sergiliyordu. Kuşların cıvıltısı, renklerin cümbüşü, görülmeye değerdi.

Esnedi, gerindi. Kocaman dalları, sık yapraklarıyla gökyüzüne meydan okurcasına yükselen çınarın bedenine dayadı sırtını.

Artık koyu gölgenin derinliğindeydi.

Rüzgârın tatlı dokunuşları, mest etmişti onu.  

Uzaklarda bir toz bulutu ilişti gözüne.

Boş ovada, yılan gibi kıvrılarak kaybolan yolun sonundaki karartı çekmişti dikkatini.

Birkaç dakika merakla izledi bu gölgeyi.

Nihayet, yaklaşanların bir genç grubu olduğunu seçebiliyordu artık.

Konuşmaları duyuyordu. İşittikleri yüreğine akıyor, sıcacık duygular uyandırıyordu.

Evet, iyice yaklaşmıştı kızlı erkekli gençler, çocuklar.

Çocukların kamaları, giysileri, gençlerin “Çerkeska”ları, çizmeleri heyecan vericiydi. Gözlerine inanamıyor, gittikçe merakı artıyordu.

Ya konuştukları mükemmel Çerkesceleri!

Kimdi bunlar?

Ne arıyorlardı burada?

Kendi çevresindeki gençlere benzemeyen bu çocuklar kimlerdi?

Kalabalık, gölgeye doğru yöneldi. İşte yanı başına kadar gelmişlerdi. 

Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Toparlandı, rahat görünmeliydi, merakını gizlemeliydi.

Sarışın çocuk, tatlı tebessümü, rahat hareketleri, sevgi dolu bakışlarıyla anlatıyor, herkes dikkatle onu dinliyordu.

Konuştuğu etkili, akıcı anadili, derinden etkilemişti onu. Öyle ya, yıllardır bu yaştaki bir çocuğun, kendi dilini bu kadar güzel, kıvrak konuştuğunu hatırlamıyordu. Hayranlıkla dinliyordu onları.

“ Bunlar bu akıcı Çerkesce’yi nerden ve nasıl öğrendiler?” diye içinden geçirdi.

Küçük, tatlı, şirin kız, mavi gözleri, uzun saçlarıyla gülümseyerek söze karışıyor, herkesi güldürüyordu.

“Ne kadar mutlu, ne kadar rahat çocuklar!” diye mırıldandı.

İşte karşısındaydı, Setenaylar, Nartlar, Abrekler…

Tok sesli genç, “Gençlik, donanımlı yetişmeli, her şeyden önce kimliğine kültür değerlerine sahip çıkmalı.” diyordu. Ve ilave ediyordu “Ana dil konusunda bireysel ve toplumsal duyarlılık bilinci mutlaka oluşmalı. Bu konuda asıl görev, yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarındadır.”

Uzun boylu olanı, Ay’a ilk gönderilen aracın adının “Apollo” olduğunu, bu ismi takmanın bir bilinç ve kültür duyarlılığından kaynaklandığını, bu kelimenin, eski Yunan kültüründeki önemini anlatıyordu. “Onların yerinde biz olsaydık ‘Apollo’ yerine ‘Nart Uzay Mekiği’ demez miydik?” diyordu.

Konuşmalar buram buram kültür, yürek yürek sevgi kokuyordu.

Kıyafetler tepeden tırnağa mazinin motifleriyle süslüydü.

Çocuklar ve gençler son derece rahat, kompleksten ve kapristen uzak görünüyordu.

Anlatıyordu, toplumlar için mitolojinin önemini, okumanın yararını, kültürle beslenmenin gereğini.

Kızlardan biri kendinden emin söz alıyor, söylenenleri onaylıyor, gençliğin kültürü ve kimliğiyle barışık yetişmesi için ailenin, televizyonun, basının hayati önemini vurguluyordu.

Etrafında aniden oluşan olaylar, bu gördükleri, işittikleri, garipleştirmişti onu. Sakin olmaya çalışıyordu. Çalışıyordu ama olanlara anlam vermekte zorlanıyordu.

Bu gençlerin düşünceleri, hissiyatları, tavırları yaşlarının çok üstündeydi.

Ya mırıldandıkları türküler, şarkılar?

Aman Allah’ım o ne güzel namelerdi öyle!  

Kendisinin, rahmetli dedesinden öğrendiği, sözlerini çok az kişinin bildiği bu şarkıyı bunlar nerden öğrenmişlerdi?

Ne kadar güzel söylüyorlardı.

Ya sarışın çocuğun seslendirdiği şiir.

“Bunu okumak marifet ister, yürek ister, en önemlisi de bilinç ister!” diyordu.  

O da ne? Tempo tutup harika bir “kafe” başlattılar.

Gözlerine inanamıyordu. Bu uyumlu kıyafetler, bu zarafet, bu estetik, bu tatlılık, minik kızın söylediği şarkılar…

Elinde kamasıyla güzel dilek ve temennilerde bulunan gencin olgunluğuna, asaletine hayran olmuştu.

“Ben ne kadar şanslıyım!” diye geçirdi içinden.

“Allah’ım şükürler olsun sana, beni bu kültürün mensubu olarak yarattın.

Binler kez şükürler olsun, çocuklarımızın böyle yetişmesi için bizlere şuur, onlara bilinç verdin. Şükürler olsun Allah’ım!” diyordu.

Meraktan çatlayacak gibiydi. Dilini, kültürünü bu kadar güzel bilen, anlatan, yansıtan bu kişiler kimlerdi?

Derin bir nefes aldı, doğruldu, uzun boylu yakışıklı gence sordu:

“Yavrum siz kimsiniz? Nerden geliyorsunuz? Anlattığınız bu harika şeyleri kim öğretti size?

Ya bu kıyafetleriniz?

Ya bu uyumunuz, sevginiz, saygınız?

Güler yüzle cevap veri genç:

– Birçoğunu okulda öğrendik. Geri kalanını okuduğumuz gazetelerden, dergilerden öğrendik!  Evdeki romanlardan, hikâyelerden, şiirlerden, televizyondan öğrendik. Dedemizden, annemizden, babamızdan yani ailemizden öğrendik.

-Yoksa sizin, Adige TV’lerinden, dilimizi, kültürümüzü öğreten, bizi   kimliğimizle bütünleştiren dergilerimizden, gazetelerimizden, binlerce romanımızdan, okullarımızdan, üniversitelerimizden haberiniz yok mu? Aslında size sormak lazım, “Siz nerden geldiniz?”

Şiddetini iyiden iyiye arttıran rüzgârın sesiyle irkildi, açtı gözlerini. Terden sırılsıklamdı.

Şaşkınlıkla sağa sola bakındı.

Solgun yüzü, donuklaşmış gözleri, baharın neşesiyle boy veren rengârenk papatyaların rüzgârda dans eden tatlı ahengine takıldı.

Vatanından, sevdiklerinin yüreğinden kovulmuş gibiydi. Nefesi sıklaştı, gözleri buğulandı, karardı. Göremiyordu artık bu heyecan fırtınasını oluşturan hiçbir şeyi.

Duyamıyordu yüreğini titreten o güzel nağmeleri.

Güneş sönmüştü. Yüreği alev alev yanıyordu. Birkaç dakikalık rüya, bir ömür özlemini çektiği tabloyu gözünün önüne sermişti. “Hayal ve hakikat bu kadar mı farklıymış!” dedi. Yüreğinin derinliğinde sakladığı özlem canlanmış, belki de hayatının en mutlu saniyelerini yaşamıştı.

Başını ağaca yasladı, yumdu gözlerini.