MUTLULUK YOLU

K’ERAŞ Tembot
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız
Orijinal Adı: К1ЭРЭЩЭ Тембот; Насыпым игъогу

I. BEKLENMEDİK YOL ARKADAŞLARI

Çok eskilere dayandığı anlaşılan bir geleneğe göre yaşamını sürdürmekte olan küçük Adige köyü sırtını ırmak yamacına dayamış; geçmişin korku dolu karanlığından ürkmüş gibi,  akasya ve söğüt ağaçları arasına gömülüp saklanmış gibiydi.Köyden bir görüntü olarak, kendisini kaplamış olan ağaçları aşmış haliyle,  bir tek köyün ezan okunan minaresi ve ucundaki hilali, mezar taşını andırır gibi ancak seçilebiliyordu. Bacalardan çıkan dumanlar ise,  burgulu sütunlar gibi göğe yükseliyor, bulutlara karışıyordu.Köyün hemen dışında, solmuş bir alacalı kilim görünümünde, yulaf anızları uzanıp gidiyordu. Anızların ötesinde, sürülmesi gerekli olan ama dikene sarmış topraklar gözün alabildiğince uzanıp gidiyordu.

Güneyde, ta uzaklarda ise, üstleri bulutlarla kaplanmış Kafkas dağları seçilebiliyordu. Dağlarda yeşil ve kurşuni renkler birbirine karışmıştı. Sivri kayalar güneşe karşı parıldıyor, eriyen karların çıkardığı buharlar da birer takke gibi,  dağların üzerinde yumak yumak asılı duruyorlardı. Akşam karanlığı henüz bastırmadan Bibolet, at sırtında aceleyle köyden bir hızla ayrıldı. Onun Moskova’da okuyan ve alacalı kep taşıyan okul öğrencilerden biri olduğu,  tatilde köyüne gelen biri öğrenci olduğu insanın aklına bile gelemezdi. İşin gerçeği,  göğsünde beyaz hazırları (1), belinde gümüş saplı kaması, başında Buhara işi kalpağı ile o, kıyafeti ile de tamamlanan tam bir Adige delikanlısıydı.

Bindiği doru şeveloh (2) ise, ince uzun burunlu, değerli bir soylu attı,  alnında yıldız gibi parıldayan gülü göze çarpıyor,  uzun yeleleri rüzgarda dalga dalga dalgalanıyordu.

Bibolet’in babasının tek değer taşıyan varlığı,  işte bu doru atıydı. Varlıklı komşu verkler (3), bir yolunu bulup atı onun elinden çıkarmak için az uğraşmamışlardı. Verkler, bir zamanlar kendi pşıtlıları (4) olan bu ihtiyarın böyle bir atın sırtında dolaşıyor olmasını bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Atı satın almak istediler. Sahibi lafını ettirmedi bile, araya başkalarını soktular ama nafile. Ne denli yoksul da olsa,  atını terk etmeye yanaşmamıştı ihtiyar: “Biz emekçiler de bir iyi ata olsun binelim. Kendini beğenmiş bu verklere inat doruyu satmayacağım” diyordu kendi kendine.
Doru, ayaklarından toprak parçaları saçılarak, binicisini sarsmadan rüzgara karşı yoluna devam ediyordu. Bibolet’in içi özgür bir kuş olup uçmak istercesine bir sevinçle kaplanmıştı,  rüzgarı kucaklamayı istiyormuş gibi ileriye,  öne doğru göğsünü atıyordu.

Adige bir at sırtı buldu mu,  kendini bir şeymiş sanır. Gözün gördüğü her yere gidebileceğini,  gökteki kartallarla boy ölçüşebileceğini bile düşünür. Köylerde böylesine görüntülerle sık sık karşılaşabilirsin. Henüz burnu sümüklü bacaksızın birini; eski püsküler içinde ve de yarı çıplak, at sırtında,  büyüklere öykünmüş, atı üzerinde rüzgar gibi kurulmuş ya da eğeri üzerinde ayağa kalkmış,  tsıyeye (5) benzetip gömlek uçlarını toplamış, ayaklarını üzengilere yerleştirmiş, gururla eğere kurulmuş görebilirsin. Kırbacı da önemsizmiş gibi parmağından sarkar. Binicisini hafif bulup dinlememeye kalkışan atının gemini ise, sert çeker ve kırbacı indirip atı şaha kaldırır ve toprağı ona eşeletir,  dizginler. Böylece atına dersini vermiş, kendini tanıtmış olur,  ardından atını olabildiğince koyverir. Onu artık, o yerlerde koşuşup duran sarışın oğlan olduğuna inanamazsın. Eğeri üzerine gururla oturan bir binici olmuştur o artık!

Görüntü çocuklarla sınırlı kalan bir şey değil. Yaşlılar bile, bir at sırtı bulduklarında,  çocukça deliliklere sardırabilirler. Bazen, pörsüyüp çiçekleri dökülmüş hindiba otu gibi, sakalı sarkmış, bir sıkımlık ve yetmiş yılın yükünü sırtlanmış ihtiyarın biri, meydan bulduğunda, etrafına bir bakındığını ve birilerinin olmadığını anladığında, yaşlılığında son kez bir gençlik anısını yeniden yaşamak üzere atını mahmuzladığını ve dolu dizgin koyuverdiğini görebilirsin…

Bibolet de kendini daha fazla gemleyemedi. Birkaç kez puflayan atı bir karaltıdan korkup ürktü, Bibolet de hemen birkaç kırbaç şaklatıp atının üzerinde öne doğru eğildi, atını tabanlarından kuş sürüsü geçmiş gibi çamurlar sıçratır halde rüzgar gibi salıverdi…

At da binicisi de sonunda pes ettiler,  sürülü tarlalara ulaştıklarında yavaşladılar. Atı, gemini vurdurarak rahvan yürüyüşe geçirdi. Ardında eğeri üzerinde doğrulup tsıyesinin (pardösü) eteklerini düzeltti ve ovaya doğru bir göz atıp rahat bir nefes çekti.

Adige ovası en yoksul dönemini yaşıyordu. Kış yaklaştığı halde,  sürülü yerler çok azdı, sürülmüş yerler de ince dilimler halinde öteye beriye dağılmıştı. Ortalık ot ve dikenden geçilmiyordu. Sökülmemiş ayçiçeği sapları,  akşam üzeri uzun uzun gölgeler bırakıyor, bir orman görünümü yaratıyorlardı. Kargalar bile yaklaşan akşamın kaygısı içinde cıyaklayarak tünek yerlerine doğru uçuyorlardı. Sığırcık sürülerinden biri, bir karabulut gibi süzülüp geçiyordu.

Bibolet bir süre patika yolunu izledikten sonra, eski posta yoluna ulaştı. Gideceği komşu köye doğru atını mahmuzladı.

Yeşil ile kurşuni karışımı bir bulutun altından yansıyan batan güneşin şavkı, öndeki koca meşe ormanı ile ovayı kaplamıştı.

Bu arada, insan sesleri,  kırbaç şaklatmaları, ”no-so!” bağırtıları, hafif bir yelin eşliğinde ve çalıların gerisinden kulağına gelmeye başlamıştı Bibolet’in. Yüksek bir yere çıkıp baktığında, bir at arabasının aşağıdaki ırmağın batağına saplandığını, arabanın başında bir kadının çaresizlik içinde çırpınıp durmakta olduğunu gördü. Yaklaştığında da bir kağnı arabasının batağa iyice saplanmış olduğunu anladı. Arabanın sürücüsü de, gurkunu tamamlayıp ayrılan bir tavuğun yuvasını andıran beyaz bir minder vardı. Sürücü çocuk araba içinde, ayakta atları kırbaçlıyor, ne yapacağını şaşırmış atlara bağırıp duruyordu; iki kadın arabadan inmiş, ne yapacaklarını bilmeden bir kenarda şaşkın şaşkın durumu izliyorlardı.
Uzakça bir yerden ırmağı geçen Bibolet, arabaya yakınlaştı. Atından indi. Atına dizgin bağı (онэкъопэпхэндж) yaptıktan sonra, arabanın yanına gitti. İki kadın, yaşı ilerlemiş bir kadın ile genç bir kız, utanarak biraz uzaklaştılar.

– Yeşil otların bulunduğu yerden değil, kuru yerden girmeliydin ırmağa, dedi sürücü çocuğa Bibolet.
– Sabahleyin kuru yerden de zor geçmiştik, dedi çocuk, utanıp başını hafifçe eğmiş halde.

Arabanın bir tekeri patinaj yapmış, haylice de batmıştı çamura. Göbekli iki yaşlı koşum atı ise başlarını eğmiş, üzülmüşlermiş gibi, puhlayıp puhlayıp duruyorlardı. Bu atların sahibi kuşkusuz yoksul bir Adige köylüsü olmalıydı. Adige çiftçilerinin çoğu da onun gibiydi, o insanların da bu iki zavallı at gibi güçsüz olduklarını biliyordu Bibolet…

Arabanın oku kuru yerdeydi. Bibolet önce dizginleri bir elden geçirdi ve düzeltti, ardından atların başlarını, boyunlarını okşadı, onlara tatlı sözlerle ve sevgiyle yaklaştı, böylece atları biraz olsun yatıştırdı. Ne yapması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Kırbacı çocuktan aldı, yan tarafından (дышлэ) arabanın üzerine çıktı. Dizginleri çekip atlara kendini önce bir tanıttı. Sağdan koşulu siyah at, diğerini beklemeden harekete geçmek istedi ama onu hemen dizginledi. Her iki atın birlikte kalkış yapmalarını ayarladı, fazlaca da beklemedi, geçmiş tarihsel yolculukları süresince Adigelerin çekmiş oldukları zorlu yaşamın ürünü bir haykırma, bir vahşi hayvan bağırması gibi sert ve gür bir sesle haykırarak, kırbaç ve dizgin şakırtılarıyla karışık atlara komut verdi.

İki atın aynı anda hareket etmesini sağlayarak arabayı bataktan çıkardı. Dizginleri düzeltip çocuğa verdi, ardından da kadınlara döndü.

Kadın kendisini saygı ve terbiye yansıtan tatlı bir dille karşıladı:
– Sağol, evladım, Tanrı senden razı olsun! Senin gibi iyi bir gençle karşılaşmış olmasaydık ne yapardık bilemiyorum… Tanrı sana uzun bir ömür versin!
– Annemiz. Siz konuk olmalısınız, bir yerlere gitmek için hayli geç oldu. Bir yere gidemezsiniz, yollar çok tehlikeli. Kötü insanla dolu. Sürücünüz de bir çocuk. Buyurun sizi bize götüreyim, sabahleyin gideceğiniz yere sağ salim gidersiniz, dedi kadına Bibolet ciddi ciddi.

Ancak ana ile kızının başlarına gelen durum yüzünden çok korkmuş olduklarını görünce, onları kendi evlerine götürmek için ısrarını sürdürdü.
– Hayır,  evladım, sağol. Yarına atları bekliyorlar, gitmek zorundayız. Yoksa geç vakit yola koyulmaz, seni de yolundan alıkoymuş olmazdık, diyerek kadın öneriyi kabul etmedi.
– Ben gideceğim yere yarın da gidebilirim, gecikmem sorun olmaz. Yola devam etmezseniz daha iyi olur.
– Sen nereye gidiyorsun evladım? Bizim köyümüze, Şeceriye’ye mi gidiyorsun, diye sordu kadın, geri dönme konusunu bir yana atıp.
– Evet, Şeceriye’ye gidiyorum.

Konuşurken Bibolet, bir yandan da kaygı içinde atına doğru bakınıyordu. Atı dizgin bağlarını zorlamaya, huysuzlanmaya başlamıştı.
– Atı ben getiririm, dedi çocuk. Gidip atı getirdi.

Güneş bir karabulut gibi beliren ufkun ardında batıp gitmiş, gerisinde de ortalığı yangına vermiş gibi kızıl yansımalarını bırakmıştı. Ağaçların gölgeleri karanlığı karşılıyorlarmış gibi, bir uzayıp bir kısalıyorlardı. Rüzgar da hafiften soğuk soğuk esmeye başlamıştı. Rüzgara kapılmış karga sürüleri göğün kızıllığına karışmış uçuşuyorlar, görüntü sonbaharın sonun daha da sevimsiz hale getiriyordu.

Akşamın karanlığı korkusunu artırmış olmalı, kız geri dönmeyi düşünür gibi olmuştu. Yaklaşıp yavaşça annesiyle fısıldaştı. Anne ise atları ve arabayı sahibine teslim etmek gerektiğini düşünmüş, yola devam edilmesi gerektiğini söylemiş olmalıydı. Kadının sert bakışı, kızın önerisinin kabul edilmediğini gösteriyordu. Kadın Bibolet’e dönüp konuştu:
– Yola koyulduk bir kez, ne denli olursa olsun geriye dönemeyiz artık. Sen de oğlum, bunlar kadınmış demeden bizimle arabaya binersen, biz de seninle birlikte yola devam ederiz, biraz korktuk da…

Bibolet o güzelim atından inip bu gıcırdayan kağnı arabasına binmekten hiç hoşlanmamıştı ama kadının “kadınlarla aynı arabaya bineceğim diye üstüne alınma” sözünü de çiğneyip geçememişti.

Geçmişin zorlu yaşam koşulları, Adige kadınlarını tatlı dilli yapmıştı, dillerinden dökülen tatlıları kendilerine hiç ayırmazlardı; biri ya da birileri ile karşılaştıklarında, kul köle olduklarını kanıtlarcasına ellerini göbek hizasında bitiştirip dururlardı. Adige insanlığı, Adige geleneği ve din, bütün bunların hepsi kadınları köleleştirecek biçimde kurgulanmıştı. Adige kadınına bırakılmış olan şey ise, alçak gönüllü olmak, yaşam yüküne güçlüklere katlanmak, sevdikleri için her şeyi yapmak, göze almak idi. Adige kadınlarının yeryüzünde paylarına düşen hakları işte bunlardı…

Bibolet’in bu kadının sözlerinden böylesine anlamlar çıkarıp çıkarmadığını bilemeyiz. Biraz düşündükten sonra:
– Olur, bize buyurmak istemiyorsanız, elbette sizinle giderim, diyerek atını arkadan arabaya bağladı.

Ağırlığı ile arabayı devirecekmiş gibi dengeyi zorlayarak yandan arabaya bindi kadın. Rahat bir nefes alıp yerine oturdu, şallarını üstüne örtmeye başladı. Rengarenk ipekli ve çerçeveli kocaman bir Kumuk şalı ile yüzünü sarıyordu, kabarık kocaman yün şalını da bir kartal kanadı imiş gibi yayarak omuzlarına atmıştı. İyi bir yol arkadaşı bulmanın verdiği huzur içinde kadın, ”gürültüsüz-patırtısız” yerine oturmuştu.

Kız delikanlıya önden yol gösterdi. Annesi de onu destekledi:
– Otur, otur, oğlum, diyerek yanında bir yer gösterdi kadın.

Kadının yer önceliğini delikanlıya vermesinden, kızın da bunu doğal karşılamasından, kadının kızın annesi olduğunu anlamıştı. Bibolet, kağnı arabasının arka tarafına oturmayı doğru bulmadı, o yeri kıza bıraktı, kendisi, yüzü kadınlara dönük biçimde sürücünün yanına oturdu.

II. ANA İLE KIZI

Kadın öteki Adige kadınlarından farksızdı. Çektiği sıkıntı ve acı, bunların kadınlar üzerinde yarattığı yıkım, kendileri için kurulmuş onca tuzağın izi, bu kadının da yüzünden okunuyordu. Korku ve endişe dolu gözlerinden zeka da fışkırıyordu. Gençliğinin güzelliği şimdi bir nine yüzünün sevimliliğine dönüşmüştü. Uyumlu kaşlarının birlikte hareket edişi, onun otoriter ve sert bir kadın olduğunu belli ediyordu.

Kıza gelince, olsa olsa on altı ya da on yedi yaşında olmalıydı. Şal ucunu eliyle düzeltmiş oturuyordu. Göz kapakları Kalmuklarınki gibi biraz şişkinceydi, çekilmiş siyah ipek biçimindeki uzun siyah kirpikleri dikkat çekiyordu. Yüzü dolgun, esmerimsi bir kızdı. Beyaz yüzünün aksine siyah kaşları kırlangıç kanadını andıran ince bir yaya benziyordu. Dudakları zeki biri olduğunu belli eder biçimde ve birilerinden sakınıyormuş gibi, üst üste kapanmış oturuyordu. Mantosunun yakasına, rengi solgunca ama uyumlu küçük bir menekşe demeti işlenmişti. Bu bir Adige özelliği değildi. Adige kızları daha çok doğulu kadınlarda görülen alacalı, parlak renkleri seçerlerdi. Gözü ısırmayan bu yumuşak menekşe resmini yakasına işlemeyi bu kız nereden öğrenmiş olabilirdi ki?

Bunları düşünmüş olmalı, Bibolet. Gözünü bu menekşe işlemeye takıp kalmıştı ama kızda gördüğü ilginç şeyler bununla sınırlı değildi. Bu kızda, Bibolet’in Adige kızlarında görmeye alışık olmadığı bir başka özellik daha vardı. Diğer Adige kızları gibi, başkaları karşısında utanan ve ezilip büzülen biri değildi, akıllı bir kız olduğu gözlerinden okunuyor, bir şeyleri kavramış ve onları özenle koruyormuş gibi, kendine güvenli biri olarak yerinde oturuyordu.

Bibolet, uzun bir süre kıza bakıp kalmıştı.Kız da çocuğun kendisine baktığını anlamış,  gözlerini kaldırıp Bibolet’e bakmıştı. Kötülük ve fenalık düşünmeyen birinin bir diğerine bakışı idi bu, yani dürüst ve terbiyeli bir bakıştı bu bakış. Kızın parıldayan gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor ve çocukça yaramazlıklar yapmak istiyorlarmış gibi, yuvalarında saklanmış duruyorlardı. Bir yandan da tutuşup neşe ve şaka karışık bir tatlılık içinde yuvalarından uçacaklarmış gibi bir duygu uyandırıyorlardı Bibolet’in üzerinde…

– Şimdiye değin sormak aklıma gelmedi. Sen kimlerdensin, yavrum, diye birden bire soruverdi kadın.

Kadının böyle bir soru sormasını beklemediğinden olacak, Bibolet önce bir irkilir gibi oldu, ardından da kendine geldi.
Mezokolardanım, diye yanıt verdi çarçabuk.
– Mezokolar mı dedin? Mezokoları iyi tanırdım. Rahmetli Mezoko İsmail (Мэзокъо Исмахьилэ тхьамык1) neyin oluyor senin?
– İsmail, dedem benim.
– Öyle mi? Peki baban kim? İsmail’in hayli çocuğu vardı sanırım.
– Babam kardeşlerin en büyüğü olan Kadir.

Bibolet, hoşlanmasa da kadını yanıtlıyordu. Yaşlıların şecere, kök soruşturmalarını hiç sevmiyordu.

– Babanı çıkaramadım, tanımıyor olmalıyım onu ama zavallı dedeni iyi tanırdım. Şakacı ama aklı başında bir adamdı.

Kadın, geçmişin dünyasında geziniyormuş gibi, bir süreliğine sessiz kaldı, ardından bir iç çekip yeniden konuşmasını sürdürdü:
– İşte öyle, ne yaparsın, nice iyi insan ayrıldı aramızdan. Ecel herkesin kapısını çalıyor… Deden zavallı İsmail’i iyi tanırdım. İnsan arasına girmeyi, ortama göre hareket etmesini bilen biriydi…

Bibolet ile kız konuşmayı dinleyip oturuyorlardı. Yaşlıların huyudur, kadın da geçmişin küllerini eşeleyip ortalığı tozutuyor, bu da gençlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Gençlerin gözü, geleceğe dönüktü; onları daha çok, geleceğin mutlu yeni dünyası ilgilendiriyordu. Yine de ses çıkarmadan söylenenleri dinleyip oturuyorlardı. Akşamın karanlığı arada bir engel oluşturuyor olsa da, iki genç, birbirlerine kaçamaklı bakışlar yöneltmekten geri kalmıyorlardı.

Sonunda konuşma kesintiye uğradı ve bir süre öyle yol alındı. Akşam karanlığında yıldızlar gökyüzüne saçılmış mısır taneleri gibi parıldamaya başlamışlardı. Koca bir ayı gibi ufuk yönünden yükselerek gelen karanlık,  her şeyi yutup ortalığı esir almış gibiydi. Gece kuşları ciyaklayarak kağnının etrafında uçuşuyorlardı. Atlar, karanlığa gömülüp dalmışlar, puhlama sesleriyle varlıklarını belli ediyorlardı.

– Yanlışım varsa düzelt, Mezokoların bir çocuğunun okulda okuduğu, Rus eğitimi aldığı söylenmişti. Kardeşin mi ya da sizden biri mi, diyerek aklına yeni bir şey gelmiş gibi sormuştu Bibolet’e.
– Mezokoların okuyan çocuğu demişlerse, bu ben olmalıyım, benden başka okuyan kimseleri yok Mezokoların, diye kestirerek yanıt verdi Bibolet.
– Sen misin Rus eğitimi alan ve Rusça okuyan? Şaka yapıyor olmalısın, dünyada inanmam, sen görünüş ve davranışınla tam bir Adige delikanlısısın!

Yaşlıların alışkın olduğu üzere, onu henüz bir çocuk gibi görmüş ve onunla bir çocukla konuşuyormuş gibi konuşmuştu. Farkında olmadığı bu durum karşısında utanmıştı.
– Rus eğitimi alan birinin Adigelikten çıktığı görüşünü öne sürmeyi doğru bulmuyorum, diyerek gülümseyiverdi Bibolet.
– Bilmeden yanlışlıklar yaptık anlaşılan! Adın nedir, yavrum, diye bir iç geçirerek sordu yeniden yaşlı kadın.
– Adım, Bibolet.
– Tanrı önünü açık etsin. Bilimin ve insanlığın bir arada, bir bütün olmuş. Adigeliğini biraz olsun koruyacak olursan, daha iyi yapmış olursun. Rus eğitimi alanların hepsi, keşke senin gibi olsaydı, canım yanmazdı. Ancak, şimdilerde okuyan çocuklar, ne yazık ki büsbütün gavurlaşıyorlar, namaz kılmıyorlar, tek bir Kuran ayeti bile okumuyorlar. Böyle bir çocuğun olsa, onun Ahiret gününde ne gibi yararını görebilirsin ki!

Kadın bir ara verdi, derin bir iç çekti, ardından yine konuşmaya başladı.
– Eski medrese (сэхъутэ) eğitimini arasan ne gezer, kalmadı ki. Göğüsleri ve başları önde öğrenciler Allah’ın kutsal kitabını sesli sesli okurlardı, torbalarını alıp kapı kapı gezer, dolaşır, ortalığı peygamberi zikrederek (зэчыр) çınlatırlardı, hey gidi hey, ne güzel günlerdi o günler… Şimdi ne yapıyor, nereye gidiyoruz, bilen yok. Kadınları da okutmaya kalkıştılar. Hadi, sen söyle, okumak kadının neyine gerek? Oğlanlara mektup yazmak için olmalı! Kadın temizliği, dini görevlerini ve Kur’an okumayı öğrensin, yeter. Tanrı bilir ya, kıyamet günü yaklaşmış olmalı… İşte bu bizim deli kıza da şeytanlık bulaşmış. Okuyacağım diye bir inattır tutturdu, laf geçiremiyorum bir türlü!

Kadın, son sözlerini biraz sinirlenmiş halde, kızına yumruk göstererek söylemişti.

Kız da bir suç işlemiş gibi, şalını toplayıp başını eğmişti. Dost akraba herkesin kızın başının etini yemekte olduğu kuşkusuzdu.

Bibolet şaşkınlık içinde başını kaldırıp sevinç dolu gözlerle kıza doğru bir baktı. Kızda sezinleyip de bir türlü çözemediği sır böylece aydınlanmış oluyordu.
– Öyle mi! O konuda senden değil, kızından yanayım. Okuyacağım diyene engel değil, destek verilmeli, dedi şaka yollu.
– Okuyup da onun bana getireceği hiçbir şeyini istemiyorum! Temiz ve dürüst bir Adige kadını olsun, Tanrı’dan fazlasını beklemiyorum, diye kestirdi ve yumruğunu kızına doğru bir kez daha sıkıp sallar gibi yaptı ve aksi yönde bir ödünü kabul etmeyeceğini belli etti.
– Okursa daha iyi bir Adige kadını da olabilir! dedi Bibolet.
– Erkek bir dereceye kadar, aslını ve dinini yitirmemesi koşuluyla okuyabilir, anlarım ama Adige kadınının okumasını gerekli görmüyorum. Eskiden okumuyorlardı ama öteki kadınlardan geri kalır tarafları yoktu. Eski Adige kadınlarının güzelliği ve şöhreti, deniz ötesinde, ta İstanbullara değin biliniyordu!
– Öyle ama o eski Adige kadınının şöhreti altında kölelik ve zavallılık yatıyordu, kadınların payına bu işten hiçbir şey düşmüyordu. Esaret altındaydılar, hayvan gibi alınıp satılıyorlardı. Sadece satılmakla kalmıyorlar, köle olarak İstanbullara götürülüyorlar, Tatar ve Türk beylerinin, zenginlerinin oyuncakları, kapatmaları yapılıyorlardı.

Kadın, ne diyeceğini bilemez duruma düşmüştü. Eski zaman Adige kadınları üzerine anlatılan ballandırıcı öykülerde bu tür üzücü durumlar da olabileceğini hiç düşünmemişti. Yüreği geçmişe dönük kişilerin anlattıkları öyküler, geçmişi bir altın çağı imiş gibi ballandırıyor, yaşanan zulüm ve baskıları gizliyor, geçmişin kötülükleri, yaldızlı sözlerle yeşile boyanarak hayali bir gök yüzünde, yeşil bulutlarla örtülmek isteniyordu. Kadınların bilinci de böylesine anlatılarla çerçevelenip sınırlanmıştı. Bu kadının aklı kendine anlatılmış olanların ötesine uzanamıyordu. Uzanmak, düşünmek de istemiyordu. Devrimin getirdiği yeni dünya anlayışı ve onun ürünlerini, yani kızının özlemini duyduğu şeyleri, anası bir türlü kavrayamıyordu.

Karanlıkta başındaki tüylü koca şalı görünüyor, puhu kuşu gibi kurulmuş, geçmişin dünyasına takılı kalmış oturuyordu.

Kadının yeni yaşamı benimsemeyecek ya da zor benimseyecek yaşlı başlı kişilerden biri olduğunu fark etmişti Bibolet. Ancak bu küçük kıza, kendi seçmiş olduğu aydınlık yolda yürürken moral vermek ve onu desteklemek istiyordu.

Kız, sanki azarlanıyormuş gibi, sesini çıkarmadan oturuyordu. İsteklerini gerçekleştirecek olanaklardan yoksundu, elinden de bir şey gelmiyordu, özlediği şeyleri, ne denli kararlı olursa olsun, içinde saklı tutmakla yetiniyordu. Geleceğin aydınlık dünyasına duyduğu özlem ve onun kendisinde yaratmış olduğu güven dışında bir desteği de yoktu. Eskiye ait olan ve kendisini boyun eğmeye zorlayan kurallar, zincirden bir pranga gibi her yanını dolamıştı, ehil akraba gibi medet umacağı kişilerin hepsi, kendisine ve yeni yaşam biçimine karşıydılar. Kız, bir başına ve desteksiz yeni bir dünya yolunda çırpınıp duruyordu…

Bibolet’in içinde kıza karşı tatlı bir sevgi duygusu oluştu. Karanlıkta zar zor seçmeye çalıştığı bu kız, şimdi, giderek kendisine daha güzel görünmeye başlamıştı bile. Kendisinin okuyarak ulaşmak istediği yeni yaşam için,  o da kendince bir savaşım veriyordu…

Kıza moral vermek için yeniden söze başladı:
– Adige kadınlarının özlem duyulacak ne gibi iyi bir yaşamı varmış ki bugüne değin? Kadınlardan duyup duyacağın şey yakınma, sızıldanma sesleriydi sadece. Söylendiği gibi güzel bir yaşamları var idiyse, bunca sakat ve vakitsiz ölen kişi neren çıkıyor böyle? Bütün bunlar köle gibi zor koşullarda ve çaresizlik içinde yaşamaktan kaynaklanıyordu, ailenin en ağır yükü yine kadınların omuzlarındaydı, kadın ezik ve kenara itilmişti, insanca bir yaşama kavuşamıyordu bir türlü…

Ardından Bibolet özgürce okuma ve çalışma olanağına kavuşmuş olan Rus emekçi kadınlarının yaşamını anlatmaya başladı. Adige kadınlarının da eski dünyaya ait zincirleri koparıp attıklarında ve gerçekten özgürleştiklerinde, emek ve eğitim bir arada, yeni bir yaşama doğru ileri adımlar atıldığında, kadının yaşamının da insanca bir güzelliğe kavuşacağını, sözleriyle yazıya dökmüş gibi bir bir önlerine sermişti.

Kadın ilkin, renk vermeden Bibolet’in konuşmasını sessizce dinledi.Bu sessizlikte:”Onlar Rus, gavur, onların durumu farklı.Adige kadına onlara benzemez…” der gibi bir görüntü yansıyordu.Bir süre sonraları ise, beğenmediği şeyleri bir yana atmış, Bibolet’in anlattıklarını ilginç bulup ciddi ciddi dinlemeye de başlamıştı.

Bibolet’in konuşmasına ara vermesi üzerine kız hemen bir soru yöneltti:
– Rus kadınları okudukları kitapları nasıl buluyorlar, diyerek.

Bibolet böyle bir soruyu hiç beklemiyordu.Bir ara ne diyeceğini bilemedi. Ancak kızın bu soruyu sormasına neden olan şeyi kavramakta gecikmedi. Köyünde tek bir kalem ve defter yaprağı bile bulamadığı günleri anımsadı. Kızın kalbinin okumak için atmaya başlamış olması gibi, Adige yazı dili de, o günlerde henüz bir başlangıç dönemini yaşıyordu. Bir gazete
(Adige Mak -HCY) ile birkaç kitap dışında Adigece yazılmış olan bir şey yoktu. Adigece’de yazılmış şeylerin azlığı nedeniyle, Bibolet’in kendi de sorumluymuş gibi bir eziklik duydu, özür dilercesine yeniden konuşmaya başladı:
– İyi ki anımsattın, dilimizde yazılmış kitap sayısı gerçekten çok az… Bu da öbür eksik şeylerimiz gibi kötü geçmişin bize bir mirası. Rus kadınları, yeter ki okumak istesinler, istedikleri kadar kitap bulabiliyorlar. Biz de onlar gibi sıkı bir çalışma içine girersek, Adigece kitap sayısı kuşkusuz artar. Sen bunları düşünmeden okuyabildiğim kadar okumaya bak, kimseden de çekime, sen yeter ki, oku. Okudukça kavrama yeteneğin artar, bilincin gelişir, daha iyi bir yaşamın ne demek olduğunu anlar, Adige kadınlarını da uyandırırsın. Okumanı engellemeye kalkışanlar çıkarsa bana hemen söyle, ben sana yardımcı olurum, diyerek, sözlerini şakayla karışık tamamladı.
– Tam da onun duymak isteyip de duyamadığı şeyleri ona söylemiş oldun! dedi kadın biraz kızgın kızgın. Senin gibi bize yakın birinin olmaması şansımız, yoksa bu kıza hiç söz dinletemezdik!

Görüşlerini paylaşmasa bile, Bibolet’in kızına insanca bir yaklaşımda bulunduğunu ve ona değer verdiğini fark etmişti, bu nedenle memnun da olmuştu.
– Bir yerde okudun mu ya da okuyor musun, diyerek Bibolet yeniden kıza sordu.
– Hayır, okumadım, okumuyorum da, biçiminde sıkılarak bir yanıt verdi kız.

Kız sakınmadan, yersiz utanma duygularına kapılmadan, dosdoğru konuşuyordu. Bu durum Bibolet’in aklını başından almıştı: ”Akıllı bir kız, insanca yanı, kadınca yanından daha gelişmiş biri bu” diyordu içinden.
– Nerede okusun ki, okul denen yere asla göndermem onu, orada öğreneceği şey orada kalsın, evinde kalsın,  daha iyi şeyler öğrenir, diyerek söze karıştı yaşlı kadın.
– Öyle ya da böyle okumuşsun anlaşılan… Ben sana yardım etmek için çalışıyorum, sense bana güvenmiyor ve benden bir şeyler gizliyorsun, dedi gücenmiş gibi yaparak Bibolet.
– Yok yok, annemiz öyle diyor sadece… Benim okuduğum kadarının sözü bile edilemez, diyerek durumu düzeltti kız.

Yanıt vermeye zaman kalmadan, aynı sırada bir insan karaltısı kağnı arabasının yan tarafında belirdi, yaşlı birinin öksürme sesi duyuldu, adamın karanlıktan çıkıp geldiğini gördüler.

Kadın karaltıyı gördü ve sürücü çocuğa seslendi:
– Yaşlı biri olmalı. Ayıp, dur, bekleyelim!

Atların arka ayakları arabaya çarpar biçimde araba zınklayarak duruverdi.
– Sorun bakalım, bize zarar vermemesini ve yolumuza devam etmemizi istediğimizi söyleyin, diye kaygılı ve biraz da korkmuş olarak kadın yavaşça mırıldandı.
– Kimsin sen, diye bağırdı Bibolet.

Karaltı karanlıktan çıkıp arabaya yanaştı, kendi de sordu:
– Siz de kimsiniz?
– Gel, otur, seni götürelim, dedi kadın.

Karaltı arkadan arabaya yanaşıp elini arabaya uzattı. Karanlıkta tanınması zordu. Tüylü bir kalpağı vardı, sakalı beyaz bir yarımay gibi sarkıyor, karanlıkta bile parıldıyordu. Göz çukurları ise iki çökmüş yuvar gibi görünüyordu.
– Kadın mıymış bu gördüklerim arabada, diyerek ellerini arabadan çekti.
– Sakıncası yok, gel otur, hepimiz sığarız, dedi kadın.
– Yoo, kadınların içine oturamam, yakışık almaz bu, diye sözüne son verdi kuşkulu, ardından daha kararlı konuştu. Olmaz, sağolun, köy uzakta değil, kendi kendime giderim ben, siz devam edin, diyerek geri çekildi.
– Zararı yok, hadi bin arabaya! Olur mu öyle şey, Melohoj (Мэлэхъожъ; Koyun çobanı), insan komşularını tanımaz mı hiç, diyerek, biraz da takılarak konuşmuştu kadın, çünkü iyi tanıdığı biriydi bu yaşlı adam.
– Vay vay, kimlermiş bunlar?! Vay vay, Hımsad (Хъымсад) bu! Öbürü de benim güzeller güzeli Nafset’im! Şaşırmış biçimde bağırmıştı ihtiyar.

Kızın adını o an öğrenmişti Bibolet.
– Kim oluyor bu, diyerek sordu Melohoj, Bibolet’e bakarak.
– O da yakaladığımız bir konuk.
– Konuksa çok güzel! Konuksa çok iyi.
– Gecenin bu saatinde nereden geliyorsun böyle Melohoj? Koyun ağılından olmalı?

Kadının şakayla karışık konuşmasından iyi tanıştıkları, yakın ve ahbap komşular oldukları anlaşılıyordu.
– Öyle, güzel Hımsad’ım, oradan geliyorum. Orası değil mi bu son demimizde bize rahatlık vermeyen! Malın varsa sorun, yoksa, o da sorun (Уи1эми уегъал1э, уимы1эми уфал1э)… Ne yaparsın, ölünceye değin didinip duracağız. Öldükten sonra koyunlar ne olacaksa olur artık…
– Yeter, Melohoj, didinip durduğun yeter artık, şimdi dinlenme zamanın! Çocukların çalışsınlar senin yerine. Günahlarını bağışlatmak için caminin yolunu tutma zamanın geldi.
– Yapamıyorum, Himsad’ım, ucu ucuna zar zor denkleştirip biriktirdiğim mala kıyamıyorum. Bir günde altından girip üstünden çıkarlar. Günahlara gelince… Günahlar, artık Allah ne dediyse o olur…
– Binsene arabaya, Melohoj!

Nafset, yerini vermek üzere kalktı. Bibolet’se arabadan atladı.
– Şimdi iyi bir yol arkadaşı bulmuş oldunuz, artık bana gereksinmeniz kalmadı, ben atımla gidebilirim.
– Hayır, hayır, dünyada olmaz, evladım! Biz buluştuk da konuğu arabadan atmışız gibi olur, asla bunu kabul edemem, diyerek karşı çıktı Melohoj.
– Olur mu, bize buyurmadan nereye gidersin? Seni ağırlayacak yerimiz yokmuş gibi, gecenin ilerlemiş bu saatinde, başka bir aileye gitmeni, bir haç’eş (хьк1эщ;konuk odası) aramanı uygun bulamam evladım, bunu kabul edemeyiz, diyerek kestirip attı kadın da. Adige güzelliğini, iyi insan özelliklerini, bunların hepsini yanında götürüp gitmek istiyorsun anlaşılan ama olmaz, dedi şakayla karışık yaşlı kadın, Bibolet’in davranışını kınayan bir tavırla.
– Meraklanmayın, yabancı bir yere değil, öz kız kardeşime gidiyorum.
– Öyleyse olur. Kız kardeşin var da onu görmeye gidiyorsan ne güzel bir şey bu! Ancak bu gece kız kardeşinin yanına gitmesen bile, ona yine gereken değeri verme fırsatın olur. Zavallı kız kardeşinin senin adına bağışlamayacağı ne olabilir ki? Biz gibi zavallı yaşlılar,  ehil-akrabasız kalmışız, tarlada somağı alınıp bırakılmış mısır sapı gibi kaldık, çocuklarımız da bize yabancılaşmışlar neredeyse, diye Melohoj dertlendi bir süre.
– Kız kardeşinin yanına gideceksen, seni fazla tutmayalım! Zavallı, seni uzun süredir görmemiş olmalı. Kız kardeşin kimlerde oturuyor, diye sordu kadın.
Behukolar (Бэхъукъо).
– Öyleyse, Tanrı ona sonsuz mutluluklar bağışlasın, iyi akrabalarınız varmış.

Adige geleneği gereği yapılan bu tür konuşmalar bitine değin ayakta bekledikten sonra Bibolet, atını çözdü. Ellerini tutmak için yanlarına yanaştı.
– Bizim için bunca zahmete katlandığın için teşekkür ederim, evladım, Tanrı seni muradına erdirsin! Kız kardeşini gördükten sonra, bize de uğramadan etme, tuzumuzdan-kaçağımızdan (щыгъу-п1астэ) yemeden gideyim deme, dedi kadın.
Vıstanekolar (Устанэкъо) diye çitlere konmuş kuşlara sorsan bile, evi gösterirler, dedi Melohoj, kadının bulunduğu ailenin soy adını (л1акъо) söyleyemeyeceğini bildiğinden.

Tokalaşmak üzere Nafset arabadan inmeye kalkışınca, Bibolet hemen atılarak onu durdurdu.
– Bana pek güvenememiş olsan da okumak istediğin sürece yine beni yanında bulabilirsin, diyerek elini uzattı Nafset’e.
– Gece yarısı bize buyurmadan gittiğin için sen de suçlusun, şimdi eşitiz!

Arkadaşlığını ise sevinerek kabul ediyorum, yardımın gerekirse seni haberdar ederim, diyerek bir karşı konuşma yapabileceğini de kanıtlamış oldu Nafset. Araba içinde ayağa kalkıp Bibolet’in elini tutarak onu uğurlamış oldu.

Bibolet atına atladı, gecenin karanlığı içinde hızla oradan uzaklaşıverdi.

Dipnotlar
1)
Hazır, Çerkes elbisesinin göğüs kısmında dikili olan fişeklikler. Adige-Rus Savaşı döneminde fişekliğin alt yarısı yiyecek, üst yarısı barut ile dolu olurdu. Kuşatılan savaşçı en son olarak bunları kullanırdı. Uzun süre dayanan yoğunlaştırılmış yiyeceğin formülünün artık bilinmediği, savaşçının bununla en az üç gün dayandığı anlatılmaktadır. -HCY.
2) Şeveloh (шъэолэхъу)- Adige cins at türü. -HCY
3) Verk (оркъ), bey ya da prens (pşı) vasalı soylu.Bunlar beylerin emrinde ve refakatinde olurlardı. -HCY.
4) Pşıtlı (пщыл1ы)- köle.Bunlar daha çok tarla (toprak) köleleri olup pek satılmazlardı.Vıneut (унэ1ут)-kapı kulu köle.Bunlar daha kolaylıkla satılabilirdi, en alt düzey köleler idiler. -HCY.
5) Tsıye (цые)-Çerkes pardesüsü, çerkeska da denir. -HCY.
Not: Bu ilk çeviri, 10 kesimden oluşan birinci bölümün ilk iki kesimidir. Özel ad ve deyimlerin altını biz çizdik, parantez içinde de özgün yazılışlarını vermeye çalıştık. -HCY

I. BİR KADININ YAŞAM ÖYKÜSÜ

Bak hele, gece yarısının kaçkın atlısı gibi nereden çıktın böyle! Geceleri dolaşıp duran atlılara mı katıldın yoksa, diye geniş ağzını, üst dudağı burnuna değecekmiş kaldırarak ve şakalar yaparak, fırtına gibi giriverdi içeri Yusıf.
– Biz de biraz süvaricilik oynayalım, ötekilerin dönemi tamam, kapansın artık dedik, diyerek şakayla karışık ayağa kalkarak karşılayıvermişti onu Bibolet.
– Vallahi bilemem, sen haydutlara katılırsan, ben de komünistlere katılırdım! O zaman ben de seni köpekler tarafından sürülen kurtlar gibi kovalar dururdum! Yahu diyorum, siz komünistler bu Adige haydutlarına bir yaşam hakkı olsun tanımayacak mısınız, büsbütün silip süpürüyorsunuz zavallıları?

Yusıf laflarını ağzından avuçla döker gibi şakayla karışık konuşuyordu. Bibolet’in Adige giysilerine bir baktı; sarımtırak Buhara kalpağını iterek başının tepesine oturttu,  tanıyamamış gibi uzaktan bir bakıp sordu.
– Vallahi yaman bir atlı gibi giyinmişsin gerçekten! Haydutlar boşuna yakınıp durmuyorlar anlaşılan! Herkesi korkutacak gibi bir görüntün var.
-Haydut olarak hiç karşıma çıkma sakın! Komünistler de Adige elbiseleri giyebiliyorlar, haydutların kökünü kurutabileceklerini, çok şeyi başarabileceklerini insanlara kanıtlamış oluyorlar, diyerek şaka ile karışık yanıtlar veriyordu Bibolet de.
– Ben de fark etmemişim şimdiye değin. Sahi, Let, sana ne kadar da yakışmış bu Adige giysileri. Senin mi, yeni mi diktirdin yoksa, diye sordu Ayşet, Bibolet’in elbisesinde elini gezdirerek.
– Adige giysileri giymemi babam ile komşu yaşlılar istediler, çok da zorladılar bunun için beni. Moskova’dan yeni dönmüştüm, komşumuz yaşlı Hacemet (Хьэджэмэт) bize uğradı. Elini tutmak için kendisini karşılamıştım. Ancak elini uzatmadı, kızmış gibi bana bir baktı.  Niye bana karşı kırgınsın böyle, dediğimde de, İyi bir çocuksun, gelmene de sevindim ama bu başındaki kasket de ne demek, hiç yakıştıramadım sana. Bir Adige kalpağı (па1о) bulamamışsan al benim kalpağımı, diyerek bastonunun ucuyla kepimi başımdan düşürdü. O andan beri okul kepim sandıkta kilitli. Buraya gelirken de bulup buluşturup bu emanet elbiseleri bana giydirdiler.
– Çok iyi yapmış sana Hacemet, bir daha kep giymiş dönmemelisin köye artık, diyerek azarladı kardeşini Ayşet.
– Otursana, niye ayaktasın böyle. Yusıf konuğun ayakta kaldığını fark etmişti. Komünist de olsan konuksun. Anlat bakalım haberleri. Gerçekten ciddi biçimde haydutların peşine düşmüşsünüz anlaşılan, iyi de oldu, herkesi rahatsız ediyorlardı! Dışarıda bir buzağı bile bırakamaya gelmiyordu, şeytan alıp götürüyordu. Çok iyi yaptınız. Şimdi biraz sinmişler gibi ama fırsat bulur bulmaz yeniden ortaya çıkarlar. Köyünüzde büyük bir çatışma olduğu söyleniyor? Nasıl olmuş bu şey, anlatırsan dinleriz.
– Şöyle oldu. Krasnodar’dan üç kişi köyümüze geldi, güvenilir birkaç genci de yanlarına alıp haydutların ormandaki yuvalarını buldular ve yok ettiler. Haydutların birini öldürdüler, birkaçını da yaraladılar ama başlarındaki Darhoko (Дархъокъо) ile birlikte öbürleri kaçtılar. Yakalananların verdiği bilgiler üzerine, haydutlara yardım ve yataklık yapan birkaç kişi daha yakalanıp köyden götürüldü.
– Doğrusu yaman kişilermişsiniz. Sen de var mıydın o yakalayanlar arasında?
– Vardım.
– Peki, Darhoko ne oldu? Vallahi tam da azılı biri o!
– Darhoko’nun günleri sayılı, adamın peşine Bolşeviklerin düştüğü görülmesin bir, fazla adım attırmazlar adama.
– Sende de Bolşevik cesareti oluşmuş anlaşılan! Zavallı Adige aptalları da Darhoko’yu bir şey sanıp peşinde dolanıyorlar, kurşun işlemezmiş diyorlar, çok şey anlatıyorlar onun için.
– Neredeydin böyle gece yarılarına değin, diyerek konuşmayı değiştirdi ve Yusıf’a bir soru yöneltti Bibolet. Sen de öyle bir Adige yiğitliği peşinde olmayasın sakın?
– Benim aptallıkları bıraktığım çok oldu. Senin adamlarınla işim yok benim, bana bir şey yapamazlar. Köyde daha büyük bir sorunumuz var: Köyümüzde ç’apşe (kırığı olan birini, eğlenti düzenleyerek ve lafa tutarak uyutmamak biçiminde bir Adige tedavi yöntemi. -HCY) yapıyoruz, bütün köy sırt sırta vermiş bu işle uğraşıyoruz.
– Ç’apşeden bu kadar erken ayrıldığına göre bir kusur işlemiş olmalısın, oraya bir gidersek seni yargılatırım!
– Adige ilişkileri konusunda bende kusur bulamazsın, sen asıl bizi eğitim ve bilim konularında aydınlatmıyorsun bir türlü. Ç’apşede karşıma çıksaydın seninle baş ederdim! Adige kemendi ile seni seni bağlar ve umarsız bir duruma düşürürdüm.
– Orada da sana kolay bir lokma olmazdım, dedi Bibolet.
– Dışeşıv, sen niye  erken ayrıldın oradan ç’apşeden, hiç böyle yapmazdın da? Let’in geldiğini mi öğrendin yoksa?
– Erken dönmeyi düşünmüyordum ama Yedıg Vıstaneko’nun (Устанэкъо Едыдж) oğlu bir delikanlı konuğumuz olduğunu söylediği için geldim. Yahu senin Vıstanekolarla ne gibi bir işin olur ki?

Yusıf merakla Bibolet’e bakmış, acaba ortalıkta anlayamadığı bir gizli şey mi varmış gibi bakmıştı.

Bibolet, yolda başından geçenleri anlattı.
– Vot Çert! (Bak hele!), diyerek Yusıf kendi baldırına bir vurdu. Çarçabuk cebine elleyip gümüş cıgara tabakasını çıkardı. Sözlerini birbirinin ardından sıralayarak, kız konusuna girmiş olmasına sevindi ve büyük bir dikkatle. Kağnıdaki kız büyüğü idiyse yöremizin en güzel kızıyla yan yana oturmuşsun demektir! Köy gençleri aç kurt gibi kapısını aşındırıp duruyorlar onun, sense kendiliğinden onunla birlikte olma şansını yakalamışsın. Çert znaet (vay canına), nasıl oluyor, anlayamıyorum bir türlü,  nerede bir güzel varsa, hep seni bulur!

Yusıf tütününü sarıp dudakları arasına yerleştirdi, ardından yakmak için lambanın üzerine uzattı.

Cigarasını yakmak üzere lambaya iyice sokulduğunda, Yusıf’ın yüzünü daha yakından görmüş ve şaşırıp kalmıştı Bibolet. Yusıf’ın yüzünden birbiriyle çelişen görüntüler yansıyordu. Saçları ve kaşları simsiyahtı, tıraşlı bıyık ve sakalı ateş saçıyormuş gibi kızıla çalıyordu, uzamıştı ve sıktı; çene ucu inatçı özelliğini yansıtıcı bir genişlikteydi; dudakları tatlı ve sabırcı olmayan kişilere özgü kalın ve geniş görünümlüydü; gözleri uzayıp giden mavi gökyüzünü yansıtıyorlarmış gibisine yumuşak, güzel ve mavi görünümlüydüler. Yüzüne bakıldığında, onun sabırsız ve kararsız biri olduğu anlaşılabiliyordu. Kişiliği ve fiziki yapı olarak, en çok da bu özellikleri yansıyordu. Akılsız biri değildi, köyündeki sorunları bilmiyor da değildi. Ancak bunlardan birini olsun iş edinecek kararlı ve tutarlı bir yol tutturacak bir yapıda da değildi. Dudaklarını şişiren, eğlence ve zevk içinde yaşamak dışında bir amacı olmayan, giyim kuşamına düşkün, vaktini böylesine şeylerle geçirip duran biriydi. Okumak istemiş, Bibolet’le birlikte stanitsada (belde) üç ay kalmıştı,  ama sonunda bıkıp köyüne dönmüştü. Karşılaştığı her güzel kızı kaşen (arkadaş, yavuklu) yapıp oyalanıyordu.

Cıgarasını tüttürdü, derinden bir iki nefes çekti, burnundan ve ağzından dumanları bir bir savurup yeniden konuşmaya başladı:
– Ne güzel, ince uzun boylu bir kız değil mi?
– Hayır, o olmamalı, benim gördüğüm çok genç bir kız. Adı da Nafset.

– Ya, öyleyse o kızın küçüğü, benim sözünü ettiğim kız değil. O da güzel sayılır… Öyleyse sen, asıl güzel olanı görmemişsin, benim ilk kaşenim o. Gidelim, sana göstereyim onu.

– Aman Allah’ım, ne de çok kaşenin varmış senin! İçlerinden birini alıp bize bir dinlenme fırsatı verseydin, dedi şakacıktan Yusıf’a Ayşet.

– Ben senin güzel dediğin kızı görmedim ama benim sözünü ettiğim küçük kız da görülmeye değer en akıllı kızlardan biriymiş gibi göründü bana, dedi ciddi ciddi  Bibolet.

– Küçüğü, büyüğü ile yarışamaz ama küçüğü beğendim diyorsan kabul! Onunla konuştururuz seni, pseluh  (псэлъыхъу) (1) yaparız onu sana. Benim kaşenim de bana kalmış olur böylece. Şunun şurasında konuksun yoksa o kızı da sana öyle kolayından kaptırmazdım.

– Let, sonunda bir Adige kızını beğendiysen ne mutlu bize. Biz burada bize kentten bir Rus kızı getirip gelmenden korkup oturuyorduk, dedi Ayşet, içinden kuşkularını atamamış bir biçimde.

– Hayır, sizin korktuğunuz gibisine şeylere kapılıp gidecek biri değilim ben. Benim sırf güzellik peşinde koşuşturan biri olmadığımı herhalde biliyor olmalısınız. Kızın kendisi de henüz çok küçük. Ben onunla kaşenlikten başka şeyler nedeniyle ilgileniyorum.  Evlendiğin kişi, peşinde koştuğun davayı anlayan ve sana destek çıkan biri olmalı. Böyle olmadığı takdirde, böyle biriyle karı-koca olmak dışında bir bağ kurulamaz, benim gibiler, öyleleri ile fazla bir beraberlik sürdüremezler. Ben kızın kız yanını değil, insanca yönlerini daha bir beğendim.

Yusıf boğulacakmış gibi tütün dumanını yutup ardından ağzından boşalttı, Bibolet’in sözlerini onaylamıyormuş gibi yapıp konuşmak istedi ama Ayşet sözü ondan kaptı:

– Hele bir bekle, Let konuşsun bakalım. Kızı görmedim ama duyuyorum, çok da beğeniyorum. Let onu nasıl buluyor, onu bir dinleyelim, dedi Ayşet.

– Nu (Peki), neymiş bakalım, söyle de o kızda bulduğun onca şeyi biz de anlayalım. Ben o küçük kızı fark edip alıcı gözle bir bakmış da değilim ama okuma-yazma gibi şeylere meraklanıyor olduğunu duyuyorum, herhalde seni de bu yönü etkilemiş olmalı. Okumak isteyen hevesli kızlarımız var ama Adige kadınları pek de okuyacak kimselere benzemiyorlar, sanmıyorum da, diyerek keyfi kaçmış bir biçimde susuvermişti Yusıf.

– Kadınların uyanmasını beğenmemeni, karşı olmanı ve bunun nedenlerini istersen sana bir anlatayım,  yanlış davrandığını sana göstermiş de olurum! Şimdi bu küçük kıza duyduğum ilgiyi açıklamama bir fırsat tanıyın yeter ki, diyerek Bibolet ciddi ciddi ayağa kalktı. İçindeki duyguları ifade edecek sözcükleri bulmakta güçlük çekerek bir süre düşündü, ardında hiç acele etmeden konuşmaya başladı.

İnsan ilişkileri ve gelenekleri, yaşam biçimlerine bağlıdır, o yaşam biçiminin ürünüdür. Yaşayış biçimleri, iyi ve kötü gibi anlayışları o yaşam biçimine dayalı olarak oluşur. İnsan toplumunun farklı sınıf (ve katmanlara) bölündüğü dönemden başlayarak, mülk sahibi olan, güç ve egemenlik sahibi de oldu. Böylece mülkü ve egemenliği ele geçirmiş olan bir üst sınıf oluşmuş oldu. Bu sınıf yasaları kendi çıkarı doğrultusunda çıkarmaya başladı. Zorla ve güç kullanarak çıkardığı bu yasaları topluma benimsetti, böylece insanların olayları kavrama biçimleri de, bir tarafın yararına olacak biçimde düzenlenmeye başlandı. Silah, kırbaç, korkutma, kandırma, din ve gelenekler, her şey, bütün bunların hepsi yoksul ve bağımlı çoğunluğun kendi çıkarına (sınıfına) yabancılaştırılması biçiminde uygulanmaya başlandı. Tarih boyunca insan toplumları, kendi yaşam biçimlerine uygun gelenekler, insanlık anlayış ve beğenilerini üst sınıfın çıkarları doğrultusunda düzenleyerek günümüze gelmişlerdir. Kralları (пщы) ve hanları sıradan insanlar olarak değil, güneşten ve aydan gelme varlıklar olarak topluma benimsetmeyi başardılar. Kadınlarını kendileri için itaat altında tutmak için, kadının namusunu kanla temizleyip koruyan Adigeler gibi bir toplumu bile, aldıkları gelinin ilk gecesinin pşıya (2) ait bir hak olduğuna inandırmışlardı ve bunu  “Adigeliğe” uygun bir hakmış gibi kabul ettirmeyi başarmışlardı. Şeveyışıj  (шъэоищыжь) (3) geleneğinde olduğu gibi, ilk gece pşı gelinin yanına giriyordu, pşı kendine bağlı alt sınıfa bu ilişkiyi normal bir şeymiş gibi benimsetmeyi başarmıştı. Çalışan (alt düzey)  insanın gözü (bilinci) düşman (üst) sınıfın indirdiği perdeyle (нэщыпхъо) kapatılmıştı.

Kadının konumu, o dönemlerde egemen olmuş olan sınıfların çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmişti. Sömürücü sınıfların gücü ve egemenliği, yağmaladıkları ve ele geçirdikleri zenginliğe (mülke)  dayanıyordu. Bu mülkü yasalarla korumak için, güçlü bir özel mülkiyet düzeni (devlet) oluşturuldu. Bu mülkün aile içinde kalması, bir biçimde bölünüp elden gitmemesi için, yasa ve gelenekler aileye girecek ya da aileden gidecek kadınların pay (miras) almaları ve birçok hakları yok edildi. Ancak kadınsız olmayacağı için, kadının da kendilerine ait bir mal olması, hizmetlerindeki diğer köleler gibi itaat altında tutulması için bağlayıcı yasalar oluşturuldu. Bu adaletsiz düzen, din ve geleneklerin de yardımıyla iyice sağlamlaştırıldı, pekiştirildi, iyi ya da kötü, buna göre bir “Adigelik”  ve ahlak anlayışı oluşturuldu. Halkın en temiz ve en insancıl kalmış olan yarısı kölelik (унэ1ут) zincirine vuruldu. Böylece erkek,  kadının egemeni (пщы) oldu. Kadının toprak üzerinde bir hakkı, evin mülkü ve miras üzerinde de bir hakkı yoktu, toplumsal kararlara da katılamıyordu, kendi seçeceği biriyle olsun evlenemiyordu, boşanma ya da erkeğe tanınmış olan talak (т1элэкъ); tek taraflı boşanma (4) hakkı dahil hiçbir hakkı yoktu. Kadının yaşamı ve her şeyi erkeğe bağlı kalmasını sağlayacak bir biçime dönüştürüldü. Kadının görevi, erkeğin beğenisini kazanma anlayışına göre ayarlandı. Başını dayayacak bir koca bulma umut ve arzusu dışında kadına bir şey bırakılmadı. Eski zaman erkeği kendisini dinleyecek, köle gibi hizmet edecek, karılık yapacak bir kadın istediğinden, kadın da erkeğin beğenisine göre kendisini hazırlıyordu.

Adige kadınının yaşam biçimi, davranışı, karakter ve özellikleri, işte o eski dünya geleneğine uygun olacak bir biçimde düzenlenmişti. İyi bir kocaya varmak dışında bir kadının bir umudu kalmamıştı, istekleri kendisini geçindirecek bir koca bulma amacıyla sınırlanmıştı. Kendisini erkeğinin arzulayacağı bir görüntüye uydurmak zorundaydı. Buna göre, sözgelişi kendi kadın başından utanıyormuş gibi, yabancı erkeklerin kendisini görmelerinden kaçınmaya, deli gibi erkeklerden kaçmaya, sinik, uysal ve yumuşak başlı olmaya başlamıştı. Kadını, erkeğin yanında bulundurmaktan utanacağı şeylerden biri imiş gibi görmeye başladıklarından, Adige erkekleri de kadın ile birlikte görünmekten utanmaya, kadına pek bir değer vermiyorlarmış gibi davranmaya başlamışlardı. Bu oluşum din, şeriat, Adigelik, Adige geleneği ve Adigelerde bulunan uygun ya da değil kurallarla sıkılaştırılarak pekiştirilmişti. Giderek kadın kendisi için biçilen kölelik elbisesine (ve zincirlerine) alıştırılmıştır. Adige kadınının konuşma, davranış ve düşünüş biçimi, bilinci ve insanlık anlayışı, bütün bunlara uygun düşecek bir hale getirilmiştir…

Bibolet, konuşmasına eski dönemden girerek bir başlangıç yaptı, kadın konusunu açtı ve böylece sıra Nafset hakkındaki sözlerine geldi:

– Benim bu küçük kızda ilginç gördüğüm şey, en başta yapmacık ve özenti bir yanını görmemiş olmamdır. Kendi geleceğini düşünen, iyi bir amaca yönelen, bu amacını gerçekleştirme özlemini taşıyan, önümüzde uzanan yeni yaşama uygun bir yaşam yolu için adım atmak isteyen ve bunları kavrayan birine benziyor. Ancak onda bir insancı yan var, utanmazın ve uçarının biri de değil o. Onda utanma duygusu da, güzel bir kadın olma özelliği de, ikisi de birlikte var. Ancak utanması yapmacık değil, utanması sırf bir kadın olmasından kaynaklanan bir utanma biçimi de değil. Güzel, temiz bir kız, insancıl özelliği ile içindeki amacı birleştirmiş durumda. Böyle kızlarla rasgele sözcüklerle Adige psetlıholuğu yapılamayacağı, öylesine kişilerle bayağı davranışlara dayanan bir kaşenlik kurulamayacağı bellidir. Bu özellik Sovyet egemenliğinin bir ürünü ve onunla belirmiş olan yeni Adige kadının bir yeni görünümüdür, ”Ben kendimi, kadınmışım diye sana ezdirmem, benim sorumluluklarım bir tek erkekle sınırlı değil” diyen bir karakter bu. Benim bu küçük kıza karşı sevgimin kaynağı, onda bu özellikleri gömüş olmamdır”, -diyerek Bibolet konuşmasını tamamladı.

– Aynen öyle! Tam da benim düşündüğüm gibi konuştun, Let, dedi ciddi ciddi Ayşet. Küçük kız okumak için can atıyor. Bir şeyler okumaya çalıştığı, boşta gezen gençlere yüz vermediği için bayağı eleştiriliyor. Kadınlar arasında o kızdan sık sık söz edilmekte olduğunu duyuyorum. Başına bir iş açmasından kaygılandığımdan, sık sık durumunu soruyor, öğrenmeye çalışıyorum. İlk gelişinde sana ondan söz etmeyi düşünmüştüm ama unutmuşum, döndüğünde anımsamıştım ancak. Zavallıcık insan olmak istiyor ama hiçbir yardımcısı yok. Ailesi okumasına kesin karşı.

– Bütün köy, Yusıf da aralarında olmak üzere, zavallı kızın bu güzel isteklerini bastırmaya çalışıyorlar, diyerek Bibolet lafı Yusıf’a dokundurdu.

– Sen çelme atmaya çalışıyorsun, ya toje eto ponimayu! (Ben zaten bunu biliyorum!). Ancak okumakla Adige kadını bir yere varamaz diye beni düşündüren şeyler de var, diyerek Yusıf şaka eder biçimde konuşmaya başladı. Bana bir akşam görülüp iletilmiş olan haberi sen de duymuş olsaydın moral diye bir şeyin kalmazdı. Köyümüzde pek de tanınmayan küçük bir temiz kız vardı. Rusça-Adigece okumaya çalışıyordu.  Geçtiğimiz yıl, komşu köyden bir gence zorla verildi. Kızın güvendiği ve yardım beklediği kişilerden biri de bendim. Kızı alan genç de ara sıra bize uğrayan bir tanıdığım idi. Kız köyümüzden bir gençle bağlantılıydı, birbirlerini seviyorlardı. Ancak ailesi köydeki çocuğu beğenmediğinden kızı zorla öbür çocuğa verdi. Ancak çocuk bulaşıcı bir hastalık taşıyordu. Doğrusu ben de bilmiyordum öylesine kötü bir hastalığının olduğunu. Arkadaş olarak bana geliyor, kıza ilişkin olarak içini bana açıyor, bana güveniyordu. Bu nedenle engel olmak istememiştim. Bir gün çocuğa hastalığı ile ilgili bir soru sormuştum, iyileştiği gibisine sözlerle konuyu değiştirmiş, doğru dürüst benimle konuşmaktan kaçınmıştı. İyileşmediğini anlamıştım. Sonuç olarak zavallı kızı o hastalıklı gence verildi. Sonunda bir akşam kızın öldüğünü haber aldım… Ölümünden önce haber gönderip beni çağırmıştı, son kez görmüştüm. Zavallı kız, o güne değin köydeki sevdiği genci aklından çıkaramamıştı. Yalnız kaldığımızda: ”Şumafe’yi (uğurlu süvari) severek hadırıhe’ye (хьадырыхэ) (5) gittiğimi ona iletiver… Aileme de… Kendi elleriyle beni ölümün kucağına attıklarını söyleyiver. Pşıkan (Пщыкъан)  artık rahat etsin! Pşıkan kızın ağabeyiydi, köydeki gence verilmesini asıl engelleyen oydu. Bütün bunları gördükçe, okumanın da kadınlar için çözüm getirebileceğinden kaygılanıyorum. O kız da okumak, bir şey olmak istiyordu ama insana hiç fırsat tanırlar mı?

Kalekuteko’nun (Къэлэкъутэкъо;Kale yıkan) kızı olmalı. Küçük bir kız, temiz bir kadındı zavallıcık, diyerek Ayşet de bir iç çekti üzgün üzgün.

– Minyon yüzü şişmiş, gözlerinde fer kalmamış halde, “Şumafe’ye ilet…” dediğindeki yüz ifadesi hala gözümün önünden silinmiyor. Gözleri bana bile bakmıyorlardı, dünyaya küsmüştü, yaşam, üzüntü ve sevgi duygusuyla dolu, bu dünyadan göçüp gitmişti, diyerek eklemede bulunmuştu Yusıf içerlenerek.

Konuşma kesintiye uğradı. Yaşama doyamayıp vakitsiz ayrılan kızın hayaleti oda içine gelip karşılarına dikilmiş gibi bir süre susup oturdular.

– Ne diye şimdi böyle  üzülüyorsun ki, dedi Bibolet, Yusuf’a haksızlığa karşı çıkmadığı için .

– Buna üzülmeyip de neye üzüleceğim ki, demişti Yusıf. Bibolet’in sorusundaki inceliği anlayamadığından, şaşırmış halde başını kaldırıp Bibolet’e bir baktı.

– Erkekler olarak  birleşip kızcağızın başını yaktınız, şimdi üzülmüşsün ne yazar?

Yusıf, sonunda Bibolet’in ne demek istediğini, kendisini kınamakta olduğunu anlamış, susmuştu. Bir süre yan tarafa bakıp durdu, çok alçak sesle, kendini adamakıllı haksız görerek, üzgün bir biçimde sözünü devam ettirdi:

– Peki, ne yapsaydım, po-tvoemu (tuhafsın), ne yapmamı bekliyordu? Bana güvenip sırrını bana açmış olan bir gence ihanet edip işi bozmaya kalkışsaydım yakışır mıydı, Adigelik ve insanlık ölmüş mü ki, öyle mi yapmalıydım?

– Ben de o söylediğin gibi davranmış olmanı Adigeliğe uygun bir şey olarak görmüyorum ama sen, sana öğretilmiş olan Adigelik gereği nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davrandın, ”adammış gibi” sana güvenip sırrını açan adama karşı görevini yerine getirdin, kadın konusunda ise “erkeğin yüzüne” kara çaldın! Adigeliğe uygun hareket ettiğini, Adige “insanlığını” yerine getirdiğini düşündün. Ancak gerçek insanlığı öne çıkarıp daha farklı hareket etmen gerekirdi: Küçücük ve masum bir kızı Adigelik tutkun için kurban verdin, bunu önlemeliydin.
Başına bela örülen o masum kıza arka çıkman, onu bu beladan kurtarman gerekirdi. Bu kötü hastalığı taşıdığı halde evlenmeye kalkışan o edepsize de haddini bildirmeliydin.

Kendinden geçerek Bibolet sesini yükseltmişti.
-Yargı önüne çıkarmalıydın onu! Gerçek bir insanlık bilincin olsaydın, işi o noktaya vardırmazdın, ses tonunu düşürerek konuşmasına devam etti Bibolet, kızı zorla ona vermelerini engelleyebilirdin. O masum kıza yardım eder, Sovyet yönetiminin ona sağladığı hakları anlatır, zorbalığa karşı çıkma hakkı bulunduğunu ona kavratırdın, onu uyandırır, son çare olarak da anasını, babasını ve o çok akıllı ağabeyini yargıya teslim edebilirdin. Ancak öyle yapacak olsaydın, sana kuşkusuz Bolşevik damgasını yapıştırırlardı. Omuzların herhalde bu yükü taşıyacak güçte değildi.

– Nu (peki), Adigelik ve insanlık anlayışımız tükenmişse, artık bilemem, dedi Yusuf başka diyecek bulamayınca.

– Anlayamadın mı hala, Adige geleneği denen şeyin kadına ilişkin konularda nasıl uygulanmakta olduğunu! Görüyorsun işte, kadının,  Adigelik denerek, erkeğe itaat eden, onun sözü dışına çıkamayan, kul köle olması istenen, hiçbir hakkı bulunmayan biri haline getirildiğini. Ağabeyinin elinden tutup kız kardeşini kendisine en fazla başlık verene sunma hakkı Adigeliğe ters değil. Dünyası sevdiği ile sınırlı olan genç bir kızın dünyasını yıkmak, onu sevdiğinden koparıp sevmediği birine vermek Adigeliğe uygun. Erkek olma dışında özelliği olmayan, pislik içinde yüzen bir delikanlıya kızı vermemek de Adigeliğe aykırı. Kızın güvendiği bir erkek arkadaşı olarak sana bağladığı umudunu, onun temiz duygularını, güzelliğini,  tek aşkını ve küçücük yaşını, her şeyi, Adige “delikanlılığı” adına kurban edip bunların hepsini o pis kişiye yedirdin. Örnek bir Adige delikanlısıymışsın gerçekten!

– Vallahi siz komünistler yaman adamlarmışsınız doğrusu, ancak dediğiniz gibi eskimiş geleneği ve yaşam biçimini değiştirebilirseniz tabii! Ancak hiç sanmıyorum, üzülmüş gibi lafı geveledi Yusıf.

– Senin gibi üzülmekle kalsaydı herkes, dünya arabasının peşine takılıp kalmış olsalardı, bugün gelmiş olduğumuz yere asla gelemezdik.

Yusıf’ın anlattığı sözlerin bulandırdığı ortam o akşam durulmadı bir türlü. Dostça, arkadaşça bir söyleşi olanağı kalmamıştı artık. Vakitsiz yaşama göz yuman o genç kadının üzüntüsü herkesi derinden etkilemişti. Yusıf bir iki kez atılıp konuşmak istedi ama başaramadı, sonunda sustu. Bir şey söyleyemeden konuşmalara ara sıra bir iki söz söyleyip katılmakla yetindi.

Ayşet, Bibolet ile Yusıf’ın birbirlerini kırmalarından korkmuş, kaygı içinde oturuyordu.  Bir iki kez her ikisinden de yana tavır alıp konuyu değiştirmek istedi.

Ayşet’in üzüldüğü başka bir konu vardı daha. Hepsinden çok tek dayanağı ve güvencesi olan biricik kardeşini yitirme kaygısını taşıyordu. Şimdi bu kaygı, büyüyerek içine yerleşmiş umarsız bir düşünceye dönüşmüş,  evin içinde, başucunda pırpırlayıp kanat çırpan bir kırlangıç gibi uçuşuyordu: ”Bibolet-komünist…” bu iki sözcük içine işlemiş, oturmuştu, bir türlü de çıkmak bilmiyorlardı. Bu akşamki ateşli konuşmalardan, Bibolet’in henüz aralarına katılmamış da olsa, kalbinin komünistler için çarpmakta olduğunu Ayşet, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlamıştı. Onu azarlamak, canını ve her şeyini ortaya koyarak, onlara katılmasını önlemek için yalvarmayı bile düşünüyordu: ”Katılma onlara, biricik güneşim, katılma komünistlere, acı bize!”  Ancak bunu söylemeye dili varmıyordu. Olmayacak bir sözcük, inada vardıracak bir sözle Bibolet’i kendinden uzaklaştırmaktan da korkuyordu. Komünistlerin gerçekleştirmek istedikleri şeyleri, Adige geleneğinin kadınları ezmek biçiminde uygulandığını anlıyor, Bibolet’e hak vermiyor da değildi. ”Söylediklerinin hepsi de doğru, söylediklerin biz Adige kadınlarının çektiği yanında az bile, üçte bir bile değil. Ben sana daha fazlasını da anlatabilirim…” diyordu içinden ama bunun bir işe yaramayacağını anlıyor ve susuyordu. Bir yandan da kardeşinin ele aldığı derin konular, güzel ve akıcı bir Adigece ile bütün bunları anlatması, düşüncelerinin çok derinlere inebilmesi, Ayşet’in içini ısıtıyor, kaşlarını gururla kaldırmasını sağlıyordu. Ancak yine de kişisel kaygıları ağır basıyordu: ”Gerçek orada kalsın, zavallılık biz kadınların kaderi, yaşamımız bu bizim, çekeceğiz bu çileyi, hep çektik zaten. Let de, komünistler de bunu değiştiremezler, dünyaya başka düzen getirmeye kimsenin gücü yetmez. Yeter ki, Let, komünistler arasında yitip gitmesin, insanların nefretini de üzerinde toplamasın, bu kadarı bize yeter. Kendi başını kurtarsın, iş güç sahibi olsun” gibisine bir görüşte karar kılıyor. Bunu Bibolet’e de kabul ettirmeyi, ona yalvarmayı düşünüyor ama içindeki düşünce çatışmalarını geçemiyor ve başladığı yere geri dönüyordu: Kişisel kaygıları ile Bibolet’i kendinden soğutmadan onu gittiği yoldan döndürmeyi hedefliyordu.

Bibolet,  sözlerinin çok sert kaçtığını ve Yusıf’ı hedef alarak üzdüğünü anlamıştı. Ancak pişman da değildi. Yusıf’ın tutum ve davranışını beğenmemişti. Yusıf aptalın biri değildi. Onu iyi bir yola çekebileceğini, onun önemli görevler yüklenecek biri olduğunu sanıyordu. Onu kendi saflarına katabilirse, yararlı olabileceğine inanıyordu. Ancak baş başa kalana değin o konuya değinmekten kaçınmıştı.

Birbirlerine mesafeli bir biçimde birlikte haç’eşe gittiler. Soyunma sırasında ilk konuşmayı Bibolet başlattı.

– Nafset’in ailesinin adı için “Vıstanekolar” mı demiştin?

Yusıf suratı asık çizmelerini çıkarıyordu.

– Evet, Vıstanekolar, dedi isteksiz ve soğuk su altında imiş gibi, çok yavaş bir sesle.

– Nasıl bir aile onlar?

– Küçük bir emekçi fekotl (фэкъол1) (6) ailesi, çalışıp geçiniyorlar.

– O zaman o senin kaşenin için karşı karşıya gelebiliriz! Kaşenini senden kapmayı düşünmüyor da değilim, dedi Bibolet, ortamı şakaya vurup biraz olsun yumuşatmak için.

– Seni rakip görmüyorum. Senin hiç istemeyeceğin kızlardan biri o. Eski Adige kızı olarak senin kınamakta olduğun bütün özellikler onda bir araya gelmiş durumda.

– Nafset de öyle mi?

– Hayır, o şimdilik, verk ve pşıtl (köle) gibi şeyler peşinde değil.

– Onun pselıhoları yok mu, diye sordu Bibolet, kendisini hesaba katmadan, biraz da kaygılı bir biçimde.

– Delikanlılık taslayan bir iki kişinin kızın peşinde dolandığını biliyorum. Öyle ama onlarla konuşmayı kabul etmedi bile. Ancak kız bir bellendi mi kurtulması olanaksız, fazla bekletmezler. Bilirsin biz Adigeler: Bir kız kendini belli eder etmez onu yalnız bırakmazlar, hemen peşine düşerler, şöyle ya da böyle, evlenmediği sürece de peşinden ayrılmazlar. Senin Nafset’in de öylelerinin elinden kurtulup hiçbir yere kaçamaz,  okuma derdi de oracıkta biter, diyerek şakadan değil, ciddi olarak konuştu Yusıf.

Bibolet de böyle bir yanıt beklediğinden, hemen lafı değiştirip Yusıf’a sokulup sordu.

– Gerçek niyetin nedir: Böyle kalmak, nereden bir mızıka sesi gelse oraya koşup oturacak mısın köyde böyle?

– Ne yapmamı bekliyorsun? Sovyet Parti Okulu’na yazılayım desem, senin deyiminle kulak (7) ailesi çocuğu derler ve beni okula almazlar. Kendi kendime okuyacak da değilim ya.

– Köyde bir iş tutsan!

– Köyde ne gibi bir iş bulabilirim ki?

– Nu (ne), sen şimdi köyde yararlı olabileceğin bir iş bulamıyorsan, ne diyeceğimi bilemem, diyerek sözünü geri aldı Bibolet. Yusıf’a olan güveni yavaş yavaş erimeye başlamıştı.

Yattıktan sonra da, iki yaşıt genç,  karanlıkta tütünlerinin ateşi görünür biçimde uzun süre yatakta konuşmalarını sürdürdüler.

Dip Notlar
1.
Pseluh-Genç kız ve genç erkekler, kendi aralarında arkadaş olmak ve giderek de evlenmek için konuşurlar. Buna pseluh denir. Pseluhlar birbirlerine değer verir, bir arada iken başkaları ile pseluh anlamında konuşmazlar. Bunu dışında pseluh’un bir bağlayıcılığı yoktur.
2.
Pşı- Derebeyi, prens, kral, hükümdar karşılığı soyluluk unvanı.
3.
Şeveyışıj-Kız kaçıran bir delikanlı başka bir ailenin, bir tanıdığının evinde düğün bitimine değin konuk ve evinden uzakta olarak kalır. Düğünden sonra bir eğlence düzenlenir ve delikanlı arkadaşları tarafından evine uğurlanır. Buna “şeveyışıj “-damadı konuk olarak bulunduğu evden kendi evine, karısının yanına götürme, denir.
4.
Talak-Kur’an’da, Talak Suresinde kadına tek taraflı boşanma yolu da açılmış olmasına karşın, sonradan düzenlenen şeriat, yani İslam hukuna göre, kadına tanınan hakların birçoğu geçersiz sayılmış, talak, yani tek yanlı boşanma hakkı, istisnalar dışında,  erkeğe bırakılmıştır.
5.
Hadrıhe-Adige mitolojisinde “Ölüler Ülkesi”, Hıristiyan ve İslam dönemlerinde de “Ahret”-“Öbür Dünya” karşılığı anlam kazanmıştır.
6.
Fekotl-Köle olmayan köylü sınıfı. Derebeyi (pşı) olmayan Adige toplumlarında, fekotl sınıfı özgür ve egemendir, kimseye vergi vermez; derebeyi olan Adige toplumlarındaki fekotl sınıfı derebeyine bağlıdır, ona vergi verir, onun konuklarını zorunlu olarak ağırlar ve onun komutası altında savaşa katılır, ancak derebeyini terk edebilir ve istediği yere göç edip yerleşebilir.
7.
Kulak-Sovyetler döneminde zengin köylü sınıfı. Stalin bu sınıfı ortadan kaldırmıştır.

 

I.  MIHAMET

– Allah aşkına, bizim gibiler için yaşıyor denebilir mi? Hayvan gibi çalışıp hayvan gibi yaşıyoruz. Düşünüyorum da, bu koca dünyada olup bitenden bir şey anlamadan, gözleri bağlı yaşamaktan daha zavallıca bir şey olabilir mi? Biz bir avuç Adige, kendimizi, sanki bütün bir dünyaya yetiyormuşuz sanıp köylerimize takılmış kalmışız. Ancak bu son birkaç yıl içinde gördüğüm şey durmadan beni düşündürüyor. Dünya çok büyükmüş! Bu dünyada bilmediğimiz ilginç çok şey varmış! Derin bilgiler, ilginç buluşlar, değişik yaşam biçimleri,daha neler neler…Bir filozofmuş gibi Behukoların haç’eşinde masa başına kurulmuş konuşmakta olan bu koca bıyıklı kişi Mıhamet (Muhammed) idi. İri yapılı, otuz yaşlarında, Behukoların komşuları ve oldukça da yakışıklı olan biriydi Mıhamet. Çok çocuklu ve kadınlı ailesini, bir başına, bir meşe sırığı gibi ayakta tutmaya ve yaşatmaya çalışıyordu. Mıhamet’i kanatlarını açmış bir kara kartal gibi tarlalarda çalışırken görmeye bütün köy alışıktı. Ailesinin tüm yükü, bütünüyle onun omuzlarındaydı. Bütün bir yaz boyunca, köye giden bütün dönemeçleri dönen herkes, kavurucu güneş altında kırlarda çalışmakta olan Mıhamet’in bir korkuluğu (хьэнцэгущэ) andıran görüntüsünü, gömleğinin etekleri rüzgarda uçuşur halde görürlerdi. Bir başına bütün işlerin altından aynı anda kalkamadığından, bir işten ötekine koşuşturup dururdu. Ot biçimi, ilkbahar ekimi ve ürün hasadı gibi işlerin yapıldığı dönemlerde, genç ve güçlü bedeniyle, ayakları toz toprak içinde, moralini ve neşesini yitirmeden boyuna, durmadan çalışırdı.

Kalabalık ailesinin yüküne ve zorlu çalışma koşullarına katlanmak dışında, köyde gençlerce düzenlenen toplantılara katılmaktan da geri kalmazdı. Köydeki haç’eşlerde ve gençlerin şarkı (орэд) şölenlerinde başlatıcılık ve yöneticilik işleri hep Mıhamet’e verilirdi, herkes buna alışmıştı. İlkbahar akşamları yün ya da ot yüklü at arabasıyla, kırları dolduracak biçimde Adigece ağıtlarıyla (гъыбзэ) eve dönüşünü görmeye ve onun şarkılarını uzaklardan duymaya köylüleri alışkındılar, şarkıları söyleyenin de Mıhamet olduğunu bilirlerdi.
– Vallahi de bravo, aşkolsun! Bu Mıhamet yaman bir çocuk, hiçbir güçlük onun belini bükemiyor, derlerdi.

Yerinde, tutarlı ve sempatik hareketleriyle Mıhamet, her katıldığı topluluğa neşe ve canlılık katardı, onu sevmeyen ve ona değer vermeyen bir kişi bile yok gibiydi köyde.

Behukolara her gelişinde Bibolet’in yanına uğrar ve onu hiç yalnız bırakmazdı, ona içten bir güvenle bağlanmıştı. Kimseye açamadığı düşünce ve özlemlerini ona açar ve ona güvenirdi. Bibolet de, okumuş biri olmadığı halde, ondaki kıvrak zekayı ve kavrama yeteneğini gördüğünden, Mıhamet’e ayrı bir değer verir ve ona farklı yaklaşırdı.

Şimdi de geldiğini duyar duymaz hemen Bibolet’in yanına gelmişti. Kalınca boynunu sergiliyormuş gibi, göğsünü masaya dayamış, derin bir düşünce içine dalmış oturuyordu. Açık kapıdan odanın içine üşüşen ve güneşin cılız ışıkları altında uyuşuk uyuşuk oturan güz dönemi sineklerine bakarak konuşmasını sürdürüyordu Mıhamet.
– Hey gidi, hey… Beni okutmayan babama ve anneme ne kötülük etmişim ki ben! Tanrı günah yazmasın, peşlerinden hadrıhe’ye (ahrete) bir ilenç (beddua) yollamak istemiyorum, ama biraz okuyabilir, okuduğumu da anlayabilir biri olsaydım, dünya malına değişmezdim. Allaha karşı çıkmış olmayayım, mal da mülk de sorun mu, aklın başında, iki bileğin de iş görüyorsa, mal ve mülke ulaşmak o denli zor olan bir şey mi? Bizim gibi, boyunduruğa koşulu öküz gibi yaşamak, işte ben buna zavallılık derim. Olmadı vesselam. Babam erken yaşta öldü, ben de evde bıraktığı bir sürü çocuğun en büyüğü olarak, onları korumasız bırakamazdım, bu yüzden okuyamadım. İşe yaramayan biri olarak kaldık işte. Sovyet yönetimini kötüleyip duran bir sürü insan var köyde, bunlar yalan söylüyorlar! Elimde bir yetki bulunsaydı, onlara hiçbir fırsat tanımaz, herkes için okuma zorunluluğu getirirdim! Böyle yapılmazsa, kendi kişisel çıkarı dışında bir amacı olmayan ve köyde yan gelip yatan bu cahil kişilere biner Ruble para dağıtsan bile, işe yaramaz, saçıp savurur, yiyip bitirirler. Üstelik ceplerine biraz para girdiği için daha da yüreklenir, büsbütün azıtırlar, yani bu para onlara hiçbir iyi şey sağlamaz. Hükümet ne yapacağını, kuşkusuz bizden iyi bilir. İnsan okumakla, eğitimle bir yerlere ulaşabilir. Bu arada Sovyet iktidarının kadınları gavurlaştırdığını, dini yok ettiğini ve buna çok üzülmekte olduklarını söyleyen bazı kişiler var köyde. Ben o tür kişilerin ne denli Müslüman olduklarını da çok iyi bilirim! Ellerine fırsat geçmesin bir, adamı çiy çiy yerler. Kadın için okumasın demiyorum, okusun ama insanlığını da yitirmesin…

Mıhamet’in kadınların okumasını olumlu karşılaması Bibolet’i şaşkına çevirmişti. Önceleri anlaşamadıkları ve sık sık tartıştıkları en önemli konu kadınların okuması konusu idi. “Bibolet, şayet kendini bilen biri isen, azıcık da olsa bir Adige olduğunu unutmaz, ona göre hareket edersin, Adige kadınlarını da okutacağım diyerek onları arsızlaştırmanı ve sokağa salmanı hiç istemem” der ve Bibolet’le tartışırdı. En son görüştüklerinden bu yana, henüz bir yıl bile geçmemişti, Mıhamet’teki bu değişim Bibolet’i çok şaşırtmıştı.

Mıhamet konuşmasına ara verdi. Sandalyesini gıcırdatarak yeniden yerine daha sağlam biçimde bir kuruldu ve sırtını sandalyesinin arkasına dayadı. Elini bacağına doğru uzatıp yan cebinden odundan yapılma kocaman tütün tabakasını çıkardı. Hiç acele etmeden, yavaş yavaş ve düşüne düşüne tütününü kağıda sardı. Kağıdın bir kenarını dudağıyla kopardı, ardından kenarından ıslatıp cıgarasını yapıştırdı. Kalın beyaz cıgarasını güneşten kavruk dudaklarının arasına sıkıştırdı, yine hiç acele etmeden cebinden kibritini çıkardı. Yaktığı kibrit yüzünü aydınlatmıştı. Gözlerinden üzüntü ve umutsuzluk taşıyordu, çok uzaklara bakar gibiydi, özleyip de ulaşamadığı şeyleri yakalamak, haç’eş duvarını delip uzaklara ulaşmak istiyor gibi görünüyordu.

Saldığı yoğun tütün dumanı içinde boğulmuş, yoğun bir düşünce atmosferine de dalmış gibi yerine sığamıyor, için için bir rahatsızlık görünümü yansıtıyordu, ardından oturuş biçimini yeniden değiştirdi ve omuzunu pencere pervazına dayadı, uzaktan gelen bir sesmiş gibi, çok yavaş bir sesle Hathı Mıhamet Ğuaze’nin (Хьатх Мыхьамэт гъуазэ) (1) ağıtını okumaya başladı. Ağıt, bunaltıcı sıcağa serinlik sağlayan bir buz gibi Bibolet’i önce bir ürpertti ama hemen ardından şarkıya kulak kesildi. Ancak çok sürmedi; Mıhamet, başladığı gibi tek bir kıta okuyup ağıtına son vermişti. Ağıt, çıkıp geldiği eski uzak diyarlara bir geri dönüş yapıyormuş, bir yakınma sesi imiş gibi bir gelip hemen gerisin geri gidivermişti.

Bibolet, Mıhamet’e bir baktı ve onun umarsız görünümü karşısında, için için bir acı duydu. Ne kadar da çok insan vardı bu koca dünyada, Mıhamet gibi iyi bir insan olmak, insanlığa hizmet etmek isteyen ama insanca isteklerini gerçekleştiremeyen kişi! Nice kişi, içinde yaşadığı toplumun nefretine uğramaktansa ölmeyi yeğlemiş, insani değerler için zorlulara katlanmayı göze alan bir olgunluğa ulaşmıştı. Şarkılara kötü bir ad bırakarak yaşamaktansa, canını vermeyi göze alan, insanlığın ve haklı olanın yanında duran, insanın özgürlüğü ve onuru için savaşım veren nice insan vardır, bu uğurda nice Adige gencinin de umudu ve yaşamı da erimiş, yok olup gitmişti geride bıraktığımız o eski kötü yaşam dönemlerinde! Düzene baş kaldıranlar, ittifak içindeki pşı-verk gücü (2) ile Çarlık rejiminin ezici güçlerini karşılarında buluyorlardı. Adım atmak istediklerinde de, aşılması olanaksız kalın bir buzul tabakası gibi, o güçleri karşılarında buluyor, biraz nefes almak istediklerinde de egemen gücün demir zincirlerine vuruluyorlar, gidecek ve sığınacak bir kapı bile bulamıyorlardı. Bu yüzden sayısız genç insan, vaktinden önce göçüp gitmiştir bu dünyadan, sayısını Tanrı bilir!
– Evet, öyle Bibolet, aç kurt gibi uluyarak kısacık ömrümüzü tamamlıyoruz, dedi Mıhamet, daha rahat bir biçimde oturarak ve daha güven dolu bir sesle.
– Mıhamet, umutsuzluk dönemleri kapandı artık! diye yanıtladı Bibolet, daldığı derin düşüncelerden sıyrılarak.
– Umutsuz değilim ama fazla umutlanacak bir şey de göremiyorum…
– Mıhamet, umutsuzluk duvarını aşmış olman gerek, okuyayım dersen, okumak isteyenlere kapılar ardına değin açık. Şöyle bir silkin ve kendine gel! Mıhamet, senin için okul bulmak ve seni okula yerleştirmek işi bana ait olsun tek, gel benimle birlikte, okuman gerekiyor senin, diyerek ciddi ciddi konuştu Bibolet.
– Hayır, o iş bizden geçti, artık otuz yaşıma bastım… Ayrıca bakmakla yükümlü olduğum bir sürü çoluk çocuk var. O umarsızları bir başlarına bırakıp gidemem, sırf kendimi kurtarmaya kalkışırsam insanlar neler demezler arkamdan… İçinde yaşadığın toplumun sana yüklediği sorunların üstesinden bir başına kalkamazsın, bunu anlamış olmalısın, Bibolet.

Akşam güneşinin cılız, çeyrekleşmiş çarpık ışığında, kapıda bir insan gölgesi belirdi, kapıda birikmiş olan sinekler de uçuşup kaçıştılar ve pencere kenarlarına kondular. Behuko Hacı’nın başındaki sarık, olgunlaşmış bir ayçiçeği başı gibi kapıda belirdi. Mıhamet ile Bibolet hemen ayağa kalktılar.
– Aaaa Mıhamet! Sonunda haç’eşimizin yolunu bulabilmişsen ne güzel. Büsbütün yitip gitmişsin sanmıştım, dünya malı peşine sen de mi düştün yoksa, dedi Hacı şakayla karışık Mıhamet’I iğneleyerek.
– Çırpınıp duruyoruz işte, diyerek kestirip attı Mıhamet de.

Mıhamet’le Hacı birbirlerinden hoşlanmazlardı. Mıhamet’in babası öldüğünde, Hacı, komşuluk ve babalık yapmak istemiş, gereksindiği her şeyi kendisine söylemesini Mıhamet’ten istemiş, kendilerine “göz kulak olacağını” söylemiş ve onu korumasına almıştı. Ancak Hacı’nın bu tatlı dilli yaklaşımı, ara sıra koşum atlarını ve ambarından bir şeyleri vermesi, sonunda Mıhametleri köleleştirici bir gelişmeye dönüşmeye başlayınca, Mıhamet, Behukoların bahçesine adımını bile atmaz olmuştu. Gerekmedikçe de oraya ayak basmıyordu.

– Oturun, diyerek Hacı masaya geçti. Yüzündeki sert ve kabarık kılları kart cart sesleri çıkarttırarak iki eliyle iyice bir kaşıdı ve inildedi, dünyaya boş vermiş bir halde, derin bir “Lailahe İllallah” çekti. ”Yalancı, emanet bir dünya bu’’ diye de eklemede bulundu, ardından yeniden dünya işlerine keskin bir dönüş yaptı, odaya ilk girişindeki gibi şakamsı takılmalarını sürdürdü.
– Mıhamet, sen dini bütün bir Müslümansın (быслымэн), Bibolet’in yanına sık sık bu gelmelerin niye? Komünistler İblis’e benzerler, bir bakmışsın, farkına bile vardırmadan adamı gavur dinine sokmuşlar.Bibolet belki itiraz edecek ama, komünistte bir şeytan boynuzu varsa,yakındır,boynuz sayısının Bibolet’de ikiye çıktığını görürsün…
– Bir değil, on boynuzum çıksın, yeter ki Bibolet’deki bilgi bende de olsun, razıyım, diyerek Mıhamet de Hacı’nın iğneleyici sözlerine iğneleyici bir karşılık verdi.

Bibolet söze karışmadan, önemsemiyormuş gibi gülümseyip oturuyordu. Bu tür tartışmaları Hacı’yla sık sık yaparlardı. Böylece karşılıklı nefreti şakaya vurdurup kapatma yolunu bulmuş olurlardı. Hacı, tatlı ve dualı sözlerinin altında yatan şeylerin ne anlama geldiğini Bibolet’in bildiğini ve bunları yutmadığını, kurnaz bir eski kurt olarak çok iyi kavrıyordu. Bu nedenle dürüstçe bir diyalogla Bibolet’i yenemeyeceğinin farkındaydı, bu nedenle  işi şakaya vurdurup onu iğnelemekle yetiyor, bir tuzağa düşmek ve karşısındaki kişinin eline, kendisine karşı kullanabileceği  bir koz vermek istemiyordu.

Haç’eştekilerin konuşmaları kesintiye uğradı. İki gençle Hacı arasında esen soğuk rüzgar, haç’eşi sessizliğe boğmuştu.

Bibolet’le Mıhamet kapıya daha yakın oturuyorlardı. Haç’eşin kapısından bakıldığında bahçenin ortasındaki direğin üzerinden bir tarakmış gibi Mıhamet’in evinin çatısı görünüyordu. Çatıyı örten sazlar siyahlaşmış, çatıda yer yer tümsek ve çukurluklar oluşmuş, bazı yerlerden de yeşil otlar bitmiş, dahası seyek bazı buğday başakları bile boy atmışlardı… Bu arada sonbahar ya da güz güneşi serin ve soğuk odanın içindeki havaya bir tatlılık da yaymaya başlamıştı.

Hacı daha fazla duramadı, kalkıp gitti.

Yerde yuvarlanan bir çan sesi gibi ,“knane-kıne-kıne kıne-ka” diyen ve çıplak ayak sesleri eşliğinde gelen bir çocuk şarkısı, büyük evden başlayıp koşuşturarak haç’eşin kapısına doğru yaklaşmaya başlamıştı. Haç’eşe ulaştığında, sesler, başlangıcındaki gibi ansızın kesilivermişti. Kapı dışında bir soluma sesi duyuldu, yavaş yavaş ve sakına sakına kıvırcık siyah saçlı bir kız çocuğu kapı aralığından içeriye bir baktı. Ancak iki adamın kendisine baktıklarını görünce, utandı ve küçük siyah gözleriyle gülümseyerek kendisini kapının arkasına attı.
– Gel! Gel buraya, Kats! (Кац!), diyerek, kızı çağırdı Mıhamet.
– Daha genç olan gelin konuğu çağırıyor, dedi küçük kız kendisini göstermeden.
– Gelsene, gel, Kats, diyerek yeniden çağırdı kızı, Bibolet’e de bir yan göz işareti yaparak Mıhamet.

Kats, parmağı ağzında, utanarak ortaya çıktı. Gece Ayşet’in odasında yatmış olan kızı hemen tanımıştı Bibolet.
– Gel, Kats, gel benim yanıma, diyerek Mıhamet sevgiyle ona doğru kollarını uzattı.

Kats haç’eşe girdi, bir ağaç köprü üzerinde yürüyor da düşmemeye çalışıyormuş gibi, gözlerini Bibolet’den de ayırmadan gelip Mıhamet’in kucağında dikildi. Orada siyah, çatlamış ve nasırlaşmış küçük ayaklarına bakıp durdu.
– Bizim en iyi kızımız bu! Değil mi Kats?
– Hı (evet, алы) (3), dedi Kats da çok yavaş bir sesle.

– Kimin kız kardeşisin sen, Kats?

– Senin (олы)…

– En çok kimi seviyorsun?

– Nan (annem).

– Ondan sonra?

– Daha genç olan gelini (Нысэ нахьык1эл алы;Küçük gelin).

– Peki beni, beni sevmiyor musun?

– Seni de evet (оли алы).

– Yaramaz baban seni dövüyor değil mi?

– Evet (алы)…

– Konuğumuzu seviyor musun?

– Evet (алы)…

Koca adamların kahkaha sesleri küçük kızı hem korkuttu ve hem de utandırdı, çıkmak için Mıhamet’in elinden kurtulmak istedi. Bibolet’in verdiği bozuk paraları avucuna sıkıştırdı, salındığına inanmamış gibi kapıya doğru koştu. Kapı eşiğine çarpınca da gülerek bir gerisine baktı, ardından koşuşturarak uzaklaştı.

Bibolet, Mıhamet ile birlikte Ayşet’in odasına (лэгъунэ) gitti. Ayşet, Bibolet’in ne diyeceğinden pek emin değildi, bu nedenle çekinerek ve bir kusur işlemiş olmaktan da korkarak ama biraz da yalancıktan bir tatlı dil dökmek istiyormuş  gibi bekliyordu Bibolet’le Mıhamet’i.

– Kızar mısın bilmiyorum, Let, bir kadına senin adına bir umut verme durumuna düştüm, diyerek tabureyi uzattı.

Abla kardeşi baş başa bırakmak için Mıhamet odadan ayrılmak istedi.
– Sen meraklanma, Bibolet, ben şöyle bir eve bakıp döneyim.
– Yo, yo! Benim söyleyeceğim şey ikinizin de birlikte olmanızı gerektiren bir şey, diyerek Ayşet, Mıhamet’i durdurdu.
– Söyle öyleyse. Mıhamet’le birlikte olacaksam, senin söylemekten çekindiğin şey, her ne ise hiç korkmam, dedi Bibolet, Ayşet’in kaygılanmasını şakayla karşılayarak.
– Biraz önce mahallemizden (хьаблэ) bir kadın buraya, bana geldi, diyerek başladı konuşmaya Ayşet, yüzüne yeniden kan gelmişti. Kadın kocasından ayrılmak istiyor ama adam talaka (boşanmaya) yanaşmıyor. İstemediği halde, ortalığın çok karışık olduğu zorlu bir dönemde, kadını zorla o adama vermişlerdi. Gencecik bir kadın. Kocası da hastalıklı biri. Çok yaşlı, bir deri bir kemik, çiğnemeye dişi bile kalmamış. Adamın batası parası kızın ailesinin aklını çelmişti. Adam bir Rus zenginin yanında uzun bir süre ücretli olarak çalışmış, böylece biraz da para biriktirmişti. Kadın yedi yıldan beri bu yaşlı adama katlanıp gidiyordu. Kadınlara yeni haklar tanındığını duyunca kocasından ayrılmak istedi. Ancak köydeki yaşlı başlı kişiler önünü kesiyorlar. Onu Tanrı’nın buyruklarına karşı gelmekle korkutmaya ve vazgeçirmeye, mahkemeye başvurmasını engellemeye çalışıyorlar. Artık onunla yapamayacağını söylüyor, adamdan da ölümüne tiksiniyor. Üstelik adam terbiyesiz, sinirli ve karısına karşı da çok aksi biri! Bir başına bu işlerin altından kalkabilecek durumda değil o kadın. Bugün boşanma işini konuşmak üzere yaşlılar bir araya gelecekler. Toplantıya gelmesi için kadına haber yolladılar. Zavallı da buraya koştu, kendisine yardımcı olman için yalvarmaya. “Bana bir çift söz bile söyletmez, kendi bildiklerini okurlar, benim zavallı durumum onların umurlarında bile olmaz” diye yakınıyor, çok bunalmış olmalı ki, toprağı tırnaklarıyla kazıyordu…

Kadına yardım etmekten çekineceğinden kaygılanarak ve gözlerini kırpıştırarak, Bibolet’in vereceği yanıtı merakla bekleyerek konuşmasını bitirmişti Ayşet. Bibolet ise, ne diyeceğini belli etmeden, kurnaz kurnaz gülümseyerek oturuyor, ne diyeceğini açığa vurmuyordu.

– En önemli şeyi unutmuşum, diyerek sözlerine eklemede bulundu Ayşet. Kıza senin adını veren de Vıstanekoların kızı, anımsadın mı dün akşam sözünü ettiğimiz kızı, Nafset’i? Kızın biraz okuma yazması olduğunu bildiğinden, bir dilekçe yazdırmak için ona koşmuştu kadın. Zavallı kızın dilekçe yazacak kadar okuma yazması yok, kendisi yardımcı olamayınca senin köyde olduğunu ona söyledi. Köyde okumuş genç bir konuk var, o sana yardım edebilir, diyerek kadını buraya gönderdi.
– Yaşlı erkekler dayanışma içindeyse, siz kadınlar da onlardan az değilsiniz yani, diyerek gülümsedi Mıhamet.
– Evet, biz farkında değiliz ama kadınlar da sınıf mücadelesine olanca güçleriyle katılıyorlar anlaşılan. Sen de giderek yaman bir komünist olacaksın, Ayşet… Söyle bakalım yaşlılar nerede toplanacaklar, diyerek Bibolet ipin ucundan sıkıca tuttuğunu belli etti.
– Yönetim odasında (правление) dedi galiba. Toplantıdan önce bir çocukla sana haber göndereceğini söyledi.
– Gerçek bir “yönetim” olamaz bu söylenen şey, şimdiye değin böyle şeyler yapıyorlarsa, bunun bir yürütme kurulu (исполком) kararı olması da düşünülemez. Sovyet iktidarı henüz bu köye gelmemiş anlaşılan, ihtiyarların-hacıların hükümleri yürütme komitelerinde hala geçiyor mu ki?
– O senin sözünü ettiğin Sovyet yasaları henüz bizim köyümüze ulaşmış değil Bibolet, dedi Mıhamet.
– Ne dersin Mıhamet, benimle birlikte yaşlıların karşısına çıkmaya var mısın?

Mıhamet,“şimdi başına belayı aldın!” der gibi, bu ağır yük karşısında, önce bir ürker gibi oldu, ardından erkekliğe toz kondurmak istemiyormuş gibi, biraz kaygılı ve utanır biçimde bir gülümsedikten sonra konuştu.

– Benim yapacağım şey, elime kalın bir sopa alıp seni yaşlıların yanına götürmek olabilir, üstüne yürüyen biri çıkarsa sopayı indiririm, ama ötesi senin işin. Beni o işin dışında tut. O iş bir komünist işi…

– Sen işin söylediğin kısmını yüklenirsen, kalanını da seve seve ben yüklenirim, diyerek şakayı bastı Bibolet.

Bibolet ile Mıhamet haç’eşe dönerlerken Hacı elinde ibrikle bahçeden dışarıya doğru çıkıyordu.

– Anlaşılan yaman bir hacıyla komşusun Mıhamet, dedi Bibolet, Hacı’ya bakarak ve Mıhamet’in konuşma biçimiyle takılarak.

– O hacı ortalığı karıştıranlardan biri, diye eklemede bulundu Mıhamet de bıyık altından gülümseyerek.

Dipnotlar
1)
Hathı Mıhamet Ğuaze-Şarkısı ünlü bir halk kahramanı, ünlü bir atlı savaşçı. Napolyon’a karşı savaşmış olan Adigelerden kurulu Rus gönüllü süvari birliklerine komuta
etmiş olduğu anlatılır. -HCY
2) Feodal dönemde üstünlüğü elde bulunduran pşı (derebeyi) ve verkler (derebeyinin vasalları, bir tür kahya ve derebeyinin refakatçileri),son dönemlerde Çarlık rejimi ile ittifak içinde, ondan güç ve destek alarak halk üzerindeki baskı ve egemenliklerini sürdürüyorlardı. -HCY
3) Küçük kız Kats “r” harflerini “l” biçiminde telaffuz ediyor. “Arı” (Evet, öyle) diyecek yerde “alı” diyor, bu da çocuğun masumane sevimliliğine yeni bir renk katmaktadır. -HCY

 

MEŞE TOMRUKLARI

Bibolet’le Mıhamet Behukoların bahçesinden çıkıp köy yürütme komitesi binasına gitmek için yola çıktıklarında henüz öğle üzeriydi. Bibolet’e haber getiren çocuk, sokak tozunu kaldırarak önden koşup gitmişti. Behukoların evine uzanan sokağın her iki yanında, sanki ormandan kesilmiş birer şerit parçası imişler gibi söğüt ve akasya ağaçları,  köy meydanına değin dümdüz uzayıp gidiyorlardı. Bakıldığında, uzakta kalan  köy meydanında güneşin sıcak esintileri bir süt-dumanına  dönüşmüş ve göğe doğru taşmış bir semiş gibi yerin hemen üzerinde oynaşıyor, kırlara dağılmış otlamakta olan at ve hayvanlar da, karınları sarkmış biçimde, sanki güneş rüzgarlarının  içinde yüzüyorlarmış gibiydi. Sokağı karşıdan karşıya geçen tek tük tavuk ve köpekler de bu güneş selinin altında kulaç atıyorlarmış gibi görünüyorlardı.

Sonbahar sonu  (бжьыхьэк1э) güneşi, erimiş bir kurşun gibi, göğe yüksekten asılı duran mavi bir çüveni andırıyordu. Bu son sıcak günler, sonbahar sonu güneşinin bu tatlı sıcaklığı toprağı, kırları ve köyü sarmış,  her yeri ısıtıp kurutmaktaydı. Köyden bir çıt sesi bile yükselmiyordu. Durmadan havlayan çenesi düşük köy köpekleri bile ağızlarını açmıyorlardı, yerlere uzanmış, ağızlarıyla sinekleri yakalayaraktan sessizce güneşlenmekteydiler.

Kırlardan taşınmış ot yığınları yüksekçe birer kör köstebek yuvası imişler gibi üst üste konup yükseltilmişler ve köyün dört bir yanına yayılmışlardı. Evlerin bahçelerinde uzayıp salınmış ve saç gibi püskülleri sarkmakta olan tek tük mısır ağaçları görülebiliyordu; bahçelerden yansıyan beyaz kabaklar da birer dazlak kafa imişler gibi güneşin altında parıldıyorlardı. Saman ve sap artıkları, üstlerine altın tozu dökülmüşler gibisine sokakları, harman yerlerini ve bahçeleri kaplamıştı. Ürünlerin artık kaldırılmış, hasat işlerinin tamamlanmış olması,  köye ayrı bir ferahlık ve dinginlik getirmişti.

Yine de, her şeye karşın burası, yoksul bir Adige köyüydü: Her yer ota boğulmuş, bahçe çitleri yıkılmış, bütün evlerin bahçelerine öte beri dağılmış ve şimdilik toparlanamamış duruyordu. Köyün bu perişan hali, iç savaştan (1) ve kıtlıktan yeni çıkılmış olması nedenine de bağlıydı. Yokluk ota bürünmüş bahçelerden sırıtıyor, çökmüş bacalar da bunu kanıtlıyordu.

Mıhamet’le Bibolet giyinmişler ve atlarına binerek sokağın ortasından gitmek üzere yan yana yola koyulmuşlardı. Mıhamet, saygı gereği sağ tarafı konuğa bırakmış,  onun solunda yer almıştı. Uzun Adige paltosunun (цые) etekleri ayak bileklerine değin iniyor ve eteklerini hafifçe toplamış halde, yumuşak mestleri ile de nerede yere bastırıyormuş görünümündeydi. İki genç çaktırmadan etrafı süzüyorlardı. Kapı aralarından kızların kendilerine baktıklarını da fark ediyorlardı.

Alacalı şallarına sarınmış üç kadın, rüzgara kapılmış da koşuşturuyorlarmış gibi, hiç beklemedikleri bir anda, önlerindeki çitin gerisinden önlerine çıkıverdiler. Gelen atlıları görünce de, önlerini kesmemek için hemen geri çekilip başları eğik hafif yan durdular.
– Biz Adigelerde aptalca şeyler  az değil, dedi Mıhamet hızını artırarak.
– Aptallıkları terk etmemiz gerekir!
– Öyle ama bir başına ve kendi kendine akıllı olmak da olanaksız. Okulunu bitirip gel ve sen bu işlere önderlik et, biz seni destekleriz. Ancak kardeşim, her şeyi bir anda yapmaya kalkışıp insanları sakın ürkütme, Adigeliğe ve insanlığı asla göz ardı etme. Nitekim ara sıra bize bazı görevliler geliyorlar, bunlar kendileri dışında kimsenin bir şey bilmediğini sanıyorlar,  burunları çok yüksekte. Zorla ya da korkutarak her şeyi yaptırmaya kalkışıyorlar… Benim hiç sevmediğim kişiler de  işte bu tipten kişiler,  diyerek içinden geçenleri ortaya  döküyordu Mıhamet.

Köyün yönetim binası (muhtarlığı), iç savaş sonrasında hiç el değmemiş, terkedilmiş ve bakımsız kalmış büyük bir viran bahçenin içinde bulunuyordu. Daha ilerilerde büyük bir ahşap ağıl,  iri ve yarı yıkık haliyle görünmekteydi; eski hapishane binası da, ağıla yakın bir yerdeydi ve soğuk bir in, ıssız bir mağara gibi, pencerelerinden karanlığı yansıtıyordu. Yürütme komitesi binası ise, diğer köy evlerinden farklıydı,  daha modern ve yeni bir yapıydı, yola koşuttu ve önünde bir koridor da (veranda) bulunuyordu. Bir hektar (on dönüm) büyüklüğündeki yürütme komitesi bahçesi çitle çevrilmişti. Bahçede isterseniz at bile otlatabilirdiniz, tamamen terk edilmiş bir haldeydi.

Bahçeye ve meydana gelen yollar birer büyük damga işareti (2) imişler gibi eğri büğrüydüler. Meydanın ortasında, Adigelerin eski gelenekleri uyarınca at bağlama yerleri (шыш1о1у) bulunuyordu. At bağlama yerlerinin etrafları koyunlara tuz yedirilen yalaklar gibi atların tırnaklarıyla çiğnenip çukurlaştırılmışlardı.  Bahçe çitinin bir kenarında yumurtasını gagalayan bir civciv gibi küçücük bir kasap dükkanı görünmekteydi, karşı çitin yanında NEP (Yeni Ekonomi Politikası) gereği oluşmuş başka bir küçük dükkan daha bulunuyordu. Dükkanın yanında birkaç kuru meşe tomruğu istiflenmişti. Dükkan sahibi bu tomrukları, kendi özel korusunu satışa çıkaran bir toprak ağasından satın almıştı, epeydir de o yerde durmaktaydılar. Tomruklar aylak köylülerin bir oturma ve söyleşi yeri olmuştu.

İç savaş sırasında birbirini izleyen taze haberler köye gelmekteydi. Haberler ve onlara bağlı olarak oluşan kaygılar yürütme komitesi (köy muhtarlığı) toplantılarında sık sık ele alınıp konuşulmaktaydı. Yürütme odası önünde tütün, çay ve şeker gibi şeylerin satıldığı küçük bir dükkandan daha bulunuyordu. Meşe tomrukları üzerine tüneyip gelecek haberleri beklemek ve bu arada söyleşilerde bulunmak köy erkekleri için bir alışkanlık haline gelmişti. Bütün bir gününü tomrukların üzerinde geçiren kişiler çıkıyordu.

Bugün de yaşlılar ve gençler ayrı ama yan yana, birer kabarmış siyah hindi gibi meşe tomrukları üzerine tünemişlerdi. Tomrukların kalın ve yere yakın olanları yaşlılara bırakılmıştı. Büyük sayılmanın gururu içinde, yüzlerini güneşe çevirmiş, sanki üşeniyorlarmış gibi alçak bir sesle yavaş yavaş kendi aralarında konuşmaktaydılar. Delikanlılar ve daha genç olanlar ise, ihtiyarlardan biraz uzağında,  tomrukların daha ince olanları üzerine, haksızlığa uğramış birer siyah karaltı gibi tünemişler, kulaklarını dört açmış uzaktan yaşlıların konuşmalarını dinlemekteydiler.
– Vallahi, düşünüyorum da geçirdiğimiz dönemin çalkantıları yüzünden ne de zor şeyler çekmişiz! diyerek geçmişi yeniden anımsamıştı Halaho (Хьэлахъо).

Halaho köyün ufak tefek yaşlılarından biriydi. Şakacı ve ilginç şeyler anlatabilen sempatik bir yaşlıydı. Her şeyi şaka yollu, kişiyi kırmadan anlatmaya çalışırdı. En kırıcı ve berbat durumları bile şakacı kişiliğinin sağladığı bir tatlılıkla yumuşatabilirdi. Kendisiyle yaşlılığına yaraşır bir biçimde şakalaşılırdı, Halaho köyde herkes tarafından sevilir, sayılırdı.

Halaho’nu başka bir yanı daha vardı. Haberleri dikkatle izler, araştırırdı. Tek oğlu biraz büyüyünce, evi  ona bırakıp  köy sorunları ile ilgilenen yaşlıların arasına katılmıştı.

Köyde, karar alıcı durumundaki hacı-hocaların ve varlıklı yaşlıların karşısına dikilir; emekçi ve umarsız köylülerin haklarını savunur, bu tür kişilerin yoksullara karşı tezgahladıkları oyunları bir bir açığa çıkarırdı. Sözün kısası köydeki düzgün yaşlılardan biriydi. Bu nedenle, kendisi ile şakalaşılırken bile saygıda kusur edilmezdi. Behuko Hacı’nın grubundan biri Halaho’yu kötülemeye kalkışacak olursa, sert biçimde karşılanıp hemen susturulurdu, yani emekçiler Halaho’yu sever ve desteklerdi. Halaho’nun kendisi de elinde bastonu bütün gün, olup bitenin peşinde köyde dolanıp dururdu.

Halaho’daki bu özellikler, onun görünümünü de farklılaştırmıştı: kıvırcık kuzu derisinden kalpağını her zaman yana eğmiş biçimde başına geçirir, sanki bir şeyleri dinlemek istermiş gibi bir kulağı, daima kalpağının dışında kalırdı.

– Halaho, anlatır mısın seni Kazakların neden asmaya kalkışmış olduklarını, diyerek çok dinlemiş oldukları bir olayı yeniden ona anlattırmak istemişti içlerinden bir yaşlı.
– Hey gidi hey, Allah insanı o  duruma düşürmesin! dedi ve olayın anımsatılmasından hoşlanmadığını belli etti. Gözleri hafiften yaşardı, kendi kendisine dalga geçen yaramazın biri imiş gibi hafiften bir gülümsedi ve gözleri hafiften bir parıldadı.
– Kimdi onlar, sakın beyazlardan (3) olmasınlar, diyerek üstüne gelmekteydi öbürü de.
– Beyazlardı tabii o edepsiz kişiler, askerler olacak değiller ya! Beyazlarla birlikte olan, sonradan da  kaçmış olan Kazaklar idiler onlar.
– Şansın varmış ki, tam zamanında  Mıhamet  yetişmişti, nasıl oldu da gelmişti oraya?
– Daha vadem dolmamıştı anlaşılan.
– Kazaklar kaç kişiydiler?
– İki.
– Tüfek mi vardı ellerinde, niçin karşı koymadın onlara?
– Vardı tabii. Saldırgan köpekler gibi tepeden tırnağa silahlıydılar.
– Şanslısın yine, Tanrı esirgemiş seni, yoksa çoktan ölüp gitmiş olacaktın.

Bu tür sorularla Halaho’yu kızıştırıp sonunda dilini çözmeyi başardılar.
– Doğrusu, yeniden düşünüyorum da Mıhamet o gün kahramanca hareket etmişti! diye başladı söze ama yalvartmak için olmalı, sözünü yeniden kesti.
– Köyü toplamışlardı, peki sen niye evinde saklanıyordun öyle?
– Toplantıya katılmadığım için, beni bir ceza olarak  asmaya kalkmışlardı zaten! Aman Allah’ım, ne de aksi bir komutandı (кэмэндир) o. Şimdi kaçmış olan Don Kazaklarının (4) komutanlarından biriydi değil mi o? Öyleydi. Omzundaki rütbelerden daha beterini görmüş değilim… Köyünüzdeki Bolşevikleri söyleyin diye köylüleri sıkıştırmaya başladıklarında, ben de usulcacık sıvışıp sessizce bahçe içlerinden geçip eve dönmüş,  ambara (коны) saklanmıştım. Köyde bir ölü sessizliği vardı, çıt pıt  bile duyulmuyordu, yönetim binası önlerinden gelen ve bir oğul arı sesini andıran insan sesleri dışında. Bir ara komutanın çok yüksek bir sesle ve çok kızmış bir biçimde bağırdığını duydum. Ardından da bir uğultu yükseldi. Ben de “ne iyi yapmışım, oradan ayrılmakla!” diyerek ambar köşesine iyice sinmiştim.

Bunları düşünür dururken, kadınların atmaca saldırısına uğramış tavuklar gibi çırpınıp bağrışmakta olduklarını duydum. Ambarın kapısını hafifçe aralayıp baktığımda küçük kızımın bağırarak komşulara doğru kaçtığını gördüm… Ambardan çıkıp eve gideyim dedim, evin eşyaları da yangından kaçırılmış mal gibi öteye beriye dağıtılmıştı. Kıçı tulum gibi, iriyarı ve çirkin bir Kazak, üzerine eğilmiş büyük sandığımızın içini karıştırıyordu. Başka bir Kazak da tüfeğini doğrultmuş ve kadınları bir köşeye sıkıştırmış duruyordu.

Benim iyi bir kalın sopam vardı, bilmem anımsar mısınız? İşte o sopa elimdeydi. Ne oldu bilmiyorum. Korkuyu ve her şeyi birden bire üzerimden atmışım: ”Şto vaşa, çert, nuj’na tut!” (Durun bakalım, edepsizler, defolun!”, diyerek sandığı eşelemekte olan Kazağın poposuna sopamı okkalıca bir indirdim.

Daha korkuncunu görmemiştim. Kocaman, her tarafı kızarmış, gözleri kanlanmış bir yarma adam karşıma dikilmişti. Duvara dayalı tüfeğini kaptı. Ardından da yere attı ve suratıma okkalı bir yumruk indirdi, beni duvar dibine doğru yuvarladı. Yakamdan yapışıp beni ayağa kaldırdı. Uzanıp evin önündeki çamaşır ipini kopardı. ”Ya tibi pokaju, svoloç gelolobi, şto naşe nada!” diyerek arkadaşı ile birlikte beni sürüklemeye başladılar.

O an başıma gelecek olan şeyi anlamıştım. ”Hey benim zavallı Halahoj’ım (5), buraya kadarmış, bir peynir kalıbı karşılığında aldığın  bu iple öbür dünyaya uğurlanacaksın…” diyordum içimden.

“Ze postoy, ninade! Vırıs, pojaluste ninade!” diyerek yalvarıyordum. Tüm gücümle direniyordum ama bu iki koca adamı nasıl alt edebilirdim ki? Birinin bacağı kadar  bile değildim.

Korktuğum şey başıma gelmek üzereydi. Kadınları eve kapatıp beni at ahırına doğru sürüklediler. İpin bir ucunu çatıdaki keresteden geçirdiler. Ben de “Lailahe İllallah” diyerek sonumu bekliyordum.

İpi boynuma geçirmişlerdi ki, nereden çıkıp geldiğini bilmiyorum, ”Allah ona uzun ömürler nasip etsin”, Mıhamet, elinde kocaman ve kalın bir kazıkla Hızır gibi yetişip içeri daldı. Mıhametıj o korkunç gücüyle kazığı indirip elinde tüfekle bekleyen Kazak’ı yere indirdi,  tüfeklerini ellerinden alıp göbeklerine birer dipçik vurdu. İki Kazak’ı panik içinde, elleri havada ve tir tir  titrer bir halde yemliğin önünde yan yana ayağa dikti. O an insan benim Mıhametıj’ıme bakmaya bile korkardı, o denli kızgın ve korkunç bir hal almıştı. Ben de kendimi toplayıp bana yumruğunu indiren Kazak’a bir sopa çekmeye başlamıştım. ”Na tibi, suçi sin!” diyerek dövüyordum onu.
”Pestoy, pestoy, znakom!” diye yalvarmaya başlamıştı öteki de, ”iibog naşe vaşe pugay khetil, ubiy ne khetil” diyordu. Şimdi ben ‘iznakom (kendini tanıtan biri) olmuştum! Kazak’ın sözlerine şöyle karşılık veriyordum: ”A-a, suçin sin, vaşa pestoy, koda naşe pestoy!”

Topluluğun kahkahaları üzerine Halaho’nun konuşması kesintiye uğramıştı.
– Vallahi yerinde demişsin Halaho. ”Vaşe pestoy, kogda naşe pestoy” demişti biri kahkahalar içinde.

Birbirinden farklı kalın ve ince kahkaha sesleri uzunca bir süre meşe tomruklarının üzerlerini doldurup durmuştu. Bazen kabaran bir hindi sürüsü gibi, bazen de uçuşup kaçışan köy tavuklarının çıkardığı sesler gibi, giderek yumuşayan gülüşme sesleri ortalığı kaplamıştı. Gülmeyen tek kişiyse Halaho’nun kendisi idi. Topluluğu neşelendirdiği için mutlu, gözyaşlarını silerekten oturuyordu yerli yerinde.

İlerideki yönetim odası önünden geçmekte olan yaman bir atlı göründü. Atlının atı, güzel ve biçimli bir doru attı, yerli yerine sığamıyor, binicisinin altında oynuyor, dört ayağını yukarı yukarı kaldırıyor, kendi de bir gerinerek çalım atıyor ve dans ediyordu.  Binicisi de altın ve gümüş işlemeli kaması ve kemeri, parlatılmış hazırları ile güneşle dans ediyormuş gibiydi, hiçbir kaygısı bulunmayan, kabına sığamayan atına yaraşır bir biçimde, güvenle ve gururla atı üzerinde oturuyordu.

– Bu ne biçim bir atlı böyle, diyeceğim ama çıkaramadım onun kim olduğunu, diyerek Halaho avucunu alnının üzerine getirip atlıya bir baktı.
– At, İsmail’in (Исмахьил) atı, binicisi de İsmail’dir sanırım… Onun atından daha fazla imrendiğim bir at yok köyümüzde, diyerek gözünü attan  ayıramadan baktı biri atlıya.
– Allah bilir bu atı nereden ve nasıl bulduğunu… Bakıyorum, bir işte çalıştığı da yok. Yine de atı ve giyim kuşamı açısından, köyde kimse ona yetişemiyor, atsız kaldığı da çıkmıyor…
– Öyle… Sen ve ben burnumuzdan ter toz akıtarak çalışıyoruz ama onun eline geçenin onda biri bile elimize geçmiyor.
– Bulup buruşturuyor anlaşılan…
– Buluyor!
– Artık sonları yaklaştı, Sovyet makamları öylelerini sıkı takibe almış durumda, bundan böyle yine  “bulabileceğini” sanmam…

Atlı karşıdaki sokağı geçip gittikten sonra, tomrukların üzerindekiler bakışlarını Mıhamet ile Bibolet’e çevirdiler. Mıhamet’le Bibolet önce yönetim odasına doğru yöneldiler ama hemen geri dönüp tütün almak üzere bakkalın önünde durdular.
– Kimmiş bu, Mıhamet’in gezdirdiği bu kişi, diyerek sabırsızca sordu yine Halaho.
– Kimi gezdirdiğini bilmiyorum ama bir prens (пщы) gibiymiş gibi gezdiriyor, ona karşı çok saygılı davranıyor, dedi bir ağaç dalını bıçağıyla soymakta olan biri.
– Mıhamet’in  iyi  bir yanı da bu. Yaşı ilerlemiş bir delikanlı, canı burnunda çalışıyor ama yine de insanlığı elden bırakmıyor.
– Kimse Mıhamet’in helalinden çalışmadığını ve helal ekmek yemediğini söyleyemez!
– Öyle tabii, insan olduğun sürece, başını pislikten uzakta tutarsın.

– Şık giyinmek yetmez, asıl iş, kişinin  içinin de temiz  olması. Mıhamet, temizlik yönünden de eşsiz biri, dedi Halaho da.

Bibolet oturmakta olanların yanından geçerken eliyle onları selamladı.

– Ve aleykümselam! diyerek grup ayağa kalkıp karşılık verdi.

– Kim ki bu çocuk, diye sabırsızca ve fısıltı halinde yeniden sormuştu Halaho.

– Behukoların konuğu. Moskova’da okuyor. İyi eğitim almış yaman biri olduğu söyleniyor, dedi çocuklardan Bibolet’i tanıdığı anlaşılan biri.

– Yürütme Komitesi binasına niye gidiyor ki o konuk, diye sordu yine Halaho.

– Gitsin, yeter ki sorun çıkarmasın tek, dedi oturan yaşlılardan biri.

– Her gelen yaşlı, yönetim yerine yöneldiğine göre, orada bir şeyler olmalı…

– Orada ne var ki bugün? Bazı yaşlı-başlı kişiler ha bire oraya yollanıyorlar…

Halaho’nun içi içine sığmamaya başlamıştı. Fazla oturamadı ve ayağa kalktı. Sopasıyla toprağı burgu gibi bir delerekten bir süre bekledi, ne yapacağını bilemedi, öylece de duramadı, ağır ağır yürümeye başladı. Biraz uzaklaştırdıktan sonra adımlarını sıkılaştırdı, adeta koşarcasına yönetim odasına doğru yollandı.

Tomrukların üzerindekiler dağılmaya başladılar, bazıları da Halaho’nun peşinden gittiler.

DİPNOTLAR
1)
İç Savaş-Sovyet yönetimi üzerine ayaklanan ve Batılı ülkelerden yardım alan karşıdevrimci beyaz güçlerle Bolşevik (kızıl) güçler arasında süren savaş. -HCY
2) Damga (Тамгъэ)- Adigelerde her aileye ait işaretler vardı ve bu damgalar hayvanlara da vurulurdu. Adige köy yollarının eğri büğrü olmaları savunma amaçlıydı, düşman atlılarının hızlı hareket etmelerini önlemek ve Adigelerin kendileri açısından zaman kazanmak içindi. -HCY
3) Beyazlar-Bolşeviklere karşı çarpışan ve Batıdan destek alan karşıdevrimciler
idiler. -HCY
4) Don Kazakları-Toprak zengini oldukları için Bolşeviklere karşı ayaklanmış olan bu Kazakların ayaklanması Bolşevik birliklerince bastırılmış, bu vahşi, gerici, saldırgan ve yarı anarşik Kazakların birçoğu çarpışmalar sırasında Bolşeviklerce yok edilmiş, sağ kalanların bir  çoğu da Batılı ülkelere (ABD, Kanada, Fransa vb) sığınmışlardır. -HCY
5) Halahoj-Buradaki “j” (жъы) eki “garip”, ”zavallı”, ”arkasız kişi” gibi anlamlar
vermektedir. -HCY

 

VIII. YAŞLILARIN HÜKMÜ

Yürütme komitesi (muhtarlık)  binasında hayli insan toplanmıştı. Bir grup yaşlı duvar boyunca uzanan ince uzun bir tahta sedirde oturuyordu. Bunların çoğu tüylü kalpaklar ve koyun pöstekisinden adi kürkler  taşıyorlardı. Daha şık giyimli olan birkaç yaşlı başlı kişi ise baş sıralara kurulmuşlardı. Kaba sakallı ve bıyıklı kişiler arasında, kırpık sakallı ve bakımlı olanları da vardı, bunlar arada bir parıldayan gümüş dişler gibi yaşlıların arasından seçiliyorlardı.

Koyun pöstekisinden kaba kalpaklar taşıyanlar dışında, tek tük Buhara işi işlenmiş kaliteli kalpaklı olan kişiler bulunduğu da görülebiliyordu. Çarşı ekmeği gibi dolanık sarılmış sarıklı bir kişi de vardı aralarında.

Giyim kuşamları gibi, yaşlıların yüz hatları ve dış görünümleri de farklıydı. Rahat bir yaşamları olmasından olmalı, sarıklı ve Buhara kalpaklı yaşlıların yüz hatları daha tazece ve daha düzgündü. Kendilerinden daha emin ve çok şeyi bilen kişilermiş gibi oturuyorlardı, dizginleri elden bırakmak istemedikleri de her hallerinden anlaşılıyordu. Bu gibi kişiler en baş köşeye, yönetim masasının başına kurulmuşlardı.

Tüylü kocaman kalpaklarının altından bakmakta olan yaşlıların görünümü diğerlerinden farklıydı:Onların yüzleri kavrulmuştu, yüzlerinde yer yer güneş yanıkları vardı, yaşlılıktan ötürü belleri de bükülmüştü; zorlu yaşam koşulları ve yokluk, onları bu hale getirmişti, yaşamları boyunca sırtlarından kalkmamış olan onca zorluk, yüzlerine de yansımıştı, buruşup küçülmüş ve dişsiz kalmış ihtiyar yüzleri kocaman kalpaklarının altından zar zor seçilebiliyordu. Bunlar, öteki varlıklı kişilerin alt taraflarına, kapı eşiğine yakın yerlere sıralanmışlar, oralara oturtulmuşlardı. Kürek sapını sağlam tutmaya alışmış olmalılar, bastonlarını da sap kısımlarından sıkıca avuçlamışlar, boyunduruğa koşulu öküz misali, koşulu olmanın dayattığı bir eziklik ve boyun eğmişlikliğe koşut biçimde boyunları da büküktü; içeri alınmaya değmezlermiş ama her ne hikmetse yaşlılar meclisine alınmışlarmış gibi ezik ezik oturmaktaydılar. Gençler ise duvarlara omuz vermiş, kapının iki yanına yığılmışlardı.

Bibolet içeri girdiğinde, yaşlılar bu girişin ne anlama geldiğini anlayamamış olmakla birlikte, yine de kendisi için ayağa kalktılar.
– Buyurun, oturun, diyerek en baştaki kişi kendisini güler yüzle karşıladı. Siyah abası, altın saati ve Buhara işi kalpağından, onun köy imamı (ефэнды) olduğunu hemen anlamıştı Bibolet.
– Otur (т1ыс), dediler öteki yaşlılar da.
– Ayakta kalabilirim, sorun değil, dedi Bibolet.
– Otur, henüz çocuksan da konuksun! diyerek imam kendi yerine oturdu.

Adige geleneğinde yaşlıların yanında ayakta dikilmenin daha uygun düşeceğini Bibolet de biliyordu. Ancak onun bir de ayrı bir komsomol (*) anlayışı vardı. Nezaket gereği de olsa, gelen birbirine oturması için yer gösterildiğini, bunun bir Adigelik ve insanlık geleneği olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak sınıf üstünlüğüne, verk ve varlıklıya saygı anlamında ayakta kalmayı da uygun bulmuyordu. Birçok oturulacak yer varken sap gibi orta yerde dikilmenin de bir anlamı yoktu. Etrafına bir bakındı, boş bir tabure (пхъэнт1эк1у) gördü ve oraya oturdu.

Yaşlılar Bibolet’in oturmasından hoşlanmamışlardı. Ayıplamışlar gibi yüzlerini ondan çevirip başka yönlere döndürdüler.

Bu arada içeriye Halaho girdi.
– Selamünaleyküm!
– Ve Aleykümselam, Halaho! diyerek, onun için de ayağa kalktılar.
– Siz konuk olmalısınız, dedi, içeridekileri de umursamadan Bibolet’in yanına gelip. ”Hoş geldin, konuğumuz!” diyerek elini ona uzattı Halaho.

İhtiyar, nasırlı elleriyle Bibolet’in elini bir okşadı.

Halaho kabarık tüylü kalpaklı yaşlıların gerisinde bir yere, küçücük cüssesiyle ilişiverdi.

– Bu konuk da kim ola ki, çıkaramadım bir türlü, diye sordu yaşlılardan biri. Soru sorma biçiminden yaşlının Bibolet’in oturmuş olmasından hiç hoşlanmamış olduğunu, bir gencin öyle davranmaması gerektiğini, bunu yakışıksız bulduğunu, açıkçası belli ediyordu.
Mezokoların oğlu, bir öğrenci, dedi Mıhamet.
– Okuyorsa, çok iyi, Tanrı kendisine bilimin yolunu açsın, dedi bir hacı.
– Okusun, yeter ki aslını unutmasın, yadsımasın halkını, diye eklemede bulundu İshak da.
– Bu genç konuğumuzun iyi bir eğitim aldığını, birçok kitap okumuş olduğunu duydum, diyerek bir tek Halaho, Bibolet’e arka çıktı. Halaho öteki yaşlılar gibi gizli kapaklı, kinayeli konuşmayan, içindekini dolandırmadan söyleyen biriydi.
– İyi bir adam olacaksa, yarıştığı kişilerden geri kalmasın, kendi toplumunu da (ылъэпкъ) utandırmasın yeter ki.
– Tanrı diye bir şey yoktur diyenlerden olmadığı sürece okumasında bir sakınca yok, iyi de olur, diyerek, tatlı bir dille eklemede bulundu bir önceki hacı.
– O konuda,az da olsa ortama uymak gerekir, ”Kimin arabasına biniyorsan onun türküsünü söyle” (Зику уисым иорэд 1о) dememişler boşuna, diye laf attı giyimi kuşamı yerinde ve gıcır gıcır bir Buhara kalpağı da taşıyan başka bir yaşlı olan Alıko Yeteğan (Алыкъо Етэгъэн).
– Öyle tabii, ”Pisliğe abanmış olsan bile sıkı tutun” (бзаджэм ухэ1абэми, пытэу убыт) dememişler boşuna, dedi daha homurtulu bir biçimde köy imamı da.

İmamın sözü odada soğuk bir rüzgar esmesine neden oldu, bir süre bir sessizlik yaşandı.
– Vallahi de hoca, o sözü söyleyen tam da yerinde söylemiş, diyerek kahkahayı bastı Alıko.

Bir eski araba gıcırtısı gibi, ihtiyarların kahkahaları, baş taraflarda daha yoğun bir biçimde başladı ama sıranın aşağı tarafların, pek hoşlanılmamış gibi,ses tonu düşerek sürdü.Bu sözlerin kime bir dokundurma olduğunu herkes anlamıştı.

Bibolet de durumu görmüş,iyice sinirlemiş ve kanı beynine sıçramıştı. İlkin, kendisine yöneltilen bu aşağılayıcı sözleri aynen, gerisin geri yüzlerine çarpmayı, köy imamı da aralarında olmak üzere kendini bilmez bu tür arsız kişiler yüzünden Adige emekçilerinin neler çekmiş olduklarını açık açık yüzlerine vurmayı, artık böyle sırıtıp,böbürlenip oturamayacaklarını ve keyif çatamayacaklarını, bu dönemin artık kapandığını, Sovyet iktidarının bu tür kişilere çok yakında gereken dersleri vereceğini, onlara sert ve kesin bir dille anımsatmayı içinden geçirdi. Ancak öyle yaptığı takdirde,büyük bir  yanlış yapmış olacağını hemen anladı. Bunu herkes yakışıksız bulacaktı,sonuçta kimseyi  kınayamamış, amacına da ulaşamamış olacaktı.Böyle uygunsuz davrandığında,davranışı budalaca ve edepsizce bulunacak ve bundan asıl karşı taraf yararlanmış olacaktı. Ayrıca buradaki emekçi insanları da kendisinden soğutmuş ve uzaklaştırmış,kendisinden destek uman zavallı kadına da yardım etmemiş olacaktı.Yaşlıları yasa ve yargı sözleriyle korkutmak sorun değildi, ama onlar, yine de kendi aralarında gizlice anlaşıp, kadını da ürkütüp sindirir, onu daha da zor bir duruma düşürmüş olurdu.

Nasıl bir yanıt vermesi gerektiğini düşünüp dururken, kendisine beklenmedik yardım köy imamından geldi.
– Konuğun kalbini kırmışım galiba, dedi sahte bir gülümseyişle imam.
– Hayır, kalbim kırılmış değil.Yeni iktidar sayesinde,köylü emekçi ailelerinin çocuklarının okullarda parasız olarak okutulmakta olmalarını kötü bir şeymiş gibi algılayanların içimizde bulunduğunu biliyorum. Hela çukurunda barınan kurt ve solucanlar için, içinde yaşadıkları pislik  en lezzetli yiyecektir, buna benzeyen kişilerin,eski yaşam biçimini en iyi bir yaşam biçimi imiş gibi algılamaya devam eden kişilerin hala aramızda bulunduğunu  da biliyoruz, diyerek yaşlıların yaptığı gibi gülümseyerek yanıt verdi Bibolet de imama.

Bu karşılıklı sert atışmanın kötüye varmasından çekinen yaşlılar sessizleştiler ve bir süre bekleştiler. Olumsuz havayı şakaya getirip dağıtma görevi yine Halaho’ya düştü:
– Vallahi de hoca, o benim gördüğüm çocuk, senin öyle hafife alacağın birine,hiç de kolay bir lokmaya benzemiyor.
– Hak ettiğim yanıtı verdi bana! İmam,kızmanın kendisi için çıkar bir yol olamayacağını anlamıştı.
– Öyle tabii, çocukla laf yarıştırırsan olacağı budur, dedi eski bir kırık bir araba gıcırtısı gibi sesler çıkaran  başka bir yaşlı.

Yaşlının konuşma biçiminden onun kendisine karşı çok kızgın biri olduğunu fark etmişti Bibolet. Ayrıca karısının durumu görüşülecek olan ihtiyarı anımsayarak, ”O kişi acaba bu mu?” diye düşünerek ihtiyara yeniden bir kez ve daha dikkatlice bir baktı. Bu kişiden daha berbatını, parayla arasan bile bulamazdın: Bir deri bir kemik, kupkuru ve ölü gibi sararıp solmuş biriydi. Sıcaktan bunalmış bir karga nasıl ağzını açıp solarsa, o da öyle ağzından ağır ağır  solumaktaydı. Canlı kalan tek varlığı  gözleriydi: Ateşte pişip kızarmışlar gibi parlıyorlar, baktığı yerlere batıyorlarmış gibi kızgın kızgın bakıyorlardı. Yaşlıyı asıl çirkinleştiren şeyse,içinin  de bozuk olduğunun açıkça anlaşılmakta olmasıydı, onu asıl sevimsizleştiren özellik de buydu.

İhtiyar, Bibolet’in kendisini süzerek bakmakta olduğunu anladı ve ona iğneleyici gözleriyle bir kez daha sert sert bir baktı. İhtiyar ayrı bir yerde yalnız başına oturuyordu. Bakışından ve ayrı oturmasından onun söz konusu kadının kocası olabileceğini aklından geçirdi. Mıhamet’e doğru imalı imalı bir baktığında yanılmadığını onun göz kırpmasından anlamıştı.

Bir çocuk içeri girdi:
Amdehan (Амдэхъан) geldi, bekliyor diye imama haber verdi.
– Öyleyse, gençler dışarıya çıksınlar! diye buyurdu imam.

Gençler isteksizce de olsa dışarı çıktılar. Mıhamet gibi yaşı ilerlemiş bir iki genç içeride kaldı. Bibolet’se yerinden kımıldamadı. Bibolet’in oturmasına ne diyeceklerini bilemeden hacı ile imam bir süre birbirlerine bakıştılar ve konuğun kendiliğinden dışarı çıkıp gitmesini beklediler. Konuğun çıkmayacağını anlayınca da imam sözü başlattı:
– Haydi, çağırın kadını da bu işi bir an önce bitirelim. Konuk içeride kaldı ama zararı yok… Ne de olsa, o da bir Adige çocuğu.

Ayakları çıplak, üstü başı perişan, sanki cansız bir gölge gibi bir kadın içeri girdi. Gözleri aşağıya bakar biçimde, sessizce duvar dibine dikildi. Üstündeki ipekli şalının iki ucunu çekmiş, sıkıntısından şalının uçlarını çekiştirmeye başlamıştı.

Buğday tenli, genç bir kadındı. Kalın kaşları aşağıya sarkmış, sanki gözlerine batacakmışlarmış izlenimini veriyorlardı. Bir hata işlemekten çekiniyormuş gibi dudaklarını kapatmış sessizce oluğu yerde duruyordu.

İçeridekiler ayağa kalktılar.
– Otur, dedi imam.
– Otur, diyerek hacı da ona katıldı.

Ancak kadın Adige geleneği gereği konuşmadı, tek sözcükle de olsa bir karşılık vermedi. Adigelik gereği denilerek kendisinin aleyhinde baştan alınmış olan hükmü biliyormuş gibi sessizce duruyordu.

Nefretini de içine atmış ayakta durmaktaydı.

Bibolet ayağa kalkıp oturduğu tabureyi ona uzattı.
– Hayır, sağol, oturmayacağım!diyerek sert ve soğuk bir ifadeyle tabureyi gerisin geri itti. Ardından bir baktığında tabureyi uzatanın Bibolet olduğunu anladı, gözlerindeki kızgınlık geçti, yumuşamış bir ses tonuyla:
– Siz oturunuz,dedi.

Yaşlılar da kadının kendilerine karşı duyduğu bu soğuk yaklaşımın farkına varmışlar ve  hiçbir şey demeden kendi yerlerine oturmuşlardı. Konuşmadan bir süre beklediler. Öncesinden verilmiş olan bir kararı nasıl açıklayacaklarının yolunu düşünüyor olmalıydılar.Yeryüzünün tüm yükünü sırtlanmışlar gibi, başlarını hep bir ayar yana eğmiş ve göğüslerini de bastonlarına dayamış oturuyorlardı.

İçlerinde kaygısız, kendine güvenli ve başı dik durumda olanı ise sadece köy imamı idi. Elindeki “Tanrı’nın kutsal kitabına” dayanarak geçmişi, geleceği ve her şeyi kavradığını, bu kadının yargılanması işini, en iyi bir biçimde ancak kendisinin yerine getirebileceğini bilmekte olduğu  havasını basıyordu. Sıradan kişilerin göremediği şeyleri kendisinin gördüğünü, basit insanların aklının ermediği şeyleri kavrayan bir bilgiye sahip ve çok yetkin biri olduğunu bilen biri imiş gibisine baş köşeye kurulmuştu.

“Adaleti ve merhameti temsil eden, görmediği, duymadığı ve erişmediği bir yer ve varlık bulunmayan, başlangıcı, sonu ve benzeri olmayan Ulu Tanrı, olacağı, ölümü ve alın yazısını öncesinden belirlemiştir… İnsan, hayvan ve bitki, yeryüzündeki her canlının geleceği, kaderi ve her şey Kuran’da yazılıdır… Kuran’daki bilgi ve bilimin ucu ve bucağı yoktur.

Son peygamber olan Muhammed Peygamber dışında, Kuran’da yazılı olanları bütün yönleriyle ve tam olarak anlayan ve anlatabilecek olan biri günümüze değin yeryüzüne gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. Bu nedenle Kuran’da yazılı olan şeyleri Adigece’ye çevirmeye kalkışanlar gavur olacaklardır. Kuran’da yazılı olanları yorumlayabilecek ve bu yorumlara dayanarak hükümler çıkarabilecek olan kişiler ise,sadece imamlardır (ефэндыхэр). Tanrı, dünya hükmü olan şeriatı imamların eline teslim etmiştir, bu nedenle ölüm, yani hesap günü ile baş başa kalacak olan ölümlü insanın imamların sözünden asla dışarı çıkmaması gerekir…”

İmamın düşünceleri bu ve buna benzer şeylerdi, gurur ve böbürlenme kaynağı da bu düşüncelerde yatıyordu.

Öbür yaşlılar da imamın yüzündeki bu bilge ifadeyi saygıyla karşılıyor, onun bu konuda ne diyeceğini merakla bekliyorlardı.
Hoca sen ne diyeceksin, diyerek yumuşak bir ses tonuyla sordu hacı.
– Hacı, ne dememiz gerektiğini sen de biliyorsun… Elbette şeriatın dışına çıkarak bir şey söylemeye yetkimiz yoktur, dedi imam da.
– Bilmem, Harun bir şey söylemek ister mi, diye sordu hacı, o çirkin ihtiyara dönüp.

Üzerinden ağır bir vasıta geçmiş de, o yüzden karton gibi ezilip kalmış biri gibi,bastonuna dayanıp zar zor ayağa kalktı Harun. Gözleri ile odayı şöyle bir gözden geçirdi, sesi az çıktığından, göğsünden parça parça kopup geliyormuş gibi zorlana zorlana sesini duyurmaya çalışarak konuşmaya başladı:
– Siz pek bir farkında değilsiniz ama, artık günlerim sayılı benim. Bu yaşlı başımın geleceğini sizin elinize, vereceğiniz hükme bırakıyorum şimdiden,hükmünüzü aynan kabul etmeye hazırım.Zahmet buyurup buraya kadar gelmiş olan yaşlı başlı kişilerden, hacı ve hocalardan tek bir dileğim var, o da bu yaşlı halimle beni bir başıma ve umarsız bir durumda bırakmamanız ve bana yardım elinizi uzatmanızdır.

Yaşlı kişi öksürüğe tutulduğundan daha fazla konuşamadı.

Yırtılan bir paçavranın çıkardığı  sesler gibi sesler çıkaran ihtiyar,aynı zamanda  hırıltılı bir biçimde öksürmekteydi. Öksürük sesleri ve saçtığı tükürükler arasından sarı ve kırmızı karışık irice bir balgam da çıkardı,balgam biraz ilerisinde yere düştü. Harun, sıkıntı veren balgamını attıktan sonra rahatlamıştı,nitekim rahat ve  sessiz bir biçimde yerine oturdu.
– Amdehan, sen ne diyeceksin bu duruma? Ne diye kocanı dinlemiyor,onu böylesine yakınmalarına  neden oluyorsun? Sana ne gibi bir kötülük yapmış olabilir  kocan?
– Bana  kötülük yapıp yapmadığını tartışmak için buraya gelmedim,artık ben onu istemiyorum.Ayrıca  isteyerek de evlenmiş  değilim onunla,zorla verdiler beni ona. Şimdi ondan  ayrılmak ve  ayrı yaşamak istiyorum, diyerek ezilip büzülmeden ve çekinmeden içindekini aynen söyledi Amdehan.
– Bugüne değin kendisiyle geçinmişsin de artık neden geçinmek istemiyorsun, diyerek, kutlu (mübarek) biri imiş de kadını kınıyormuş gibi bir çalım takınarak sormuştu hacı Amdehan’a. ”Eşini bu yaşlı haliyle bir başına bırakıp gitmeye kalkışmanı nasıl açıklayabiliriz?
– Ben onunla isteyerek evlenmedim, şimdiye değin umarsızdım. Bana talak (boşanma) hakkı da tanımadı bir türlü. Katlanmak zorunda kaldım… Üstelik o benden daha yalnız olan biri değil, çoluk çocuğu, bakacak bir sürü kimsesi var. O beni sadece bir köle (унэ1ут/vıneut) gibi kullanmak, kendisine hizmet ettirmek için istiyor…

Eski yaraları deşilmiş de yılların içinde biriktirdiği onca acı dolu birikimi dışarıya atıyormuş gibi ağır ağır konuşuyor, bu çileye artık daha fazla katlanamayacağını belli ediyordu Amdehan.
– Peki, şimdi kocan sana talak hakkı tanıyor mu?
– Onun bana talak hakkı tanımasına gerek kalmadı,yasalar bana boşanma hakkı tanıyor artık!

Kadının sözleri, hiç beklemedikleri bir anda tepeden içeriye düşen bir kum yılanı gibi odadakileri çarpmış, herkesi ürkütmüş ve şaşkına çevirmişti. Hacı da, dili dibinden kopup düşmüş gibi, göz kapaklarını aşağıya indirmiş, bir süre önüne bakıp kalmıştı.
– Bak, güzel kızım, senin o gibi sözler söylemen sana hiç yakışmıyor, dedi hacı bir süre sonra, adaleti arayan bir kişi postuna bürünerek. ”Bak burada oturanlar arasında seni sevmeyen ve sana zarar vermek isteyen kimse yok. Biz Adigeler olarak bugüne değin bir toplumsal geleneği izlemiş, ilişkilerini de ona göre düzenlemiş olan insanlarız, böylesine bir toplum olarak bugünlere geldik.Yani insanlığa, utanma ve arlanma duygularına değer vererek bugünlere geldik. Başka toplumlar tarafından Adige adının kötüye çıkarılmaması, kirletilmemesi için elimizden gelen her şeyi yaptık. Bu güzel geleneklerimizi, insanlığımızı yitirmezsek çok daha iyi olur. Sen de dost bir Adige yüzü ile karşı karşıya yaşamak istiyorsan, Adigeliği ve Adigelere özgü olan saygı anlayışını yitirmemen, dışlamaman gerekir. Senin sözünü ettiğin yeni yasalar kadınlarla ilgili olan  şeylerden değil,ayrıca yasalar bizi bağlamaz. Herkes her aklına geleni yapamaz. Tanrı alnına ne yazmışsa o olur, buna katlanman, bir Müslüman olduğunu da asla unutmaman gerekir. Er geç gideceğin yer olan hesap gününü (ahreti) aklından çıkarma. İnsanların ve Tanrı’nın ilencini (nefretini)  de üzerine çekme, kal kaldığın yerde kadın olarak! Burada toplanmış hacı, hoca ve yaşlılar olarak sana söyleyeceğimiz son söz budur! diyerek, bir sarıklıdan beklenmeyecek sert ifadelerle, kararlı ve içindeki kızgın ateşi ortaya döker bir biçimde hükmünü belirterek konuşmasını tamamladı hacı.

Hacının hemen ardından imam da uzun uzadıya bir konuşma (vaaz, уаз) yaptı, kıyamet günü ile şeriatın hükümlerini bir bir anlattı,yalancı dünya nimetlerine aldanıp Cehennemin yolunu tutacak olanları bekleyen azaplardan söz etti. Sözlerinin daha etkili olması için Kuran’dan Arapça sureler okudu, böylece Arapça bilmeyen  oradaki kişileri korkutmaya çalıştı,yer yer  Arapça sözcükleri sesini yükselterek Adigece’ye çevirdi ve kendince de yorumladı.

Amdehan başı öne eğik ve sessiz bir biçimde ayakta duruyordu. Ancak göğsünün kalkıp inmekte olmasından içindeki sıkıntıyı fark etmemek de olanaksızdı.
– Hoca, hele bir dur, diyerek, imamın konuşmasına ara verdiği bir anda Bibolet konuşmaya müdahale etti. ”Burada aklımın yatmadığı bir şey var:Sizin insanlık, Adigelik ve Müslümanlık anlayınız çok sığ ve sınırlı,her nedense,sizing dünyanızda kadına  kendi geleceğini özgürce düzenleyebilmesi için  hiçbir yer bırakmamış olduğunuz anlaşılıyor!

Bibolet’in konuşmasını tamamlamasına fırsat vermeden,Amdehan, durduğu yerden ileriye doğru bir iki adım attı, canını dişine takarak konuşmaya başladı:
– Anlaşılan asıl sizler Allah’tan hiç korkmuyorsunuz! Ben Tanrı’ya karşı ne gibi bir günah işlemişim de bu durumlara düşmüşüm? Bakın bir bana,bakın  bir de  beni birlikte yaşamaya zorladığınız o kişiye! Ben onun gibi birisiyle nasıl olur da ortak bir yaşam sürdürebilirim!

Amdehan şalını sırtından atıp sıkılmayı ve darlanmayı bir yana atıp yaşlıların karşısına dikildi. Görmediği dünya nimetlerini ve kendisi için insanlığı arayan bir kadının gencecik vücudu çıkıvermişti ortaya.
-Sizin adalet ve Müslümanlık anlayışınız bu kadarlık mı?!

Bu acı sözleri söyledikten sonra Amdehan, insanın sadece görmekle bile içini karartacak  bir biçimde, eliyle yüzünü kapatıp ağlayarak dışarı çıktı.

Yaşlılar, dilleri tutulmuş gibi bir süre sessizce oturdular.
– Vallahi, çok doğru söyledi! Harun, çok yaşlı biri, zorlamasın kadını,çekilsin kendi köşesine! Kendi kendisine söylüyormuş gibi konuşarak sessizliği ilk bozan yine Halaho oldu.

Ardından Bibolet ayağa kalktı ve konuşmaya başladı:
– Hiç kimse darıldım marıldım demesin,sizin hüküm verme biçiminiz, her şeyiyle yanlış ve yasa dışı, bizim görüşümüze göre,sizin hüküm verme biçiminiz,bizim yeni anlayışımıza ve yasalara  aykırı,ayrıca hiç adil değil. Boşanma davalarında karar verme yetkisi,sadece Sovyet yargısına bırakılmıştır.Devlete bırakılmış olan bir yetkiyi, siz, “şeriat, hüküm, Adigelik ve Adige ayıbı gibi” gibi adlara sığınarak gasp edemezsiniz; kadına böylesine dayatmada bulunnayı sürdürür ve yasaları çiğnemeye devam ederseniz, er geç bunun ucu size de dokunabilir, hepiniz yaptıklarınızdan sorumlu tutulabilirsiniz! Yaşlılar karşısında Adige gençlerinin takındıkları  eziklik duygularını bir yana atmış ve şimdiye değin kimsenin göze alamadığı bir biçimde, şakaya da vurdurmadan ya da kızmadan konuyu ciddi olarak ortaya koymuş oldu Bibolet…
– Vallahi de Bibolet, hocaya hak ettiği yanıtı aynen verdin! dedi Mıhamet, toplantıdan ayrılıp dönerlerken yolda, ”ama yaşlıları da adamakıllı öfkelendirmiş olduğunu artık bilmelisin”.
– Öfkelenmişlerdir  ama hepsi değil. Bana kızmayan, benden yana çıkmaya hazır yeteri sayıda insan da vardı orada.
– Behuko Hacı, böyle bir toplantıya nasıl oldu da gelmemiş ki, ilginç değil mi sence? Senin toplantıda olacağını anlamış olmalı o arsız hacı, diye sözlerini sürdürdü Mıhamet.
– Başkan (Председател; Muhtar) yok muydu, niye hiç görünmedi ki?
– Yoktu, ama gelse bile fark etmezdi. O, yaşlıların çizdiği çizgi dışına çıkabilecek biri değil.
– Böyle bir başkanlık (muhtarlık) olmaz, durumu hemen ilgili yere bildiririm ben. Kadının durumunu ise savcılığa bildirmek, o yaşlı başlı kişileri de yargı önüne çıkarmak gerekir, dedi Bibolet.

(*) Komsomol- Komünist Gençler Birliği. -HC

 

I. DEĞOTLUK (ДЭГЪОТЛ1ЫКЪУ)

Son bahar sonuydu ve akşam hızla bastırmıştı. Gökyüzü yere doğru adeta çökmüş, kara bir çüven gibi yeryüzüne abanmış ve ortalık zifiri bir karanlığa boğulmuştu. Yıldızlar da daha aşağılara inip yeryüzüne yaklaşmışlar, sığ, seyrek ve küçük ışık parçacıkları biçiminde gökyüzüne dağılıp tutuşmuşlar, adeta birer ateş parçacığı gibi parıldamaya başlamışlardı.

Kırdan köye dönen hayvanların bağırtı ve böğürtü sesleri de kesilmiş, ortalığı bir sessizlik almış, siyah bir gelin örtüsü (1) gibi ortalığı saran karanlık içinde, köy adeta gizlenip sessizleşmişti. Lambalar henüz yakılmamıştı, gaz yağı kıtlığı vardı ve gaz, çok sakınılarak kullanılıyordu. Ortalık iyice zifiri karanlığa gömüldüğünde, karanlık gündüzün izlerini iyice bastırdığında, işte ancak o zaman lambalar yakılırdı. Nitekim ayrı ayrı, birer ikişer dağılmış, üstlerinde haç gibi çapraz tahtaları bulunan küçük Adige evlerinin çarpık çurpuk pencerelerinden, birbiri ardından ışıklar görünmeye başlamıştı. Orman içindeki bir çayırlıkta yakılmış ateşlerden sızan ışıklar gibi, söğüt ağacı ve bahçelerdeki mısır yaprakları arasından bazı cılız ışıklar solgun ve sararmış bir görünümde yansıyorlardı. Köy, gecenin karanlığında silinip yok olmuş gibi köyde bir çıt bile çıkmıyordu, ortalığı insanın ruhunu daraltan bir sessizlik kaplamıştı…

– Hoşgeldin, konuğumuz!

– Sağ ve salim misiniz?

– Hoşgeldin, Bibolet, tam bir er kişi imişsin gerçekten!

– Bizi unutmamış olman bile yiğit biri olduğunu kanıtlamaya yeter, diye selamlar vererek, karanlığı sırtlarından atıp silkiniyorlarmış gibi,  birbiri ardından gençler haç’eşe (konuk evine) gelmeye ve Bibolet’e hoş geldin demeye başlamışlardı. Genellikle kara gözlü ve kara yağız kişilerdi bu gençler. Gecenin karalığından da daha karaydılar, içlerinde,  tam bir karşıtlık oluştura mavi gözlü ve kızılca saçlı olanları da vardı; sakalı bıyığı tıraşlı olanlar yanında, bıyık ve sakalı yeni yeni terlemeye başlamış olanlar, sivri çeneli ve uzunca yüzlüler yanında, yayvan çeneli ve genişçe yüzlü olanlar da aralarında vardı.

En genç olanları, sanki birer delikanlı olmuşlar da konuğun yanına geliyorlarmış gibi, seslerini yükseltmeden ama tekerleme gibi Adige selamı veriyor, elini tutuyorlar, ardından da geri çekilip duvar dibinde ayakta dikiliyorlardı. Yaşça daha büyükçe olanlar ise kapı önünde bir duraklıyor, yere inmiş bir kartal gibi konuk odasını bir süzüyor, önce konuğu saptamaya çalışıyor, ardından güvenli bir biçimde ve dimdik yürüyerek konuğun yanına varıyorlardı. Bibolet’i tanıyanlar, gelenek gereği bir selamla yetinmeyip selamlarına tatlı espriler de ekliyorlardı; kendisini daha yakından tanıyan ve ona karşı sempatisi olanlar, onu omuzlarından tutup şakacıktan bir güç denemesi yapıyor, sonra da onu kucaklıyorlardı:

– Kent yaşamı seni güçsüzleştirmiş mi, Bibolet, bir bakayım hele? Yo, hala gücün yerinde, hala bir delikanlı sayılırsın…

– Bibolet’in içini bilemem ama dışı ile kente yenik düşmüş birine benzemiyor, diyor gelenlerden biri.

– “Semiz et” mi yemiş bilemeyiz ama yayladan yeni inmiş birine benziyor, diyor, gülümseyerekten bir başkası.

Behukoların haç’eşi sonunda iyice doluvermişti. Soylu üstünlüğünün verdiği gururla ve sakınarak Hacıret Şıvmıl da (Шыумыл1 Хьэджырэт) masaya Bibolet’in karşısına kuruluvermişti.

İri kıyım ve koca kalpaklı Şumafej de (Шумаф ya da Шумэфэжъ; Uğurlu atlı) Bibolet’e yakın bir yerde oturuyordu. Kendisi iri kıyım, bindiği ise küçük cüsseli ve göbekli atın biri olduğundan, kendisine ilişkin espriler dolaşıp gezinmekteydi köyde: Şumafej, atıyla katıldığı bir yarışta geride kalınca, atına bir tekme sallayıp kendi koşmaya başlamış ve herkesi geçmişti, diyorlardı makaraya sararak.

Kel Şuhayıb da (Щухьаиб) konuşmadan ve bıkıp usanmadan, sessizce Bibolet’e sokulmuş, ona yakın bir yerde oturmaktaydı. Bütün bir gece oturmuş olsa da ağzından tek bir sözcük dökülmezdi. Bazen daldığı derin bir düşünce içinden yeni uyanmış biri imiş gibi, yanındakine dönüp: ”Kalej (Къэлэжъ), bir duman tüttürelim bari”, der ve dumanı içine çekip salar ve öylece oturduğu yerde oturur dururdu. Sessiz bir gölgeymiş gibi haç’eşleri bir bir dolaşır, hangisini beğenirse oraya girer oturur, akşamları haç’eş haç’eş köyü arşınlar dururdu. Girdiği bir yerde az ya da çok, bir süre oturur, o akşam orada dinlediği her şeyi birden yanıtlıyormuş gibi bir sözcük söyler, kalkar,  başka bir haç’eş aramak üzere bulunduğu yerden ayrılırdı.

Mıhamet de evine bir gidip dönmüş orada oturmaktaydı. Daha başka Hatıv ( Хьатыу), Titıv (Титыу),  Cançat (Джанчат ), Vezermes (Озэрмэс ) ve Karbeç  (Къарбэч ) gibi kendini delikanlıdan saydırmaya çalışan yeni yetmeler de haç’eşte oturuyorlardı.

Önce kimin ne diyeceğini bilemeden ve konuşmadan bir süre sessizce oturdular. Cıgaraları birbirlerinden alıp tutuşturuyor, yaşça büyükçe olanlar ise konuğun paketinden yakıyorlardı.

– Bizim komünistimiz de bu,  Değotluk (Дэгъотл1ыкъу)! dedi Hacıret, içeri yeni giren genci pek bir sevmiyormuş gibi bir tavırla.

– Komünist mi dedin, diyerek kalbi bir çarpmıştı Bibolet’in.

– Kayıtlı mı değil mi, bilemem ama Tanrı ve Adigelik gibi şeyleri takmayan köydeki yeni türemelerden biri…

Oldukça genç biriydi Değotluk, henüz yeni sürmüş bir fidan gibi de incecikti. Ancak davranış ve görünümü,  onun yaman ve cesur yürekli biri olduğunu belli ediyordu, bunun için ona bir bakmak bile yeterdi. Uzun siyah kirpikleri arasından süzülerek bakan gözleri, oturanların üzerinden geçerek ta uzaklara uzanıyorlar gibiydi. Sanki bir şeyi aramaya ve bulmaya çıkmış biri sanırdın onu. Kalınca kaşlarından öfke yayılıyor, kişide herkesle boy ölçüşmeye hazır biriymiş izlenimi yaratıyordu, kendisine bakanlar üzerinde.

Hacıret’in dokundurucu sözlerine aldırış etmedi bile, hafiften bir gülümseyerek onun yanından geçti ve Bibolet’in yanına geldi.

Çok eskiden beri birbirlerini tanıyan kişilerin yaptığı gibi, kuvvetle ve büyük bir istekle elini uzatmış olması,  Bibolet’in de ilgisini çekmişti. ”Gerçek bir komünist ise, onu şimdiye değin niye tanımamışım ki” diye düşündü içinden ve yanından ayrıldıktan sonra da, onu gözleriyle bir süre izledi: Küçük ve basık bir kuzu kalpağı vardı. Güneşte yanmış yüzü,  bakıra çalıyordu. Üst dudağında bıyıkları henüz terlemeye başlamıştı. ”Değotluk, Yusıf söz etmemiş miydi bana ondan? O’dur herhalde! Çocuğu Yusıf’ın kendisine anlatmış olduğunu anımsamıştı Bibolet.

Bir yetim çocuktu o (ибэ хъурай). Çocukluğu zorluk içinde geçmişti. Bir parça ekmek uğruna nice ayak hizmetine koşmuş, bir eski giysi ve yırtık bir ayakkabı için oradan oraya koşuşturarak tamamlamıştı çocukluğunu. ”Baldırı çıplak” (лъапц1э)  ya da “çirkin” (1ае) gibi ek adlar takmışlardı ona, öyle çağırıyorlardı. Yıllarca sığır ve koyun çobanlığı yapmıştı. Ancak, ne denli zor da olsa, çocukluğu daha iyi sayılırdı. Bir şeyleri düşünme, geleceğini planlama gibi bir derdi de yoktu o zamanlar. Koyun çobanlığı sırasında yanında taşıdığı kavalından çıkardığı güzel nağmeler, içinde gizli duygular uyandırmaktan geri kalmıyorlardı. Gerek evde ve gerekse kırda bir başına yaşıyordu, bu yaşamın bir sonucu olarak, çocuklarla oynayamadığından, kırdaki ağaçları ya da çiçekleri çocuk yerine koyup onlarla dans ediyordu. O zamanlar aç kalmak ve bazı aksi kişiler tarafından dövülmek dışında da bir kaygısı yoktu.

Çocukluğunu tamamlayıp biraz büyüyünce de bir soluma olanağı yakalayamamıştı. Az bir ücretle çalıştırılıyor, kazandığı çektiği zahmete değmiyor, adeta köle gibi, neredeyse karşılıksız çalıştırılıyordu.

Bir başına bir çocuk olarak, ev ve bahçe köşelerinde, adamdan sayılmadan büyüdü, sonunda da saygılı, aklı başında, kara yağız bir delikanlı oluvermişti. Aklı bir şeylere erip kendisini ezdirmemeye kalkışınca da, mal ve mülk sahibi olan kişilerle çatışma içine girmiş, onların buz gibi engellemeleriyle karşılaşmıştı. Kendisinin alt tarafı bir yetim, bir köle çocuğu olduğunu hiç unutmayan bu tür kişilerin çıkardığı güçlüklerle baş başa kaldı. Bunun üzerine Değotluk, kendisini insandan saymayan ve insan gibi yaşamasına da fırsat tanımayan bu türden kişilerle didişmeye ve boy ölçüşmeye kalkıştı. Kendisini soylu ve üstün sayan kişilere karşı, içindeki kin de günden güne büyümeye başladı. Kendisini verk (soylu) ve güçlü sayanların çatıp boyun eğdirmeye çalıştığı ama onlara meydan okuyup duran ve köyde yeni türemiş olan bir delikanlıydı artık. Ayrıca delikanlılar arasında yapılan kazıklı ve atlı kavgalara ve savaş sporu müsabakalarına en ön safta katılıyor, kavgalara da sık sık karışıyordu.

Daha sonra, iç savaşın başlaması üzerine köyden geçip giden bir kızıl birliğin saflarına katılıp köyden ayrıldı. Savaş bitinceye değin de kendisinden bir haber alınamadı. Unutulmuş ve köyde kendisinden hiç söz edilmez olmuştu, ancak beklenmedik bir anda, yetişkin bir delikanlı olarak, yeniden köye geri dönmüştü. Daha olgun, dövüşçü ve kavgacı yanını terk etmiş, yerinde ve düzgün konuşan biri olup çıkmıştı. Yerinde konuşmaları ve haklı olanın tarafını tutması nedeniyle başkaları da kendisinden çekinmeye ve eski geleneğin bir özelliği olarak, artık kendisini hesaba katmaya, saygı göstermeye başlamışlardı. . .

Döndüğü ilk günden başlayarak köydeki emekçi, yoksul ve ırgatları bir araya getirmeye ve onları örgütlemeye başlamıştı. Bireysel kavgaları bırakmış, bir sınıf bilincine ulaşmış ve köydeki sömürücülerin karşısına dikilmişti.

– Komünist mi dedin? O zaman köyünüzdeki doğru ve düzgün kişi de o olmalı! dedi dişleri arasından,  uzaktan elini de kaldırarak, şaka yapıyormuş gibi Hacıret’e yanıt verdi.

– Tabii, öyle birine sahip olmak da bizim için bir şans sayılmalı!. . dedi dişlerini gıcırdatarak Hacıret.

Hacıret’in içten pazarlıklı biri olduğu söz ve davranışından açıkça anlaşılıyordu. Sovyet iktidarının getirdiği yasalara, umarsız olduğu için boyun eğmiş gibi davranıyor ve muhalefetini ise gülümsemesinde saklıyordu. İçinde yaşadığı yeni düzeni benimsemiyor, saymıyormuş gibi iki kaşını iyice yukarıya kaldırıyor, kaçamaklı gözlerinden de gizli bir nefret duygusu yansıyordu. Kasılıyor ve üstün görüyordu kendisini, güzel giyinmişti, içindekileri gizlemeye, belli etmemeye çalışıyordu, şaka yapıyormuş gibi görünerek, kendini ortama uydurmaya çalışıyordu. Büyük bir dükkanları vardı, ayrıca bin dönümlük (десэтнишъэ) bir araziyi de ektiriyorlardı, köyde  adı söylenen birkaç varlıklı aileden birinin çocuğuydu. Bibolet ile Değotluk gibi  aşağı tabakadan gelen, soylu olmayan   kişileri kendi egemenlik dönemlerinde, hele kendi gibileri otururken konuşturmazlar, konuşmalarına bile izin vermezlerdi, onlar şimdiki gibi dolu dizgin konuşmaya kalkışacak olurlarsa, görürlerdi günlerini  o zaman!

Bibolet, Hacıret’in ne türden biri olduğunu hemen anlamıştı, yakışıksız ve akıl satar gibi sözler ediyor, kurda ot yedirmeye kalkışıyor gibi oturuyordu yerli yerinde, herhangi bir iddiada bulunmak gibi bir derdi de yoktu.

Değotluk’un kendisi, Hacıret’in dokundurmasını duymazlıktan gelmişti, gülümseyip önünden geçip gitmişti.

Bibolet ile Değotluk konuşmadan anlaşmış gibi, kalp kalbe bir olmuşlardı sanki.

– Bize bir şey anlatsana Bibolet, diyerek tartışma yolu açılmasını önledi oturanlardan biri.

– Gerçekten öyle, biz konuktan yeni bir şeyler dinlemek için gelmiştik buraya, ama hiç konuşmuyor, diyerek Şumaf da bu öneriyi destekledi.

– Size ne anlatayım, bütün haberler sizde, değil mi, diyerek işi üzerinden atmak istedi Bibolet.

– Ne söyleyeceğini sen bilirsin, boşuna okumuş değilsin ya? Dünyada ne olup bitiyorsa,  anlat bize, diyerek lafa karıştı Hacıret.

– Bibolet’in anlatacağı şeyler senin dinlemeyi istediğin şeyler olamaz, diye gülümseyerek Değotluk da bir laf attı Hacıret’e.

– İsteyip istemeyeceğimi sen mi bileceksin yoksa?! diye sert bir çıkış yaptı Hacıret, kaşlarını iyice yukarı kaldırarak.

– Senin beklediğin haberler olmaz onun anlatacakları…

– Benim neyi beklediğimi biliyorsan, sen anlat da dinleyelim öyleyse!

– Bibolet olayları, her ne ise, dosdoğru, olduğu gibi anlatır, bu da senin işine gelmez… Sen daha başka türlü haberleri seversin…

– Haber dedin mi kimse Halaho’yu bastıramaz, dedi oturanlardan biri, bir tatsızlık çıkmaması için konuyu değiştirerek.

– Vallahi de bu Halaho ilginç biri, onca haberi nerelerden bulup getirir ki, bilemiyorum, diyerek Yusuf masaya yaklaştı ve bir sigara aldı.

– Ben de biraz önce Halaho’nun bana söylediği bir konuda konuğa soru sormayı düşünüp duruyordum. Stanitsada (Kazak kasabasında) duyduğunu söyleyip Halaho’nun bize anlattığı bir haber bu: Bolşeviklerle komünistler karşı karşıya gelip çatışmışlar, şimdi çarpışmalarından korkuluyor, iç savaşın yeniden başlayacağı söyleniyor. Olabilir mi böyle bir şey Bibolet, diye ciddi ciddi bir soru yöneltti Şumaf.

– O zaman Halaho ilginç bir haber getirmiş olmalı size, diyerek gülümsedi Bibolet.

Konuşma ortamı doğunca Bibolet sözü aldı ve bazı şeyler anlattı. Bolşeviklerle komünistlerin farklı değil, aynı kişiler olduğunu, Sovyet ülkesinin başka ülkelerle olan ilişkilerini ve kapitalist dünyasında neler olup bittiğini açıkladı. Bunları dinleyerek oturmakta olan kişiler ise, görünüşe göre yetişkin ve insanca duygular taşıyan büyük adamlar gibi, anlatılanlara dikkat kesilmişlerdi, ama köyü çevreleyen çitleri aştıklarında, ne  olup ne bitmekte olduğundan habersizdiler, anlatılan her şeyi kulaklarını açmış dinliyorlardı.

– Peki, Bibolet, Sovyet yönetiminin dini yok edeceği söyleniyor, bu doğru mu, diye yeniden söze karıştı

Hacıret, konuşmanın aralandığı bir sırada.

– Sovyet iktidarının kendisi dini yok edecek değil ama dinin insanları uyuttuğunu, onun aslında ne anlama geldiğini emekçi insanlara kavratmaya çalışacak, dedi ve işin içine pek  girmeden sorulan soruyu yanıtladı Bibolet.

– Rahatlattın onu, Bibolet, ona olacak şeyi dosdoğru söylemek gerekir! Sovyet iktidarı dini yok etmeyecek ama, din uzun süre yaşayamayacak, kendi kendine yok olacak, diye diklendi Değotluk, sözlerini direkt Hacıret’e yönelterek.

– Vay,vay, bu Değotluk büsbütün de gavur olup  çıkmış anlaşılan!diye söze karıştı Değotluk’un yanında oturan  kişi, Değotluk’un yüzüne bakarak.

– Gavur oldu tabii, diyerek, Değotluk’a bakmaya bile gerek görmeden eklemede bulundu ve gitmek üzere ayağa kalktı Hacıret de.

Hacıret dışarı çıktı. Büyüklenerek, verkliğine yaraşır bir biçimde, içini yakan nefret ateşini gizleyerek, başını alıp gitti. Sakınarak konuştuğu gibi, sakınarak hareket ediyordu. Kuşkulu kuşkulu, ağır ağır yere basıyordu, ama yiğitliğe de toz kondurmuyor, hiç de acele etmeden atıyordu adımlarını.

Şuhayıb da kalktı.

– Değotluk göğe boynuz atıyor (уашъом бжъакъок1э едысы), dedi ve bıyığını yukarı kaldırıp odayı terk etti.


Haç’eştekilere ters düşen bu iki kişi ayrılınca, geride kalanlar daha rahat ve daha uyumlu bir topluluk (cemiyet) oluşturmuşlardı.

– Bu Şuhayıb da artık genç biri sayılmaz, ne diye gençlerin arasına katılıyor böyle, neyin peşinde,  anlayamadım bir türlü! Niye çoluk çocuğu ile birlikte oturmuyor ki, dedi Şuhayıb’ın arkasından oturan gençlerden biri.

– Otursun, ne kaybeder ki? Canı sıkılıyor zavallının… Şuhayıb’ın haç’eşleri dolaşma nedenini biliyormuş gibi konuştu Mıhamet de.

– Anlattığın şeylerle Hacıret’in dünyasını yıkmış oldun Bibolet. Kendisi “ötekilerin” (2) döneceği günü dört gözle bekliyor, sen de Sovyet iktidarının güçlendiğini ve ileriye doğru yeni adımlar attığını söyleyerek umutlarını yıktın zavallının, diye bıyıkları arasından alaylı bir gülümseyiverdi Şumaf da.

– Değotluk, ne diye Hacıret’le bu kadar birbirinize karşınız, niye sık sık çatışıyorsunuz? diye anlamlı anlamlı gülümseyerek sordu Mıhamet.

– Davranışlarını beğenmiyorum. Kaşları göğe tırmanıyor sanki, o kaşlarda kötülük ve insanlık dışı olmaktan öte bir şey bulamazsın… İsteksizce ama lafını dolandırmadan yanıtını verdi Değotluk. Gözleri,  gitmiş olan Hacıret’in ardında, karanlığa açılan açık kapıya doğru bakıyordu. ”Sanki onun ne denli Müslüman olduğunu bilmiyor muşuz gibi bize dinin yok olacağından kaygılandığını söylüyor! Ancak adamı,  bir fırsat bulup da bir ele geçirdi mi, hiç bakmaz çiy çiy yer. Onun gibilerin yağmacılığı döneminde nice umarsız kişi zor durumlara düşmüştür. At hırsızlığı yapıp, sürü halinde atlar çalınırken, nice emekçi de tek bir atla ne denli umarsız durumlara düşmüştür!

– Öyle de olsa, Değotluk, Tanrıya inanmadığını yadsıyamazsın, diye şakamsı bir söz attı ortaya Şumaf.

Tanrı!nın olup olmadığı konusunu, önemli bir şey değilmiş gibi şakaya getirmeye çalışıyordu Şumaf ama bir yandan da kaygılanmakta olduğunu belli ediyordu.

– Aynen senin inanmadığın gibi, ben de inanmıyorum. Sana Tanrı vardır demiş olmalarından öte, seni kaygılandıran ne olabilir ki, diyerek,  şaka yollu bir yanıt verdi Değotluk da.

– Savaşa katılmakla yazık ettin kendine, gavur olup dönmüşsün büsbütün!

– Gerçekten Değotluk, neye inandığını eğirip bükmeden dosdoğru söyler misin Değotluk?Tanrı var mıdır, yok mudur? Burada kendisinden çekineceğin kimse de yok, diyerek ona döndü ve ciddi bir biçimde sordu Mıhamet.

– Mıhamet, senin Tanrıya inandığını biliyorum, diye konuşmaya başladı Değotluk ciddi ciddi, ama bu senin inanma biçiminde bir sahtekarlık, başka bir amaç yok, sadece inandığın şeyleri yerine getiriyorsun. İnanmazsan bırakırsın, yalancıktan inanıyormuş gibi de yapmazsın. Senin dini inancını Hacıret’in ki gibi görmüyorum. Tanrı konusunda ne düşünüyorsam, sana da aynen söyleyeyim. İçime ilk kuşkunun düşüşü şöyle oldu: Rusların da ayrı bir Tanrıları var, biz onlara nasıl gavur diyorsak, onlar da bize gavur diyorlar. Bizim gibi Müslüman olanların Cehennem odunu olacaklarını söylüyorlar. Cephede ve daha başka yerlerde değişik bazı adamlarla karşılaştım. Onların da daha başka Tanrıları var, onlar,  bizi ve Rusları da imansız, Cehennemlik olarak görüyorlar. Bunun üzerine düşündüm: ”Nasıl oluyor bu böyle diye? Allah hepimizi yarattı, herkesin başına gelecek olanı alnına yazdı, hepsinin kalbine değişik dinler yerleştirdi. Herkes inandığı dine göre yaşıyor, kendi dinine inanmayanı gavur görüyor. Öyleyse Tanrı onlara, niçin  öbür dünyada  azap çektirsin ki? Onları öyle yarattıktan, kalplerine değişik inançlar yerleştirdikten sonra, onları niçin Cehennem’de yaksın ki!? O zaman daha adili olmadığı söylenen Tanrının adaleti mi kalırmış?” Daha başka yerlerde de Tanrının adaletini aradım ama hiçbir yerde  bulamadım onu… Böylece yavaş yavaş bir Tanrı olmadığı kanısına vardım, dedi Değotluk.

– Vallahi, Değotluk, Tanrı günah yazmasın, her şeyi gerçekmiş gibi anlatıyorsun ama, diye bir iç çekti Mıhamet kuşku içinde.

Uzun uzadıya hararetli ha’çeş konuşmaları sürerken Şumaf yine lafa karıştı:

– Yeter artık, konuğun kafasını şişirdiğimiz, onu kızların yanına götürelim.

Hepsi içtenlikle Şumaf’a katıldı.

– Hangi kızın yanına götürsek daha uygun olur ki? diye sordu Mıhamet.

– Konuşmasını bilen, Bibolet’i alt edecek gibi bir kızın yanına götürelim onu.

– Güzel kızlardan birinin yanına götürelim onu, başka türlüsü olmaz! Kulats’ın (Кулацэ) yanına götürelim.

– Onun kimi isteyeceğini biliyorum ben. Kulats’ın yanına gideceğiz, dedi Yusıf, bıyık altından gülümseyerek.

– Kızı pseluh (псэлъыхъу) (3) yapmam için ısrar etmeyeceğinize söz verirseniz giderim, diye bir koşul öne sürdü Bibolet.

– Kararını gittiğimiz yerde verirsin, henüz görmemişken pseluh yapıp yapmayacağına karar verme, dedi Mıhamet bıyık altından gülümseyerek.

– “Ayıyı bala götürmek isterlerken kulağını koparmışlar” (Мышъэр шъоум ралъэшъул1эзэ, ытхьак1умэ пачыгъ) dedikleri gibi olacak Bibolet, Kulats’ı bir gördükten sonra…

– Haydi gidelim, Kulats’ın yanına götürmek gerek konuğu!Kulats’tan çok kız kardeşi, Bibolet’in ilgisini çekecek biri…diye, gizli kuşkusunu da belirterek ayağa kalktı Mıhamet.

Dar ve sönük sokaklardan ilerleyerek kızın evine doğru gitmekteydi grup. Kötü insanlarla arsız mandaları engellemek için çakılmış dikenli çalılara takılıyorlardı karanlıkta; kazık tepelerinden uçuşan kuşların ses ve kanat çırpışları da tepelerinde beliriyordu. Göz gözü göremeyecek gibi bir karanlık vardı. Ev içlerine alınmakta olan leğenlerin sesleri ara sıra çan sesi imiş gibi duyuluyor, ahırlardan işitilen hayvan solumaları da, uzaklardan geliyorlarmış gibi karanlıktan süzülü gelmiş gibi duyuluyorlardı. Ara sıra insan el ayak ve konuşma sesleri de alçaktan, fısıltı biçiminde duyulabiliyordu. Gece, adete bir korku gibi köyü sarmıştı. Köy, ne de olsa, geçmişten bugüne uzanmış gelen güçsüz düşmüş bir yerdi…

– Bibolet, sana bazı şeyler söylemek istiyordum, dedi Değotluk, solundan Bibolet’e yanaşarak.

Bibolet hızını azaltarak grubun biraz gerisinde kaldı.

– Komsomol (4) hücre örgütlenmesinin nasıl oluşturulacağını soracaktım sana. Komsomola katılmak isteyen gençler var köyde, ama nasıl katılacağımızı bilmiyoruz.

– Çocuklar sağlam ve güvenilir kimseler mi?

-Hepsi değil, ama içlerinde düzgün, yoksul ve ırgat gençler de var köyde.

– Komsomol örgütlenmesi kurması zor olan bir şey değil, ama uygun olmayanların komsomol örgütüne katılmaması için çok dikkatli olmak gerekir. Sadece silah taşıma izni koparmak için katılmak isteyen sakat kişiler de çıkacaktır. Buna dikkat edilmeli.

– O konuda ödün verecek kimselerden değiliz.

– Öyleyse bu konuyu şimdi burada görüşemeyiz. Yarın benimle buluşabilir misin? Ben yarın akşam gideceğim, ona göre.

– Yarın gelirim yanına.

– Öyleyse yarın sabah düzgün bir iki geç de yanına alıp Behukolara gel. Orada konuşma fırsatımız olmazsa, başka bir yere gideriz. Olmaz mı?

– Olur.

– Ben de bir konuda senden yardım isteyeceğim. Harun’un karısının boşanma işinden haberdar mısın?

– Haberdarım, yaşlılar önüne geçmişler nefes aldırmıyorlar zavallıya. Bugün yürütme komitesine gittiğini ve konuştuğunu da duydum.

– O halde, durumu biliyorsan, o kadına yardım etmek, bir dilekçe yazıp savcılığa vermek gerekir. Bu iş sadece basit bir boşanma işi değil, politik anlamı da olan bir sorun. İhtiyar, kadını boşamayı kabul etse bile, Sovyet yargısının bir kararı olmadığı sürece, yıllardır ona yaptığı köleliğin, hizmetin karşılığını alamamış olur. Yarın beni o kadınla görüştürebilseydin iyi olacaktı.

– Olur, seni o kadınla da görüştürürüm.

– Bibolet, yolu şaşırmadan gelebiliyor musun, diye seslendi Mıhamet.

– Evet, yarın!. . diyerek son sözünü söyledi Değotluk’a, ardından da adımlarını hızlandırdı Bibolet. ”Şaşırmadım, senin izinden ilerliyorum, diye yanıtladı Mıhamet’i.

Önlerindeki bir çitten çı-çı-çıç diye korkunç bir ses geldi, sanki köyün bütün çitleri bir ir, art arda devrilmişler gibiydi.

– A, imansız. Bu bizim arsız mandamız olmalı, diyerek Mıhamet koştu ve karanlığın içine daldı.

– Mandan da senin gibi bir azman anlaşılan! diye kahkahayı bastı gruptan biri Mıhamet’in arkasından.

– Vay, vay, sizi gidi arsızlar sizi! diyen Mıhamet’in bağırma sesi, ardından da manda solumaları karanlık içinden duyuldu.

Biraz sonra birbiri ardından topağı bastırarak yürüyen birkaç iri mandanın karaltıları ve onların ayak sesleri karanlığın içinden belirir gibi oldu. Burun deliklerinden fışkıran soluma sesleri ise tren cuf cuflamalarını anımsatıyordu.

– Bunlardan daha adisi yeryüzüne gelmemiştir!. . Zavallı Halaho’nun bahçesine dadanmışlar, çitlerini yıkıp duruyorlar. Onları durdurmak için dikenli çalılarla çitleri örüyoruz, ama onlar bunu sırtlarını kaşımada kullanıyorlar, diye sızıldanarak sonunda Mıhamet de gruba katıldı.

Mıhamet’in Halaho demesi üzerine, onun evini ve ev düzenini bir görmek için Bibolet hemen bir baktı oraya doğru. Ne yazık ki Halaho’nun bahçesi karanlığa gömülmüş durumdaydı. Sadece bahçe kenarlarındaki budanmış ve bodurlaşmış söğüt ağaçları esen rüzgara uymuş sesler çıkarıyor, yıldızlarından yansıyan cılız ışıklar yardımıyla karaltıları ancak seçilebiliyordu…
DİPNOTLAR:
1)
Eskiden Adigelere gelin örtüsü olarak, karaçarşafa benzeyen siyah örtüler kullanırlardı. -HCY.

2) Öteki’den kasıt beyazlar, yani karşıdevrimcilerdir.- HCY.

3) Pseluh (псэ+лъыхъу;pse=can/yavuklu+tlıxhu=arama; yavuklu arama)-Bir delikanlı beğendiği bir kızı evlenebileceği bir aday olarak seçmek ister, kız da bunu isteyerek ya da nezaketen kabul eder. Kız, o delikanlı,  toplumca aşağılanmış biri değilse, delikanlının pseluh önerisini, nezaketen de olsa reddetmez, en kötü olasılıkla “düşünmeliyim” biçiminde bir yanıt verir. Bu bir evlilik kararı değildir ve evlenmeyi kabul anlamında bir bağlayıcılığı yoktur. Ancak, delikanlı pseluh kızın bulunduğu bir yerde başka bir kızı pseluh yapmaz, aynı biçimde bir kız da pseluhu delikanlının bulunduğu bir yerde başka bir delikanlı ile pseluh anlamında konuşmaz. Bu gibi incitici olabilecek durumlardan kaçınılır. Bunun dışında her ikisi de sınırsız sayıda pseluh edinebilir. -HCY.

4) Komsomol-Rusya’da Komünist partisi gençlik örgütü ve bu örgüt üyesi genç.  -HCY.

I.

KIZIN EVİNDE

Yusıf, köyde güzel kızı olup da  o tür ailelerle yakın ilişki kurmayacak biri değildi. Vıstanekoların evine de sık sık girip çıkardı. Bu nedenle Vıstankoların evine geldiklerinde, Yusıf’ı kızlara haber vermesi için  Vıstanekolara gönderdiler. Kendileri ise adımlarını yavaşlattılar ve bahçe kapsının yanında beklemeye başladılar.  Vıstanekoların bahçesini çeviren çitler adeta kale duvarlarını andırmaktaydı. Yüksek ve dikenli çalılarla çevrili, içeri bakılması olanaksız büyük bir kara saray duvarı gibiydi, emeği ile geçinen  ailelerin bahçe çitleri zaten öyleydi. İçeriye ancak ağaçtan yapılma bahçe kapısından bakılabilirdi. Ayrıca gecenin ilerleyen karanlığı bahçeyi görmeyi de olanaksızlaştırmış, her şeyi gizlemişti adeta. Bahçedeki bazı eşya ve araçların üst tarafları, bir arada bir köşeye toplanmışlar gibi, ancak karlatıları görünebilecek bir biçimde sessizce sinip oturmuşlardı sanki. Ana odadan sadece cılız bir lamba ışığı yansıyordu. Buraya pek de uzak olmayan başka bir odadan, kapalı bir perdeden de kılıç ağzı gibi incecik bir ışık geliyordu. Bu arada açılıp kapatılan kapıların sesleri duyuluyor, telaşlı kız sesleri de fısıltı biçiminde uzaktan duyulabiliyordu.

Nafset’in yaşadığı ev işte bu evdi.Böylesine karanlığa gömülü bir yaşam içinde yeryüzüne gelmişti zaten o da…
Nafset’i anımsayınca Bibolet’in içinde ılık bir kıpırdanma oluştu. Ondaki insanca özlemleri, aydınlığı arayan biri olmasını anımsadı bir anda, kimsesiz, bir başına çırpınmakta olmasından duyduğu üzüntüyü, kızın temiz duygularını, geleceğe yönelik umutlarını yeniden anımsadı, bütün bunlar onu kıza daha da bir yakınlaştırdı. İnsanın içine umutsuzluk zehri akıtan bu yabanım dünya karanlığının içinde adeta  kulaç atıyor olsalar da, Nafset’i göreceği için,içini bir sevinç duygusu kaplamıştı. Nafset’in görüntüsü, kağnı arabasındaki oturuşu, şalının uçlarından tutmuş, gözlerini aşağıya doğru mahzun bir biçimde indirmiş duruşu, kendisini korumaya çalışması ve dudaklarını bitiştirmiş oturmakta olması, bütün bunlar gözlerinin önünde yeniden canlanıvermişti.
Gençlerin bulunduğu yere uzakça olmayan bir yerden,karanlık  bir sokaktan, sanki görünmeyen bir gece kuşu sesi imiş gibi,bir kapı gıcırtısı sesini duydular. Yanlarına doğru iki kişi gelmekteydi. Birisinin giyimi kuşamı yerindeydi. İşlenmiş kuzu derisinden kalpağı vardı,tsıyesi de (pardösüsü) (1) bedenine göreydi, görünümüyle bu kişi iyi bir at binicisi olmalıdı. Ağzındaki sigarası karanlığı delip de kendilerine tam görünebilen tek şeydi. Gruba yaklaştıklarında adam,kıvılcımlar saçtırarak  sigarasını yere attı.
Adamın yanındaki kişi ise daha geniş yapılı, yayvan,bol  giyimli ve kısa boylu biriydi.
– Kim o, diyerek, sormaktan çok bakarak seslendi uzunca boylu olanı.
İsmahil! (Исмахьил) Sen de güzel kızı gözüne kestirmiş olmalısın, diyerek şakayla karışık yanıtlamıştı onu Mıhamet de.
– A a, Mıhamet mi o? Güzel kızı bulup da kim kaçmış ki! Şakaya şakayla karşılık vererek gülüverdi öbürü de.
Yüksekçe bir sesle gülüyordu adam, ama sesi yumuşakçaydı ve erkeklere özgü kalınca sesi  sanki göğsünden kopup geliyordu.Seninle şakalaşıyor ve sana takılıyor gibiydi o, espri yanı fazlaydı, kendine güvendiği, kendisini üstün biri olarak gördüğü de anlaşılıyordu davranışlarından, erkek kumru sesine benzeyen sesine, kalın ve yumuşakça bir ses de ekleyebilmekteydi, bu da kızları baştan çıkaran erkeklere özgü özelliklerden biri olmalıydı.

– Genç bekarların kız peşinde dolanmalarını anlarım da, senin neyin peşinde olduğunu anlayamıyorum bir türlü, Mıhamet, diyerek, eskimiş ve yalama olmuş bir kağnı arabası gibi sesiyle güldü İsmahil’in yanındaki de.
– Benim de bir düşündüğüm var, Lıhuj! (Л1ыхъужъ;Kahraman) Bu dünyayı sizin gibi bekarlara öyle kolay kolay teslim etmem, dedi Mıhamet de.

Sözlerinden üstü kapalı da olsa biraz gücenmiş olduğunu belli ediyordu, evlenme ve yaşam gibi bir konuda Mıhamet’in duygularıyla oynandığı ortadaydı.
– Bu akşam Mıhamet için değil, konuğumuz için bir iş peşindeyiz, diye konuştu Şumaf (uğurlu, yaman atlı), bir ot yığını gibi hepsini aşan uzun boyuyla.
– Konuk mu var yanınızda?
– Evet, kızlarımızı göstermeye götürüyoruz onu.
– Öyleyse buyurun, yolunuz açık olsun, biz sizin önünüzü kesmeyelim…
– Önümüzü kesecek gibi önemli bir iş peşinde değiliz, daha kalabalık olursak daha da  seviniriz, diyerek yanındakilerin bu iki kişiyi uzaklaştırmalarına gerek bulunmadığını ima etmişti Bibolet.
– Burada habersiz karşılaştık diye sizin gitmeniz gerekmez, birlikte olursak daha da güzel olur, dedi Mıhamet, Bibolet’e destek çıkarak. ”Daha kalabalık olursak, daha neşeli oluruz” diye düşünmüştü içinden.
– Gidelim, durmayalım böyle, diye sözlerini sürdürdü Mıhamet ve en önden bahçeye girdi.
– Nereye gidiyorsun böyle Mıhamet, haç’eş (konuk odası) bu yanda ya, diye peşinden seslendi Şumaf, Mıhamet’in haç’eşe  değil,kızların odasına doğru gittiğini görünce.
– Haç’eşi bekleyip mi duracağız hala, kızlar neredeyse biz de oraya dalarız! dedi Mıhamet ve perde aralığından ışık sızan odaya doğru yürüdü.
– Buyurun! diyerek kapıyı açtı Yusıf.
Tiyatroda perdenin aniden kaldırılması durumunda sahnede habersiz yakalanmış bir oyuncu gibi, birinin alelacele odada bulunduğunu gördü Bibolet. Nafset’ti o, oyun oynayan bir çocukmuş gibi, açılmış kapıdan bir bakıp hemen Yusıf’ın arkasına gizlendi. Ancak odaya girdiklerinde, gülmeden ya da gülümsemeden, Nafset’in dimdik ağaç divanın yanında ayakta dikilmekte olduğunu yeniden gördü Bibolet.
Nafset’in ablası Kulats (Кулац; Kulas), güzel bir genç kız idi, lambanın konduğu masanın yanı başında ayaktaydı. Lamba ışığında  batan güneşin şavkı gibi parıldayan kıpkırmızı eşarbı  başındaydı, sanki suda yüzüyormuş gibi yere yumuşakça ayaklarını basarak konukları karşıladı. İnsan bedeni ve ruhu bulunmayan biriymiş gibi göz kapaklarını indirip konuğun elini hafifçe tuttu. Gelinlik çağına geldiği için iş ve güçten uzak tutulduğu ve kendisine bir konukmuş gibi davranılan bir kız olduğu,pamuk gibi yumuşacık ellerinden anlaşılıyordu.

– Bak ve gör, onun ne dalgacı bir kız olduğunu! dedi Mıhamet, espriler yaparak Kulats’ın elini tuttu ve yüzüne bir baktı.
Kulats, utanmış halde hafiften bir gülümsedi,ama bir şey demedi ve incecik bedenini bir yılan gibi kıvırarak, elini Mıhamet’in elinden kurtardı, yanıt da vermedi, Mıhamet’in sözünü üstüne almamış gibi yaptı.
Kulats’ın elini tuttuktan sonra Bibolet, Nafset’in yanına gitti.
– Seni gerçek bir arkadaş olarak kabul ettiğimi kanıtlamak için, bak seni her yerde buluyorum, diyerek Nafset’in elini tuttu.
Nafset, bu sözlerden pek emin olmamıştı, küçücük dudaklarıyla bir gülümsedi ve gözlerini yukarı kaldırmadan elini uzattı. Elleri nasırlıydı. Evin küçük kızı olduğu için işler şimdi onun omuzlarında olmalıydı.
Bir şey demedi.
Birbiri ardından kızların elleri tutulduktan sonra İsmahil, gruptan ayrılıp Bibolet’in yanına geldi.
– Hoş geldin, konuk (Фэсапщи, хьaк1э)! Karanlıkta sana bir hoş gedin deme fırsatımız olmadı, diyerek Bibolet’in elini tuttu.
Mıhamet’le birlikte gündüzleyin yürütme komitesi (muhtarlık) binasına giderlerken yolda gördükleri gösterişli atlının bu İsmahil olduğunu hemen anlamıştı Bibolet. Mıhamet’in onun için kendisine, “Atı sürekli eğerli olan atlılarımızın başında geleni de bu…” demiş olduğunu anımsadı.

Bibolet dikkatlice İsmahil’e baktı. Yakışıklı biriydi, manda boynuzu gibi iki ucu kıvrılmış gür siyah bıyıkları vardı. Gözleri yuvalarından fırlayacaklarmış gibisine iriydiler, bakanı alaya alır, küçümser gibi bakıyorlardı. Çok şakacı biriymiş gibi bir görünümü de vardı, gerçek kişiliğini gizleyen ve düşünceleri zor anlaşılabilen birine benziyordu. Eline geçeni parçalamaktan geri kalmayacak  biri olduğunu herkes kolayca fark edemezdi. Ancak dikkatli ve bilinçli bir bakıldığında, şakacı tavır ve davranışlarının altında,saldırıya hazırlanan sinsi bir köpeğin benzerini onda görmek pek de  zor olmazdı. Sol kaşının üzerindeki kocaman yara izi bile, onun bir kötülük kumkuması olduğunu anlatmaya yeterdi.
Gençler oturdular. Kulats da normal bir kız gibi, masanın daha gerisinde, yazmasını lamba ışığında yüzünü de kısmen kaplayacak bir biçimde örtünerek dikilmişti. Kırmızı yazmasından yayılan kırmızımsı görüntü, üzerinden altın huzmeleri dökülen bir kız görüntüsü veriyordu ona, bu da kızı daha da bir güzelleştiriyordu.
Nafset de küçük kız kardeş olduğundan divanın daha geri tarafında ablasının yanında dikilmişti.
Adige geleneği gereğince el tutma ve buyurma işlemi uzun uzadıya ve önem verilerek sürdürülmüştü. Karşılamalar bitip oturduklarında ise iyice sessizleşmişlerdi. Odadakilerin soluma sesleri zar zor işitilebiliyordu. Şumaf’ın tütün içişi, bir demirci körüğünü çekiyormuş gibi, diğerleri içinden fark edilebiliyordu. Kulats, sanki utanıyormuş gibi, kaçamak bakışlar atıyor, gözleri ile Yusıf’la bir konuşuyor, bazen de gözlerini Mıhamet’e çeviriyordu, onları yakından tanıdığını belli etmek istiyor gibiydi.
Nafset, gruptan uzak düşmüş bir taş heykel gibi kımıldamadan dikilmiş duruyordu yerinde. Odadakilere değil, daha uzaklara bakıyor gibiydi. Bibolet, yanında oturduğu masanın üzerinde birkaç kitap ve defter bulunduğunu gördü. Kitapları alıp incelemeye başlayınca, Nafset, durduğu yerden kaygılanmaya başladı. Bibolet’in kitapları inceleyip işi defterlere getirmesine değin, Nafset yerinde durdu, ama sıra defterlere gelince, utandığını belli eder bir biçimde odanın bir başından gelerek defteri bir ucundan tuttu.
– Onlara bakmamalısın! dedi.
– Niye bakmayayım, sakıncalı bir şey yok ki bunlarda.
– Bir şey olduğundan değil, okuma yazma öğrenmek için yaptığım karalamalar var bu defterlerde, bana gülmenden utanıyorum, hadi ver onları bana.
Nafset iyice utanmıştı, bir yandan ısrarla defterlerini almaya çalışıyor, bir yandan da Bibolet’in yüzüne bakmaktan çekiniyor, ne yapacağını şaşırmış gibi direnip duruyordu. Bibolet defteri vermedi, bu arada çekiştirip dururlarken göz göze geldiler. Nafset’in gözleri bir göz açıp kapama süresi kadar açık kaldı ve Bibolet’e baktılar. Kızma ya da başka bir olumsuz düşünce yansıtmadan bir göz açıp kapama süresince kendisine bakmıştı kız. Bibolet bu bakışı daha sonraları da hiç unutamamıştı. Soru ile korkuyu birlikte yansıtan bu bakışı neye yorumlayacağını bir türlü kestirememiş, bunu birçok kez anımsamış ve düşünmüştü Bibolet. Nafset’in gözlerindeki o soru ve korkunun nedenini Bibolet, birkaç yıl sonra ancak çözebilmişti. Defterleri çekiştirip dururlarken, az da olsa, aralarında bir yakınlaşma doğmuş olması her ikisini de sevindirmiş olmalıydı.
– Anlaşılan bana hiç güvenmiyorsun! Ver de bir  bakayım bu deftere,olmayacak bir şey görürsem hiç okumam,hemen geri veririm,ben sadece senin nasıl bir yazı yazdığını görmek istiyorum (2).
Ver, dedi Nafset de gücü tükenmiş halde. Sonunda, başaramayacağını anlayınca,defterin birini bırakıp diğer defterleri aldı ve onları bir yere sakladı.

Nafset çok utanmış, yanakları kızarmış ve düşünce içerisinde Bibolet’e bakaraktan yeniden eski yerinde ayağa dikildi.
Bibolet defter yapraklarını karıştırmaya başladı. Baş kısmında Rusça yazılmış birkaç sözcük vardı, bunları bir yerlerden yazmış ve öğrenmek istemiş olmalıydı, yazı yazmaya yeni başlamış olan birinin yazdığı gibi yazılar eğri büğrüydü.Rusça sözcüklerin karşısına Adigecelerini de yazmıştı. Bunun ardından ise, yazı yazmaya yardımcı olan örnekler bulunuyordu.
Mıhamet bayağı bir yüksek sesle öksürdü. Elini cebine atıp tütün tabağını çıkardı, her zaman yaptığı gibi, hiç acele etmeden, yavaş yavaş cıgarasını sarmaya başladı. Dudaklarındaki kurnazca gülümsemeden, bir şeyler yapmayı planladığı ve bu şeyin kocaman bir kaya parçası gibi yuvarlanarak gelmek üzere olduğu anlaşılabilirdi.
– Kulats, konuk bir kitap buldu ya, hiçbirimiz artık onun umurunda değiliz,anlaşılan sana bizden başkasından hayır yok, ona bakıp boşuna bekleme. Sonunda yine bize kalacağın anlaşılıyor… Bayırdan kocaman bir taş yuvarlanmış  gibi  patlatıvermişti sözünü Mıhamet. Kurnaz kurnaz gülümsemeleriyle de Bibolet’e değil, Kulats’a bakıyordu.
Bibolet hemen kendisini toparladı. Bir grup içinde iken kitap okuyup durmanın uygun düşmeyeceği kendisine bir güzel anımsatılmış ve Bibolet de şaşırıp kalmıştı. Mıhamet, havaya karışıp giden konuşma sesini sadece kendi dinliyormuş gibi, başını eğip yandan da Bibolet’e bir bakıp sustu.
– Ne yaparsa yapsın,öncelik konuğun,o dururken,bizim  kendimizi düşünmemiz uygun düşmez, konuk nasıl istiyorsa biz de öyle yaparız, diye hafiften bir gülümseyerek karşılık verdi Kulats da Mıhamet’e.

Bibolet, kızla pseluh (псэлъыхъу;yavuklu) konuşması yapmamak için diretyordu. Ancak Mıhamet durmadan kendisini buna zorluyordu, sonunda bir yanıt vermesi  kaçınılmaz olmuştu.
– Mıhamet,bak bilmiyordum , sen gerçekten bir yalancı imişsin, diyerek bir yanıt verirken,bir yandan da elini sallayarak gülümsüyordu Bibolet. Ardından ciddi bir tavır takınarak konuştu: “Burada bir topluluk içinde kitap okumakla hata ettiğimi kabul ediyorum. Ancak sen de, Behukoların haç’eşinde bana vermiş olduğun sözünü tutmayarak benden daha fazla hata etmiş oldun, arkadaş isek bunun cezasını  görüşmemiz gerekir. Bu da benim sana bir yanıtım olsun. Bu arada beni gözetecek biçimde hareket etmeyi kabul ettiğini söyleyen Kulats’a da çok teşekkür ederim. Ancak asıl niyetimi söylemeye kalkışırsam, pişman olacağından korkarım…”
– Bibolet, dilin hiç de yumuşak bir dil değil, çok sivri  dilli birisin anlaşılan!. . Bu son konunun dışındaymış gibi yavaş bir sesle konuştu Mıhamet.
– İki keskin dil, iki keskin kılıç gibi karşı karşıya gelmiş anlaşılan… kendi kendisine söylenirmiş gibi konuştu Şumaf da. Başlanmış olan esprili konuşmayı dinlemek için hazırlanmak istiyormuş gibi bir cıgara sarmak istedi, elini Mıhamet’e doğru uzatıp “Ver bakalım bir nefeslik” dedi.
– Sözümüzü yerine getirmeyeceğimizi sanıyorsa konuğumuz, bizi kenttekilere benzetmiş olmalı. Ancak ben sözümü geri çekmek için söylemedim, diyerek Kulats Bibolet’e arka çıktı. Bunu söyledikten sonra da bir göz kırparak Yusıf’a baktı. Öbürü de göz kırpmayla karşılık vererek,Bibolet’i konuşmaya zorlamasını kızdan istedi.
Böylece Bibolet giderek pseluh işinin içine yuvarlanmış oldu. İsmahil ile Şumaf da bir iki genci daha yanlarına alıp pseluh işine katıldılar. Bu gençler kendi köylüleri olan kıza arka çıktılar ve onun aldanmasını istemediklerini, en iyisi, bilmedikleri bir yabancıya gideceğine, kızın kendi köylerinden bir gençte karar kılmasının en isabetli karar olacağı görüşünü savundular. Ardından İsmahil’i de yavaş yavaş ayrı bir  rakip pseluh olarak Bibolet’in karşısına çıkardılar. Bibolet’in bir pseluh konuşması yapması için çift yönlü bastırmakta olan Mıhamet de sonunda Bibolet’i destekler bir pozisyon aldı. Böylece Bibolet,Kulats üzerine bir pseluh  konuşmasının içine çekilmiş oldu,yanıt verme işinde Kulats  ileri gitmeye ve bastırmaya başlayınca, Bibolet de bir ileri adım daha atarak konuşmalara taraf olarak iyice katıldı. Böylece pseluh konuşmalarına dalıp uzunca bir süre konuşup durdular. Sonunda Kulats, dünyanın bir ucuna gitse bile,oraya Bibolet’le birlikte gitmeye hazır olduğunu,bir tek Bibolet’e varmayı kabul ettiğini söyledi.
– Vallahi de Kulats, böyle bir karar vereceğini bilseydim eğer, dünyada Bibolet’e arka çıkmazdım! Yaktık kendi kendimizi. Köyümüzde güzel mızıka (пщынэ/pşıne) çalan tek kızımızdan da olduk anlaşılan, diyerek Mıhamet, söyleşiyi sonunda şakaya bağladı. ”Haydi bize bir mızıka çal da, bizdenden henüz ayrılmamışken,son bir kez bize bir oyun oynama fırsatı ver bari.Ondan sonra ikinize de Tanrıdan  iyi yolculuklar diyelim, dileriz birlikte uzun ve mutlu bir yaşam sürdürürsünüz…
Kulats mızıkayı eline aldı, başını güzel bir biçimde öne eğip, parmaklarını mızıkanın tuşlarına yerleştirdi. Çok ayaklı bir böceğin yürüyüşü gibi, Kulats, önce yumuşak beyaz parmak uçlarını tuşların üzerinde bir gezdirdi. Kumru sesi gibi kalınca sesler de çıkaran ve dalgalanan bir sığırcık (пчэндэхъу) sürüsünü  andıran sesler de döktüren bir  akordenon sesiyle, Adige dans havalarını çalmaya başladı. Mıhamet de ayağa kalkıp kuzu kapıp kanatlanmak üzere olan bir kartal gibi, omuzlarını yukarı kaldırarak dans etmek üzere ayağa kalktı.
Bibolet de sıranın kendisine gelmesi üzerine Nafset ile oynayıp yerine oturdu.
Nafset bütün bir akşam ve bütün bir gece boyunca, adeta bir başına dikilmiş, şakalaşma ve gülüşmelere katılmadan kendi yerinde ayakta durmuştu. Yapılan espri ve şakaları da beğenmiyormuş gibiydi. Bir tür kaygı içindeydi,ara sıra Bibolet’e bir baktığı da oluyordu. Ancak Bibolet’in bakışı ile karşılaştığında, soğuk ve ani bir tavırla gözlerini ondan kaçırıyordu.
Nafset’in içinde bir sıkıntı olduğunu ve kalbinin de güp güp attığını  bakışlarından anlamıştı Bibolet. Ancak bunu neye yoracağını bilemiyordu. Bibolet’in farkına vardığı tek şey, şimdiki bakışı ile kağnı arabasında, birlikte oturdukları zamanki bakışının çok farklı olduğu idi. Kağnı arabasındaki karşılaşmalarında, Nafset’in gözlerinden kendisine karşı sıcak bir duygu yansıyordu. Kendisini kınıyormuş gibi olan şimdiki soğuk bakışına Bibolet, bir türlü bir anlam veremiyordu. Kulats ile şakacıktan da olsa bir pseluh konuşması yapmış olması, Nafset’i incitmiş olmalıydı. ”Sen sonunda kendi yolunu kendin çizdin, artık ben senin için bir anlam ifade etmiyorum!. . Bundan böyle, benim de kendi yolumu çizmem gerekir…” dermiş gibi bir anlam sezinliyordu Bibolet, Nafset’in bakışlarından. Onu böyle üzdüğü için bu küçük kıza acımaya, kendisine de kızmaya ve kendini ona daha da  yakın görmeye başlamıştı Bibolet. Kızın okuması, onun yeni dünya düzeni içinde saygın bir yer edinmesi için yardımcı olması gerektiğini şimdi her zamankinden daha fazla önemsemesi gerektiğini kavramaya başlamıştı. Elinden geldiğince onu gözetmeyi ve desteklemeyi  içinden kararlaştırdı sonunda.
Bundan başka Nafset’e ilişkin daha ağır bir kaygı kaplamıştı  Bibolet’in içini. İsmahil’in bir iki kez arzular bir biçimde Nafset’e baktığını görmüştü. İsmail dışında, odadaki gençlerden bazılarının da  istekle Nafset’e bakmakta olduklarını fark etmişti. Ancak diğerlerinden çok İsmahil’in bakışları Bibolet’in içine bir kurt düşürmüştü. İsmahil’in ne tür bir insan olduğunun, o yapıdaki kişilerin kadınlara masumane gözlerle bakmayacaklarını biliyordu, Nafset’in böyle birinin eline düşmesi demek, onun yeni dünyaya ve tüm umutlarına veda etmesi demek olacaktı. Henüz  çok düşük düzeyde bir bilinçlenme içinde olan Adige kadınlarının İsmahil gibilerine kolayca yem olabileceklerini de biliyordu. Bu nedenle İsmahil’in bakışlarını beğenmemiş ve buna  Nafset’in geleceği kaygısı da eklenmişti.

Çay tepsisi içeri getirildi ve danslara bir ara verildi. Çaylar içildikten sonra,daha fazla oturmadılar ve ç’apşeye (к1апщэ) (3) gitmek üzere ayağa kalktılar. Dışarı çıkacakları bir sırada Bibolet Nafset’e yanaştı ve ciddi olarak:
– Nafset, sen bana hiç güvenmiyorsun, ama sana söylediğim gibi okuman için her zaman beni yanında bulabilirsin. Kimseyi dinleme, oku. Rusça olsun, Adigece olsun, hangisi kolayına gelirse o dilde yazışalım, olmaz mı?
– Olur, dedi Nafset. Kuşkulu ve güvenmiyormuş gibi. Bakmadan da Bibolet’in elini tutmuştu.
– Vallahi, konuk, öyle de olmaz ki, iki kız kardeşin ikisini de sana bırakamayız ki!. . dedi İsmahil, yalandan ve şaka yapar gibi.

Ancak İsmahil’in bu şakasının arkasında çok ciddi şeyler bulunduğunu sonradan öğrenecekti Bibolet.

KİTABIN BİRİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU

DİPNOTLAR
1)
Tsıye (цые), Adigelerin ve Kafkas halklarının giydiği uzun elbise, yabancılar Çerkeska derler. Bugün Adıgeler cekete tsıye, pardesü ya da paltoya da “tsıye k’ah” (цые к1ахь, цые к1ыхь;uzun ceket) derler. -HCY
2) 1927 yılına değin Adigece Arap harfleriyle yazılıyordu. O yıl Latin harflerine geçildi, 1937’de de Adigey’de şimdiki Kiril (Rus) harfleri kabul edildi. Kabardey-Balkarya ve Karaçay-Çerkesya’da ise 1924 yılına değin Arap, 1924-1936 arası Latin, 1936’dan sonra da Kiril (Rus) harfleri kabul edildi. Shapsughya’da ise aynı sıra izlendi, ancak 1943’te fiilen, 1945’te de resmen özerkliğe son verildi, Adigece yazı ve eğitim
kaldırıldı. -HCY
3)
Ç’apşe (к1апщэ), kemiği kırık olan kişinin kemiği kaynayıncaya değin uyutulmaması biçiminde Adigelerce uygulanan eski bir tedavi yöntemi. Aralıksız eğlenilerek ve hasta lafa tutularak uyutulmazdı. Bu, aynı zamanda insana verilen değeri de gösteriyordu. -HCY


I. SOVYET KONGRESİ DELEGESİKüçük haç’eşlerindeki tahta divanın üzerinde uzanmış yatıyordu Bibolet. Kapalı pencere kepengindeki (къэбэкъ) aralıklardan güneş ışıkları sızıyor, gümüşi görünümlü bir sıcaklık, gözle görülür biçimde içeriye doluyordu.Gittikçe büyüyüp genişleyen ışık,  keskin bir bıçak gibi karanlığı yarıyor, küçücük toz zerrecikleri de, gümüşten birer toz imişler gibi yavaş yavaş boşlukta yüzüyorlardı. Duvarın bir köşesinde (пл1эныб) örümcek ağına yakalanmış bir sinek de vızıldayıp duruyordu. Hayır, bu bir sinek sesi değil, bu bir eşek arısı vızıltısıydı. Esintisiz ve bunaltıcı bir yaz sıcağı vardı ortalıkta. Hayır, Bibolet haç’eşte değil, sırtüstü uzanmış bir çayırlıkta yatıyor; boynu da otlardan gıdıklanıyordu. Başucunda ise, kımıldamaksızın eşek arısı duruyordu. Bir pervane gibi durmadan dönen, ama dönüş hareketini göremediği arının kanat vızıldamaları, dağlara doğru incecik bir çizgi biçiminde uzanıyor ve dağları delip gidiyormuş gibi kulağında yankılanıyordu.

Eşek arısı kımıldayamıyordu, gözle görülemeyen bir ipliğe takılmış da kalmış gibi durduğu yerde duruyordu. Ancak beklenmedik bir anda başka bir yöne doğru hızla kaçıyor, birkaç saniye için ortalıktan yok oluyor, ardından da başka bir yerden ortaya çıkıyordu. Bibolet dikkat kesilmiş eşek arısına bakıyordu, hızlı kaçışı sırasında gözleriyle yakalamak istiyor gibiydi onu. “Buğdayları biçmek gerekiyor, kimden ikinci koşum atını ödünç alabiliriz, kime yalvarsak ki. Dizgin-koşum takımlarını onarmak, tırpan ve tırmıklar da bulmak gerekiyor. Babası bunları bulmak, bir araya toplamak için kaygılı bir biçimde bahçede koşuşturuyordu. Kendi ise yatmış uyuyordu!”

Artık kıra çıkmış, tarlada çalışmaya başlamışlar. Babası güçsüz bir yaşlı, kendi önünde,  ot biçiyor. Tırpanı zor çekiyor, bacaklarını ise zar zor sürüklüyor. Omuzlarına taşıyamayacağı bir yük yüklenmiş anlaşılan. Babası artık çok yaşlanmış. Ona tarifsiz acıyor Bibolet. Ancak kendi ot biçmesini, tırpan çekmesini beceremiyor, henüz çok genç. Babasını izliyor ve ancak bağ yapabiliyor. Babası arada bir arkasına dönüp bakıyor. Yorgun ve güçsüz sesiyle, kendisini hafifçe bir azarlıyor:”Buğdayı öteye beriye böyle savurup dağıtman yakışır mı, a evladım. “Bu sözleri söylerken,  babasının alnından ter boşalmakta olduğunu ve terin babasının aksakalına karışmakta olduğunu görüyordu Bibolet.

Hayır, bu babası değildi. Sakalları da birbirine karışmamıştı. Keçi sakalı gibi ince ve şık tıraş edilmişti bu sakal. Ayrıca beli de bükülmemişti, dimdik ve kendinden emin biçimde ayakta durmaktaydı. Önem vermiyormuş gibi, soğuk soğuk Bibolet’e sesleniyordu:”Evet, molodoy çelovek (genç adam), yine bir kez daha sınav için gelmen gerekecek”. Evet, karşısındaki kendi profesörüydü. Bibolet sınavı başaramamıştı. Utancından yanakları kıpkırmızı tutuşmuş yanıyordu, gururu ayakaltı olmuştu.

Buram buram ter içinde Bibolet uyanmıştı. “Peki, neredeyim şimdi ben?”. Hemen divanın üzerinde doğrulup hızla sağa sola bir bakındı ve nerede olduğunu çıkardı sonunda. Moskova’daki öğrenci yurdunda olduğunu anladı, odasında uyumakta olan öğrenci arkadaşlarını da görüp rahat bir nefes aldı:”İyi ki bir rüya imiş. Sınav diye bir sorunum yok zaten”. Ancak sineğin ju-juju sesini yeniden duydu. “Kış günü sinek ne arasın burada? Hayır, bu bir sinek değil, pencere camının titreşim sesiydi. Peki, pencereyi böylesine titreştiren şey ne olabilirdi ki?” Sonunda Bibolet’in uykusu kaçtı.

Pencere camları, dışarıdan gelen yoğun sesler nedeniyle gümbürdemekteydi.

Bibolet yatağından fırlayıp pencereyi açtı. Soğuk bir hava içeri girdi, soğuk olmasına karşın, dışarıda,  oldukça uzak bir yerde bir gösteri olmalıydı, pencereleri zangırdatan da oradan gelen seslerdi. Büyük bir insan selinden yükselen seslere bando ve davul sesleri de karışıyor, sesler gök gürüldemesi biçiminde uğuldayarak, neredeyse bütün bir Moskova’yı kaplıyorlar, giderek de yaklaşıyorlardı.

Bibolet sesleri dinlemeye başladı:”Bir kutlama için mi, yoksa üzücü bir olay için mi bu gösteri?  Bugün için bir gösteri olsaydı, herhalde okulda söylenirdi.”

Sovyet Devleti iç savaştan yeni çıkmıştı, bir yıldan beri de barış içinde yaşıyordu, ama barışın bu birinci yılında yine kaygılar bitmemişti. Lord Curzon’un (1) ültimatomu ve Chamberlain’ın (2) notası yeni alınmıştı, Vorovski’nin öldürülmüş olması nedeniyle de, Almanya’da devrim bekleniyor,  heyecanlı günler yaşanıyordu. Kapitalist dünya,  Sovyet Devletine  “de Jure”  ya da “de Facto” biçimlerinde katlanıyordu, ama azılı bir canavar gibi ülkeyi kuşatmış, abluka içine almıştı. Ülkeye yeni bir müdahale olması olasılığı ve Sovyetlere yeniden çullanılması tehlikesi vardı. Moskova proletaryası (3) devrime yönelecek her bir tehlikeyi karşılamak üzere tetikte beklemekteydi. Hemen her gün bir sevinçli ya da üzücü olay haberi duyuluyordu.

Bibolet de aynı kaygıları yaşıyordu. Moskova proletaryasının sevinciyle seviniyor, üzüntüsüyle de üzülüyordu ve her oluşumu aynen yüreğinde duyuyordu. Sabahları Moskova’daki sesleri dinlediğinde, o günün, üzücü ya da sevindirici geçip geçmeyeceğini artık kestirebiliyordu. Sabahları uyanır uyanmaz, ilk iş olarak Moskova’daki sesleri dinleme alışkanlığı edinmişti. Ardı arkası gelmeyen tramvay sesleri, otomobil kornaları ve otobüs gürültüleri ve bir insan selinin uğultuları, koyun böğürtüleri gibi birbirine karışmış gidiyordu. Bazen, sabahları, davul ve bando sesleri de insanların hep bir ağızdan söyledikleri şarkı ve marşlara karışıyor, insan selinin “ura!” (yaşasın) sesleri Moskova’nın bütün semtlerini çınlatıyor, sevinç çığlıkları içinde,  bir insan seli biçiminde Moskova proletaryası şahlanmış yürümekteydi. Böylesine kutlamalar dünya proletaryasının yeni bir başarısı ya da kazanımı ya da bir proleter bayramı anma nedeniyle yapılıyordu. O zaman bandoların ve davulların sesleri ve müzikleri başka oluyor, gösteri boyunca söylenen şarkılar, sanki birer dans müziğiymişlercesine, geleceğin dünyasına damgasını vuracak olan sınıfın sevincini duyuruyorlardı. O zaman tramvay, otomobil, motosiklet ve tüm araçlar, kendilerinden geçmişçesine korna ve düdük çalma yarışına girişiyor, gösteriye ayrı bir renk ve neşe katıyorlardı…

Ancak bazen Moskova üzücü bir sabaha da uyanabiliyordu. O zaman “ura” sesleri duyulmuyordu. Sevinç ve neşe ifade eden sesler hiç duyulmazdı böylesine günlerde. İşçi gösterileri cepheye gönderilecek bir birlik gibi, yiğitçe ve kararlı tavırlar içinde, devrim uğruna canlarını vermeye hazır olarak, yollar boyunca akıp giderlerdi. Davullar ve bandolar da savaş marşları çalarlardı. Şarkılar da devrim üzerine ant içmeye ve kendilerini devrime adamaya değgin olurdu. ”Ura” sesleri mızrak gibi göğe doğru yükselirdi. Tramvay ve otomobiller de yaklaşan tehlikenin kaygı ve korkuları içine düşmüşler gibi kornalarını öttürerek birbirlerine yol verirlerdi.

O zaman da proletaryanın bir tehlike karşısında bulunduğu, Moskova emekçilerinin kaygılı günler yaşadıkları, ama yurdu korumak için proletaryanın canını vermeye hazır olduğu gösterilerle ortaya konurdu.

Ancak Bibolet, şu anda duyduğu sesleri neye benzeteceğini bir türlü kestiremiyor ve kulağını dört açmış seslerin anlamını çıkarmaya çalışıyordu.

Göstericiler yaklaşmaktaydı. Bir ara başka bir yere sapıp gidiyorlarmış gibi, sesler oldukça yavaşlamıştı, ama bir süre sonra, çok yakınlarda bir yerde, sesler gür bir patlama sesi biçiminde yeniden ortaya çıkmış, azgın bir deniz dalgası, bir ırmak seli gibi, bütün caddeleri kaplamıştı.

Bibolet hızla giyinip dışarı çıktı.

Moskova yılın soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Caddeler, ev ve ağaçlar demir ve mavi karışımı bir görünüme bürünmüştü. Elekten dökülüyormuş gibi, incecik ve yumuşak bir kar serpiştirmekteydi. Soğuk rüzgar ise,  karları itip yuvarlıyor ve kaldırımlarda biriktiriyordu.

Bibolet, o zamanlar sayısı çok olan eğri büğrü sokak aralarından ilerleyerek Myanitski (4) caddesine ulaştı. Göstericiler bütün bir caddeye doluşmuş halde yol boyunca yürümekteydiler. Myanitski caddesini karşıdan karşıya geçmeyi engelleyen otomobiller, şimdi düz asfalttan uzaklaştırılmışlardı ve her biri kendisi için bir çıkış yolu aramaktaydı. Koca otobüsler de uğultulu korkunç yarışlarına bir ara verip uysallaşmışlar, gösteri yürüyüşünü yandan izleyerek yollarına devam etmeye çalışıyorlardı. Aradan pek fazla bir zaman geçmemişti ki,  göstericiler tramvayları durdurdular ve yola öyle devam ettiler…

Bibolet önce göstericilere bir baktı. Her zaman olduğu gibi işçi sınıfı en önde yürüyordu. Göstericilerin yüzlerinden sevinç okunmaktaydı, adımlarını uyumlu atmaya dikkat etseler bile, zaman zaman bunu coşku içinde unutuyor gibiydiler.

Bibolet’in asıl dikkatini çeken şey ise, bir topluluğun  önünde giden bir bando takımının başındaki davulcusu idi:Davulu göbeğinin üzerindeydi, sırtını da geriye doğru vermiş, hem davulunu çalıyor, hem de davuluna uygun olarak büyük adımlar atıyordu, kaygısız biriymiş gibi dudaklarından gülümseme eksik olmuyordu,  sıranın en önünde dimdik yürüyordu, çocukları eğlendirmek için  davulunu  keyifli keyifli çalıyor gibiydi. Ancak dikkatle bakıldığında, bir tehlike belirdiğinde, davul takırtısını bir yana yapıp tüfeğini kapacağı,  bambaşka ve yiğit bir kişiliğe dönüşeceği de kuşkusuzdu.

Gösterinin bir kutlama nedeniyle yapılmakta olduğunu kavramakta gecikmemişti Bibolet. Şimdi işçi sınıfının bir başarısı kutlanıyor, bu kutlamaya ve davulcuya, her ikisine de seviniyordu, davulcuyu ardından bakarak uzun uzadıya izlemişti. Daha sonra kendi de genel havaya kapılıp bandonun çaldığı marşa ayak uydurdu ve sonunda yürüyüş kolunun kenarından yürümeye başladı. Hızlı akışlı bir ırmak gibi adeta koşar adım ilerleyen yürüyüş kolunu yarıp karşıya geçmek için bir fırsat yakalayamadı, böylece Lubyanski Meydanı’na vardı. Orada Kitayski duvarının bir geçidinden geçip Sverdlov Meydanı’na doğru kıvrıldı.

Meydan karınca yuvası gibi insanla kaynıyordu. Tramvay yolları birer boz yılan görünümünü almıştı, bunlar birbirine çapraz biçimde meydana uzanıyor, orada yerlerini alıyorlardı. Tramvaylar da bir dizi, bir konvoy halinde insan selinin içinden sıyrılıp ağır ağır ilerlemekteydiler. Gösteri yürüyüşü Lubyanski Meydanı’nı geçmiş,  tramvay yolunun kenarından ileriye doğru yürümekteydi. Yürüyüş kolu şimdi Malıy Tiyatro yerinden dönerek Bolşoy Tiyatrosu’nun önünden geçmiş, Ohotnıy denilen yere ulaşmış durumdaydı. Kitlelerin “Ura!” sesleri, bir top gürüldemesini andırarak, Bolşoy Tiyatrosu’nun önünde göğe yükselmekteydi.

Pervopeçatnik anıtını (pamyatnik) geçmişken, bir baktığında Bibolet, meydanda kaynaşmakta olan insan seli içinde, deri montlu zayıfça birinin hızla caddeyi geçmekte olduğunu gördü ve dikkat kesildi. Yatağından taşmış bir ırmağı bir başına geçmeye çalışan bir atlı gibiydi o:Bazen önünü otomobil ve tramvaylar kesiyor, bazan da sele kapılmış gibi oluyor, bazen da geriye doğru kaçtığı da çıkıyordu. Korku içinde, şimdi bir otomobile ezilecek derken, deri montlu kuru kişi Vtoroy Dom Sovet’den (5) geçip Malıy Tiyatrosu önündeki kalabalığı aşmaya çalışıyordu. Belinden kemerli montu, bodur, ama telaşeli yürüyüşü, küçük tüylü kalpağı ve başını eğiş biçimi ile bu kişi Bibolet’e yabancı gelmemişti, onu bir yerlerden tanıyor olmalıydı.

Deri montlu kişi, uzun yürüyüş kolunun bir ara boşluğunu fırsat bilip caddenin öbür tarafındaki kaldırıma ulaştı. Zor yeri aşınca, geçmeyi başardığı elli metrelik caddeye, geri dönüp bir daha şaşkın şaşkın bir baktı. Biraz bekledi, başını salladı, boynunu bir döndürdü, tilki gibi montunun ucunu toplayıp Malıy Tiyatrosu köşesine saptı ve gözden kayboldu.

“Halaho bu! Nereden çıkmış ki? Kuşkusuz o olmalı!” diye düşündü Bibolet. İyi bir kayıkçının yolunu bulması gibi, otomobil ve tramvayları dinlemeden, hızla caddeyi geçti ve deri montlu zayıf kişinin peşine düştü Bibolet.

Malıy Tiyatrosu’nu dönünce montlu kişiyi Mostorg’daki vitrinlerde sergilenen ev eşyalarına bakar halde gördü. Yaklaştığında, ”yanılmış olmayayım” diye kuşkulu kuşkulu, yanından dolanıp bir daha baktı, gerçekten Halaho idi bu. Duyduğu sevinçle adeta dili tutuldu, zorlukla konuşabildi:
– Hoş geldin, Halaho!

Kıvırcık saçlı ve sakallı biri olan Halaho hemen arkasına döndü. Bir süre, bu kişinin kim olduğunu çıkarmak için olmalı, ne diyeceğini bilemeden bekleyip durdu. Ardından kuşkulu,  inanamayarak ve de sevinerek, bunların hepsini ifade eder bir biçimde haykırdı:
– Vay, vay, vay, bu dünyada bir Adige de kalmış mıydı! Gerçekten şanslıymışım ki seni gördüm, diye atılıp nasırlı elleriyle Bibolet’in elini tuttu. Tuttuğu eli bırakmadan öteki eliyle de Bibolet’e bir sarıldı.
– Burada  bir Adige ile karşılaşmak bir yana, bir daha köyüm görmekten bile umudumu kesmiştim!. . Ne de farklı bir şey bu içine düşmüş olduğumuz şey! Burada olup bitenleri, buradan yapılan şeyleri Allah bile bilir bilmez desem yeri var… Burada mı oturuyorsun böyle, diye sevinçten sözlerini sıralamaktaydı ihtiyar.
– Ben burada okuyorum.
– Çok iyi, çok güzel, böyle büyük bir yerde okumakta olman. Yaşlanmış biri olduğumuz halde, buradaki üç günümüz boyunca, dünya kadar bilmediğimiz şeyler gördük, çok şeyi de öğrendik. Burada bir yıl kalmak ise ömre bedel olmalı! Seninle karşılaşmış olduğum için gerçekten şanslıyım. Burada bir Adige’nin bile bulunması çok güzel bir şey!
– Halaho, burada bir değil, çok Adige var. Yüksek okullarda okuyan hayli Adige öğrenci var. Biz Adige öğrencilerin bir toplanma yerimiz bile var, her hafta büyük bir grup halinde orada bir araya geliyoruz.
– Çok güzel şey bu gerçekten! Bizim Adige çocuklarımız öyle yerlerde okumaya başlamışlarsa, ne güzel bir gelişme bu. O Adige çocuklarını görseydim çok sevinirdim. Döndüğümde anlatırdım herkese. Su akıntısına kapılmış gibiyiz, nereye sürüklendiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmeden şaşkın şaşkın gidiyoruz. Hey gidi, hey, burada ne ilginç ve değişik şeyler oluyor böyle! Bu kadar çok insan, bu kadar çok gösterinin bu dünyada olabileceğine rüyamda görsem inanmazdım, diyerek, bir yandan da hayret içinde meydanda olup bitenlere bakıp duruyordu Halaho.
– Bizim burada olmamız ilginç şey değil aslında, Halaho, ilginç olanı senin buraya gelmiş olman, bizim Adige yaşlıları köy dışına çıkmayı pek sevmezler, sahi sen niye geldin buraya?
– Biz de geldik işte, evladım… Biraz önce çok sevinmiş olması,  yaşlılığını bir kez olsun kendisine unutturmuştu, hemen bu durumdan sıyrılıp kendisini topladı ve konuşmasını sürdürdü Halaho: Birkaç kişi Sovyet Kongresi’ne geldik.

Bibolet gerisine dönüp baktı, Sovyet Kongresi’nin toplandığı Bolşoy Tiyatrosu görevlilerce koruma altına alınmıştı. Yürüyüşçüler işte bu görevlilerin arasından yürüyüp geçiyor, Bolşoy Tiyatrosu önünden de kıvrılarak ilerliyorlardı. ”Ura” sesleri, sevinçle Moskova semalarında yükselmekte ve yankılanmaktaydı.

DİPNOTLAR:
1)
İngiliz devlet adamı.
2) İngiliz dışişleri bakanı.
3)
Proletarya-Devrimci işçi sınıfı.
4)
Şimdiki Kirov Caddesi.
5)
İkinci Sovyet Evi (Sarayı).

 

I. SOVYET KONGRESİ DELEGESİ –

Bibolet, Halaho’nun sözünün Moskova’da dikkate alınacağını hiç ummamıştı. Sovyet Kongresi delegesi olması ve yüklenmiş olduğu görev onu hızla bilgilendirmiş olmalıydı. Halaho’nun köyüne gittiği sırada Bibolet, olsa olsa büyük kentten gelmiş saygıdeğer, ama sıradan bir konuktan başkası değildi. Halaho da, güçlü ve önde yaşlıların gerisinden giden, toplantılarda en aşağı düzeydeki saflara oturtulan yoksul köylünün biriydi. Şimdiyse Halaho, Moskova’da güçlü bir kişiliğe dönüşmüştü.

Halaho’daki bu güçlü değişimin farkına varan ilk kişi de Bibolet idi. Halaho, bir bulmuşken Bibolet’i elinden kaçırmak istemedi, Moskova’da bulundukları sürece kendisine rehber olmasını ondan istedi.
– Moskova’da bulunduğumuz sürece görmeme değecek yerleri bize gösterir, neyin ne olduğunu bize anlatırsın. Başka bir ülkeden (хэгъэгу)  gönderilip de anlatacak şeyi olmadan  geri dönmek olur mu hiç, ayıp kaçmaz mı! diye kestirip atmıştı Halaho.

“Derslerimden kalırım, okulum izin vermez” diye özürlerini öne sürmüştü Bibolet.
– Burada topu topuna birkaç gün kalacağız, bu süreyi daha çok çalışarak kapatamayacak ve derslerinden kalacaksan, sen zaten başarılı bir sayılmazsın! Okul işini bana bırak. Yetkili mümessilimizden rica eder, seni izinli saydırırız, diye yeniden kestirip attı Halaho.

Nitekim Halaho dediğini yaptı, okula yazı yazdırdı ve Bibolet’in birkaç günlüğüne izinli sayılmasını sağladı. Böylece Bibolet, Halaho’nun rehberi ve yardımcısı olmuş oldu.

Yurttaşı olduğu Sovyet Ülkesi’nde önceliğin emekçilerde olduğunu kısa sürede kavramıştı Halaho. Kongre’ye katıldığı ilk günden başlayarak, Halaho, görev ve sorumluluklarını güçlü bir biçimde yüklenmişti ve kullanmaktaydı da. Bu konuda pek de şaşırmıyor ve duraksamıyordu, her şey istediği gibi yürüyordu sanki.

Ancak Bibolet durumu ilginç buluyor ve konuyu derinlemesine düşünmekteydi. Halaho gibi yoksulluk ve umarsızlıktan beli bükülmüş bir Adige yaşlısı, nasıl olur da koşullara böylesine başarılı bir uyum sağlayabiliyordu? İşte buna şaşırıyordu. Ömrü boyunca köy muhtarının kapısını aşındırmaktan bile çekinmiş olan bu ezik ve sıradan toprak emekçisi, şimdi, Sovyet Ülkesi’nde yaşamakta olmanın sağladığı güvenle bambaşka bir kişi olup çıkmıştı, artık kabına sığamıyor, bulunduğu yerde adeta uçup duruyordu.

Halaho, Moskova’da bulunduğu süre içinde birbirinden ilginç şeylerle karşılaştı. Köyün sorunlarına ilgiyle yaklaşıyor, yeteneklerini yeni haberler peşinde köyde koşturarak ve anlatarak kullanıyordu. Şimdi Moskova’ya geldiğinde, Moskova’da olup biten ne varsa hepsini bir bir öğrenmeye kalkışmıştı. Delegelerin kaldığı koğuştaki yataklar içinden Halaho’ya ait olanı gecenin ilerlemiş saatlerine değin derli toplu yerinde duruyordu;eski kısa montu solmuş ve yıpranmış haliyle, at eğeri gibi kıvrık ve  sıkıca sarılı halde, geldiği günden  beri  yastık ucunda aynen  duruyordu; ağaçtan yapılma küçük alacalı bavulu ise, içindeki iki kalıp peynirle, yani Adigelerin geleneksel yolculuk gereçleri konmuş olarak, kocaman kilidi kilitli, hiç önemsemeden somyasının altına itilmiş duruyordu. Halaho’nun kendisi ise, sarılıp büzülmüş küçük bir kuzu gibi, elinde bastonu olmadığında nereye gideceğini saptayamaz halde, kongre çalışmalarına  her bir ara verildiğinde kenti dolaşmaya devam ediyordu.

Kongre çalışmaları sırasında da Halaho yerli yerinde duramıyordu. Duyduğu ve gördüğü her şeyi kendisine açıklaması için Bibolet’i soru yağmuruna tutuyordu. Bibolet’in olmadığı durumlarda da yanındakilere soruyor, aklına takılan her ayrıntıyı, kendi kendine söyleniyormuş gibi yapıp soru üstüne soru soruyordu.

– Doğru. Vallahi de doğru ya da Enta kto takoy? Vallahi meledetsgovorit! gibisine sözcükler dökülüyordu dudaklarından.

Öteki delegelerle de kaynaşmıştı Halaho, köyündekilerin kendisine alıştıkları gibi buradakiler de kısa sürede kendisine alışmışlardı, ona dostça yaklaşıyor ve onunla şakalaşıyorlardı. Halaho’nun sorduğu şeylerin çok olması onları da etkiliyor, kendisiyle derinlemesine konuşmalara dalıyorlar ve ondan çok şeyleri de öğreniyorlardı.

Kongre’de alınan kararlara ilişkin dağıtılan broşür ve belgelerin hiçbirini almayı da kaçırmıyordu. Bütün bunların her birinin ne anlama geldiğini Bibolet’e soruyor, bunları özenle üst üste koyup küçük bavuluna yerleştiriyordu.

Kongre’de ele alınan konular içinde Halaho’nun en çok dikkatini çeken, adeta soluk almadan dinlediği şeyler toprak ve tarım konuları ile ilgili olarak anlatılan şeyler idi. Bu konulara girildiğinde küçük şakalaşmalarına ve soru sormalarına ara veriyor, kulaklarını dikerek:”Anlat bana bu anlatılanların ne demek olduğunu” diyerek Bibolet’e soruyor ve onu dikkatle dinliyordu.

Ancak Halaho’yu en ilginç gelen şey kent cadde ve sokaklarını dolduran motorlu araçların bolluğu ve onların karmaşık hareketleriydi. Bibolet’den ayrı olarak sokağa her çıktığında, öteye beriye bakıp gezerken  yolunu şaşırdığı ve polis yardımıyla geri döndüğü durumlar  da oluyordu.

Bir sokak köşesinde durup bir sel akıntısı gibi ara ara kendisine çarpıp geçenleri izlediği durumlar da çok çıkıyordu. Bakıp bakıp duruyor, bazen geri çekiliyor, sonra da eski yerine dönüyor ve gelip geçenlere bakmaya devam ediyordu.

İşine bir an önce yetişmek için koşuşturan kişileri izlemekten ayrı bir zevk alıyordu Halaho. İşçi elbiseleri giymiş olanlarla boyunbağlılar karışıktılar, çantaları da ellerindeydi. Güneşin doğuşu sırasındaki orman kuşları gibi, yükselen konuşma sesleri içinde, sabahları ve öğle sonraları, geçit vermeyen bir insan seli Moskova caddelerini doldurmaktaydı. Eğitim ve çalışma olanakları sağlayan bu yeni oluşum, Adige emekçilerinin de özlemi olmalıydı artık. Halaho bir sokak köşesinde bir yere yaslanmış, gelip geçenlere gönençle bakmaktaydı. İşine yetişmek için koşuşturan ve tramvay bekleyen insanlar, Halaho’ya eski zorlu yaşamını yeniden anımsatıyordu.

O çalışanlar gibi Halaho da, çalıştığı yere yetişebilmek için yol kenarlarında sayısız kez beklemişti. Ancak Halaho’nun eskiden beklediği şey,  bir tramvay ya da toplu taşıma aracı değil, dışarıya, tarlaya çalışmaya gitmesine yarayacak bir at arabası olurdu. Sabahın köründe köyden çıkıp yol kenarında beklerdi, ama yoksul biriysen, Adigelik de insanlık da senden kaçmaya bakardı, durup onu almaya bile zaman ayırmazlardı, koşup kendisini arabaya atması gerekirdi. Gelip geçen arabaların bazılarından da saklanmaya çalışırdı, bunlar alacaklı ailelerin arabaları olurdu. Onlar Halaho’y tarlalarına götürüp borcuna karşılık çalıştırmaya kalkışabilirlerdi. Kendisini almak istemeyen ve kırbaç şaklatıp hızla geçen arabalarla da karşılaşırdı.
– Hey gidi hey, yoksulluk yüzünden çekmiş olduğum onca çileyi buradaki insanlar nereden bilecekler ki, diye için için düşünüyordu Halaho. Kimsesiz, bir başına kalmış bir yetim çocuktu, çektiği çile ve sıkıntılar yoksul ve kimsesiz olması nedeniyleydi… Burada bir tramvay kaçırılsa bile, ikincisi birkaç dakika içinde yetişiyordu. Bekleyen yolcuyu almadan geçip gitmiyor, çünkü tramvay birilerinin değil, herkese açık, herkesin ortak kullanım aracı. Burada Halaho’nun karşılaşmış olduğu durumlar, arabaya doğru koştuğunda, atların kırbaçlanması ve arabadakilerin aşağılayıcı bakışlarla onu almadan gitmeleri gibisine durumlar hiç yoktu. Aşağılanma ve kızdırma durumları yaşamıyorlardı artık insanlar burada…

Bir sabah Halaho burada mükemmel bir yaşama kavuşmuş kişilerden biriyle karşılaşmak durumunda kalmıştı. Kenti dolaşırken, eğri büğrü sokakları nedeniyle yolunu şaşırmıştı. Geri döndüğünü sanırken hiç görmediği bir meydanın kenarında bulmuştu kendisini. Bir kızı durdurup Vtoroy Dom Sovet’in (İkinci Sovyet Evi) hangi tarafta olduğunu sordu.

Kız durdurulmuş olmasına bozulmuş ve kaşlarını sinirli bir biçimde yukarı kaldırmıştı. Ancak kendisini durduran kişinin bir avuçluk bir ihtiyar parçası olduğunu, üstelik sinirli haliyle onu korkuttuğunu ve bu kıvırcık saçlı kişinin sinmiş halde olduğunu görünce, kadının  yüzü birden bire değişti ve ihtiyara güleç yüzlü bir  biçimde sordu:
– Kongre’ye delege olarak gelmiş olmalısın? Haydi gidelim, göstereyim sana orayı, deyip önünden yürümeye başlamıştı.
– Kongre’ye geldik, ama büyük kentlere alışık değiliz, yolumuzu şaşırıp kalıyoruz böyle, gibi şeyler söylemek için Halaho Adigece-Rusça karması bazı şeyler mırıldandı kızın arkasından ama yetişemiyor ve hızlı bir dans yarışı içine girmiş gibi kızın peşinden koşuyordu.
– İşte,  tanıdın değil mi? Vtoroy Dom Sovet işte bu gördüğün büyük bina, dedi. Kadın caddenin köşesinde durdu. Artık gidebilirsin, değil mi?

Halaho’nun kaybolmuş olmasını şakayla karşılamış ve güleç gözleriyle ona bir kez daha bakmıştı.

Kadının gözleri berrak bir pınarı, mavi bir gökyüzünü yansıtacak biçimde yemyeşildi. Saçları ipek sarısıydı ve hafifçe dalgalanıyordu, perçemleri gençliğinin sevimliliğini gösterir bir biçimde hafifçe yüzüne doğru iniyordu. Uçuşan saçlarının üzerinde, güneş altındaki sararmış ot üstünde oturmuş bir güvercin gibi küçük bir yeşil beresi duruyordu. Sarı derili küçük çantası ise koltuğundaydı. Yanakları soğuktan biraz pembeleşmişti, sağlıklı ve hastalıksız olduğu ve canlılığı, adeta yüzünden fışkırıyor gibiydi. Yolu gösterdiği ve insan gibi davrandığı için Halaho’nun içi kıza karşı sevinç ve huzurla dolmuştu.
– Teşekkür ederim, yoldaş! Vaşa khoroş çelovek, vaşa pokhoja adıg, vaşa Adıge abiçay znay, khoroşo gost provojay, diye bir yaşlıya özgü gereken teşekkür sözlerini sıralamıştı Halaho.

Bir Adige’ye benzeterek, kadına en derin teşekkür ve övgülerini sıralayan ihtiyarın dediklerini kadının nasıl karşıladığını ve bu sözlere ne anlam verdiğini bilemeyiz, ama yeşil gözleriyle yaşlıya karşı yeniden bir gülümsedi. ”Artık sen kendi kendine gidebilirsin” diyerek ayrıldı ve yoluna devam etti.

Adigelerin eski yaşam biçimlerinde birbiriyle çelişen çok şey vardı. Halkın insanlığa büyük bir değer vermesi yanında, çağa uymayan gelenek ve görenekleri de vardı, bunların uyuşmayan yanları çoktu. Erkek elbiseleri giyip kahramanca davranmış olan Adige kadınlarına ilişkin anlatılan masallar çoktu ve seviliyorlardı, ancak kadın, Adige geleneğinde köle konumundaydı ve bir tür zincire vurulmuş durumdaydı. Eğitimli Rus kadınına, Adigeler her zaman değer verirlerdi, kültürel düzeylerini ve özgürce karar vermelerini saygıyla karşılarlardı, kendi kadınlarına ise, Adige geleneğinin dar bukağıları vurulmuştu, kadınların özgür ve serbest davranmalarına asla izin tanımazlardı, büyük evin içindeki dar mezar çukuruna hapsedilmiş durumdaydılar kadınlar. Adige emekçi ve çalışanlarının dünyaya bakış biçimi de, egemen sınıfın çıkarı doğrultusunda düzenlenmişti, din ve şeriat kuralları bu duruma uygun biçimde uygulanıyordu, bütün bunlar karmaşık ve altından kalkılması zor olacak bir biçimde kadınları iyice bağlamıştı.

Halaho’nun gözünü bağlayan ve yabancı sınıfın çıkarını gözeten perde yavaş yavaş aralanmaya başlamıştı. Yerinden kımıldamadan uzunca bir süre kadının arkasından bakıp durdu. Böylesine kültürlü kişilerden oluşmuş ailelere içinden imrendi. Artık Halaho’nun kafasında, Adige kadınlarının yetişme ve yaşam biçimi, izledikleri yaşam çizgisi, Adige bebeklerinin büyütülme biçimi üzerine değişik ve çelişik düşünceler uçuşmaktaydı.

O kadınla karşılaştığı andan başlayarak, işini severek yapan ve tramvaylara doluşan Moskova’daki insanlara farklı bir gözle bakmaya başlamıştı Halaho. Şimdiye değin, Halaho, kentte yaşayan insanlara, bir köşede durup bakmakla yetiniyordu. Onların gerçek yaşamlarını yakından görmek ve öğrenmek durumu ile karşılaşmamıştı. Kentlilerin kültürel yaşam biçimlerine imreniyordu, ama onlara karşı biraz kuşku ve soğukluk da duyuyordu. Kentlilerin kolay işleri kendilerine ayırdıklarını, zorlu işleri de köylülere bıraktıklarını, onların köylülerin sırtından geçinmekte olduklarını sanıyordu, yani geleneksel çiftçi kuşkusunun etkisindeydi Halaho da. Bu nedenle kentli insanlara karşı mesafe koyuyor ve kuşkulu davranıyordu. Ancak bu kızla karşılaştıktan sonra, kentlilere karşı olan bu duyguları değişikliğe uğradı. Kızın gösterdiği insanca davranışı, kendisine karşı saygılı davranması, kendisini içten ve sıcak karşılamış olması ve bu arada güler yüzünü görmesi sonrasında, kentli yaşam gerçeğini kavramanın tutamaklarını ele geçirmiş oldu. Birkaç saat, birkaç dakika içinde, bir eğitim, bir bilimsel çalışma gerektiren bir aşama gerçekleştirerek, sorunu düşünsel düzeyde kavramaya başladı.

Şimdi Halaho kent insanlarına daha sıcak ve daha sevecen bakmaktaydı. Öbürleri de küçük eski mont giyimli bu Adige ihtiyarına saygı gösteriyor ve geçiş önceliğini ona veriyorlardı, Halaho da kendisine gösterilen bu dostça yaklaşımların anlamını kavrıyordu. Onlara karşı içinde bulunan biraz kuşku ve soğukluk da artık dağılmıştı, şimdi Halaho onlara dostça duygular duyuyor ve onların yaşamlarına imreniyordu. Bu kentli insanların davranış ve yaşam biçimleri, ürettikleri şeyler, toprak emekçileri için de yaşama geçirilebilseydi ne iyi olurdu? Bu biçimdeki düşüncelerin tutamaklarını yakalamıştı artık Halaho.

Önceleri Moskova sokaklarını dolduran insan seline bilinçsizce bakıp duruyordu, şimdiyse bu insanları daha yakından izlemeye ve onları birbirinden ayrıştırmaya başlamıştı. İmrendiği ve özendiği kişiler yanında, nefret ettiği ve gözüne batan kişiler de bulunduğunu saptar olmuştu.

Bu tür beğenmediği kişiler daha çok akşamüzerleri sokağa çıkıyorlardı. Akşamın karanlığında birtakım köşelerden süzülüp asfaltlı düzgün caddelerde dolaşıyorlardı. Kendilerini üstün gören, birbirlerine benzeyen, şişinen ve çatacak birilerini arayan kişilermiş gibi dolaşıp duruyorlardı. Bakışları dostça değildi ve soğuktular, yeni yaşama karşı oldukları yüzlerinden okunuyordu. Bir bakmakla bunu anlamak olanaklıydı.

Bazen Halaho’nun onlarla yüz yüze geldiği de oluyordu. O zaman, başlarından soğuk su dökülmüş gibi, nefretle ve tiksinir bir biçimde kendisine bakıyorlardı. Bu kıvırcık saçlı ihtiyar parçasını adamdan saymak istemediklerini belli ediyorlardı. ”Bu kişi ne tür bir vahşi yaratık ola ki?” der gibi bakmakta olduklarını görüyor ve algılıyordu.

Böyle durumlarda Halaho da bir duraklıyor, iki elini arkasından bağlayarak, ”bu edepsizler de nereden çıkmışlar ki böyle?” der gibi onlara bakıyor, onları daha da beğenmez hale geliyor, nefretle, sert ifadelerle ve yan gözle bakıyor ve yol veriyordu onlara.

Yönetim adına gelen ve Kongre’de gördüğü liderlerden en beğendiği, sevgi dolu gözlerle baktığı kişi ise Kalinin (1) idi.

Kongre çalışmaları sırasında, Mihail İvanoviç (Kalinin) de tıpkı Halaho gibi, yerli yerinde duramıyor, Kongre Divanı (prezidyum)  ardında geziniyor, birinin yanından ayrılıp ötekinin yanına gidiyordu, bunu  gören Halaho da sevgi dolu bakışlarla onu izliyordu.
– Vallahi bu Kalinin’den daha ilginç bir ihtiyar yoktur burada!Kabına sığamayan yaman biri olmalı bu ihtiyar, biçiminde kendi kendine mırıldandığı duyuluyordu.

Köylerinde yaşanan bir toprak sorunuyla ilgili olarak, Halaho, Kalinin ile görüşmek istiyor ve bunun için ısrar ediyordu.
– Köylünün omzuma yüklediği toprak işi bir yana, biz toprak emekçileri arasından yetişmiş bu yaşlı önderi görmeden ve onunla tanışmadan dönmem uygun düşmez. Sibirya’nın öbür ucundan gelip çiftçiler onunla görüşüyorlar, hazır buraya gelmişken onunla görüşmeden gitmem hiç de iyi olmaz. Görüşeceğim şey de öyle basit bir sorun değil. Komşu kutır  (2) arazimizi kapmaya çalışıyor, her çift sürme döneminde bir arbede (çatışma) yaşıyor, huzursuz oluyoruz, diye tutturmuştu Halaho.

Temsilcilere söyleyerek, Kalinin’le görüşmek isteğini belirtti. Birkaç delege ile birlikte akşamleyin Kalinin’i görmeye gidebileceği kendisine söylendi. Ancak Bibolet, o akşam için orada olmadığından, refakat için yanına başka bir öğrenci verilerek Kalinin’in yanına gönderildi Halaho.

Bibolet, ertesi gün Halaho’ya gittiğinde, onu iki kat büyümüş biri gibi buldu. Kalinin’le görüşmesini basit bir görüşme olarak görmüyordu Halaho, biraz özetleyerek, biraz da abartarak görüşmeyi heyecanla anlatmaya başladı:
– Mihail İvanoviç’in sözleri çok yerinde. Kendisiyle toprak sorunumuzla ilgili olarak konuştuğumda şunları söyledi. ”İşleyecek yeterli toprağınız yoksa ve bitişik komşularınızın fazla toprağı varsa, yazısını yazar ve oradan size toprak verdiririz. Ancak sizin fazla toprağınız var da, komşu mezralarınızın (kutır) yeterli toprakları yoksa, sizin de onlara toprak vermeniz gerekir. Toprak düzenlemeleri her yerde başlatılmış durumda, sizin toprak sorununuz da o çerçevede çözümlenebilir, kimse toprağınızı sizden zorla alamaz. Köyüne döndüğünde bu durumu anlat, kulak (3) propagandasına kapılmadan, kutır ile gerekli görüşmelerde bulunsunlar. Ben de aranızdaki sorunu tez yoldan çözümlemeniz için sizin oblast (4) yürütme komitesine (oblispolkom) bir yazı yazacağım” dedi. Toprak işi konusunda bana söyledikleri işte bunlardır.

Hala bütün bir günü Kalinin’le yaptığı görüşmeyi değerlendirmeye, bazan ona söylediklerinin ya da onun söylediklerinin ayrıntılarını düşünmeye ayırmıştı Halaho, ikide bir bu konuya değinmekteydi.

Akşamleyin hayli dolaşmış ve yorulmuş halde Sverdlov Meydanı’nda bir yere oturdular. Halaho hiç konuşmadan bir süre oturdu, ardından yorulduğunu belli eder bir biçimde yüzündeki kılları bir  süre karıştırdı, düşünceli olarak konuştu:
– Vallahi de çok akıllı bir yaşlı bu Kalinin!”Kulak sözlerine, oyunlarına gelmeyin” (Кулак гущы1эр зытешъумыгъак1оу), diyor… Biliyor, vallahi de her köyde olup biteni biliyor. Behukolarla Alıkoların damızlık kısrak, hayvan ve koyun sürülerinin otlayacağı yerler için biz zavallı yoksullar, onlar adına kavgalara girişiyor, koşuşturup duruyoruz. Arazi işinde  köylüyü  kışkırtanlar da en çok onlar…

Biraz düşündükten sonra yeniden sözlerini sürdürdü:
– Hey gidi Bibolet, hey, biz henüz yararımızın nerede yattığını bilmekten çok uzaktayız. Senin dediğin gibi, iyi bir yaşam düzeni kurmamız için,  bundan sonra da çok çaba göstermemiz gerekiyor.

Halaho konuşmalarına ara verip bir süre sustu. Aklına köyde iken görmeye alışkın olduğu yıldızları görmek geldi ve gökyüzüne doğru bir baktı. Ancak gökyüzü yerine elektrik ışıklarının pembeleştirdiği bir kalın bulut vardı üstlerinde. Kent olduğu gibi elektrik lambalarıyla aydınlatılmıştı, sanki binlerce yıldız her bir köşeye serpiştirilmiş gibiydi. Otomobiller, gerilerinde ışık bırakarak geçişiyorlardı, gece karanlığında görülemiyor, ama farları bir başlarına öteye beriye gidiyorlarmış gibi farkediliyordu. Tramvaylar da içleri aydınlatılmış bir içimde dan dun sesleri içinde geçişiyorlar, korna seslerinin ise ardı arkası kesilmiyordu.

Sovyetlerin İkinci Evi ise bir sürü lamba tarafından aydınlatılmış halde işte karşılarındaydı. Ev, Halaho’nun köyündeki bütün insanlarını içine alacak genişlikteki iri görünümüyle karşılarında dikilmiş durmaktaydı, kentteki yaşamı ve çalışma biçimini sergilemek için inşa edilmiş bir yapı örneği gibiydi sanki.

Yaşamı boyunca fazladan bir şeyler düşünmeye alışmış biri değildi Halaho. Moskova’da gördüğü ve duyduğu şeyleri bir türlü tam kavrayamadan Halaho, yorulup durgunlaşmış bir biçimde oturmaktaydı. Ancak bu gördükleri sayesinde bir şeyi iyi kavramış ve onu en öne çıkarmıştı. Sovyet yönetiminin artık mutlu bir yeni yaşamı  uygulamaya koyacağına olan inancı daha da pekişmişti. Ayrıca Moskova’da görmüş olduklarının ve kavradıklarının sonucu olarak, dünyayı yeni baştan bir gözden geçirmeye ve köydeki olayları da ona uygun düşecek biçimde yeniden değerlendirmeye başlamıştı. Olayları Bibolet’e anlatmaya başlamıştı:
– Hey gidi hey, o Behuko-Alıko grubunun köyde yapmış oldukları şeyleri anlatmaya kalkışsam, buna zaman yetmez. Onların yaptıkları fenalıklar ve hileli işler anlatmakla bitecek gibi değil!. . Köylünün kanını emerek yaşadılar bunlar. Şimdi halk onlara kanını emdirmemeye, dişlerini bedenlerinden sökmeye başladığı için bu kişiler çok huzursuzlar, umutsuzcasına son hamlelerini yapmak istiyorlar. Dillerinden yalan ve dolan eksilmiyor… Ancak o Behuko’nun hakkından da gelindi, gelen de İvan oldu. Çoktan beri bir Rus ırgatı vardı Behuko’nun. Onun kadar zor koşullarda çalıştırılan birini daha görmüş değilim. Behuko Hacı’nın bütün işlerini yapan kişi, İvan’dı desem yalan olmazdı.  Zavallı İvan yarı aç,  yarı tok, köpek gibi kapıda süründürülüyordu, ona ödenmesi gereken azıcık ücret bile kırpılmaya çalışılıyordu. Ancak o gördüğün İvan’a, Değotluk’un komsomol grubu arka çıktı ve dava etmesini sağladı.  Hacı İvan’a bin Ruble tazminat ödemek zorunda kaldı. Hacı öyle bir bozuldu, öyle bir yırtındı ki!

Amdehan’ın boşanması davasında da çok zor bir duruma düştüler onlar. Zalimliklerini ve edepsizliklerini insanların önünde sergilemişlerdi. Sert suçlamalar karşısında, onların köyden sürüleceklerini bile düşünmeye başlamıştık. Kafamız biraz dinlenir diye de sevinmiştik, ama sürülmediler. Onlara bazı toplumsal yükümlülükler ceza olarak verildi ama bu kadarlıkla onlar yola gelirler mi hiç!

Halaho konuşmalarına ara verip bir süre sustu, sonra yeniden konuşmaya başladı:
– Buraya gelecek olmam Behuko grubunu bayağı kaygılandırdı. Kendilerini dinleyecek durumda olan herkesi topladılar, toprağı neredeyse tırnaklarıyla eşeleyecek denli de sinirliydiler. Ancak köy, artık eski köy değil. Artık komsomollarımız ve komünistlerimiz var. Emekçiler ve tüm çalışanlar, artık daha güçlü bir dayanışma içindeyiz.

Halaho aklına gelen, kendisini sevindiren ya da kaygılandıran her şeyi anlatıyordu, böylesine epeyce oturdular. İhtiyarın konuşmaya ara vermesini fırsat sayan Bibolet, çoktan beri ona sormak istediği bir şeyi sordu:
– Halaho, köyünüzde bir kız vardı, ciddi biçimde okuma yazma öğrenmek istiyordu. Sanırım Vıstanekoların kızı olmalı. Adı da Nafset. Tanıyor musun onu?Kızın okuma işi ne oldu acaba?
– Tanımaz olur muyum Nafset’i! Büyük bir sevinçle haykırdı Halaho.
– Benim elimde büyüdü desem yeridir. Çok iyi bir kız o! Benim kocamış arkadaşım Vıstaneko Karbeç’in oğlunun kızı o!Tanıyor musun diyorsun! Tanımaz olur muyum bizim küçük Nafset’imizi! Ah, bir okuyabilseydi o kızcağız, buradaki, kentteki kızlardan geri kalır yanı kalmazdı!Ancak, asıl sorun, bizim Adigeler olarak çok bilinçsiz olmamız, Nafset’in okumasına, en başta  anne ve  babası izin vermiyor…

Halaho konuşmasına biraz ara verip derin bir iç çekti, ardından konuşmasını sürdürdü:
– Hey, Bibolet, bizim gibi eğitimsiz kişileri alıştıkları yaşam biçiminden ayırmak  kolay olmaz!
– Öyle de olsa, Halaho, sen yolunu hızla değiştirmişsin, bunu görüyorum ben! diye gülümsedi Bibolet.
– Bir tek ben neyi ifade ederim ki! diyerek Halaho Bibolet’in şakasına katılmadığını belli etti. Tek öküz,  boyunduruğu çekerken, boynunu sıyırır, derler. Önemli olanı çoğunluğu düzgün yola sokmak, asıl sorun da bu!

DİPNOTLAR:
1)
Mihail İvanoviç Kalinin (1875-1946), Sovyet siyasetçisi, 1919-1946 yılları arasında SSCB Devlet Başkanlığı görevini yürütmüştür.
2) Kutır (къутыр), küçük Rus yerleşimi, mezra.
3)
Kulak, geniş arazi sahibi zengin köylü sınıfı. Bu sınıf Stalin döneminde tasfiye edilmiştir.
4)
Oblast, il yönetimi, burada Adige Özerk Oblastı kastediliyor.

 

II. FABRİKA

Sabahleyin erkenden Halaho ile Bibolet Lubyanka Meydanı’na giden yoldan ilerleyip meydanı geçtiler. Önde Bibolet, genç olmasının sağladığı avantaj ve çeviklikle, önünden yürümekte olan kişileri yanlayıp geçiyordu onları. Omzunu hızla döndürüyor, şimdi çarpışacakmış gibi, kuşkulu yaklaşan kişileri, biraz sürtünerek ya da yana eğilerek uygun biçimde geçiyor, önünde beliren sırtları da dolanıyor ve kuşun gibi safları yarıp ilerliyordu. Halaho ise ona yetişemediğinden sıkıntılıydı. Üstündeki mont da onu engelliyordu. İhtiyar önünde beliren çok sayıda kişiden sıyrılma ve ilerleme konusunda zorlanıyordu. Önünde ağır aksak ilerleyenleri aşmaya çalışırken başkaları araya giriyor ve önünü kesiyordu. Aşamadığı kişiler de, en çok, Halaho gibi sallanıp giden ve sırtları kamburlaşmış olan yaşlılardı. Bazen umarsızca bazılarını omzundan yakalıyordu, omzundan yakaladığı kişi ise kızgınca bir baktıktan sonra ona yol veriyordu. Halaho da aynı biçimde,  yolda kendisine rahat bir yol vermeyen kişilere kızıyordu. Kızmış, canından bezmiş ve nefret ifade eden en ağır sözleri mırıldanarak ilerliyordu. Önde giden Bibolet’i şapkasından izlemeye çalışarak, eğri büğrü yollardan yürümeye çalışıyordu. Köyde bastonu ile dolaşan yaşlının biri değildi sanırdın artık onu. Şimdi Halaho, canını dişine takmış olanca hızıyla ilerliyordu.
– Vallahi de Bibolet, yaman gidiyorsun, bayağı yordun bizi, dedi Halaho, tramvay durağına vardıklarında. “Bu kentte ilerlemek, kalın kar içinde ilerlemekten farksız…”

Halaho kalpağını kaldırıp başını bir havalandırdı, kafasında biriken terleri eliyle bir sildi.

Halaho’nun dönüş gününe yakın, ona bir fabrikayı göstermek ve gezdirmek istiyordu Bibolet. Gittikleri fabrika, parti adına işçilere okuma yazma öğrettiği ve elektrik motorları üretmekte olan bir fabrika idi.

Tramvaya bindiler. Halaho, bir pencere kenarına oturup sessizce dışarıyı gözlemeye başladı.  Büyük kentin değişik semtlerini izleyerek yola devam ediyorlardı, kıllı bir kedi gibi köşesine kurularak, uzun bir süre dışarıyı gözledi. Dükkan vitrinlerini gözden geçirdi. Giderek evler daha da küçülmeye başlamıştı, sıvasız ve kırmızı tuğlalı binalar çoğunluğu oluşturuyordu.

Tramvay küçük bir ırmak üzerindeki bir köprüyü geçti. Artık fabrikalar görünmeye başlamıştı.

Yüksek fabrika bacaları, göğe yükselen birer dev gibi görünmekteydiler.

Tuğla ve değişik gereçlerin yığılı olduğu ve tramvayın dönüş yaptığı son durağın bulunduğu anlaşılan küçük bir meydana geldiler ve tramvaydan indiler. Halaho tramvaydan indiğinde, kendi köy baltalığına gelmiş ve burada kura çekilmiş de kendine payına düşen yakacak odununu arıyormuş gibi etrafına bir bakındı, nereye gideceğini ya da yolunu nasıl bulacağını bilemediği bir ormanın içine dalmış gibi olmuştu.

Önde Bibolet, bir dönemeci döndüler ve oradan yola koyuldular. Caddenin her iki yanında toz ve toprağa gömülü bir sürü ufak tefek ev sıralanmıştı. Evlerin arasından ilerlediler. Eski evler sanki yıkılacaklarmış gibiydiler ve dökülüyorlardı. Aralarında yeni yapılmış ve yeni camlar takılmış tek tük yüksek betonarme binalar da bulunuyordu. Keresteleri ve merdivenleri henüz çatılmış ve yapımı tamamlanmamış bir inşaatın önünden geçtiler.

Bibolet durakladı ve Halaho’nun kendisine yetişmesini bekledi, ardından açıklamada bulundu:
– Bu gördüğün gecekondu evler içinde en kötü olanları Çarlık döneminde işçilerin barındığı konutlar idiler. Bu evlerde oturma şansını da en çok çalışanlar ve torpilliler hak etmekteydiler. Daha iyisine erişme umudu ya da özlemi bile yoktu. Şimdi kent merkezindeki konutların çoğunda işçiler oturuyorlar. Gördüğümüz ve geride bıraktığımız yeni evler de işçiler için yapılanlardan. Çok geçmeden kent varoşları, Sovyet yönetimi sayesinde, yakında böylesine güzel konutlarla donatılmış olacak. İnşaatlar sürüyor.

İçinden hart hurt sesleri gelen ve duvarları tozlanmış birkaç fabrikayı daha geride bıraktılar.

Halaho görünen çok yüksek bacalı büyük bir fabrikaya gitmekte olduklarını düşünüyordu, ancak yüksek ya da alçak bir bacası bile bulunmayan ve etrafındaki tahta çitlerden neredeyse seçilemeyen bir yere geldiler. O denli koca fabrikaları geçip böylesine küçük bir fabrikaya gelmiş olmalarını bir talihsizlik saymıştı Halaho. Çok üzüldü ve ayıplarmış gibi Bibolet’e serzenişte bulundu:
– Bizi onca dolaştırıp getireceğin fabrika bu mu yani, Bibolet!
– Küçük bir fabrika bu, ama çok yaman bir fabrika. Yepyeni tezgahlarla donatılmış ve yeni yapılmış en son fabrikalardan biri burası, dedi Bibolet, Halaho’nun neler düşündüğün kestirmiş gibi.

Fabrika konusunda Halaho’nun düş kırıklığına uğraması yetmemiş gibi, bir de fabrikaya giriş işi sorun olmuştu. Küçük bir kulübede bir bekçi bulunuyordu. Bekçi fabrika müdürlüğü ile bir telefon konuşması yaptı. Halaho bekletildi, Bibolet içeri gönderildi.

Halaho yalnız kalınca bir süre bakınıp durdu. Adından-Şto vaşa tak karaulit, vor mnogo? diyerek bekçiyle konuşmaya henüz başlamışken Bibolet geri geldi. İzin kağıdını bekçiye verdi.
– Fabrikayı sabotajcılardan korumamız gerekiyor!-diyerek bekçi Halaho’yu yanıtladı. ”Haydi, şimdi içeri girebilirsiniz” dedi bekçi.

Önce yönetim odasına uğradılar. Karşılaştıkları her kişi kendi işi peşindeydi. Herkesin belli bir dakika, belli bir süre içinde kendi işini yapmakta olduğunu anlamıştı Halaho.

Fabrika yöneticileri Halaho’yu çok saygılı bir biçimde karşıladılar ve değer verdiler,  iki üç kişi Halaho’nun elini sıktı. Her şeyi göstermesi için fabrikayı gezdirmek üzere bir genci görevlendirdiler.

Önce pres atölyesinden geziyi başlattılar. Tavan cam kaplıydı, içerisi aydınlıktı. Birçok ilerleyen bant ilginç bir görünüm sergiliyordu, kenarlarda pres tezgahları sıralanmıştı. Her tezgahın başında bir işçi duruyordu. Biçilmiş ve rendelenmiş demir-çelik kırıntıları etrafa saçılmıştı. Bir tarafta ince dilimlenmiş demirler, öbür yanda da presten geçirilmiş tabakalar istifleniyordu. Her birkaç saniyede, yukarıdan pres tezgahına demir parçaları indiriliyor, işçi bastırarak, tak tuk sesleri çıkartarak makineyle ince dilimler kesiyor; demiri aşağı indiren küçük elektromotor, çığ sırğ sesleri çıkararak yukarı çıkıyor. Arkadan gelecek demir kütlelerine değin işçi hızla başka demirleri dilimletiyordu. İşçilerin çalışma biçimleri de, tezgahların saniyelere bağlı çalışmaları gibi dakikti, hiç kimse hiçbir işi kaçırmıyordu. İşçi preslenmiş olanları alıyor, yere koyuyordu; sonra dilimlenmiş demirleri prese sokuyordu, bir iki, tak tuk bu böyle devam edip gidiyordu. Preslenecek ince demir dilimlerini taşımak için ayrıca işçi kullanılmıyordu. Küçük bir araba ile demirler getiriliyor, preslenmiş olanlar da  götürülüyordu, sonunda bunlar motorların birleştirilip üretildiği tezgaha taşınıyordu. Her tezgahın başındaki işçi, üretilecek olan elektromotorun bir parçasını imal ediyor, parçalar hepsi birbirine uyumlu olacak biçimde, milimetrik hesaplanarak üretiliyordu. Aynı biçimde değişik tezgahlarda, pres, torna ve sarma tezgahlarından geçirilmiş olan parçalarlar, sonunda motorun üretileceği tezgaha ulaşıyor, orada değişik kilovatlar gücünde motorlar halinde monte ediliyorlardı.

Bibolet bütün bu aşamaları yavaş yavaş Halaho’ya anlatmaktaydı. Halaho’nun kendisi ise, kemik parçalar gibi işleyen iri tezgahlardan ve gar gur biçiminde çalışan motor seslerinden ürküp sesizleşmiş,  sakınır halde Bibolet’in peşinden yürümekteydi. Halaho’nun anlamakta güçlük çektiği şey ise, onca kocaman tezgahlarda, böylesine ayarlanıp ince demirler kesmek için, neden o denli uğraşılmakta olmasıydı. Preslenmiş demirlerden birini alıp sordu:
– Doğrusu Bibolet, bu kocaman presin bu küçücük şeyin yapılması için kullanılmasını bir türlü anlayabilmiş değilim, dedi.
– Pres ne denli büyük olursa o denli güçlü ve yapıcı oluyor, işi kolaylaştırıyor. Bak buna, diyerek, Bibolet demir dilimi Halaho’dan aldı. ”Bu ince demir diliminden gerekli değişik parçaları üretmeleri için, pres olmasaydı kaç işçi ne kadar bir süre çalışmak zorunda kalırdı? Hiç düşündün mü? Bir parçayı yarım saatten önce hiçbir işçi tamamlayamazdı. Ancak şimdi bir işçi, bu pres tezgahında birkaç saniye içinde ona istenen biçimi verebiliyor, dakikada doksan, yarım saatte ise üç yüz adet üretebiliyor. Bu tezgahtaki bir işçi, makinesiz çalışan üç yüz işçinin ürettiğini bir başına üretiyor. Sizin baharları çift sürerken kullandığınız sabanlar gibi basit şeyler değil bunlar.
– Tanrı bilir bizim bu aşamalara ne zaman geleceğimizi, dedi Halaho bir süre sonra umutsuz bir biçimde.

Pres tezgahları bölümünden ayrılıp torna tezgahları bölümüne geçtiler. Burada da aynı biçimde torna tezgahları sıralanmış uzanmaktaydı. Başlarında da birer işçi vardı. Halaho’nun en fazla dikkatini çeken ve gözlerini bir türlü ayıramadığı şey ise, işçilerin elinin işe yatkın olmalarıydı. Sağa sola abanmadan, acele etmeden, şaşırmadan, dikkatle ve ustaca iş görüyor, çalışıyorlardı. Uzanıp birini tornadan geçiriyor, ardından abanıp bir başkasını tornaya sürüyor, tornadan geçirdiklerini de yanında bir yere bırakıyordu. Koca demiri yağ gibi, köpükler döktürerek tornadan geçiriyordu. Ardından bunu yukarı kaldırıyor bir küçük borudan akan kırmızımsı bir su-yağ karışımına karşı tutuyor, yeniden bir kez daha tornadan geçiriyordu.

Fabrikanın iş bölümü içinde çalışılan, güç ve becerinin bir araya geldiği, işçi ve mühendis işbirliği ile iş yapılan, uyum içinde çalışılan ve bütün bunların büyük bir disiplin içinde gerçekleştirildiği bir yer olduğunu Halaho yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. İş ve emek birleşmişti burada, çalışmalar bir sonuca yönelmişti, güçlü makineler sayesinde güçlü bir üretim yapıldığı, fabrikanın kocaman bir üretim yeri olduğu, artık Halaho tarafından da anlaşılmaya başlamıştı. Köydeki çalışmalar ise, dağınık, kişisel çıkar ve özel mülk için bir didişme biçiminde idi, bütün bunlar Halaho’ya zavallıca şeyler gibi gelmeye başlamıştı, bir imrenme içinde ve biraz da utanarak başını hafifçe öne eğmiş fabrikayı bir gözden geçirmekteydi.

Bobinaj tezgahlarına geldiklerinde, Halaho iyice sessizleşmişti. İlkbaharın en güzel, gelinciklerin yeni açtığı  bir günde, kapısını açıp küçücük bahçesine girivermiş gibi sandı kendisini. Kırmızı başörtüler, açılmış gelincikler gibi tezgahların başlarında dağılmış duruyorlardı. Birbirlerinden ayırt edilmesi zor bir sürü genç kadın tezgahlarının başlarında çalışmaktaydı. Hepsinin başı küçük kırmızı başörtülerle bağlanmıştı. Mavi önlükler takmışlardı. Kadınların hemen hepsi pembe yanaklı ve altın sarısı saçlıydılar. Esmer olanları tek tüktü. Çalıştıkları fabrikanın, içinde yaşadıkları yeni yaşamın değerini kavramış ve gönençli kişiler oldukları her hallerinden anlaşılıyordu, aralarında şakalaşarak ve gizli espriler yaparak, gülücükler içinde işlerini yapıyorlardı. İçlerinden yaşı ilerlemiş birkaç kadının yüzünde, sanki geçmişin acıları yansıyor gibiydi. Diğerleri,  kımızı başörtülü ve pembe yanaklı olanlar ise, yığılı koca demirlerden ikişer üçer adet alıyor ve elektromotorun içinde sarılması gereken altın görünümlü telleri rotor ve statorlara sarıyorlardı.

Bunları gören Halaho, bir sabah yolunu yitirdiğinde kendisine yardım eden o sevimli genç kızı yeniden anımsadı. Bu kadınlar da onun gibi pembe yanaklı ve  sarı saçlı idiler, onlar gibi yüzlerinden ve yeşil gözlerinden sevinç ve gülüşler saçıyorlardı, aynen onun gibi bu kıvırcık saçlı ihtiyar Adige’yi de güler yüzle karşılıyorlardı.

Yanlarından geçtikleri bir sırada Bibolet bir kadın işçi grubunu selamladı.
– Tovariş Mozokov (Yoldaş Mezoko), grup çalışması ne zaman yapılacak, diye gruptan bir kız sordu. Soruş biçiminden öğrenmek istediği şeyi bildiğini ve o şeyle ilgilendiğini belli ediyordu. Gözleri dikkat kesilmiş, şaka yapmamak için uğraşırmış gibi, pot kırmamak amacıyla özenerek bakıyordu Bibolet’e.
– Çalışma gününü fabrika yönetimi bildirecek. Bundan önceki çalışma günümüzde toplanamamış olmamız benden kaynaklanmıyor, bunu biliyorsunuz, diyerek şakayla karışık güzel bir yanıt verdi Bibolet de.

Biraz daha yaşlıca bir kadın işçi ise bir espri yaptı:
– Öyle olmadığı, çalışılmadığı sürece, kızlarımız sevgilileri ile buluşamıyorlar, kızlara kaçamak yapma saatleri verilmesi gerekmez mi sizce?

Bu sözleri duyanların tümü kahkahayı bastı. Bazılarının yanakları ise iyice kızardı.
– Sana sormuyorlar, diye sert bir çıkış yaptı ilk soruyu soran kız, kızmış bir halde.
– Çalışma günlerimizin bir takvime bağlanmamış olması beni de düşündürüyor… Bir plana bağlı olarak bir araya gelmemiz için hep birlikte bir istekte bulunalım, -diye eklemede bulundu gülerek Bibolet de.
– Çok güzel kızlar var burada, dedi Halaho, bu şen şakrak kızların yanından ayrıldıktan sonra. ”Artık Adige kızlarını beğenmez, sen de onlardan bir kızla evlenip kayıplara karışırsın!” dercesine gizli bir serzeniş seziliyordu Halaho’nun sözlerinden.

İşçi kadınların özgürce çalışmakta olmaları, onların mutluluk ve özlemleri Halaho’nun çok hoşuna gitmiş bir biçimde tezgahların bulunduğu son bölümden ayrılmışlardı.

Halaho’nun bir türlü anlayamadığı ve biraz da kuşku içinde kaldığı şey ise, o denli değişik tezgahlarda ayrı ayrı yapılan bu farklı parçaların sonunda nasıl olur da bir elektromotora dönüşmekte olduğu konusuydu. Bunu da sonunda montaj atölyesinde gördü.

Yanıtını bulamadığı ayrıntıları orada görmüştü; parçalar, sonunda yüksek beygir gücünde şiş göbekli küçük elektro motorlara dönüşüyorlardı.

Halaho’ya yakın bir elektro motora cereyan verilince Halaho ürküp geriye kaçtı. Ardından korktuğu için utanmış olmasını düzeltmek ister gibi konuştu:
– Vay anasını! Azgın bir küçük boğa gibi sanki…

Halaho uzun süre bayılırmışçasına motora bakıp durdu. Ayrılacaklarında da kır atını okşar gibi yanaşıp eliyle motoru bir okşadı.
– Avl toje tak mojna rabotay, (Bu motor nerelerde kullanılabiliyor?) diye sordu montajcıya.
– Nerede bir elektrik santralı varsa orada kullanılabilir, diye yanıt verdi montajcı da.
– Yazık, köylerde elektrik santralleri yok, köyler yararlanamayacaklar bunlardan, dedi morali bozulmuş biçimde Halaho.
– Şimdilik yok, ama çok geçmeden kavuşursunuz siz de elektriğe, diye inandırıcı biçimde yanıt verdi montajcı.

Köylerinde bir elektrik santralı kurulacağı umudunu bir düş olarak içine gömüp susmuştu Halaho.

Bibolet, Moskova’da bunduğu sürece Halaho’ya ilginç şeyler göstermişti. Ancak hepsini bastıran şey elektrik motoru fabrikasında gördükleriydi.

Fabrikadan ayrılışları işçilerin sabah kahvaltıları ile denk gelmişti. Ayrılacaklar sırada fabrika kapısında büyük bir işçi grubunun toplanmış olduğunu gördüler. Birden bire Halaho durakladı.
– Hele bir dur, Bibolet, işçileri selamlamadan ayrılmamız uygun düşmez, diyerek Bibolet’in ne diyeceğine aldırmadan işçilere doğru yürüdü. Halaho’nun işçilerin arasına daldığını görünce:
– Fabrikalarını bize gösterdikleri için teşekkür etmek istediğini söyledi.

Halaho ciddi biçimde önderliği yüklenmişti. Bibolet ne diyeceğini bilemez halde kalmıştı. İşçilere dönüp seslendi:
– Yoldaşlar! Adige Özerk Oblastı delegesi olarak Sovyet Kongresi’ne katılan Halaho, fabrikanızda gördüklerine ilişkin bir konuşma yapmak istiyor.

İşçiler hemen derli toplu bir biçimde toplandılar, oturanlar da ayağa kalktılar ve topluluğa katıldılar. Uzaklarda olan birkaç kişi de koşar adım yetişip topluluğa katıldı. Halaho’nun karşısında adeta büyük bir miting alayı toplanmış gibi oldu. Halaho ise yeni baştan bir büyümüş gibi vakur bir biçimde işçilerin karşısına dikildi. Başındaki yana yatık duruşlu kıvırcık tüylü kalpağını yukarı kaldırarak, ona düzgün bir biçim verdi. Elini kamasına doğru uzattı, parmaklarıyla kamasını tutmak istedi, ama bulamayınca kemerini tutmakla yetindi. Bibolet’in ummadığı, akıcı  bir biçimde, Adigece aksanlı karışık Rusça  konuşmasına başladı.
– Tovariş raboça!Naşa vaşa zavod posmotrel’. Horoşa zavod, horoşa maşina. Vaşa haraşo rabotay, Naşa avl hozyaystvo ploho rabotay. Avl maşina netu. Sovet s’ezd govoril:avl, krest’yan maşine naşa avl nada. Vaşa rabotay maşine davay nada. Vaşa raboçe naşa avl pomogay nada. Cpasib, tovariş raboça, naşa horoşo posmotrel’ vaşa zavod. Edravstvuy Sovetska vlast!

Alkışlar arasında Halaho konuşmasını tamamladı.

Bibolet de bir konuşma yapma gereği duydu. İşçilerden biri de karşılarına geçip bir karşılık ve teşekkür  konuşması yaptı.
– Kent ve köy, elbirliği içinde yaşasın, diyerek gruptan biri yüksek bir sesle haykırdı.

Alkış ve “ura” (yaşasın) sesleri birlikte ortalığı çınlattı.

Teşekkür-sağol sesleri arasında Halaho gruptan ayrılıp yola koyuldu.

Halaho gördükleri ve işçilerin karşılamaları nedeniyle içi gönenmiş ve sevinç gözyaşları dökerek, gözleri yere bakar bir biçimde Bibolet’le birlikte yürüyordu.
– Halaho, tam bir komünist gibi davrandın. Delege olmanın hakkını verdin, dedi Bibolet, biraz uzaklaştıklarında.

Halaho hiçbir şey demedi. Biraz yürüdükten sonra konuşmaya başladı:
– Hey gidi Bibolet, hey, onların çalışma biçimi ile bizimkisi arasında dağ gibi fark var. Onlara yetişmemiz için çok zaman gerekir…
– Öyle ama, siz çiftçiler de, işçiler gibi güçlerinizi birleştirmediğiniz ve makineli tarıma geçmediğiniz sürece, mutlu bir geleceğe erişemeyeceksiniz.

Böylesine konuşup dönerlerken, işçiler için yapılan yeni bir binanın önüne geldiler. Halaho durakladı ve kalpağını düşürürcesine başını kaldırıp, uzunca bir süre apartmanın üst katlarına doğru bakıp durdu. Gelişleri sırasında, işçilerin eskiden yaşadığı gecekondu ve derme çatma kerpiç binalarla şimdi işçiler için yapılmakta olan evler konusunda Bibolet’in söylemiş olduğu sözleri bir kez daha anımsamıştı. Bu sözlerin anlamını o zaman yeterince kavrayamamıştı. Ömrü boyunca varlıklıların iyi evlerde oturduklarını, işçi ve ırgat tayfasının da ine benzeyen basit kondularda barınmakta olduklarını biliyor ve bunu doğal karşılıyor ve yadırgamıyordu. Ancak işçilerin tezgahları başında, milimetrik hata bile yapmadan parçalar ve motorlar ürettiklerini, o denli ustalaşmış olduklarını gördükten sonra, durumu derinlemesine kavramıştı. Böylece eski ve yeni dünya arasındaki farkın nedenini görmüş oldu. Şimdi Sovyet iktidarının işçiler için inşa ettiği bu bina,  bir kanıt olarak karşısında duruyordu. Bu yeni binalarda, eski kent evlerindeki gibi süslemeler fazla değildi, ama ötekilerin tümünü aşan zarif bir mimariyi de yansıtmaktaydılar. Bir koca dev gibi ve geniş kayaların üst üste bindirilmesiyle oluşmuş gibi, bina kat kat yükselmekteydi. Torna tezgahında demirlerin tıraşlanmakta olması gibi, binaların köşeleri ve kenarları da tornadan geçirilmiş gibi düzgündüler. Pencereler güneşi ve temiz havayı içeri alacak biçimde yerlerine geniş olarak yerlerine yerleştirilmişlerdi. Sanki duvardan çok pencere vardı binalarda. Bu bina, bir başına ve kocaman, kendine güven içinde bir insan gibi, çevredeki eski kondulardan fark edilir bir biçimde, düzgün, yüksek ve gelecek umudunu simgeliyormuş gibi yerli yerinde dikiliyordu.

Halaho gözlerini ayırıp öteki daracık pencerelere bir baktı. Bu tür binalara doluşup yaşamış insanlarla kendi yaşadığı Adige köy ırgatlarının evleri arasında pek bir fark bulunmadığını aklına getirdi ve durumu gözlerinde canlandırdı. Toz duman içinde, kap kacaklar, ev eşyaları, büyük küçük ev halkı bir araya yığılmış barınıyorlardı o evlerde. Dumandan ve pis havadan bunalan çocuklar durmadan ağlamaktaydılar; mutlu bir yaşam görmemiş ve zorluk içinde çırpınan zavallı ve hastalıklı anneleri, gözyaşları akıtarak ve inleyerek çocuklarını azarlıyorlar, bir yandan da kararmış çüveni (*) temizlemeye çalışıyordu. İki daracık pencerenin biri yarı açık, diğeri ise sürekli kapalıydı, pencerenin birinin yarısı hamurlanmış gazete kağıdıyla yamanmış, zar zor içeri sızabilen ışık ancak birbirini görmeye yetiyordu. Kapı dibinden ve pencere kenarlarından kışları içeri giren soğuk, herkesi titretiyor ve ısınmayı engelliyordu…

Halaho son kez bu yeni yapılan binayı gözden geçirip yeniden Bibolet’in peşine düştü.

(*) Çüven (шыуан)- Adigelerin ve Karadeniz kıyılarında barınan insanların “kaçamak” (mamırsa/п1астэ) pişirdikleri küçük kazan. -HCY.

 

III. DEDE

Vıstaneko (Устанэкъо) ailesinden, en büyük olan üç erkek kardeş, aralarında bir anlaşma olsun yapmadan, öylesine birer pay alıp aileden ayrılmışlardı. Babaları Yedıg (1) ise (Едыдж), haşin ve sert biri idi, zaten doğuştan eksik olan tüm sevgi ve ilgisini, aile ocağını tüttürmesini ve yaşlılığında kendisine bakmasını beklediği küçük oğluna vermişti. Kızları ile ailenin adına bir leke getirmemeleri dışında, pek ilgilenmiyordu. Kızlarına “Kız çocuğu emanet mal gibidir” anlayışıyla yaklaşıyor ve tüm ilgisini en küçük oğluna veriyordu.

Babanın kızlarla pek ilgilenmemesi, anneyi üzüyordu, anne Hımsad‘ın (Хъымсад) kızlarına birer yetimmiş gibi kol kanat germesi, sevgi ve ilgisini, babalarınkinden farklı olarak kızlarının üzerinde toplaması,  kocası ile sık sık karşı karşıya gelmesine de neden oluyordu.

Bu arada ana, en çok büyük kızına ilgi duyuyor ve en çok da onu seviyordu. Çok sert bir kadın olmasına karşın, Hımsad, söz konusu olan büyük kızı Kulats (Кулац) olduğunda birdenbire yumuşayıveriyordu. Ana sevgisinin boyutunu kim çizebilir, ama eli ve ayağı daha düzgün görünen Kulats, fidan gibi ince uzun boyu ve endamı ile güzel bir kızdı. Bu nedenle midir ne, Kulats’ın karşısında adeta eli ayağı ve dili tutuluyordu. Ana, yaşamı boyunca görmediği mutluluğu kızı Kulats görsün istiyordu. Bunun özlemini içinde, Kulats için daha güzel elbiseler alıyor, onu kolluyor ve onu yorucu işler dışında tutuyordu içinde. Kulats, yılan gibi eğrilebilen ince, uzun ve zarif vücudu ile gerçekten çok güzel bir kızdı. Çift örgülü saçları aşağı, omuzlarına değin iniyor, evin saygın kedisi gibi yumuşak yumuşak adımlar atarak yürümeye başladığında, sevgisini artık içine gömemiyor, çaktırmadan onu süzmeye çalışıyor, evine her gelen saygın kişiye,  onu bir biçimde göstermenin yolunu arıyordu.

Nafset, pek de önemsemediği ikinci kızıydı. Babanın oğluna, ananın da Kulats’a olan ilgileri, o ikisine ayrıcalık sağlıyor, onlara yüklenmesinden kaçınılan, odun ve su getirme gibi ev işleri henüz küçük bir kız olduğu günlerden başlanarak Nafset’in sırtına yüklenmişti. Evdekilerin Nafset’i böylesine ihmal etmekte olmaları büyük baba Karbeç’in, ona ayrı bir ilgi göstermesine yol açmıştı.

Karbeç (2) yüz yaşına basmış, saçı ve sakalı kartopu gibi beyazlaşmış aksakallının biriydi artık. Rus ordusunun Adige Ülkesi’ni ateş çemberinden geçirerek istila edişini görmüş ve yaşamıştı. Bu nedenle Rus olan her şeye karşı içinde tükenmez bir nefret ve soğukluk taşıyordu. Rus sobası istemediğinden, ailenin kaldığı büyük evin yanında, içinde Adige bacası (3) olan ayrı bir küçük ev (oda) inşa etmişlerdi onun için. Ev ve dünya işlerinden el ayak çekmişti. Dünya ışığını bile istemiyormuş der gibi,  uzun kirpikleri ve gür kaşları adeta gözlerini kapatır olmuştu. Unutmadığı ve ilgi duyduğu şeyler ise eski Adige yaşamı üzerine anlatılar ve anıları idi. Ocak başında ya da namazlığında oturmadığı sürece, bıkıp usanmadan eski Adige ev eşyalarının küçük benzerlerini odunlar üzerinde yontuyor ve işliyordu. Bunları odasındaki raflarda diziyor ve onları sevdiği çocuklara veriyordu. Ancak beğendiği çocuk da pek az çıkardı. Hele şimdiki çocuklar içinde beğendikleri, belki yüzde bir çıkardı. Onlar da göz kapakları daha şişçe, daha uzun burunlu ve daha kirli yüzlü olanlar olurdu. Nerede olursa olsun öyle bir çocukla karşılaştığında, “Yavrum, senin bulunduğun köyde az da olsa bir bereket kalmış olmalı…” gibi sözler sıralar, çocuğu alıp evine götürür, oyuncaklardan birini verir, doyurur, ardından evine bırakırdı.

Karbeç’in bir de çok bağlandığı eski bir Adige kemençesi (пхъэпщынэжъ) vardı. Armut ağacının içini oymuş, göbeğini bir kağıt gibi incelterek kemençesini kendisi yapmıştı. Çok da önemli bir şeymiş gibi iş edinip, yedi yıl eğer vurulmamış damızlık atkuyruğu kıllarını aratmış ve buldurmuştu. Onu ocak külü ile birlikte kaynatıp pişirmiş ve kemençesine yay yapmıştı. Belli bir süreye bağlı olmadan, ne zaman aklına eserse, kemençesini eline alıp çalardı. Bir başına olduğunda, soluğu güçsüz olduğundan, sesini fazla uzatamaz, herkesin öyle kolayca anlayamayacağı bir sesle, üzüntülerini ortaya döküyormuş gibi, kemençesi eşliğinde mırıldanırcasına şarkılar söylerdi.

Kış akşamları, Nafset, dedesinin kendisine anlattığı eski destan ve öyküleri dinler,  kemençesini ve şarkılarını da beğenip onun yanında otururdu. Çocukluğundan beri Nafset, dinleye dinleye bunları öğrenip alışmış ve ilgi duyar olmuştu. Nafset ile dedesi arasındaki yakınlık da daha çok bu ortak zevke dayanıyordu.

Sabah alacakaranlığında doğuda görünen Dahe (Дахэ) Dağında yaşayan ak cinlerin padişahının, ordusuyla birlikte düze inip kara cinlerle savaşması öyküsünden tutun da, olup bitmiş tarihsel öykülere (таурыхъыжъ)  değin her olayı, geçmişin derinliklerinden çıkagelmiş biri imiş gibi anlatıp dururdu. Olaylara kendince eklemelerde bulunur, bunları daha da ilginçleştiren ve korkunçlaştıran şeyler, ha şimdi bir karabasan gibi tepelerine dikilmek üzerelermiş gibi, acayip bir biçemle anlatırdı.

Henüz çok küçükken, Nafset, bu anlatılanları gerçekmiş sanıp soluğunu tutmuş dikkatle dedesini dinlerdi. Şimdi dedesinin anlattığı öykülerin içinde çelişik ve akla uymayan onca şeyin bulunduğunu artık ayırt eder olmuştu. Yine de bunları öne sürüp dedesini sıkıştırmak ve üzmek istemiyordu. Yavaş yavaş,  dedesinin anlattığı olaylardan  çok, o anlatılarda bulunan çözülmemiş sorunlar üzerinde daha çok durur  olmuştu Nafset.

Ayak işleri gördürülmesi, kendisine kızılması, bağırılması ve korkutulması dışında bir gün yüzü görmemiş, bir başına ve yetim gibi büyümüştü Nafset, bu yüzden küçük kız, içine kapanık ve düşüncelerini dışa vurmayan biri olup çıkmıştı. Huzuru dedesinin odasında buluyor, onun anlattıklarını dinlerken derin düşlere dalıp gidiyordu.

Akşamları Nafset dedesine yakacak odun ve su götürür, başka birileri yoksa sessizce dedesinin yanına otururdu. En sevdiği oturma yeri de Karbeç’in kendi yaptığı eski Adige tahta divanın yüksekçe bir köşesine kurulmak olurdu. Ancak Karbeç ihtiyarı ocak başında ise,  gider, uysal bir kuzucuk gibi, başını kucağına yaslayıp onun yanına otururdu. Karbeç ilkin ana evde olup bitenleri ona sorardı (kendisi gelenek gereği şimdiye değin gelini Hımsad’a görünmemişti), konuşma içinde giderek eski öykülere sıra gelir ve onları anlatmaya başlardı. Her ikisi kendi ayrı dünyalarına dalmış biçimde, gürültü eşliğinde Nafset’in çağırılmasına değin, sessizce otururlardı.

Karbeç’in eski öykülerini dinlemeye gelenler de çok olurdu. Ancak adamın çok yaşlı olması, gürültü patırtıya katlanamayacak ve her söyleneni de kaldıramayacak olması gibi nedenlerle gençlerin fazla uğradıkları bir yer değildi Karbeç’in evi. Yanına en çok, yaşlı başlı ve dünya işlerinden el ayak çekmiş ve onunla anlaşabilecek durumdaki kişiler gelirlerdi.

Bu tür ihtiyarlar içinde Karbeç’e en fazla uğrayan, Karbeç’in de ilgiyle ve sevinerek karşıladığı kişi ise Halaho idi. Dünya haberlerinden ve köyde olup bitenlerden sıyrılıp Halaho, bastonuna dayanarak, bir ırmak kıyısına kurulmuş gibi, eskiden olup bitmiş olan şeyleri dinleyip otururdu Karbeç’in yanında. Ancak Halaho da, tıpkı Nafset gibi, Karbeç’in anlattıklarını bugünkü dünya işleri ile karşılaştırarak değerlendirme alışkanlığı edinmişti. Dinler dinler, ardından köy haberlerini Karbeç’e anlatırdı. Sevmediği ya da sevdiği, arzuladığı ve mutluluk duyduğu her şeyi Karbeç’e söylerdi. Karbeç de, hiç farkında olmaksızın, Halaho’nun içinde yaşadığı dünya olayları ile tanışmış gibi olurdu. Her dört beş günde bir Karbeç’in yanına gelip dünya olaylarını ona anlatması nedeniyle, sonunda Karbeç de Halaho gibi düşünmeye başlamıştı. Köyden Halaho’nun sevmediklerini onunla birlikte sevmemeye, kınadıklarını da kınamaya başlamıştı. Karbeç her sorunu eski zaman ölçülerine göre değerlendirmeye, Halaho’nun kendi de bunları dünya işleri açısından değerlendirmeye, her ikisinin aklı birbirine yatmaya ve iki dost kişi gibi birlikte hareket etmeye başlamışlardı

AÇIKLAMALI NOTLAR:
1)
Adige ve Kabardey edebiyat dillerinde “ge” sesi yoktur ya da düşmüş ve değişime uğramıştır ama onu karşılayan bir “ce” sesi de vardır. Bu nedenle “g” sesi ve Latin yazılışı, sonuna “o” ya da “u” sesi gelmediği sürece “c” olarak okunmalıdır. Örneğin, ”Yedıg” sözcüğü “Yedıc” biçiminde okunmalıdır. ”Ge” sesi Karadeniz kıyısında yaşamış olan Natuhay, Shapsugh, Hak’uç, Wubıh, vb tarafından konuşulan Adige lehçelerinde ve bazı Kabardey lehçelerinde vardır, ama şimdiki resmi Adige ve Kabardey yazı dillerinde yoktur, bu sesler sadece Rusça karşılıkları söz konusu olduğunda aslına uygun sesler olarak kullanılmaktadırlar: Örneğin, Rusça olarak “Kemal” yazılırken, Adigece ve Kabardeyce olarak da, ”чъ”, yani esas “ç” sesi değil “ke” karşılığı “ç” (ч) sesi kullanılarak  “Çemal” (Чэмал) biçiminde yazılmakta ve okunmaktadır. ”K’eraş” (К1эращ) sözcüğü de “ч1” (ç’) karşılığı değil, ”к1” (k’) karşılığı bir sesle “Ç’eraş” biçiminde okunmaktadır. Bu durum Shapsughlar ve bazı Kabardeyler için kuşkusuz yazı yazmada bir zorluk yaratmaktadır.  -HCY
2) Karbeç (Къарбэч)- Türkçe ve Tatarca kökenli bir sözcük olup, ”Karbek”, ”Karbeg” = “Kar Bey” anlamındadır. -HCY
3)
Eski Adige bacası, evin ya da odanın ortasında olur, orada ateş yakılır, mutfaktaki ocağın üstündeki çengellere kurutulması için et ve peynir asılır, karşısında halka oluşturularak oturulurdu. O zamanlar odun çok olduğundan bu baca revaçtaydı. Bugün terk edilmiştir. Eski Adigeler kışa girerken mutlaka hayvan keser, etini kurutur ve kış boyunca da yerlerdi. – HCY

I. DERTLİ KEMENÇE (ПХЪЭПЩЫНЭР ЗЫК1ЭТХЬАУСЫХЭЩТЫГЪЭР

Geceler uzamaya, gündüzler de kısalmaya başlayınca, havanın soğumasına koşut olarak yağmur yağışları da artmaya başlamıştı.Ardından, fazla bir süre geçmeden yağmur yerini lapa lapa kar yağışlarına bırakmıştı. Giderek de her taraf karla kaplanmıştı. Esmekte olan soğuk rüzgarlar da karın gelişi ile birlikte ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi duraklamışlardı. Gökyüzü kaşlarını iyice çatıp yeryüzüne doğru iyice çökmüş, iri iri taneler biçiminde kar dökmeye başlamıştı. Evlerin damları, ağıllar ve her taraf kalın kar tabakalarıyla örtülmüştü, ağaçların üzerleri kargaları bile dondurmuş gibi kar kaplıydı. Akşama değin, kümese dönmesi gereken tavuklar karı aşamayarak, gıdaklıyorlar, ahırların siperlerine doğru uçuşuyorlardı. Gökyüzü kaşlarını henüz indirmeden gece karanlığı da bastırmıştı,  durmadan kar yağmaktaydı.

Henüz karanlık tam bastırmadan Nafset, soğuktan korunmak için üzerine aldığı küçük bir şal ile bahçedeki karları yararak ilerlemeye başladı. İnce pabuçları ıslanıp su almaya ve ayakları donmaya başlamıştı. Ayrıca üstüne yağmakta ve yüzünde erimekte olan karlar yüzünü gıdıklıyorlardı. . .

Nafset, karları yararak Karbeç’in evine giden ince bir yol açmış oldu sonunda.

Karbeç odun ateşi başında, kemençesini acıklı bir biçimde çalıp duruyordu. Kürkünü giymiş, koyun derisinden kalpağını iyice başına geçirmişti, sakal ve bıyığı ise üzerine kar yağmış gibi bembeyazdı. Daha da bükülmüş, kamburlaşmış biçimde gözleri ocaktaki korlara dönük kemençesinin sesini dinlemekteydi. Gözleri yaşarmış, üzerlerine avuç avuç kırmızı yıldızlar serpilmiş gibi ateşin karşısında parıldıyorlardı.

İçeri girmiş olan Nafset’e bakmadı ve bir şeycikler olsun söylemedi. Böyle durumlarda dedesini üzmemesi gerektiğini biliyordu Nafset, konuşmadan gidip divanın bir köşesine ilişti.

Nafset kemençe sesini pek sevmezdi. Bir yakınma sesini andırıyor ve insanın içini burkuyordu. İçindeki ve yaşadığı ortamdaki bitmez tükenmez yakınmalar gibi, içinde bir sürü soru yaratıyordu. Ancak içinde barındığı toplumun özlem, sevinç ve üzüntülerine alışmış olduğu gibi, dedesinin kemençesinden yayılan dertli şarkıları oturup dinlemeye alışmıştı.

Nafset hala içinde yaşadığı koşulları derinlemesine kavramaktan ve onlara akılcı çözümler getirmekten uzaktı. Düşünmekte olduğu şeyler ise, kemençenin söyledikleri gibi, belirginleşmemiş düşünce ve özlemler gibisine şeylerdi, kendisini çevreleyen insanların yaşamlarında oluşmakta olan düşünce ve özlemlerle sınırlıydı. Ancak en çok da üzerinde durduğu şeyler, kendi pek farkında olmasa da, içinde yaşadığı umutsuz ortamdan bir çıkış yolu bulma üzerine olan şeylerdi.

Bütün gün Meleçhan’ın (Мэлэчхъан/Melekhan) başına geleni düşünmekten kendini alıkoyamamıştı. Bu komşu kız geçen yıl kocaya varmıştı. Şimdi dün tışase (тыщасэ) olarak baba evine ilk kez ziyarete gelmişti. Komşu kızları içinde Nafset’in en sevdiği ve en fazla ilişki içinde olduğu kız da oydu. İçinde yaşadığı topluma eleştirel bir gözle bakmayan, üzücü bir durumla karşılaşıp, keyfi kaçsa bile, küçücük bir mutlu duruma tanık olduğunda çocuk gibi sevinen ve derinlemesine düşünmeyen neşeli küçük bir kızdı. Ancak bir yıl içinde ne hale gelmişti şimdi. Sisten, toz dumandan yeni çıkmış biriymiş gibi, görüntüsü Nafset’in karşısında duruyordu. Yalancıktan da olsa tatlı dilini hala yitirmemişti, ancak kızlığı dönemindeki umursamazlığının ve neşeli havasının zerresi bile kalmamıştı. Yalancıktan gülümsemesinin ardından yatan derin umutsuzluğu görmek zor bir şey değildi. Gülümsediğinde bile, umutsuzluğu gözlerinden okunuyordu. Kanı son damlasına değin çekilmiş gibi benzi sapsarıydı, yaşlı suratlarda görmeye alışkın olduğumuz özellikler, şimdi, bir zayıflık belirtisi olarak, yüzünden yansıyordu. Büyük bir belanın içinden çıkmış, yeniden o belanın içine düşme korkusu içinde imiş gibi bir görüntü veriyor, bu korku yüzünden taşıyordu. Kızlığındaki karşılıklı güvene dayanarak sorduğunda bile, kadın, Nafset’i yabancı bir imiş gibi yanıtlamaktan kaçınmıştı. Gittiği yerde mutlu olduğunu söylüyordu, ama sözlerinde söylemekten kaçındığı yanlar bulunduğu seziliyordu. Korktuğunu ve korkutulmuş olduğunu, zavallılığını başkalarından saklarmış gibi bir hali vardı. Bu durum her halinden anlaşılıyordu.

Bir canlının öldürülüşüne tanık olmak ne denli iğrenç bir şey ise ve o tür görüntülerden korkuluyorsa, Meleçhan’nın bu duruma düşmüş olmasını görmek Nafset’i ürkütmüştü. ”Başka bir aileye katılmak o denli bir belaya mı yol açıyor?” der gibisine bir kaygı doğmuştu içinde.

Sorusuna verilmiş bir yanıt gibi Darihan’ın (Дарихъан) görüntüsü de Nafset’in karşısında canlanmıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı Darihan ama vücuduna elini dayayarak dik durmaya çalışıyordu. Yumuşak adım atıyor ama gücüne hala güveniyor olmalı, ayaklarını yere sağlam basıyordu. Sevecen ve iyiliksever bir yaşlı kadın olarak hala dimdik ayaktaydı. Tek oğlunu yitirmiş, kocası ile bir başına kalmıştı, Vıstanekoların hemen bitişik komşusuydu. Yitirdiği çocuğu yerine koyup Nafset’e kol kanat geren tek kişi de oydu. Yaşlı kocası karabiber gibi ateş saçan aksi biriydi, içi sıkıntı ve kaygıdan geçilmiyordu, ama artık kanı çekilmiş yaşlı bir adamcağızdan başkası değildi, bağırma sesi konu komşu ve bütün bir mahalleye yetiyordu. Yaşamlarını yoksulluk içinde geçirmişlerdi. Yoksulluğa ve aksi kocasının bağırma ve azarlamalarına katlanarak ömrünü tamamlamaktaydı Darihan. ”Darihan’daki bu sabır” diye köyde adı söylenen biri olmuştu. Bir at ya da arabaları olmadığından, kendileri o işi yüklenmiş, bir yükü koltuğuna almış ya da omzuna atmış gitmekte olduklarını köyde ya da kırda olsun herkes görmeye alışmıştı.

Devrimden önce hasta olup yatağa düştüğü sürece çekmiş olduğu acıları Nafset’in unutması olanaksızdı. Üç yıl boyunca ağzından küller savrularak ocak başında yatmış, iniltisi üç yıl boyunca köyde duyulmuştu. Sancısı tuttuğunda, artık dayanamıyor,  inildiyor, bağırıyor, evin toprak tabanını tırnaklarıyla tırmıklıyor ve odayı adeta eliyle kazıyordu. Uzaktaki kent hastanesine götürülmesi için gerekli parayı bulamıyorlardı, elde avuçta olanı yitirip bulmaktan da korkuyor, kendi ailesi ve kocası çektiği onca acıya karşın durumu üç yıl boyunca seyretmekle yetinmişlerdi. Sonunda kocası dayanamadı ve tek ineğini satıp karısını kente götürüp tedavi ettirmiş ve iyileştirilmesini sağlamıştı.

Darihan, Nafset’in yanına her gelişinde, umarsızlığının ve ne yapacağını bilememenin kaygısıyla, Nafset’in hala bir çocuk olduğunu unutuyor, içini ona açıyor ve dertlerini onunla paylaşıyordu.
– A benim biricik güneş ışığı küçük kızım (сищэщэ тыгъэ нэбзый ц1ык1у), senin de benim gibi nasipsiz olmaman için Ulu Tanrı’ya yalvarıyorum, diyordu sık sık Nafset’e.

Ancak çoğu zaman, hasta düştüğü günlerden beri, Darihan ellerini bacakları üzerinde, çenesini ellerine dayamış ocak ateşinin karşısında oturmayı, ağıtlar söyleyip kendi başına yakınıp durmayı alışkanlık haline getirmişti. Darihan’ın ağıtlarını, dedesinin kemençesinden dökülenlere benzetiyor, sık sık düşünüyordu bu durumu. Darihan da dedesi de benzer biçimde ve umutsuzcasına gözlerini ateşten ayırmıyorlardı. Onları o denli düşündüren ve umutsuzluk içine düşüren şeylerin ne olabileceğini ise, bir türlü anlayamıyordu Nafset…

Onlardan ayrı olarak Nafset’i kaygılandıran köydeki yaşlanmış kızlar içinde Ş’evel’ıların Çab’ı da vardı (Шъэол1ымэ я Чаб). Adı bir delikanlı yüzünden kötüye çıktığından, evde kalmıştı. Kendisinin sevebileceği gibi birisi de karşısına çıkmamıştı ondan sonra. İsteyenleri de o beğenmemişti. Üzüntü ve durumunu düşünme kaygıları içinde hastalık kapmıştı sonunda. Eski geleneksel anlayışa göre, bir koca bulamadığından, artık dünyalık bir beklentisi de kalmamıştı.

Bir kız olduğunun görüntüsü,  bir zincirden bukağı gibi kendisini bağlamış, koca bulma umudunu da yitirmişti ve yüzünü başkalarından saklamaya çalışıyor , ”Çabe gibi” denilerek köyde söylenen ve fazlalık görülen bir insan gölgesine dönüşmüştü…

Dedesinin kemençesinden dökülen nağmeler,  öylelerinin yakınmaları ve mutsuzluk içinde yitip gitmiş olanların ağıtları imişler gibi geliyordu Nafset’e. İçi buruklaşmış, zor soluyormuş gibi, kemençenin yaşlılara özgü çıkardığı şarkı sesleri Nafset’in gözlerini yaşartmıştı, üzüntü ile acıma duyguları içinde, içi eritmekteydi. Elinden gelse tüm mutsuz ve zavallılar için canını ortaya koymaya hazırmış gibi kalbi onlar için çarpıyor, kemençe sesi Nafset’in içini sızlatıyordu. Dans havaları çıkarırken bile,  kemençe, bitmez tükenmez arzu ve umutsuzlukları döktürmekten eksik kalmıyordu. Kendi sorununu, umut ve özlemini  kendi çözme olanağından yoksun Adige kızları, gizli bir umut ve tatlı bir dil biçiminde bütün bu üzüntüleri şarkılarına yansıtmışlardı…

Bunları yeterince anlayacak bir düzeye erişmemiş olsa da, Nafset onları içinden seziyor, bulanık ve sise gömülü umut ve arzuları beyninde dolaşıyor, ama onlara yine bir çözüm bulamıyordu. Kendi başına gelebilecek olan şeyleri de düşünmeye başlamıştı. Yoksul ve sıkıntı dolu bir yaşam sürdürdüklerini biliyordu, çevresindeki insanların bilgi ve bilinçlerinin gelişmiş olmadığını da kavramaya başlamıştı. Yaşlı başlı ve çoluk çocuk, Adige geleneğine göre dinlemesi ve saygı göstermesi gereken kişilerdeki eksiklikleri görür gibi olmuştu.

Dün akşam birkaç genç Kulats’ın yanına oturmaya gelmişti. Köydeki en varlıklı ve en saygın, köydeki kızların varmak için can attığı gençlerdendi bunlar. Pseluh diyerek, şakalaşarak ve eğlenerek gece yarısına değin oturmuşlardı. İçlerinden biri Rusçaya ağırlık veriyor, anlaşılmayan sözcükler sıralayarak oturuyordu. Aynı kişi bir sigara  paketi çıkarıp:
– Biliyor musunuz “Antik” dedikleri şey işte bu! deyip elini paketin üzerinde gezdirdi.

Oturanlardan biri  “İsterse antik olsun, isterse olmasın, ver bakalım biz onu şimdi antik yaparız!” diyerek elini uzattı. Aynı biçimde diğerleri de ellerini uzattılar.
– Olmaz, o sizin içtiğiniz tütünlerden değil, siz kendi tütünlerini içebilirsiniz, ben onu Amerika’dan, Paris’ten getirttim, diye karşı çıktı.

Aralarındaki tartışma tam bir saat sürmüştü. Ancak Paris’in Amerika’da değil, Fransa’nın başkenti olduğunu bileni yoktu içlerinde. Nafset ise, Adige gazetesinden okumuştu ve durumu biliyordu, ama bilgisizliklerini başlarına vurmayı uygun bulmamış, önemli de  bulmayarak ve içinden onları ayıplayarak ayakta dikiliyordu.

Kulats’ı, sonunda içlerinden biriyle evlenmeye razı ettiklerini belirterek ayağa kalkmışlardı.
– Haydi, gerçekten bana varmayı istiyorsan hemen gidelim, diyerek çocuk Kulats’ın elini tutmuştu.
– Niye olmasın, istiyorsan ben dünden hazırım! diyerek Kulats da onunla birlikte gitmeye başlamıştı.

Bahçe kapısına ulaştıklarında Kulats elini kurtarıp geriye kaçmıştı. Öbürleri de tabancalarını çıkarıp üç el havaya ateş açıp gitmişlerdi. Onların bu silah sıkma gösterileri Nafset’e gülünç gelmişti…

Bir akşam komşu bir köyden başka bir genç, pseluh için Kulats’ın yanına gelmiş oturuyordu. Kendini üstün biriymiş gibi göstermeye çalışıyor, övünüp duruyordu. Oldukça güzel giyinmişti, ama giydikleri kendisinin değilmiş de emanet imiş gibiydi, vücuduna tam oturmamıştı. Yalancılığını gösterir gibi gözleri fıldır fıldır dönüyor, dudaklarından da sahtekarca gülümsemeler dökülüyordu, sözlerini bir köstebek zinciri gibi birbirine bağlayıp oturuyordu. Bir süre öyle oturdu, sonra elini cebine sokup birkaç anahtar çıkardı.
– Bak hele, ben ne yapmışım! diye büyük bir üzüntüyle karşılaşmış gibi yapıp söze başladı, sonra da sustu.
– Ne yapmışsın ki, diye sordu yanındaki arkadaşı.
– Vallahi de büyük bir hata işlemişim. Dükkanın anahtarlarını bilmeden yanımda getirmişim…
– Açamazlar mı artık dükkanı?
– Büyük bir kilidi var, kocaman bir demirden, asla açamazlar. Babamız bizi adamakıllı azarlayacak anlaşılan… Ancak ondan da  önemli olanı Kulats’ı yeterince görmeden ayrılacak duruma düşmüş olmamız…

Daha sonra, birine sorduklarında bir dükkanlarının olmadığını, yalan söylediğini öğrendiler. Kulats’ı kandıramayacağını anlayınca da, köyden başka bir kızı kandırıp götürmüştü.

Bir tek Değotluk onlara benzemiyordu. Bir yere gideceğinde o tür güvenilmez kişileri yanına almazdı. Çoğunca bir başına Nafset’lere gelirdi, ağır bir iş yüklenmiş de düşünceye dalmış gibi, gizlice üzülmekte olduğu yüzünden okunarak, fazla konuşmadan otururdu. Yorgun argın, derdini dökecek birilerini arıyormuş gibi, çok kalmaz kalkıp giderdi. Kızların her zaman yaptıkları gibi, Kulats da evlenme ve yuva kurma benzeri işlerine daldığında, Değotluk böyle şeyleri dinlemeyi pek sevmezdi. Kulats’ın beğenip övdüğü kişileri ise Değotluk soğuk karşılıyor, öylelerini iteleyip alaya alıyordu. Değotluk kimi sevdiğini ve kimin peşinde olduğunu açıkça söylemezdi. Büyük bir iş peşindeymiş, sırrını içinde saklıyormuş gibi konuşuyordu. Kulats’ın ciddi biçimde söylediklerini ise şakaymış gibi karşılıyor ve geçiştiriyordu. İçindekini Kulats’a dosdoğru söylemiyordu bir türlü. Bu durum Kulats’ın da merakına yol açıyor, erkeklerin arzulu bakışlarına alışık olan bu güzel kız duruma üzülüyor, dudaklarını ısırıyor ve kibirle karışık kendini tutmaya çalışıyordu. Birbirlerine açılamamış bir biçimde Değotluk da çıkıp gidiyordu.

Kulats bir kaygı duymadan Değotluk aleyhinde ileri geri sözler edebiliyordu, ama onun sözlerinden de çok çekiniyordu. Değotluk’un Kulats aleyhinde konuştuğu hiç duyulmamıştı, ama yine de Kulats’ta güven yaratacak bir davranışta da bulunmuyordu. Bundan dolayı Kulats biraz kaygılıydı, korkuyor ve Değotluk’tan çok çekiniyordu. Bir araya geldiklerinde şakayla karışık, ama inatçı bir biçimde birbirleriyle karşılıklı lafa tutuşuyorlardı.

Nafset, karşılaştığı gençlerden en çok Değotluk’a değer veriyordu. Kulats ile yaptığı tartışmalarda, anlamını pek anlayamasa da içten Değotluk’u destekliyordu. Değotluk’un kendisi de Nafset’in kendisini desteklemekte olduğunu biliyormuş, sanki iki kişi adına konuşuyormuş gibi Kulats’ın karşısına dikiliyordu. Ancak Değotluk Nafset’e ilişkin bir kaşen (evlenme amaçlı arkadaş seçme) ve pseluh (evlenme amaçlı sohbet)  davranışı içine girmiyordu. Nafset’in birçok kişide görmüş olduğu arzulu bakışlar Değotluk’da yoktu. Okuma ve yazma gibi işler peşinde olması, diğerleri gibi Değotluk’un canını sıkmıyordu.  Tam aksine iş edinip yanına oturuyor ve Rusça sözcüklerin anlamını Nafset’e açıklıyordu. Beldeye (stanitsa) indiğinde de Nafset’e defter ve kitap getirdiği oluyordu.
– Nafset, sen okuma yazma işinden geri kalma, yoksa Kulats’ın kocaya varmak dışında okumak gibi bir niyeti yok, diye ara sıra takılıyor ve Kulats’ı korkutuyordu.

Değotluk ile Bibolet’in huyları birbirine çok benziyordu…

Bu sözler üzerine Nafset, Bibolet’i anımsadı ve içi cız etti. Bibolet’e karşı duyduğu duygudan korkmuş gibi, anımsamakla bir kusur işlemiş ve bunu düşünmeyi bile istemiyormuş gibi, kendisini bir silkeledi ve başını yukarı kaldırdı. Tüm kanı, sanki yüzüne doğru yükselmiş gibi iki yanağına vurmuş, kızıla dönüştürmüştü. Arkasına dönüp dedesine yardım etmek istermiş gibi bir baktı. Karbeç, sırtı kendisine dönük, kemençesini çalıp ocaktaki korlara bakıp oturuyordu… Odaya karanlık basmak üzereydi. Gaz lambası ocağın altında, ocak başında bir raf üzerinde duruyordu, bacanın üzerindeki geniş davlumbaz büyük bir gölge oluşturuyordu, bu gölge yüzünden çatı direkleri görünmez olmuştu. Evin içine kar düşüyor ve soğuk odayı sarıyordu.

Odadaki kış soğuğu ve sessizlik, umutsuzcasına Bibolet’i anımsamış olması, bütün bunlar birbirine karışmış bir halde, içinde bir sıkıntı duydu. Dedesi ona bir yabancı imiş gibi gelmeye başlamıştı artık…

Fazla oturamadı, gitmek üzere kapıya yöneldiğinde eve doğru gelmekte olan bir ayak sesini işitti. Ayak sesi evin köşesini dönüp karları yara yara kapıya ulaştı. Kapıyı açtı, ama dar kapıyı geçmekte zorlandı, üstündeki kepenek (кlакlо) ve başındaki başlığı (шъхьарыхъон) ile içeriye bir karaltı biçiminde girdi. İçeri girer girmez silkinmeye ve üstündeki karları dökmeye başladı. Yüzünü çevirir çevirmez Nafset Halaho’yu tanımıştı.

 

V. AK CİNLER İLE KARA CİNLER

– Selamün Aleyküm! diye selam verdi Halaho. Karbeç başını çevirip de selama bir karşılık vermedi, kemençesini çalmaya devam etti.

– Sela-mün Aley-küm! diye uzatarak ve sesini iyice yükselterek yeniden selam verdi Halaho.

Karbeç yine bir yanıt vermedi, kemençesinin tellerini daha bir gıcırdatmaya, sesini daha yüksek çıkarttırmaya başladı.

Halaho ne diyeceğini bilmeden şaşkın şaşkın bakınıp duruyordu. Karbeç ise başını kaldırmıyor, daha da üzerine eğilmiş biçimde çalgısını çalmaya devam ediyordu. Bir ara farkına varmadan, Karbeç kemençesiyle ağıt çalmaktan vazgeçti, hızlı Abzegh dans havalarından birini (Aбдзэхэ къэшъо лъатэ) çalmaya başladı. Yüzünü neredeyse kemençeye dayamış oraya buraya sıçrar gibi yaparak ağlama ve gülme karışık bir biçimde hızlı zıplama havasını çalıyordu.

Fırtına içindeki hortuma yakalanmış gibi müziğin temposu ihtiyarı sarmıştı ve adam, kendinden geçmiş bir haldeydi.

Halaho, Karbeç’in dalmışlığını ve kendinden geçmiş haldeki bu kemençe çalışını neye yoracağını bilemeden bir süre ona bakıp durdu, ardından, sırtındaki kepeneği çıkarıp topladı ve duvara astı. Elindeki kağıda sarılı paketi de Nafset’e uzattı. Karbeç’in ne demek istediğini anlamış gibi, kemençenin çaldığı havaya ayaklarını uydurarak dans etmeye başladı.

Karbeç de Halaho’ya yanıt olarak kemençesini daha da hızlı çalmaya başladı. Halaho durumu anlamıştı. Kıllı bir ayı gibi üstünde duran gocuğundaki kar parçalarını yere döktürerek ve silkinerek odanın içinde oynamaya başladı. Karbeç pşıne’sini (kemençesini) iyice hızlandırmış çalıyordu. Halaho da ona uydurarak oyununu hızlandırmaktaydı. Sonunda başındaki kalpağını çıkarıp eline aldı ve son hız oynamaya devam etti…

Nafset durduğu yerde taş kesilmiş, bu iki yaşlının yaptıkları şakalara şaşırmış, gözlerini dikmiş onlara bakıp durmaktaydı.

Kemençesinin tellerini kopartırcasına bastırarak bir süre çaldıktan sonra Karbeç, kemençe çalmaya bir ara verdi. Halaho da çakılmış bir kazık gibi ayakları çapraz orta yerde kalmıştı. Daralmıştı ve sık sık soluyordu ama yenik düşmemiş birinin gururlu bakışını andıran bir biçimde, başı dik arkadaşına bakmaktaydı.
– Halaho, ne de güzel oynuyorsun böyle! diyerek gülümseyerek seslenmişti Nafset. Yanına yaklaşıp Halaho’nun gocuğunu aldı.

Karbeç kemençesini bir yana attı, kollarını açıp dostunu karşıladı. Abzegh kirpik ve kaşlarından sevinç dolu parlak gözleri fark ediliyordu.
– Aferim Halaho’m benim, aferim! Adam olan işte böyle oynar, diyerek güçsüz kollarını açıp Halaho’yu bağrına bastı. Her ikisinin sakal ve bıyıkları birbirine karışmıştı, Halaho’nun gür kızıl sakalı ile Karbeç’in seyrek ve kar topu gibi ak sakalı birbirine girmişti.

Karbeç dostluk taşan bir sevgi ve özlemle Halaho’nun ellerini sıkıca sıkmaktaydı. Tabureyi uzatıp onu oturtmak için uzunca bir uğraş verdi.
– Halaho, ne gibi yerleri görüp geldin böyle, diye sorularına başladı Karbeç.
– Uzak bir yerden.
– Uzak yer neresi?
– Eskiden Adigelere ait bir kılı bile kargaların ulaştıramadığı çok uzak bir yerden…
– Ne getirdin (Саугъэ).
– Az getirdim diye bana gücenme…

Halaho cebine elleyip sarı kırmızı karışık iri taneli bir namaz tespihi çıkardı ve Karbeç’e uzattı.
– Az ya da çok önemli değil, bizi unutmadığın için teşekkür ederim. Çok değerli bir şeymiş gibi Karbeç hediyeyi alıp avucuna koydu.
– Çoktan beri böyle bir şey istiyordum, dedi, bir yandan tespihini çekerken soru sormaya devam etti.
– Gittiğin yerden ne haber, diye sözünü sürdürdü Karbeç.
– Çok güzel, barış dolu…
– Ne gördün, ne duydun?
– Bu koca dünyada yeterince ilginç şey var ama en ilginci benim gittiğim yerdekiydi, dedi Halaho, yaşlıların adeti olduğu üzere, haberleri anlatmaya geçmeden önce.

Karbeç de bunu biliyor ve Halaho’yu acele etmesi için zorlamıyor, yaşlılara özgü bir biçimde sabrediyordu.
– Gittiğim yerde karşılaştığım en ilginç şey, Rusların artık bizim bildiğimiz eski Ruslardan farklı kimseler haline gelmiş olmaları, diyerek sonunda asıl konuşmasına başladı Halaho.

Karbeç uzamış gür kaşlarını yukarıya kaldırdı. Fersiz kalmış yaşlı gözlerini, soru ve şaşkınlık içinde Halaho’ya dikti.
– Tavuk kovalayan köpekler gibi üstümüze saldıran Ruslar kalmadı artık. Birazı kalmış da olsa, onlar artık güçsüzler. Tanrı biz Adigelerin dualarını kabul etmiş anlaşılan, bize kötülük yapan Ruslar cezalarını buldular.
– Rus Rus olmayacak da ne olacak, dünyanın altı üstüne gelmedikten sonra? Gavur yine gavurdur, dedi Karbeç, Halaho’nun söylediğine inanmayarak.
– Benim aralarına katıldığım ve gördüğüm Ruslar arasında gerçek bir insanlık, yeterli bir anlayış ve bizim rüyamızda bile görmediğimiz üstün üretim ve beceriler var. Dilerim Tanrı biz Adigeleri de o düzeye çıkarsın. Biz zavallı toprak emekçileri köy muhtarının kapısını çalmaktan bile çekiniyorduk. Kazak beldesi (stanitsa) atamanı ve bristafların (amirlerin) üzerimize yürüyüşleri ve bize çektirdikleri şeylerin sözünü etmiyorum artık! Benim gibi bir emekçi ihtiyarcığın karşılanışı ve bana verilen onca değeri gördükten sonra! Bunu unutamam. Zavallı Lalıvıj (Лалыужъ) durmadan anlatırdı. Birinin çaldığı atlar ve bize çektirilenler için şikayette bulunmak için, birkaç kişi seçip, belde yöneticisinin (ataman) yanına göndermişlerdi. Üç gün belde kapısında bekletilip yöneticinin yanına alınmadan gerisin geri gönderilmişlerdi. Şimdi ben, bu solmuş ve yıpranmış gocuğumla ülkenin en üst yöneticisi olan Kalinin’le (devlet başkanı) çay içip söyleşide bulundum!
– Doğrusu, bilemiyorum, dünya daha iyiye doğru değişmiyorsa, diyerek kuşku ve güven ifade etmeyen görüşünü belirtti Karbeç. ”A benim kızım (А сищащ), diyerek ayakta dikilen Nafset’e döndü, ”bu tespihi al da iyi bir yerde sakla. Bize de çay getir” dedi.
– Kalinin ilginç bir yaşlı, diye yeniden söze başladı Halaho, seninle benim konuşmam gibi tüm içtenliğiyle, aramızda oturdu ve bizimle söyleşide bulundu. Yaşlı ama akıllı biri o. Büyük bir görev yüklenmiş olmak dışında, koca ülkede olup biten her şeyden haberdar, dahası bizim köyümüzde olup biteni de hemen kavradı.

Bu sırada Nafset odaya semaveri getirip kaynatmaya başladı, üç ayaklı yuvarlak sofrayı da hazırlayıp getirdi. Aradan geçen uzunca süreye karşın Halaho’nun anlatılarına yetişmeyi başarmıştı.
– Bu bizim ülkemiz çok büyük bir ülke, ucu bucağı yok gibi. Kongre boyunca adlarını hiç duymadığım insan topluluklarından çıkmış delegelerle karşılaştım. Sularını denetim altına almış oblastlar (iller) da var. Kentlerde sokak ve yol boylarında su boruları uzanıyor, her binaya su veriliyor. Bu gibi boru ve kanallarla toprağı, tarlaları da suluyorlar. ”Упч1эр зиунэу, къымызыр зишъуат” (konutu çadır, içkisi kımız) diye şarkılarımızda yer alan insan topluluklarından gelme kişilerle de karşılaştım orada. Kalinin ile görüşmemiz sırasında böyle bir ihtiyar da vardı yanımızda. İşte bu insan topluluklarından gelme bütün delegeler bir kardeş ve Moskova’yı da sanki köyümüz gibi sevip birbirimizi kucakladık ve bir arada oturduk. Çarlık Rusya’sı döneminde zulme uğramış her türlü halkın daha iyi bir yaşama kavuşturulması ve bu halkların kalkındırılmaları konuları kongre boyunca görüşüldü.
– Meskev (Moskova) büyük bir yer mi, diye sordu Karbeç.

Karbeç göründüğü kadarıyla, Halaho’nun söylediklerinden kuşku duymayı bir yana atmıştı ama dünyanın ve Rusların o denli değişmiş olmalarına da bir türlü akıl erdiremiyordu, eski düşünce mantığı ile bunları tartmaya çalışıyordu.
– Yarım gün boyunca yürüdüm, Moskova’nın kıyısına bile ulaşamadım. Oradaki binalardan biri bütün bu köyümüzdeki insanları içine alır. Yolları müthiş. Taşmış ırmak gibi:İnsanlar değişik araçlarla durmaksızın yarışıp duruyorlar, caddeyi bir yandan öte yana geçmek olanaksız.
– Eskiler dememişler boşuna: ”Çok yaşayan değil, çok gören” diye (Бэ зыгъэш1агъэ нахьи, бэ зылъэгъугъ). Çaya yaklaş, Halaho, dedi Karbeç, Nafset’in getirdiği sofraya dönerek. Ardından çay bardağını bir süre karıştırdı ve düşündü, kendi kendine konuşuyormuş gibi konuşmasını sürdürdü:
– Ruslar arasında da, cinler arasındaki ak cinler ve kara cinler gibi, bize karşı kötü ve iyi olanlar da varmış anlaşılan. Bir zamanlar Adigelerin el sanatlarını ve bilimi ak cinlerden almış olmaları gibi, o Bolşeviklerin de biz zavallı Adigelere mutluluk, güzel sanatlar ve bilim getirmelerini Tanrı’dan dileyelim, diyerek Karbeç, eskiye uygun bir çıkış yolunu bulmuştu.

Bir süre sessizce oturdular, Halaho’nun gözlerinden meraklı bir soru okunduğunu gören Karbeç sormadan edemedi:
– Bilmiyor musun bu işin nasıl olduğunu?
– Bize hiç anlatmadın ki, nasıl bilelim, dedi Halaho.

Karbeç bir yanıt vermedi, Halaho da bize anlat diye bir söz söylemedi. Karbeç’in huyunu biliyordu. Kendi kendine konuşma arasında konuyu başlatırdı, yoksa rica minnetle onu konuşturmak olanaksızdı. Karbeç’in kendiliğinden konuşmasını bekleyerek ve umarak, Halaho başka bir konuya atladı:
– Moskova’da yaman bir Adige delikanlısı ile karşılaştım. Ablası Behukoların gelini, onun yanına geliyor. Moskova’daki en yüksek okullardan birinde okuyor. Kitapları derinlemesine okumuş biri, diyerek ayrıntı bir şeymiş gibi konuştu Halaho ilk çay bardağını bitirdiğinde.
– Moskova’da okuyan bir Adige genci mi dedin, Karbeç kaşlarını oynatıp yeniden kaşlarını yukarı dikti.
– Orada bir değil, birçok Adige genci öğrenim görüyor. En yüksek okullarda okuyorlar. Sözünü ettiğim genç, hepsinden daha iyi ve seçkin biri. Bizi büyük bir insanlık anlayışıyla karşıladı. Bize Moskova’yı durmadan gezdirdi ve önemli yerleri gösterdi. A benim güzel Nafset’im, diyerek Nafset’e döndü, bu kağıda sarılı pakette kitaplar var. Moskova’daki Adige öğrenciler sana vermemi söylediler. Senin okumaya çalıştığını duyduklarında çok sevindiler.
– Vay, kitapmış, diye sevinçle mırıldandı Nafset, paketlenmiş kitapları göğsüne bastırarak.
– Tanrı onlara sağlık versin, böyle düşündükleri için! Büyük bir insanlık gösterdiler, bilinçli ve bilgili oldukları belli, dedi Karbeç de.

Doldurmak için Halaho’dan aldığı çay bardağı Nafset’in elinde titremeye başlamıştı. Soluğunu tuttu. Kıpkırmızı kesilen yüzünü göstermemek için, sakınarak çayı dolduruyormuş gibi yaparak, yüzünü aşağıya indirdi. Ardından bu duyduklarını önemsemiyormuş gibi yapıp geriye doğru çekildi ve lambanın az aydınlattığı gölgemsi bir köşede dikildi. Ancak yüreği çarpıyor, anlatılanları da dikkatle dinliyordu. Soluğunu tutmuş, Bibolet’e ilişkin daha başka bir haber varsa duymak istiyordu. Ancak yaşlılar Bibolet’e ilişkin haberi orada kesmişlerdi.

Çaylar içildikten sonra, Nafset’in sofrayı kaldırması sırasında, Halaho’nun beklediği cinlerle ilgili sözlerine yeniden başlamıştı Karbeç:
– Köyün birinde eski bir caminin yanında, terk edilmiş bir eski medrese varmış…

Nafset çay sofrasını alıp dışarı çıktı, Bibolet haberi yüreğini kıpırdatmıştı, karanlık bahçeyi bir süre öylesine dolaşıp durdu. Karbeç’in anlatacağı masal da artık umurunda değildi. Karbeç’in odasına döndüğünde masalın ancak son ucuna yetişebilmişti.
– Dedikleri gibi de yaptılar. Marangozluk, demircilik ve altın işçiliği gibi Adigelerde bulunan değerli sanat ve meslekler öylece ortaya çıkmış oldular, dedi ve öyle de olduğundan kuşku duymayarak Karbeç sözlerini tamamladı.
– Doğrusu adamın cin karısı amma da akıllı biriymiş. ”Sanat ve bilim olmadıktan sonra, altının değeri de olmaz” (1эш1агъэрэ ш1эныгъэрэ щымы1эмэ, дышъэми зи пк1э и1эп) dedikleri doğruymuş gerçekten, dedi Halaho. Ardından biraz düşünüp durduktan sonra eklemede bulundu:
Beni de onlara benzer bir biçimde Moskova’da karşıladılar. Peki, Karbeç, cinler neye benzerdi, insan mıydılar?
– Cinler insan değildiler. Kendilerini gösterdiklerinde insan görünümüne bürünürlerdi. Ak cinler insan dostuydular, kara cinlerse zarar verirlerdi. Ak cinlerle kara cinler düşmandılar, birbirleriyle savaşırlardı. Ak cinler kazandığında Adigeler barış içinde yaşarlardı. Savaşı kara cinlerin kazandığı durumlarda da, Adigeler sıkıntı ve darlık içine düşerlerdi, diyerek kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde sözlerini tamamladı Karbeç.

 

VI. YAŞLI (ЖЪЫГЪЭР)

Bahardı. Günlerden Cuma idi.

Sabah vakti,  sanki üzerlerinden bir ak koyun sürüsü geçmiş gibi, duru gökyüzünde,  birer ak koyunmuş gibi, beyaz bulutlar öteye beriye asılmış duruyorlardı. Bunlar uzaklardan görünen sivri yeşil dağ doruklarından zincirleme halde, acele etmeden ve yüzerek bu yana doğru geliyorlardı. Gölgeleri ürkmüş koyun sürüsü gibi, kırlarda koşuşturmakta ve Vıstanekoların bahçesine değin uzanmaktaydı. Güneşlenmek üzere dışarı çıkmış olan Karbeç kürküne iyice sarınmıştı. Gagalanma sonucu kanayan zayıf mandanın sırtında ise kargalar koşuşuyor, hayvanı bu soğukta titretiyorlardı. Bahçelerde yeni büyümeye başlamış olan nisan otları üzerinden geçmekte olan  bulutların gölgeleri havaya daha bir kasvet katıyorlardı.

Giderek öğle üzeri güneş havayı oldukça ısıtmıştı. İlkbahar güneşinin ısıtmaya başladığı bahçelerden sıcak ve iç açıcı bir buhar kokuları yayılmakta, insanın içini gönendirmekte, yeni duygu ve özlemler insanın içini tatlı bir sis gibisine doldurmaktaydı.

Karbeç’in küçük evinin sağ tarafında çitlerle çevrilmiş küçük bir bahçe bulunuyordu. Karbeç, Abzeghlerin (Абдзах) eski bahçe kültürlerinin bir kalıntısı olarak bahçesini seviyordu. Bahçeyi kuran, etrafını çitle çeviren de kendisiydi. Bahçeye çoluk çocuk ve tavuk sokmuyor ve temiz tutuyordu.

Bu küçük bahçede bir kayısı ağacı vardı. Ağacı dikerken Karbeç, kendisine küçücük bir kız olarak yardım eden Nafset’in adını vermişti: “Bu ağaç senin, benim şaşım (güzel kızım), bu ağaç, senin mutluluk ağacın olsun. Tanrı geleceğini o ağacın çiçeklerinin güzelliği ölçüsünde güzel kılsın!” diye Nafset’e söylemişti. O andan başlayarak kayısı ağacının çiçek açmasını her bahar özlemle bekler olmuştu Nafset de.

Şimdi küçük kayısı ağacı diğer ağaçlardan önce çiçeklenmiş ve üzerine közler dökülmüş gibi güneşe karşı parıldıyordu.

Tomurcuklanıp çiçek açmaya hazırlanan bahçedeki diğer ağaçlardan da tatlı bir zamk (kitre) kokusu yayılmaktaydı. Toprak, çimen ve ağaçlar, her şey baharın tazeliğine kapılmış yaşamın doyumsuzluğuna kendilerini bırakmışlardı. Bu arada sıcak hava, Karbeç’in oturduğu evin yanında, önemsiz sayılıp bahçenin kenar bir köşesine itilmiş olan eski erik ağacını bile etkilemiş, o da çiçeklerle bezenmişti.

Yaşlıların gençlik günlerini özleyerek iç geçirdikleri, gençlerin de mutlu bir geleceğin umudu peşinde koşuşturdukları güzel günler, yılın en güzel bir dönemi yaşanıyordu.

Hımsad, görülmekten kaçınarak büyük evin küçük kapısından dışarıya dikkatle bir baktı. Kol yenleri yukarıya çekikti, hamur yoğurduğu kollarına bulaşmış unlardan belli oluyordu. Ardında da büyük evin içinde, mavi bir ejderha gibi sarılıp yükselmekte olan ocağın dumanı görünüyordu.

Hımsad bahçeyi dikkatle bir süzdü. Üzerinde titrediği hindi yavruları “pıv-pıv-pıv, pa-pav” diyerek at ahırının önünde otlamaktaydılar. Ancak ana hindi bir şeyden kaygılanmış olmalı ara yerde duruyordu. Başını göğe doğru kaldırmış, gözünü dört açmış bir yere bakmaktaydı.
Kurrt, kurrt! (Къуррт1, къуррт1!)

Hımsad, yazmasından taşmış saçlarını hemen topladı. Karbeç bahçede mi diyerek, bahçeyi yeniden gözden geçirdi, ormandan çıkmış ürkek bir orman tavuğu gibi, sakınarak sundurmanın altından çıktı. Elini alnının üzerine getirerek ana hindinin baktığı yana, gökyüzüne doğru baktı. Gökyüzünde tek başına kalmış ve göbek kısmı siyah bir küçük bulut parçası bulunuyordu. Bulutun altında da kanatlarını açmış ama sallamayan büyük bir kartal yavaşça süzülmekteydi.
– Seni gidi imansız seni! diyerek kartala doğru bir yumruk salladı Hımsad.

Hindi yavruları Hımsad’ı görür görmez koşmaya ve uçuşmaya başladılar. Ana hindi de düşmanı fark etmiş olmanın gururu içindeymiş gibi, verk (оркъ/zadegan) adımı atarmış gibi büyüklenerek ince bacaklarıyla adım atmaya başladı. Ancak Karbeç’in küçük evi ile at ahırı arasına ulaştığında, hemen duruverdi, ince boynunu bükerek, ürkek biçimde geriye doğru çekilmeye başladı.
– Kurrrrt, kurt, kurt!

At ahırının gerisinden bir çitin gıcırtı sesi geldi. Arsız bir köpeğin hindilere saldırmasından kaygılanan Hımsad, dikkatli bir biçimde eğilip sesin geldiği yere doğru yürüdü. Ancak at ahırının ardında görmüş olduğu durum karşısında çakılıp kaldı. Yere bir sopa saplanmıştı, tepesinde de Karbeç’in kalpağı vardı. Karbeç’in kendi de çit kazıklarından birine asılmış doğrulmaya çalışıyordu. Ancak bir deri bir kemik kalmış olan vücudunu kaldıramıyor, zayıf kolları ile çite asılmış bekliyordu, hem gülünecek ve hem üzülecek bir manzara vardı karşısında. Asılı biçimde biraz durup dinlenmeye çalıştı Karbeç. Seyrelmiş ve aklaşmış saçları esen hafif yele uyumlu bir biçimde dalgalanmaktaydı. Uçuşan kıvırcık ak sakallarıyla Karbeç’in görünümü Hıristiyanların yaptıkları Tanrı resimlerine benziyordu. Birazdan ayağa kalkmak için yeniden bir hamlede bulundu ama güçsüz bacakları bu işi başaramadı ve yeniden yere çöktü. Bir süre derin bir nefes aldı. Bir hırsız, suç işlemiş biriymiş gibi sessizce etrafını gözden geçirdi, acaba düştüğü bu durumu gören biri etrafta var mı ki, der gibi. Ardından kamburlaşmış belini daha da bir eğerek yere çakılı sopasına doğru ilerledi…
– Çok kötü, çok yaşlı biri bu, yazık ‘’yaşlılık kimsenin isteyeceği bir şey değil’’ diye üzüntülerini kendi kendine sıraladı Hımsad. Hemen oradan uzaklaştı ve büyük evin kapı aralığına saklandı. Gözlerinden yaşlar döküldü, büyük bir üzüntü içinde Karbeç geri dönene değin onu izledi.

Karbeç sopasını ilkin bahçe çitine dayadı. Geri çekilip bir süre durdu, zor dönüş yapan bir at gibi zar zor bir dönüş yapıp sopasını çitin öbür yanından beriki yana geçirmeyi başardı. Bir kedi suratı gibi kıllı olan yüzünü ayarlayıp yukarıya, güneşe doğru bir baktı. Halsiz bir yaşlı haykırmasıyla seslendi:
– Kızım! (Сищащ!)
– Ne oldu, baba? Geliyorum!

Yeni değişime uğramış bir genç kız sesi, Nafset’in sesi bahçeden duyuldu.
– İbriğime su dolduruver, kızım!
– Hemen, baba!

Karbeç kaygılı bir biçimde ayaklarını sağa sola oynatarak bir süre ayakta dikildi, ardından sopasını yukarı kaldırarak, loş ve soğuk bir hava yansıyan oda kapısını açıp içeri girdi. Şiş göbekli küçük ibriğini dışarı çıkarıp kapı önüne koydu.

Nafset kovayı almak için büyük eve gitti. Annesinin kapıda dikildiğini görünce bir anlam veremeyerek olduğu yerde durakladı. Hımsad’ın yüzünde kaygılı bir ifade vardı, namaza durmuş gibi ellerini göbeğinin üstünde bağlamıştı, yanıp tutuşmuş gibi üzgün üzgün oda içinde dikilmekteydi. Annesi, evde ağır bir hastalık durumu belirdiğinde böylesine umarsız ve şaşkın durumlara düşerdi…
– Dedenin ibriğini olsun zamanında götürmüyorsun! diye söylendi Nafset’e annesi.
– Ne oldu, anne, çok kaygılısın, diye söze başladı Nafset. Ancak çok sinirlenmiş olan annesi kızının sözünü sert bir biçimde kesti.
– Ne mi olmuş? Bir şey olmadı. Zavallı yaşlı deden güçsüz düştü, bir başına kaldı. Ona gerektiği gibi bakamıyoruz!

Nafset bu sözleri neye yoracağını kestiremedi ve sesini keserek bir kova alıp dışarı çıktı.

Ancak annesi Nafset’in üzüntüden moraran küçük dudaklarının ve gözlerinden okunan keyifsiz görünümün farkına vardı. Bir suçu olmayan kızını böylesine azarlamış olmasından pişmanlık duydu.

Bir yıldır Nafset’e karşı gösterdiği sert davranışlarından ötürü anne pişmanlıklar duymaya başlamıştı. Küçüklüğünden bu yana küçük kızına karşı sert davranışlarını inatla sürdürüyordu. Üstelik nedensiz yere kızını sık sık azarlıyordu. Kız da gözlerinden yansıyan zekice, ama üzgün bakışlarıyla annesine keyifsiz bakıyor, iç çekiyor, ama annesine bir karşılık da vermiyordu. Annesi ise, şaşırmış ve ne diyeceğini bilmez durumda kalıyordu, suçsuz birini azarladığından dolayı kınanıyormuş gibi, zor işitilecek bir sesle, kızından hoşnut olmadığını belli eden bir homurtu ile yetiniyordu. Ancak bir süre sonra yeniden Nafset’e kızar ve bu kez daha sert davranırdı. Küçüklüğünde, onu dövdüğündeki gibi üstüne yürüdüğü de olurdu, böylece kızını terbiye etme hakkının kendinde olduğunu kızına göstermek isterdi. Ancak bundan da bir şey çıkmazdı. Kızın üstüne her yürüdüğünde, Nafset’in üzüntülü gözlerinden dökülen yaşları görür, kızının kendisini suçlarmış gibi olan sessiz ama üzgün bakışları ile karşılaşırdı.

Sonunda,  kızının çocukluk çağını aştığını ve onun bir genç kız olduğunu Hımsad da görmüştü. Ancak aralarında az da olsa, bir mesafe, bir yabancılık izi kalmıştı.

Kızı yanından ayrıldığında, kızının alışık olunmayan bir yola koyulduğunu, sözünü ve otoritesini ona  pek duyuramadığını,  kızının artık elden gitmekte olduğunu anlamış olması,  anneyi ciddi bir biçimde kaygılandırıyordu. Erişkinliğe ilk adımını atmış olan kızına, yaşam yolunda nasıl yardımcı olabileceğini bilemiyordu. Kızına bir yardım eli uzatmak, onu tehlikelerden uzaklaştırmak, tökezlediğinde ona dayanak olmak, yaşamın zorlukları karşısında ona kendisini köprü etmek, sevgili çocuğunun yaşam yolunu kolaylaştırmak, zor duruma düştüğünde onu sevgiyle kucaklayıp bağrına basmak, onu olası tehlikelerden uzak tutmak, annenin istediği şeyler işte bunlardı. Ancak bunları gerçekleştiremiyordu. Yumuşak davranmayı gelenekten dışlamış olan sert ve eskimiş Adige geleneğine uygun bir biçimde ve Adige utangaçlığının deliliğine takılı kalarak, çocuğunu kalben kendisinden uzaklaştırmış oldu. Şimdi kızına yaklaşmaya, okşayıcı sözlerle onunla konuşmaya çalışıyor, sırlarını kendisi ile paylaşmayı istiyordu ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini de bilemiyordu.

Anne, Kulats’ı, büyük kızını daha iyi anlıyordu, onunla bir iletişimi vardı. Kulats’ın bir bakmasıyla ve bir davranışıyla,  onun düşüncelerini okuyabiliyordu. Kulats’ın yaşama bakış biçimini daha iyi kavramıştı Hımsad: Kulats, annesinin ve bütün Adige kadınlarının geleneksel olarak izlediği yoldan yürüyordu. Kızının karşılaşabileceği tehlikeleri az çok kestirebiliyordu. Kulats’ın aklından geçenleri, isteklerini, huyunu,  özelliklerini ve buna benzer şeyleri biliyordu.

Nafset ona benzemiyordu. Onun kişiliğini ve seçtiği yolu hiç beğenmiyordu. Nafset’in kendisini dinlememesi ananın canını sıkıyordu. Nafset’in yeni huy ve özellikleri anneyi korkutuyordu. Değotluk’un kızı ile içtenlikli bir arkadaş olması, bu son dönemde köy okulunda çocukları okutan öğretmenin kızını sık sık ziyaret etmesi, sonunda da, inatla okumakta olduğu kitapların gün geçtikçe daha da çoğalmış olması, bütün bunlar anayı korkutuyordu. En çok da bu son yıl içinde Nafset’in seçmiş olduğu yolda inatla ilerlemekte olması anayı üzüyordu. Ancak bir ikna ve çözüm yöntemi de bulamıyordu. Sopayı ele alıp kızını zorla kendi istediği yöne çekmeye de cesaret edemiyordu, kızını büsbütün yitirmekten korkuyordu.

Nafset’in huy ve davranışlarının bu son bir yıl içinde değişim geçirdiğinin ana farkındaydı. İnsanın yüreğini hoplatan kızının tok sesi gitmiş, şen şakrak hali ve kahkahaları pek duyulmaz olmuştu. Eski eğlence biçimleri ile de fazla ilgilenmiyordu, ayrıca ilgilendiği şeyleri hoş görmüyorlar diye, Kulats ve oğlan kardeşi ile eskiden olduğu gibi fazla dalaşmıyordu. Gün geçtikçe düşüncelere dalıp gidiyor, çoğunca da yüzünden üzüntülü ifadeler okunuyordu.

Nafset’teki bu değişimin nedeni konusunda annede bazı kuşkular belirmişti. Kağnı arabaları batağa saplandığı sıradave orada Mezokoların oğluyla karşılaştıklarında, oğlanın Nafset’e söylemiş olduklarını unutmuyordu Hımsad, okuma işi ötesinde, çocuğun kızına ayrı bir değer vermiş ve onu yönlendirmek istemiş olması da gözünden kaçmamıştı. Ertesi akşam, Bibolet evlerine geldiğinde, konuğu en iyi bir biçimde ağırlamak için Nafset’in didinip durduğunu, kızın her iki yanağının da ateşten birer kor gibi tutuşmuş olduklarını fark etmişti…

Ayrıca bu son dönemde köyün en gözde gençlerinin ciddi bir biçimde Nafset’in peşine düşmüş olduklarının da farkındaydı Hımsad. İsmahil’in de şakaya vurdurarak, gizli bir kaşenlik (evlenme)  arzusuyla kızının peşinde olduğunu da biliyordu.

Ana İsmahil’i daha beğeniyor, Bibolet’den ise çekiniyordu, Bibolet’in seçtiği kuşkulu yeni yol anayı ürkütüyordu. Bibolet’in uzakta olması ve iletişim yokluğu ana için tek teselli idi. Ancak bazen yemek yeneceğinde, Nafset’in uysal ve yumuşak bir sesle ama üzgün bir biçimde “yemek yiyemeyeceğim, anne” demesi, annenin yüreğine, bir eşek arısı sokmuşçasına, çok acı bir biçimde batıyordu.

Kızı için üzülmek, ona acımak, bazen da kızıp onu azarlamak ve bütün bunlar karmaşık bir biçimde ananın yüreğine yerleşmişti.

Şimdi Karbeç’in yaşlanmış ve güçsüz düşmüş hali ve bu durum karşısında duyduğu üzüntü ve kaygı,  Hımsad’a kızını unutturmuş gibiydi. Bu kaygıyla dolu olarak kapıya yanaşıyor ve Nafset’i arıyordu. Yapısı ve diğer özellikleri ile Nafset’in öbür insanlara benzemediği gibisine kuşkulara kapılıyordu. Saçlarını yağlı kocaman kuyruklu bir koyun gibi başının üst ensesinde topuz yapmıştı, yuvarlak bir somunu andıran Rus saçına ya da sarılmış yılana benzeyen Adige saç tipine de uymuyordu bu saz tarzı! Böyle bir saç modelini bugüne değin sadece Nafset’in yanına gelmekte olan köy öğretmeninde görmüştü.

Hımsad’ın en sevdiği şeyler olarak Kulats’da gördüğü yumuşak yürüyüş ve Adige çekingenliği (utanma) gibi şeyler Nafset de yoktu. Nafset’in yürüyüş biçimi anasının hoşuna gitmiyordu. Kibirli ve kendine güvenli hareket ediyor, ellerini sallamıyor, dondurulmuş bir sütun gibi, ancak ince beli biraz belli olur bir biçimde yürüyordu.

“Köydeki onca gözde ve varlıklı genç, Kulats gibi bir kız dururken, onu iteleyip bu dik başlı kızda ne buluyorlar ki” diye içinden geçiriyordu ana.

Beyaz bir dil gibi akıtarak kovadan ibriğe su dolduruyordu Nafset. İbriği doldururken bile, kız vücudunun dikliğini koruyor, eğilmiyor, sadece ince belini aşağı doğru biraz kıvırmakla yetiniyordu. ”Nereden çıktığı ve neye benzediği belirsiz biri!” diye iç çekip kapıdan uzaklaşmıştı Hımsad.

Karbeç abdest için kollarını sıvadı ve ibriği Nafset’den aldı.
– İçeriden küçük taburemi getir, a benim dünyalar güzeli kızım.

Küçük tabure ve havlu ile karşısına geldiğinde, yaşlılıktan fersiz düşmüş gözleriyle, hiç yapmadığı gibi torununa uzun uzun baktı ve yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
– Bahçede ne yapıyordun güzel kızım?
– İnciçiçeği (müge) diktim.
– Ne dedin, diye Karbeç kulağını açtı.
– İnciçiçeği!
– Neymiş bu inciçiçeği?
– Böyle bir çiçek var, baba, küçük beyaz çana benzeyen çiçekler açar. Güzel kokar… Dün ormandan söküp getirdim. İlk kez öğretmenin küçük bahçesinde bulunduğunu görmüştüm o çiçeğin, diyerek durumu Karbeç’e açıkladı.

Ancak Karbeç, Nafset’in verdiği yanıtı önemsememiş gibi, gözlerini ayırmadan öyle bakıyor. Ardından yanına sokulup Nafset’in yumuşak saç tellerini kocamış ve buruşmuş ellerine yer yer takılarak, başını okşuyor, dua eder gibi konuşuyor:
– Tanrı seni uzun ömürlü ve bahtı açık etsin, güzel kızım.

Dedesinin gözlerindeki ulaşılması olanaksız umarsızlığı fark etmişti Nafset. Ancak bu üzüntünün nedenini anlayamıyordu, uzaklardaki uzun ve korku dolu bir yola çıkıyormuş gibi, kendisi için büyük bir duada bulunmuş olmasının da nedenini anlayamıyordu.

Karbeç küçük taburesine oturdu. Sallanan güçsüz kollarını dizlerine koydu, kollarının deri üstlerine doğru çıkıntılar yapmış olan mavi damarları, birer sülük imişler gibi kollarının dört bir yanından adeta taşmıştı. İbriğin dik ve yüksek ağız bölümüne bir süre baktı, ardından ibriğe söylüyormuş gibi, yere doğru bakarak yavaş yavaş konuştu:
– Biz yaşamımızı çiçeklerin bile farkına varmadan geçirdik ve bugünlere getirdik. Hayvan gibi ayaklarımızla toprağı teperek dolaşıp durduk… Çok teşekkür ederim, güzel kızım. Yaşadığın sürece yaşamını çiçek ve insanlık ile güzelleştir.

Bahçe kapısı yönünden bir gıcırtı sesi geldi. Değotluk bahçeye girmişti. Bir asker gibi, ince vücudunu dik tutarak kendilerine doğru geliyordu. Koltuğunun altında rule halinde kızıl renkli bir kumaş parçası tutuyordu. Değotluk’un öğle vakti gölgesi, geniş atletik omuzları düşümünde kalınlaşıyor, bel kısmında da iri bir karınca gibi inceliyordu.
– Günaydın, Karbeç! (Уимафэ ш1у, Къарбэч!) diyerek saygı dolu ve utangaç bir gençlik selamı verdi.

Değotluk, Karbeç ile her karşılaştığında, Karbeç’in  yaşı ve temiz yüreği karşısında sivri dilini geri çekiyor, dikbaşlılığını ve kuşkucu tavırlarını bir yana bırakıyordu.
– Allah ömrünü uzun etsin, oğlum! Buyurun. Kor gibi kızıl bir kumaş almışsın.
– Bu, 1 Mayıs Kutlaması (Мэфэк1 мафэ) için. Adigece sloganları Nafset’e yazdırmak için ricaya geldim. Rusçalarını öğretmenimiz yazacak.
– Yazmak mı! Ben onu yazamam ki! diye gerçekten kaygılı bir biçimde ellerini başına götürdü Nafset.
– Ne demek bu 1 Mayıs Kutlaması, diyerek,  oynaşan kirpiklerini yukarı kaldırarak bir baktı Karbeç.
– Emeği ile geçimini sağlayan bütün insanlar 1 Mayıs Günü’nü bayram (мэфэк1) olarak kutluyorlar. O gün bütün emekçilerin kardeş oldukları, kendilerini sömürmekte olan sömürücülere karşı dayanışma içinde olmaları gerektiğini vurguluyorlar.
– Onlar bizim zavallı Adige emekçilerimizi aralarına almazlar sanırım, diye kendi kendisine söylüyormuş gibi üzüntülü konuştu Karbeç.
– Emekçiler Adige, Rus ve Fransız gibi toplum (лъэпкъ) ayırımı yapmıyorlar. Emekçilerin tümü kardeştir. Hepsi de her yerde aynı zorlukları yaşadılar. Her yerde baskı altında idiler.
– Öyleyse, iyi. Tanrı ne istekleri varsa yerine getirsin. Emekçiler birleşik hareket ettikleri sürece hep kazanırlar. Pşı-verk Savaşı (1) (Пщы-оркъ зау) sırasında Bjedugh emekçileri acımasız beyleri (пщы-оркъ) topraklarından kovmayı başarmışlardı.
– Nasıl yazılacak bu yazı? Korkuyla karışık yeniden sordu Nafset.
– Boya ile kumaşa yazılması gerekiyor. Karbeç sen bir marangozsun. Biraz olsun beyaz yağlı boyan var mı?
– Bir kutuda biraz beyaz boya kalmıştı sanırım. Ararım.
– Yandım, ben onu nasıl yazayım ki! Ben öyle bir şeyi hiç yazmış değilim, diye kaygılanmıştı Nafset.
– Yazarsın, yazarsın, güzel kızım. Emekçilerin kutlama gününe herkes bir katkıda bulunmalı. Bir deneyimin olmadığı için bu iş sana zor geliyor. Özenirsen başarırsın. Başlanmamış işin içinde yılan bulunur, derler (1оф мыублэм блэ хэс). Hangi gün kutlama yapılacak, diye konuşmasını sürdürdü Karbeç, Değotluk’a dönerek.
– Yarından sonra.
– Vay, sadece bir gün kalmış! Nafset’in morali iyice çökmüştü.
– Evet, fazla zaman kalmadı. Yine de az zaman değil. Ciddi olarak işe koyulursan bitirirsin, diyerek Karbeç, Nafset’e moral vermeye çalıştı. Büyük evin kapısından Hımsad’ın bakmakta olduğunu görünce de (Nafset’e karşı hırçın olduğundan dolayı, Karbeç biraz da olsa Hımsad’a karşı bir soğukluk duyuyordu), sözlerine eklemede bulundu:”Yazıyı burada benim odamda yaz, yoksa o anlayışsızlar yazı yazmana da engel olurlar…

O akşam gecenin ilerlemiş saatlerine, büyük evin ateşi külle örtülene değin, küçük kandil söndürüldükten sonra bile, Karbeç’in evinde iki kişi var güçleriyle çalışmaktaydılar. Yere yaydıkları kırmızı bez şeridin köşelerine çekiç, balta ve diğer demir ağırlıkları koymuşlardı. Her iki kişi de bezin başına çökmüş çalışıyorlardı. Karbeç, bir puhu kuşu gibi kurulmuş ve gölgesi duvara düşecek biçimde tabure üzerinde oturuyor, Nafset’in yaptıklarını dikkatle izliyordu. Nafset dizleri üzerinde oturup kumaş üzerine eğilmişti, küçük fırçayı acemice kullanıyor ve kızıl kumaşın üzerinde gezdiriyordu. Fırça darbeleri sonucu, eğri büğrü Adige harfleri (2) kumaş üzerinde beyaz renkli boya lekeleri bırakıyordu.

Çok geçmeden Karbeç öne atıldı, ciddi ve içinden kopup gelmiş gibi Nafset’e seslendi:
– Öyle yapmaman gerektiğini sana söylemedim mi?Yazıları birbirine uygun ve düzgün yazmıyorsun, güzel kızım!
– Kızma bana, baba. Ben bunu ilk kez yazıyorum. Ağlamaklı bir sesle yalvarır gibiydi Nafset. Başını kaldırıp eğri gitmekte olan yazı dizesini gözden geçirdi.
– Sana kızmıyorum, ama böyle hatalı da yazılır mı hiç! Bütün bir köy halkı görecek bunu. Biraz aksi davrandığını anlayıp pişman olmuş ve yeniden yumuşamıştı Karbeç.
– Peki dizeleri nasıl düzgün yazabilirim? Dizeleri aynı hizada götüremiyorum, diyerek yakınmaya başlamıştı Nafset.
– Hele bir bekle, güzel kızım. İşin burasında benim marangozluğum işe yarayacak. Karbeç bir şeyi anımsayıp ayağa kalktı. Divanını altındaki küçük bir kutudan bir kurşun kalem, yastığının altından da marangoz cetvelini çıkarıp Nafset’e verdi.
– Önce cetvelle bir çizgi çek, ardından çizgi doğrultusunda harfleri düzgün çiz, sonra boyalarını üzerlerinden geçersin. İşte böyle yapılır  bu tür işler! diyerek yol göstermeye başladı Karbeç.

Aynı sıralarda Hımsad, gece yarısında Karbeç’e ilişkin gördüklerini kocasına anlatmaktaydı.
– Hey gidi, hey, dedi kocası Yedıg, her baharın gelişinde onu hep öyle görüyorum. Çok yaman bir yaşlı o:Pes etmeye niyetli değil, gücünü sınıyor…

DİPNOTLAR
1)
Pşı-verk Savaşı-1796 yılında zalim derebeylerine karşı ayaklanan Bjedugh emekçileri (serbest köylü/фэкъол1 ve köleler/пщыл1ы), Ruslardan destek alan köy derebeylerini yenip topraklarından kovmuşlardı. Büyük Adige halk ozanı Tsığo Tevçoj’un (Тэуцожъ Цыгъу) aynı adlı şiirsel bir destanı vardır. -HCY.
2) Adigece o sıralar (1927 yılına değin) Arap harflerinden geliştirilmiş Adige alfabesiyle yazılıyordu. -HCY.

 

VIII. MAYIS’IN İLK GÜNÜ

İlkbahar güneşi henüz iki söğüt ağacı boyu yükselmişken, oldukça erken bir saatte, köylü, Köy Sovyeti binası (sel’sovet) önünde toplanmış haldeydi. Geç kalmış çoluk çocuk ise, etrafına bakınarak, başını aşağıya eğmiş ve kimi de koşuştururcasına toplantı yerine doğru gelmekteydi. Gençleri, daha geriden, ayaklarına bukağı (zincir)  vurulmuş gibi, utanmakta, ezilip büzülmekte olan bir iki kız izliyordu. Onlar Sovyet binasının arka tarafında oyun oynanmakta olan yere (gegu’ya) doğru gitmekteydiler.

Oyun (gegu) yerinden mızıka ve el çırpması sesleri, sanki ilkbahar kuşlarının ötüşleriymiş gibi geliyor ve sesler bütün bir alana yayılıyordu. Tören vaktini beklemeden, çoluk çocuk kendiliğinden eğlentileri başlatmıştı. Oyuncuların her biri birer hindi gibi kabarmıştı, elbiselerinin etekleri de rüzgardan uçuşup balon gibi şişmişti, hızlı dönüşlü danslarıyla gençler neredeyse bütün bir meydanı doldurmuş gibiydiler.

Köy Sovyeti binası önü ile bahçe çiti arasındaki bir köşeye, ürkmüş bir koyun sürüsü gibi bir kadın grubu yığılmış duruyordu. Onlar buraya Değotluk ile komsomolların yoğun çabaları sonucu gelmiş olan bir bölüm kadındı. Onlar yeraltından yeryüzüne çıkma özgürlüğünden yoksun olarak yeraltında barınmak zorunda olan Gnomelere (*) benziyorlardı ve onlar eski gelenek uyarınca büyük evlerin karanlık dehlizlerine tıkılmış kadınlardı ve şimdiye değin de, karanlıktan bir çıkış yolunu bulamamış bir topluluk durumunda kalmışlardı. Onları tıkıldıkları karanlık dehlizlerinden çıkarmak hiç de kolay olmamıştı. Onları o yerlerden çıkartıp köydeki toplantıya katmak için komsomollar (**), molla ve yaşlıların önlerinde sıraladığı yüzlerce engeli aşmak zorunda kalmışlardı.

Bugün bu yere ilk kez gelmiş olan bu kadınlar, daha çok, yaşam karşısında umutlarını iyice tüketmiş ve darbeler altında ezilmiş olan kadınlardı. Bunlar evliliklerine ilişkin bütün umutlarını yitirmiş durumdaydılar. Bunlar, eskimiş katı geleneksel yaşam nedeniyle içleri yanıp kavrulmuş olan bahtsız kadınlardı, bunlar içlerindeki bu yangınlık nedeniyle,  tanrının adaletinden medet umma umudunu da yitirme durumuna düşmüş olan kadınlardı. Yeni yaşamın (devrimin) doğmakta olan parlak güneşi, onların karanlık dehlizlerini, dünyalarını bir ucundan henüz aydınlatmaya başlamıştı. Gelen yenidünyanın doğmaya başlayan bu güneşi, onların barındığı karanlık dehlizleri, azıcık da olsa, ışıldatır olmuştu. Yeni yaşamla birlikte gelen güzel özlemler ve özgür bir yaşamın yüreklere sıcaklık veren gelecek umudu, artık onlara da ulaşır olmuştu. Mutluluğun alaca karanlığı yavaş yavaş aydınlanmaya ve onlara yeni de ufuklar açmaya başlamıştı. Ancak onlar, yine de, gelecek umudu diye bir mutluluk rüzgarını henüz yakalayamamış kişilerdi, yakalayabileceklerine ilişkin bir umut da taşımıyorlardı. Onlar mutsuzluk üzerine kurgulanmış bir yazgıyla dünyaya gelmiş kişiler olarak görüyorlardı kendilerini. Adige geleneği diye önlerine konan tutsaklık kapanlarından bir türlü kurtulamıyorlardı. Başkalarının ayıp (емык1у) demelerinden ve Tanrı’nın kendilerini cezalandırmasından  korkuyorlardı, günde beş kez cami müezzininin anımsatıp durduğu Cehennem  ateşi  içlerine korku salıyordu. Dünyalıkları olarak ellerinde kalmış tek şey olan ocak ateşlerini, yuvalarını olsun kurtarma kaygıları içindeydiler. Yeterince güvenemedikleri için, yeni yaşama ilişkin gelişmeleri izlemekle yetiniyor, olanlara bir türlü inanamıyor, özgürlük üzerine söylenmekte olan sözleri kuşkuyla karşılıyor ve bu umut ışığı kırpıntılarını özlemle içlerinde saklıyorlardı.

Özgür olmadıklarının ve kul köle gibi yaşamakta olduklarının birer kanıtı imiş gibi, ellerini göbeklerinin üzerine gelecek bir biçimde üst üste bağlamışlardı. Korku ve özlem, bu ikisi birlikte harmanlanmıştı ve görüntü yüzlerinden okunuyordu, bir köşesinden de gegu’ya (oyunlara) bakıyorlardı. Dans eden gençlerin kaygısız hallerini görüyor, onlara gıpta ile bakıyor ve kendi gençlik günlerine yeniden dönmek ister gibi oluyorlardı. Arzularını içlerine gömerek, mızıkanın (пщынэ) çıkardığı müziği dinliyorlardı. Mızıkaya da pek bir güvenleri kalmamıştı, mızıka da onlara oyun oynamıştı. Genç kızlıkları döneminde mızıka eşliğinde söylenen güzel şarkılar ve bu şarkıların onların içlerinde uyandırmış olduğu mutluluk özlemleri, meğer birer düşten, birer hayalden başka bir şey değilmiş! Bu yalancı pşıne (mızıka), onlara olmayan bir  kanat takıp onları mutluluk dünyası işte karşınızda diyerek, dönüşsüz bir düş dünyasına götürmüş, tüm umutlarını yıkmıştı! En gözde Adige oyun havaları bile, onların özlemlerini kanlı bir irine dönüştürmekten başka bir işe yaramamıştı. Adige şarkılarının hiçbiri onlara iyi bir şey getirmemiş, sadece  içlerinde birer gizli yara açılmasına neden olmuştu…

Bu mutsuz kadınların başında Darihan duruyordu. Dimdikti,. Bir deri, bir kemiğe dönüşmüştü. Yine de sürüyü peşinden sürükleyen yaşlı bir dişi manda imiş gibi, dikkatli ve öfke dolu idi, bir tehlike belirecek olursa, karşılamaya hazırmış gibi, kendinden emin kadınları arkasına almıştı.

Kadınların toplaşmış olduğu bu yerde, geçmişin prangalarından kurtulmuş olan ve özgürce hareket edebilen tek bir kadın vardı. O da Amdehan’dı.

Köy Sovyeti binasında yaşlıların kendisi hakkında verdikleri kararı duyduktan sonra, Amdehan, eski dünyada adalet diye bir şeyin kalmamış olduğunu görmüştü. Adigeliği, Adige geleneğini ve şeriatı savunduğunu ve o yolda olduklarını söyleyen yaşlı hacı-hoca takımının, sıra kadına geldiğinde, son derece acımasız kesildiklerine gözleriyle tanık olmuştu. Canını başına takmış, bu işe Adige geleneğine ve Adigeliğe aykırı düşüyor dememiş, işi Sovyet yargısına götürmeyi başarmıştı. Mahkeme Amdehan’ın boşanma talebini onaylamakla yetinmemiş, ayrıldığı eski eşinin mal varlığının yarısını Amdehan’a vermişti. Amdehan’a zorluk çıkaran hacı hoca takımını da, gözdağı anlamında köylünün karşısına dikmiş ve onlara haksızlık yaptıklarını kabul ettirmiş ve bu tür davranışları sürdürmeleri halinde cezalandırılacaklarını bildirmişti.

Amdehan umarsız ve zorlukları tek başına yüklenmiş olma durumundan kurtulmuştu. Adaleti yanında görmüş olmanın sevinciyle, adeta kanatlanmıştı, üstündeki yük hafiflemiş, başı dik olarak mahkemenin görüldüğü yerden ayrılmıştı.

Ancak, yargı sonrasında eskinin acımasız geleneği yeniden peşine düşmüş ve onu tedirgin etmeye başlamıştı. Üstünden zar zor atabildiği prangaları, yeniden kendisine takmak için sinsi oyunlar oynanmaya başlanmıştı. Nereye baksa kendisini kınayan soğuk ve nefret dolu bakışlarla karşılaşıyor, arkasından kötü kötü konuşuluyordu. Akşamın bir karanlığında yolunu kesip ölüm tehditleri savuranlar da oluyordu: ”Senin gidi ipsiz kancık bir köpeği, seni, bu köyde senin gibileri yaşatmayacağız. Kadınsan kadınlığını bil, yerinde dur, aksi takdirde seni bir böcek gibi ezer, bir kedi gibi gebertir geçeriz!”.

“Utanıp, arlanıp” boyun eğme biçimindeki ve  eski dünyaya ait  son esaret halkalarını, Amdehan, o an, üzerinden atmıştı: Kendisini tehdit edenleri hemen Sovyet yargısına bildireceğini söyleyerek ürkütmüş ve kaçırtmıştı. Ancak bu tür kötü insanların kendisi için oyun tezgahlamaktan vaz geçmeyeceklerini de biliyordu, bu nedenle geceleri işittiği seslerden ürperir olmuştu. Geceleri, ölüm korkuları içinde bir cehennem yaşamına dönüşmüştü. Ninesinin köyün bir ucundaki evinde kalmayı göze alamamış, gece boyu kalabileceği yerler bulma arayışları içine girmişti.

İt-puşt takımının kendisi için oyunlar tezgahladığı yakınmasıyla, Köy Sovyet’ine başvurularda bulunuyordu. Ancak, gizlice Amdehan’ın karşıtlarını kollamakta olan Köy Sovyet’i Başkanı kendisine yüz vermemiş, onu başından atmıştı. Ölüm kemendinden kaçış umudunu tüketmiş bir halde,  Değotluk’un içinde yer aldığı köy komsomoluna gitmişti sonunda. Komsomolun okuma salonuna kadın olarak gidip oturmaya,  bir başına ve hiçbir şey demeden üzgün üzgün konuşmaları izlemeye başlamıştı. Çalışmaktan çatlamış ve nasırlaşmış elleriyle masa üzerindeki eski gazeteleri elleriyle yeniden düzeltiyor,  düzenliyor, konuşulanlara da kulak misafiri oluyordu. Ancak sorunların özüne inemiyor, gerçeği kavrayamıyor, yine de üzerinde durduğu konular konuşulurken, daha dikkatle kulak misafiri oluyor ve konuşulanları anlamaya çalışıyordu.

Amdehan kendi seçtiği bu yolda bir başınaydı ve köydeki ilk eylemci kadındı. Yalnız kalmış olmak ona ağır geliyor ve çok üzülüyordu. Kendisi gibi birçok kadın vardı bu köyde, onların kendi yanına gelmelerini bekliyordu, onlarla birlikte olmak, onların insanca desteğini ve sıcaklığını paylaşma özlemi içindeydi. Kendisi gibi kadınlarla birlikte, kendisine onca yıl irin içirmiş olan eski düzenin acımasız geleneklerine karşı savaş açmak istiyordu. Bunun için hazırlanıyor, için içine sığmıyordu, bir yandan da korkuyor ve kaygılı anlar yaşıyordu. İşe neresinden başlanılması gerektiğini de bilmiyordu. Komsomola güveniyordu, ama komsomolların hızlı hareket etmediklerini görüyor ve onlara da kızıyordu. Bazen konuşmalarına karışıyor, ağzından ateş saçılırcasına çocukları azarlıyor, onları Adige kadınlarının özgürleştirilmeleri işine  daha etkin biçimde omuz vermeye çağırıyordu.

Bazen tek bir kadın olarak aralarında bulunduğundan, çocukların konuşmalarını ve yapacakları işleri engelliyormuş sanısına kapılıyor, içinde bir üzüntü beliriyor, durumu daha da zora koşmamak için kalkıp gidiyordu.

Yine de komsomolların işleri ağırdan aldıklarını görüyor ve onlara kızıyordu, bu arada yapılması gereken işleri onlara anlatmak gerek diyerek uzunca bir süre boyunca oyalanıp durmuştu. Ardından komsomollarla pek bir şey yapamayacağını anladı ve bir başına mücadele etme kararı aldı. Kendisine cehennem hayatı yaşatmış, sıkıntı çektirmiş ve içinde kapanmaz yaralar bırakmış olan geçmişin karanlık dünyasından,   Adige kadınlarını çıkarmak için, onlara yapılan baskılara karşı amansız bir savaş açtı. Sonunda kendi gibi özgürleşmek isteyen kadınların yakınmalarını Sovyet yargısına iletmeye başladı. Anaç tavuğun kartala karşı dikilişi gibi, çoğunca duyarsız Köy Sovyet’i Başkanına karşı dikleniyor, yardım arayışı içinde sık sık Değotluk’un yanına koşuyordu. Çok geçmeden Amdehan köy kadınlarının bir kurtuluş umudu haline geldi. Kadınlar kendisine güvenmeye, dert ve sırlarını ona açmaya başladılar. Amdehan, giderek kadınlara baskı uygulayan köydeki Adige erkeklerinin korkulu rüyası  oldu.

Gün geçtikçe ve güçlendikçe, Amdehan’ın düşmanları da çoğalıyordu; düşmanları, dillerini sarkıtmış birer zehirli kobra yılanı gibi onu sokmaya çalışıyor, Amdehan aleyhinde uydurulmuş bin türlü fitne-fesat, yalan ve dolan evden eve gezinip duruyordu. Amdehan, öylesine kişileri yola getirmenin olanaksızlığını biliyor ve mücadelesini sonuç alacağı alanlara yönlendiriyordu, kötülerinin karşısına ise, en katı ve en sert bir biçimde dikiliyor, asla geri adım atmıyordu. Onlara karşı edilgen davranmıyor, başını daima daha dik tutuyor ve karşılarında kalın kaşlarını daha sert bir biçimde çatıyordu.

Bugün Amdehan daha şık giyinmiş, başına da kızıl bir yazma bağlamış bir biçimde Köy Sovyeti binasının koridorunda koşuşturmaktaydı: Toplantı için gerekli Başkanlık Divanı masasını hazırlıyor, sandalyeleri diziyor, direklere sarılmış olan sivri söğüt dallarını eliyle temizliyor ve düzeltiyordu. Solgun ve zayıf yüzü kızıl başörtüsü altında daha da görünür olmuştu. Dost ve düşmana inat başını daha da yukarı kaldırıyor, kaşlarını daha sert biçimde çatıyordu. ”İstediğinizi söyleyin, umurumda değilsiniz, ben kendi yolumu seçtim!” der gibi bir hali vardı.

Yaşlılar biraz uzakta, küme küme meydanın orta yerine dağılmış oturuyorlardı. Eskimiş Sovyet binası, hiç görülmemiş bir biçimde yenilenmiş, badanası yapılmış, döşeme tahtalar bile yıkanıp temizlenmişti, en önemli şey de bugün kadının -Amdehan’ın- yönetici konumuna erişmiş olmasıydı, bu yüzden yaşlılar ürkmüşler ve Köy Sovyeti binasından uzak durmayı yeğlemişlerdi.

Behuko-Alıko grubu da, meydanın biraz daha ötesinde oturuyordu. Onlar bugünü hafife almıyorlardı, aralarında şakalaşmıyor ve önderlik taslama gibisine işlere de kalkışmıyorlardı.  Umursamadan böyle bir günün hazırlanmış olması onları iyice ürkütmüştü. Toplantı boyunca ne tür bir yol tutturacaklarını, nasıl bir mücadele yürüteceklerini de bilemiyor, karamsar bir biçimde oturmuş bekliyorlardı. Aralarında pek konuştukları da görülmüyordu. Günü sabote için çevirecekleri entrikaları, akıtacakları zehri, bir fırsatını yakalayıp Halaho-Değotluk grubuna fırlatmak için, birer ejderha gibisine sivri dillerini çıkartmış beklemekteydiler.

Köy Sovyeti binasının sol tarafında ağaçtan bir çit boyunca eğerli atlar dizilmişti. Ayrıca at bağlama yerlerine de atlar bir daire oluşturacak biçimde bağlanmıştı. Oraya uzak olmayan başka bir yerde de Adige giysileri içinde ve bellerinde kamalar, bir grup delikanlı ayaktaydı. Aralarından devasa boyu ile Şumaf’ın başı seçilebiliyordu. Şumaf, Muştak adlı küçük göbekli atının dizginini gemi hizasından tutuyordu. Grup onu kuşatmış, ciddi bir biçimde onunla şakalaşmaktaydı. Şumaf’ın sesi bir gök gürüldemesini andırır bir biçimde  hemen fark edilebiliyordu:
– Hey-hey-hey bu benim Muştak’ım, onun böyle çelimsiz göründüğüne aldanmayın, yaman bir at bu benim atım! Bu benim gördüğünüz Muştak’ım Kuyjıy (Къуйжъый;Keloğlan) gibi: Gücüyle başaramadığını, zekasıyla başarır. Muştak için bu eskimiş kalpağımı ortaya koyarım, demiş ve ardından bir kahkaha patlatmıştı Şumaf.
– Senin beş para etmez kalpağın neye yarar ki? O, ancak hindi yumurtalarını koymak için yuva yapmaya yarar. Gerçekten çok büyük ve çok da yünlü, dedi o sıra yanlarına gelmiş olan İsmahil.

Gruptan yükselen kahkaha sesleri yakın yerdeki bağlanmış atları ürkütmeye yetmişti. Şumaf’ın Muştak’ı da, sahibine sataşılmasına kızmış gibi, kuyruğunu sallayarak gerisin geri çekilmeye başlamıştı.
– Vay anasını, bu senin Muştak’ın yaman mıdır, nedir bilemem ama sonunda bizi çiğnettireceksin, uzaklaştır onu buradan, diye kaçıverdi atın gerisinde duran delikanlı.

Atı çevreleyen kişiler de korkup uzaklaştılar.

Şumaf İsmahil’e dönüp şakayla karışık bir yanıt verdi:
– Kalpağa biçilen  değer, bilmiyorsan hadi öğren, kalpağın güzelliğine  değil, kalpağı taşıyana göre  değişir!Boş kafaya en güzel kalpağı geçirsen bile beş para etmez, şakadan da anlamaz, ona başka bir  şeymiş gibi gelir!

Şumaf’ın sözlerinden bir tatsızlık çıkmaması için, oradakiler işi şakaya vurdurmak istediler ama pek de başarılı olamadılar.

İsmahil de önce morardı, ardından yüzüne kan sıçradı, ama işi ileriye götürmenin doğru olmayacağını anladı. Yalancıktan şakaya vurdu:
– Kalpağı iri olanın kafası çok şey alıyorsa, senin kafanda da  çok şey olmalı, dedi.
– Senin Muştak’ın çok iyi bir at, ama önden ya da arkadan yaklaşmaya gelmiyor, dedi Mıhamet, gruptan ayrılmak üzereyken kendi kendine söyleniyormuş gibi. Sözlerinde sıcak ve içten gelen yumuşaklık, aynı zamanda şakayla karışık tatsız bir hava vardı. Şumaf’ın göbekli atına ilişkin yapmış olduğu şakanın ardında gizli bir amaç bulunduğunu çok iyi biliyordu Mıhamet.
– Mıhamet, diye peşinden seslendi İsmahil.

Mıhamet durdu.
– Birlikte almış olduğumuz sözün hala geçerli mi? Atını yarışa sokacak mısın?

Konuşma biçiminden, İsmahil’in atına ve kendine çok güvenen biri olarak bir laf atmış olduğunu anlamıştı Mıhamet. Hemen dönüp soğuk bir tavırla yanıtını vermekte gecikmedi:
– Benim sözüm, çit kazığı tepesindeki saksağan kekelemesi değildir! Sana karşı bir söz öne sürdüysem, bu sözüm  geçerlidir!

DİPNOTLAR:
(*)
Gnome- Bir Karlik insan topluluğu olup yer altındaki hazineleri koruma göreviyle yükümlü olarak, köstebekler  gibi  yer altında yaşamak zorunda olan ve Kuzeybatı Avrupa mitolojisinde yer alan  cüce ve kamburumsu insanlar.
(**) Komsomol- Komünist gençlik örgütü ve bu örgüt  üyesi olan kişi.

 

IX. DEĞİŞİK BİR TOPLANTI

Bugün, daha önceki, yani eski geleneğe göre düzenlenen toplantılardan farklı bir toplantı yapılması söz konusuydu. Toplantı, eski toplantılardan farklı bir biçimde açılmıştı. Şimdiye değin toplantılar şöyle yapılıyordu: Yaşlı başlı kişiler bir araya gelir, ortalarında da bir hacı hoca grubu yer alırdı. İçlerinden Behuko Hacı’nın sarığı ile Alıko’nun kaliteli Buhara kalpağı görünürdü. Diğerleri karmaşık bir biçimde bu ikisinin gerisinde yer alırlardı. Çoluk-çocuk ve gençler ise, onların arasına girmezdi, çıksa bile onlara konuşma hakkı tanınmazdı. Kadınların ise,  ortalıkta hiç görünmezdi. Konuşan ya da karar verici olanlar da önde gelen birkaç yaşlı başlı kişi olurdu. Yaşlılara karşı çıkılması durumları ise, köyün ikiye ayrılıp karşı karşıya geldiği çatışma anlarında görülebilirdi.

Bugün farklı bir gündü. Köy Sovyeti (Sel’sovet/Сельсовет) binası koridorundaki yüksek masaya, kor gibi, kocaman bir kızıl örtü serilmişti. Masanın gerisinde süslenmiş bir dizi sandalye sıralanmıştı. Masanın karşısında oldukça geniş boş bir alan bırakılmıştı, boş alanın çevresi insanla dolmuştu. İnsan yığınları arasında boş bir aralık, bir koridor uzanıyordu, koridor kadınlarla erkekleri ayırmaktaydı.  Kadınlar,  gizlendikleri köşelerden, alaca bulaca elbiseler giyinmiş halde meydanın bir kenarında durmakta olan kızların gerisine, Amdehan tarafından getirilmişlerdi, getirildikleri bu yerde de ürkmüş bir ceylan sürüsü gibi sırtlarını ağaç çitlere verecek biçimde yığılıp kalmışlardı, korku ve utanç duyguları içinde kendilerini gizlemeye çalışıyorlardı. Erkekler ise ısırmaya hazır sarıca arı, birer heykel gibi duruyorlardı, kadınları görmezlikten geliyor, durumdan hoşnut olmadıklarını da belli ediyor gibiydiler.

Amdehan dışında, kızlar arasında kızıl başörtülü iki üç kız daha seçilebiliyordu. Bunlardan biri de Nafset‘ti.

Nafset sessizce ve fark ettirmeden Sovyet Binası’nın (Sel’sovet) üzerinde boylu boyunca asılı duran kırmızı bez şeride bakıyordu. Bu kızıl bez gözlerinden adeta kıvılcımlar saçıyor gibiydi, üzerinde Arap harfleriyle (*) eğri büğrü yazılmış olan yazılar ise Nafset’e güzel görünüyordu, bunları yazmayı becermiş olmasına bir türlü inanamıyor gibiydi. Köylünün karşısına çıkarılmış olan bu düzgün yazıyı kendisinin yazmış olmasına akıl erdiremiyor gibiydi. “Benim yazdığım yazı bu mu acaba?” diye kuşkulandı, hafifçe bir yan bakışla ikinci üçüncü kez yazıya art arda baktı. Evet, bu, kesinlikle kendi yazdığı yazıydı. İşte, eğri büğrü yazmaya başladığı için dedesinden zılgıt yediği kısım da oradaydı. Bu yazıyı kendisinin yazmış olduğunu artık herkesin bilmesini arzu ediyordu, ama övünüyor demelerinden çekiniyor ve utanıyordu. Şimdiye değin görmediği bir sevinçle dolmuştu içi, başını daha dik olarak yukarıya kaldırıyordu.

Yanındaki kızın kulağına fısıldadığını duydu:”Nafset, bu yazıyı senin yazdığın söyleniyor. Ne mutlu sana böyle bir yazı yazabildiğin için!” Bu sözler Nafset’in içini ateş gibi ısıtmış, kanını adeta tutuşturmuştu, yüzü de kızıl başörtüsü gibi kızarmıştı.

Karşı çitin önünde yaşlılar toplu bir halde durmaktaydılar. En arkada Behuko Hacı ile Alıko bulunuyordu. Başları eğikti, toz topraktan çıkmışa benziyorlardı. Kendilerini kimselerin itekleyip geçemeyeceği dönemlerdeki eski güvenleri kalmamıştı. Gücenmiş ve kızgın bir biçimde, durumla dalga geçer gibi, aralarında yakışıksız aflar ediyor, kudurmuş gibi tuhaf tuhaf bakınıp duruyorlardı. Toplantının hazırlanışı sırasında komsomolların kendilerine karşı yürütmüş oldukları bilgilendirme (ajitasyon) kampanyasından haberdardılar. Değotluk ile Halaho önderliğinde düzenlenmiş olan bu toplantıda kendilerine bir görev düşmeyeceğini de biliyorlardı. Onlar iyi bir niyetle buraya gelmiş kişiler değildiler. Aralarında gizli kararlar almış ve kötü amaçlarla toplantıya gelmişlerdi: Yeni yaşam döneminde yaşlı başlı kişilerin iteklenmekte olduğunu, kendileri gibilerine artık değer verilmediğini köylüye göstermek, fırsat çıkacak olursa sorun yaratmak ve ortalığı karıştırmak, köydeki devrimci kişilere karşı bir nefret dalgası oluşturmak amacıyla buraya gelmişlerdi. Ancak şimdiye değin bir fırsat yakalayamamışlardı, kendilerini önemseyen de yoktu, bu nedenle bir kenarda durmuş bekleşiyorlardı. Köydeki yaşlı başlı ve kaba kıllı kalpaklar taşıyan emekçiler ise, eski dönemin saygın kişilerini atlayıp en ön saflara dizilmişlerdi. Eski dönemin saygın kişileri, onurlarına dokunulmuş ve incinmişler gibi yapıyor, öne geçmek isteyenlere de, alçak gönüllü davranıyorlarmış gibi yaparak geri çekiliyor ve yol veriyorlardı:”Yürüyün bakalım, sizi gidi Müslümanlar sizi! Yaşlıların, thamadelerin (önderlerin) artık sayılmadığı günleri de gördük, dünyanın sonu da bu olmalı!” der gibi davranışlar içindeydiler.

İshak, Behuko-Alıko grubunun içinden henüz ayrılmamıştı, onlarla berabermiş gibi davranıyor, ama kalbi Değotluk-Halaho grubundan yana çarpıyordu ve bu iki düzenbaz yaşlının arasında  kalmıştı. Behuko Hacı ile yan yana geldiğinde de, üzülüyormuş gibi davrandı:
– Hacı, niye buradasın, öne geçsen ya!
– Zararı yok, burada dursak da olur, ileriye geçmek için can atanlar var, onlar ileriye geçsinler. Azarlıyormuş gibi, gözlerini kaçırarak karşılık vermişti Behuko Hacı.

Köyde her iki grubun gizli bir çekişme içinde olduğunu, Behuko’nun üzüldüğü konuda yapılacak bir şey kalmadığını İshak da biliyordu. Behuko Hacı’nın halkın gözünden bu denli düşmüş olmasında, kuşkusuz kendi yapmış olduğu yanlışlıkların da payı vardı. Ancak Hacı’yı incinmiş ve en arkalara itilmiş halde görünce, biraz da olsa ona acımıştı. Ne diyeceğini bilemeden bir süre durdu.
– Olur mu hiç burada durman, en öne geçmen gerekir, der gibi yapıp ilerledi ve en öne geçti.

Sıraların en gerisinde bir grup kızlı erkekli Rus ırgatı (batrak) duruyordu. Köy dışından ve yabancı sayılan, hiçbir hakları da olmayan bu grup her zaman olduğu gibi,  yine en arkalara itilmiş durumdaydı. Köyde olup bitenlerle ilgilenmeyen ve bir yabancı ülkeden gelmiş olan kişilere benziyorlardı, toplantı ile bir ilgileri yokmuş gibiydi. İvan da başındaki kaba yün şapkasıyla ırgat grubunun arasındaydı.

Toplantının açılışı sırasında, Değotluk Başkanlık Masası yanına geldi ve etrafına bir bakındı: Meydanın ötesindeki sokaktan çıkmış olan Karbeç meydana ulaşmak üzereydi. Yuvarlak biçimde sarmalanmış bir yün yumağı andırıyordu, öne eğilmişti, kamburu çıkmıştı, çok ağır, ama iri adımlarla geliyordu. Uzun beyaz sopasını önünde tutuyordu. Sakalı ve bıyığı, gümüş gibi, ilkbahar güneşi altında parıldıyordu.

Karbeç’in gelişini herkes görmüştü, kendisini ilgiyle ve şaşkınlıkla izlemekteydiler. Uzun bir zamandan beri Karbeç böyle bir toplantılara katılmıyordu.

Değotluk Başkanlık Masası’nın başında dikilip Karbeç’in yetişmesini bekledi.

Karbeç sonunda yetişti ve topluluğu selamladı, yaşlıların bulunduğu yöne doğru hareket etti. En arkaya geçmek istedi, ama koluna girip elden ele onu en öne götürdüler ve topluluğun önüne diktiler.

Başındaki kocaman Abzegh kalpağını zar zor çevirerek topluluğu şöyle bir gözden geçirdi, hiçbir şey demeden sopasına dayandı, seyrelmiş sakal ve bıyığı, kabarmış ve donup kalmış haliyle ayakta dikili duruyordu.

Değotluk, Başkanlık Masası gerisinde duran sandalyelerden birini koridordan aşağıya indirdi.

– Buraya otur, Karbeç, sen hepimizden daha yaşlısın, dedi.

Karbeç, Değotluk’un ne demek istediğini tam anlayamamıştı, aksakallı bu bir avuçluk ihtiyarcık,  kımıldamadan, bir heykel gibi yerli yerinde durmaya devam ediyordu. Yakınındaki yaşlılar uyarıp kendisine uzatılmış olan sandalyeyi gösterdiler.
– Karbeç, haydi otur, sandalye senin için getirildi, dediler.

Karbeç durumu anlayınca irkildi, utanmış ve incinmiş gibi konuştu:
– Benim için mi? Bütün köylü ayakta iken ben nasıl oturabilirim ki?

Mıhamet gençlerin en önündeydi, meydanı koşup geçti, Karbeç’e yaklaştı ve koluna yumuşak bir biçimde girdi. Herkesin duyacağı biçimde, biraz da bağırarak konuştu:
– Hadi,  git, Karbeç, otur, senin o kadar ayakta dikilmiş olman yeter, diyerek onu götürdü ve sandalyeye oturttu.

Karbeç’in sandalyeye bir taş heykel gibi oturmuş olması, ayaktakilerin de hoşuna gitmişti, hoş konuşmalar yavaş yavaş saflara yayılmıştı.

Behuko Hacı, sinirli anlarında yaptığı gibi, yani kızgın bir koçun topuk vurmasına benzer bir biçimde, sopasını bastırarak daha da geriye çekildi. Yüzündeki solucanımsı küçük çapraz kabartılar, kıvılcımlar saçan birer kızgın demire dönüşmüşler gibiydi…

Toplantıyı Değotluk açtı. Birkaç söz söyleyip seçim işine geçti.
– Komsomol örgütü (ячейка) ve Köy Sovyeti olarak, Başkanlık Divanı için aday gösterme konusunu görüştük ve birkaç aday belirledik. İzninizle aday adlarını açıklamak istiyorum. İsterseniz, siz de yeni adaylar gösterebilir, bizim gösterdiğimiz adayları seçtirmeyebilirsiniz, dedi ve adayların adlarını açıklamaya başladı.
– Başkan adayı olarak biz, köyümüzün en yaşlısı olan ve yaşamı boyunca kimsenin alın terine göz koymamış olan, emeği ile geçinen ve ekmeğini alın teri ile kazanmış biri olan Vıstaneko Karbeç’i uygun gördük.

Karbeç bu sözleri duyunca telaşeli bir biçimde ayağa kalktı.

“Hiç olmaz, ben o iş için uygun değilim!” gibisine sözler etti ama topluluğun coşkulu alkış tufanı altında Karbeç’in sözleri duyulmadı bile, Karbeç biraz diretir gibi yaptıktan sonra, söylene söylene, geçip gösterilen yere oturdu.
– Ardından,  köyümüz kadınlarının en eylemcisi (aktivisti) olan, toplumsal sorunlarla ilgilenen ve bir kadın önderi de olan Amdehan’ı divan adayı olarak gösteriyorum, dedi Değotluk. Üçüncü aday olarak, köyümüzde bulunan ırgatlardan biri olan, küçüklüğünden beri aramızda yaşayan, Behukoların hizmetkarı olan İvan Suslov’u gösteriyorum…

Bu noktada toplantıya katılanlar şaşırdılar, sert itirazlar ve mırıldanmalar yükseldi. Ancak ardından yavaş yavaş yavaş alkışlar artmaya, en sonunda da ortalığı kaplamaya başladı.

Bu son gelişme Behuko Hacı’nın renginin iyice atmasına neden oldu. ”Ne oluyor böyle’’ diyerek bir bağırdı ve sert bir biçimde de hapşırdı, sopasını iyice bastırarak, topluluğun içinden ayrılıp en gerideki bahçe çitine dayandı.

Değotluk’un listesi itirazsız onaylandı. Ancak köylü böylesine bir Başkanlık Divanı oluşturmaya alışkın değildi, topluluktan başka adaylar da öne sürülmeye başlandı. Bir iki yaşlı ile bir yaşlı kadını da divan üyeliği için  gösterdiler, bunlar da kabul edildi.

Divan üyelerinin yerlerine yerleşmeleri önemli bir sorun oluşturmuştu. Önce masa başına oturacak kişiyi aralarında kararlaştıramamış, herkes bir diğerini öne geçirmek istemişti. Sonunda Karbeç, ”Ne olacak, bizi yiyecek değiller ya!” diye çıkıp masanın en başına oturdu.

Değotluk, İvan’ın adını Adigece olarak ilk söylediğinde, İvan durumu kavrayamamıştı. Kendisine yer gösterilince de, ilkin kendisiyle alay edildiğini sandı.
– Evet, öyle,  İvan da yerine oturduğunda her şey tamamlanmış olacak anlaşılan, diyerek kendi kendisine şakayla karışık mırıldanmıştı. Ancak Değotluk’un “İvan, Başkanlık Divanı’na gel!” demesi üzerine, yanındakiler İvan’ın koluna girdiler. İvan’ın rengi attı.
– Oraya gidip oturmak mı? Tanrı yazdıysa bozsun, gitmem, hiç istemem, dedi bozuk Adigece’siyle ve gitmemek için ellerinden kurtulmak için çabaladı.

Diretince de ırgat arkadaşlarından biri yanına geldi ve İvan’ı azarladı:
– Aklını başına topla İvan, gidip gösterilen yere otur. Sovyet iktidarı, emekçi insanlar, ırgatlar içindir, onlara değer vermek üzerine kurulmuş bir iktidardır! Git de otur yerine, kızdırma beni!

İvan şakayı bıraktı, yün başlığını çıkarıp, bir şey demeden, sallapati yürüyüşüyle yukarı çıkıp masa başındaki boş bir sandalyeye oturdu.

En sonunda da Amdehan yerine oturdu. Karbeç’in kocaman Abzegh kalpağı ile Amdehan’ın kızıl yazmasını bir arada görünce, köylüyü bir kahkaha tufanı tuttu. Amdehan köylünün güldüğü şeyin nedenini anlamıştı, yüzünü köylüye dönerek hafifçe bir gülümsedi. Ancak Karbeç’in gözleri,  aşağıya doğru iyice sarkmış olan kaşlarından zar zor seçilebiliyordu, insanlara değil, onların üzerinden daha uzaklara bakıyordu. Kabarık sakalı ise rüzgarda uçuşuyor, taşlaşmış bir heykel gibi, başı yukarıda dimdik oturuyordu.

Değotluk, Divanı Başkanlığı görevini Amdehan’a verdi. Toplantıyı nasıl başlatacağını da ona söyledi.

Amdehan utanarak ve başaramayacağından da biraz korkarak, önce bir duraksadı, ardından ayağa kalktı. Ancak toplantıya katılanların ciddileştiklerini, kendisine şaşkın şaşkın baktıklarını, Behuko Hacı’nın da incinme görüntüsünü terk ettiğini, yaz sıcağı kargası gibi, ağzı açık kendisine bakmakta olduğunu görünce, kalın kaşlarını sert bir biçimde çattı. Bir önceki yaşlılar toplantısında bir Adige kadını olarak konuşmuş olduğu gibi, sanki ateş saçar bir biçimde, yüksek sesle konuştu:
– 1 Mayıs Kutlaması için düzenlemiş olduğumuz toplantımızı açıyorum! Konuşmayı Değotluk yapacak, sözü ona veriyorum, dedi.

Değotluk koridorun başına geldi. Halk sessizleşti.

Mıhamet, kaygı içinde, gözlerini ayırmadan Değotluk’a bakıyordu. Düzgün bir konuşma yapamaması, olmayacak şeyler söyleyip yaşlıları darıltması, Behuko-Alıko grubunun toplantıyı sabote etmesine fırsat vermesi gibisine şeylerden çekiniyor ve endişe duyuyordu. İlerleyip herkesin önüne geçmişti, bunun ayıp olacağını düşünecek durumda da değildi. Soluk bile almadan Değotluk’a bakıp duruyordu.

Endişeli olan sadece Mıhamet değildi. Herkes, az çok aynı kaygıyı paylaşıyordu. Köylünün böyle sessiz kesilip Başkanlık Masası yanında birinin bir konuşma yapması alışılmış ve görülmüş bir şey değildi, ilk kez karşılaşılıyordu böyle bir durumla. Topluluk,  har gür içindeki eski Adige toplantılarını görmeye alışmıştı, karşılıklı olarak laf yetiştirir, karşılıklı bağırıp dururlardı. Şimdiye değin, onlar Behuko-Alıko grubunun konuşmalarını, akılcı olmaktan çok insanları aldatmaya yönelik övgü ve dua dolu konuşmalarını duymuşlardı!

Bugünkü toplantı farklıydı, bambaşka bir biçimde düzenlenmişti. Övgü (хъохъу)  ve dua (тхьалъэ1у) dolu yaşlı konuşmalarının bugünün anlamına uygun düşmeyeceği biliniyordu. ”Peki günün anlamına uygun konuşma nasıl yapılacaktı? Farklı olarak neler söylenmeliydi? Değotluk bunu başarabilir miydi? Böylesine büyük bir toplantıda öyle birinin konuşması durumu ile ilk kez karşılaşıyorlardı. Doğru düzgün bir konuşma yapabilir miydi Değotluk? Alt tarafı köylerinde büyümüş bir delikanlıydı bu çocuk, köylünün bilemeyeceği ne söyleyebilirdi ki?”

Taşmış azgın bir ırmağın ötesindeki birini kurtarmak için kendisini suya atmış olan birine bakıldığı gibi, sevenleri Değotluk’a bakıyor, onun adına kaygılanıyorlardı, gösterdiği bu cesaret ve yiğitçe davranışı nedeniyle de  ona imreniyor ve onu onaylıyorlardı. Ancak bütün bu işleri başarabilir miydi o… Ya işi karıştırıp üzücü bir durum yaratacak olursa…

Behuko-Alıko gibi kendisini sevmeyenler de, dikkatle Değotluk’u gözlüyorlardı. Onlar sabırsızdılar. Ancak beklentileri farklıydı. ”Bakın göreceksiniz, rezil olacak köylünün karşısında şimdi. Hak etti bunu, önde gelen yaşlıları, hacı ve hocaları itelemeye kalkışırsan, olacağı budur!En akıllı kişi kendisi imiş  sanmasın artık!Görsün bakalım:Köydeki yaşlı hacı hocaları yanına almadan bu tür bir toplantıyı götürebilecek mi,  anlasın dünyanın kaç bucak olduğunu!” gibisine görüşler o gibi kişiler arasında uçuşmaktaydı.

Her iki taraf da, bu zıt görüşler nedeniyle olmalı,  iyice sessizleşmişti, uçan sineğin vızıltısı bile duyulabiliyordu.

Değotluk konuşmaya başladı. Biraz heyecanlı, biraz da kaygılı olduğu anlaşılıyordu,  ilkin, kesik kesik konuşuyordu. Ancak hemen toparlandı. Sözcüklerini, bir tabanca mermisi, bir tornadan çıkmış gibi düzgün olarak ve birbirinin ardından sıralamaya başladı.

İnsan toplumlarının en eski dönemlerden bu yana sınıf kavgaları içinde olduğunu anlatmakla söze başladı.

Sayıca az olan sömürücü sınıfın büyük çoğunluğu oluşturan emekçileri sömürmek ve onları köleleştirmek için her tür hileli yolu denemiş olduğunu vurguladı. Halkları birbirine düşman etmek,  çatıştırmak ve aralarına nifak sokup dostluk ilişkilerini baltalamak için sömürücülerin tüm yolları denemekten kaçınmadıklarını anlattı. Yeryüzünün bütün emekçi ve çalışan insanları açısından 1 Mayıs Günü’nün büyük bir önem taşıdığını belirtti.

Değotluk’un bu çarpıcı ve yerinde konuşması karşısında toplantıya katılanların kaygıları uçup gitti. Kaygının yerini yavaş yavaş şaşkınlık ve hayranlık aldı:”Ne güzel bir konuşma bu böyle! Bu genç bizim aramızdan çıktı, şimdiye değin onun bu denli bilgili biri olduğunu anlayamamışız anlaşılan!”

Bir süre sonra şaşkınlıkları son buldu ve onu daha dikkatle dinlemeye başladılar.

Ana babaların çocuklarını büyütürken karşılaşmış oldukları sorunların benzeri, Değotluk için de köyde yaşanmıştı.

Bebek doğar ve büyür. Çocuk yaşamın değişik yönleriyle tanışır, yetişme ve eğitim süresince, aldığı örnekler ve duyduğu-gördüğü şeylerle birlikte her gün ve her saat gelişmesini sürdürür. Gelişimi boyunca da,  iyi ya da kötü, birçok özellik yetişme süreci içinde, çocukta boy göstermeye başlar. Çocuk koşuşturma, didinme, oyun ve eğlence içinde bir kişiliğini kazanır. Dünyayı tanımanın da ötesine geçerek,  dünya sorunları üzerinde düşünmeye başlar, kendi yetişme biçimine uygun bir yol tutturmaya çalışır.

Ancak ana ve baba bunu anlayamaz. Doğduğu ilk günden başlayarak, çocuğu için gelecek hazırlamaya ve bu yolda özlem duymaya başlar. Çocuğun izleyeceği yolu da, kendi istedikleri biçimde çizip çocuğa gösterirler. Çocuğu ellerinde büyütürken yaptıkları gibi, onun yaşam yolunu da kendileri çizmek, çocuğu kendilerinin belirlemiş oldukları yol üzerinde yürütmek isterler. ”Kendileri daha yaşlı, büyük kişiler, yaşamı tanıyorlar, daha da akıllılar ya, çocuğun da büyüklerinin sözünden çıkmaması gerekir” derler. Ancak büyüdükçe, çocuğun bilincinin gelişmeye başladığını, onun için belirlemiş oldukları ölçüleri, kalıpları aştığını, gezip dolaştığı, oynadığı ve arasına katıldığı toplumdan, üstünde yer aldığı dünyadan, oralardaki insanlardan daha fazla etkilendiği gerçeğini bir türlü kabullenemezler. Bir ayrı birey olarak çocuğun kendi yaşam yolunu kendisinin çizmeye başladığını, ana ve babalar çoğunca kavrayamazlar. Çocuğun sadece bir aile bireyi olarak kalmadığını, bir toplum bireyine dönüşmekte olduğunu da bir türlü algılayamazlar.

Ancak, sonunda yalın gerçekle karşılaşırlar: Çocuğun bir anlama yetisi bulunduğu, kendisine bir yaşam yolu çizmiş olduğu gerçeği ortaya çıkar, ama bu yol ana babanın gösterdiği yoldan bir sapma, bir başkaldırı olarak görülür. Çocuğun istediği ve istemediği ya da sevdiği ya da sevmediği şeylerin olduğu, kendi farklı kişiliğinin oluştuğu görülür. ”Böyle bir şey olamaz: El üstünde tutup büyütmüş olduğumuz çocuğumuz bizi dinlemeli, bizim gösterdiğimiz yolda da yürümeli!” diyerek çocuğu seçmiş olduğu yoldan döndürmeye çalışırlar, çocuğun kendine özgü düşünceleri olmasını değil, kendilerine sadık kalmasını isterler, ama başaramazlar. Çocuk yaşamı süresince kendi seçmiş olduğu yolda yürümeyi sürdürür. Anne ve baba bu duruma üzülür, içlerinde bir sızı oluşur: ”Nasıl olurmuş bu böyle: Daha düne değin ellerinden tutup büyütmüş oldukları çocuk artık kendilerini dinlemiyor! Görülmüş, duyulmuş şey mi bu!” Çocukları ne denli zeki biri olursa olsun, ona güvenmez, çocuğun seçtiği yol, doğru bile olsa, bir türlü kabullenmek istemezler. Çocuklarının büyümüş, kendisinin belirlediği farklı bir yaşam yolunda yürümesini,  ana babalar bir türlü hazmedemezler, çocukları çekiştirip dururlar. Ancak, sonunda, onlar da yavaş yavaş çocuklarının seçmiş olduğu yola saygı göstermek zorunda kalırlar. Çocuklarını,  iyi ise iyi görmeye ve çocuğun başarısına saygı göstermeye başlarlar. Ancak onu büyütmüş olduklarını da bir türlü unutmazlar…

Köylü Değotluk’u buna benzer bir biçimde karşılamıştı. Bir yetim çocuğu olarak gözlerinin önünde büyümüştü. Yaşamını sığır ve koyun çobanlığı yaparak geçirmişti. Varlıklı ve soylu olmanın önde gelen biri olmak için yettiği bir dünyada, adam yerine konulmayan bir çoban parçası olarak yaşamını sürdürmüştü. Ancak Değotluk boyun eğme üzerine bir yaşam yolunu benimsememiş, karşısına çıkan engelleri aşmaya, önünü kesenlerle mücadele etmeye başlamıştı. Kendilerini üstün, emekçileri aşağı gören ailelerin çocuklarıyla sık sık çatışıyordu. Çocuklar arasında kazıklı ve bıçaklı kavgalar çıktıkça, Değotluk emekçi (фэкъол1) ve köle (пщыл1ы) çocuklarının başında yer alıyordu. İşini hilesiz yapıyordu, ama düzeni adil bulmuyordu. Kendisine kapı dibinde (en aşağı bir mevkide) yer gösterilmesini ise,  onur kırıcı buluyordu. Ancak çıkar yolu da bulamıyordu. Yoksul bir emekçinin soluk almasına fırsat tanımayan çok sayıda yük vardı ortalıkta, Değotluk’un da sırtına yığılmıştı onca şey. Eski dünyaya özgü yasa, din ve gelenek kuralları, uygun ya da değil, bunların hepsi yoksulu boyunduruk altında tutma üzerine ayarlanmıştı.

Bu tür bir dünya düzeni Değotluk’u da etkilemeye başlamıştı, biraz büyüyünce kavga ve yağmacılığa kalkıştı. Köyün önde gelenlerinin nefret duyduğu bir kişiye dönüştü. Ne kadar yakışıksız ve kötü olay olursa, hepsi ona yıkılmaya ve ona karşı bir toplumsal nefret oluşturulmaya başlandı.

Öbür emekçiler ise, Değotluk gibi, dünya olanaklarından yoksun tutulmakta olduklarının bilinci içinde değildiler. Zor koşullar altında bir yaşam sürdürüyorlardı. Yoksulluğun ağır yükü ve zulüm, onların da isteyerek katlandıkları bir şey değildi. Kendilerinin de karşı çıktıkları durumlar oluyordu, ancak başaramıyorlar ve sonunda boyun eğmek zorunda kalıyorlardı.

Değotluk’un  bir başına zalimlere karşı koyduğunu görüyorlardı. Ancak öylelerinin nasıl tepelendiğini biliyor ve korkuyorlardı. Bütün mücadele yollarının tükendiği, morallerinin sıfıra indiği, iyice ezilip sindikleri, yaşam umutlarının bittiği ve tam boyun eğdikleri bir dönemde Değotluk dünyaya gelmişti. ”Çalışıp az da olsa yiyebiliyorsan, başında dert yoksa bu yaşam biçimine katlanmalısın…” gibisine sözler edildiği zorlu bir dönemde, Değotluk,  kabına sığmayan ve bir başına mücadele yürüten biri olarak ortaya çıkmıştı. Böylelerinin yok edildiğini, başka benzerlerinin de yok edilmiş olduğunu, Değotluk’un başına da aynı şeylerin gelebileceğini biliyorlardı, Değotluk’un alnına, umarsız bir ölüm yazgısı yazılmış olduğunu düşünüyorlardı. Doğumundan önce mezar taşı dikilmiş biri gibiydi Değotluk.

Bu nedenle, hakkında ölüm kararı verilmiş kişiler için duyulan duygular, Değotluk için de duyuluyordu. Ölüme mahkum kişilerden uzak durma, biraz korku ve biraz da çekingenlik vardı duygularında.

Değotluk’a da öyle bakılıyordu, uzunca bir süre bu bakış açısını sürdürmüşlerdi. Yeni yaşamın Değotluk’un kişiliğinde yaratmış olduğu değişikliklerin henüz farkında değillerdi. Yeni dünya anlayışı doğrultusunda ve bu yeni yolda yürüdükçe, Değotluk’un yağmacı yapısının değişmeye başladığının da henüz farkına varmamışlardı. Değotluk,  her zaman için “yaramaz ve uğursuz” bir yetim çocuğudur görüşü beyinlere kazınmıştı. Adam yerine konulmama, tiksinti ve nefret, kalplerden henüz silinmemişti.

Ancak hesaba katılmayan bir şey vardı, o da Değotluk’un gece ve gündüz demeden değişmekte ve bilinçlenmekte olmasıydı. Kızıl Ordu saflarından dönüşü sonrasında, kabadayılığın yerini düzgün konuşmalar ve yerinde sözler almıştı. Soy-sop (лъэпкъ) kavgasını bırakmış, sınıf bilinci doğrultusunda hareket etmeye başlamıştı. Çocukça inatlarının yerini, artık tutarlı ve doğru görüşler almıştı. Sorunları daha derinlemesine düşünmeye, görüşlerini daha tutarlı ortaya koymaya başlamıştı. Köydeki haksızlıkların karşısında geçilmez bir engel gibi dikiliyordu. Sezgileri ve kavrama yeteneği güçlüydü, toplantılarda sözünü dinletebiliyordu. Emekçi yığınlarının sorunlarının çözümünün, Sovyet iktidarının başarısına bağlı olduğu yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştı. Değotluk, giderek köyde yürütülmekte olan sınıf kavgalarının bir emekçi önderi oldu. Keskin kavrama gücü ve yerinde sözleri karşısında sınıf düşmanları ondan korkmaya, emekçi insanlar da onunla gurur duymaya başlamışlardı.

Gün geçtikçe Değotluk’un sözleri ve öngörüleri daha da güçleniyor ve gelişiyordu.

Yine de, geçmişin bazı olumsuz tortuları insanların yüreklerinden sökülüp atılmamış, uzun bir süre silinmemişti. Değotluk’un sözlerini dinliyorlardı, doğruluk payını da yadsıyamıyorlardı. Yardımına gereksinim duydukça onu yanlarında buluyorlardı. Yine de “Değotluk uğursuzu bu alt tarafı!” demekten de geri kalmıyor ve ona karşı olumsuz düşünceler taşımayı sürdürüyorlardı.

Ancak olumsuz yargılar da, eski yaşamın ürünü olan yanlış düşünceler de, sonunda silinmeye, onların yerini yeni yaşama ilişkin yeni umutlar almaya başlamıştı. Dünyaya bakış biçiminin değişmiş olması gibi, Değotluk’a ilişkin olan olumsuz düşünceler de silinmeye başlamıştı: ”Fena çocuk değil, köyde bulunması bir şans, kafalı bir çocuk, ama biraz sinirlice” gibisine sözler etseler de kendisini artık beğenir olmuşlardı.

Değotluk’u bugün tanımış değildiler ama onu ilk kez gördükleri bir kişiymiş gibi gıpta ile ona bakıyorlardı. Kullandığı sözcükler arasında kaba ve uygunsuz olanlar yoktu. Bütün bir dünyayı ele alıyor, her şeyi emekçi insanların yaşamı, mücadeleleri ve çıkarı ile ilişkilendiriyor, Adige emekçilerinin sorunlarının çözümünü de bu bağlamda ele alıyordu. Herhangi bir kişiyi ad öne sürüp eleştirmiyor, kimseleri de ad söyleyerek kınamaya kalkışmıyordu. Ancak köydeki sömürücü sınıftan kişileri “işte onlardır” diye tanımlayacak bir biçimde, onların vahşi yanlarını, kötü niyetlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekten de kaçınmıyordu. Kendilerine karşı bir sınıf mücadelesi verilmesi gereken kişileri ad olarak söylemiyordu, ama onların kimler olduğu da yeterince anlaşılıyordu. Bu açıklamalarla birlikte, sınıf düşmanlarının hilebazlıklarını, insanları nasıl yanıltıp gerçeklerden saptırdıklarını haykırıyor, bunu köyde gerçekleşmekte olan olaylarla ilişkilendiriyor ve yeniden gözler önüne seriyordu.

Bilinç düzeylerini düşüren birer kemiriciler biçiminde kalmış olan kurt ve hamam böceklerini temizlemedikleri,  olaylara dar pencerelerden baktıkları için emekçileri eleştiriyor, oldukça sert bir biçimde kınıyor ve uyarıyordu.

Ancak bu sert sözler, kişi olarak herhangi bir kimseye yönelik değildi, sorun birilerini değil herkesi ilgilendirmesi gereken bir sorundu. Kınamaları da bireysel anlamda kişilere değil, toplumsal ve yaşamsal temellere dayandırıyordu. Değotluk, kendisini de eleştiri dışı tutmuyor, kusurlarını bir bir sayıyor, diğerleri gibi kendisini de kınıyor ve özeleştiride bulunuyordu. Mutlu bir gelecek için,  sömürücü sınıflarla daha bilinçli mücadele verilmesi için kitleleri uyarıyordu.

Değotluk dışındaki bir genç, köylünün karşısına böylesine dikilip azarlayıcı sözler söylemeye kalkışsaydı, onu hemen susturur, sözlerini uygunsuz ve deli saçmalaması olarak karşılarlardı. Ancak Değotluk, kendisini ayrı tutmadan, doğru olanı, içinden geldiği gibi söylüyordu. Sadece insanların iyiliği için çalışılmasını istediği belliydi, gerçekleri dile getirmesi sözlerine ikna gücünü katıyor, toplumu derinlemesine etkiliyordu. Dudaklarından dökülen gerçekçi ve ateşli sözcükler, dinleyicilerin buzlaşmış haldeki güvensizliklerini ve umutsuzluklarını eritiyordu. Konuşan kişinin köylerinden biri olduğu gerçeğini adeta unutmuş gibiydiler, içlerindeki kuşkular yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Değotluk’un sözleri insanların özlemekte olduğu mutluluk yolunu gösteriyordu.

Değotluk büyük bir beğeni ve takdir kazanmış halde konuşmasını tamamlayıp kürsüden indi ve topluluk içindeki eski yerine geçti. Köylü, artık kendisine bambaşka bir gözle bakmaya başlamıştı.

(*) Adige resmi alfabesi o sıralar Arap harfleri üzerinden düzenlenmişti. -HCY

 

X. ÖNDER KIZ  (ПШЪЭШЪЭ ПЭРЫТЫР)

Gegu (oyun-eğlence) tüm coşkusuyla sürüyordu. Phaçik ve pşıne (mızıka) sesleri tüm görkemiyle meydanı doldurmuştu. Herkesin coştuğu büyük bir gegu vardı. Kutlama gegusu olduğundan, yaşlı genç herkes buraya gelmişti. Karbeç de, kendisi için getirilen sandalyeye oturmuş, kaşları güneş ışıklarının altından parıldayarak geguyu izliyordu.

Meydanda oynayan çiftlerin oyunlarını bitirdikleri bir sırada İshak hatiyak’o’ya (хьатияк1о;geguyu yöneten) seslendi ve onu yanına çağırdı. İshak’ın sözlerini beğendiği anlaşılan hatiyak’o da sevinçten uçarcasına yerine geri döndü. Eli ile işaret edip çalgıcıları (pşınave’yi) durdurdu.
– Hey, hey, hey, Tanrı sizi de sevindirsin (тхьам ыгъэчылэн)!Yan köşelere kaçmayın, benim için de aybetmiş demeyin, “bilmediğimi sormuşsam bunda ne var? Bana söyleneni size iletmekle dedikoducu mu olur muşum? Satrançta piyon kuralına  göre yedirilir, söyleyin şimdi  bana, oyun oynama sırası kimin, diye sorduğumda, yaşlıların tümü hep birlikte onun adını söylediler:”Önder bir yaşlımız, bir  elçimiz olarak Moskova’ya gönderdiğimiz, isteğimizi de kırmayacağını bildiğimiz Halaho‘dur o kişi, dediler. Böylesine görkemli bir kutlama günü onuruna, yaşlı başlı biriyim artık demeden,  gençliğindeki gibi oynamanı senden bekliyoruz” dedi. Uygun mu, ey ahali?

“Uygun, uygun!”,  “Hem uygun, hem de yerinde”, sesleri topluluktan yükseldi.

Şakayla karışık takılarak ve kollarına da girerek yaşlılar Halaho’yu aralarından çıkardılar. Hatiyak’o koştu,  Halaho’yu kolundan tutup ortaya çekti. Tam o sırada Değotluk da hatiyak’o’ya bir işaret yapıp onu yanına çağırdı. Hatiyak’o geri döndü ve Halaho’nun elinden tutarak topluluğa seslendi:
– Böylesine bir günde birbirine denk (eşit) olanların dans etmesi, birbiriyle uyumlu biçimde oynamaları, danslara başlandığında, gencimiz ve yaşlımızla aynı tempoda olmamız, çalışma alanında önder olanın bu mutlu anımızda da önderimiz olmasını arzuluyoruz: Kızlarımızın en zekisi, en akıllısı, doğan yeni dünya ışığına (güneşine) bağrını ilk açan ve beyazdan bir altınmış gibi aramızda parıldayıp durmakta olan, işte bu yazıyı  (Köy Sovyeti binası üzerinde asılı olan bezdeki yazıyı işaret etti) incecik parmaklarıyla yazmış olan Vıstanekoların güzel Nafset’ini, bir öncü, bir yaşlı ve bir düzenleyici olarak aramızda bulunan Halaho ile dans etmesini gençlerimiz arzu ediyorlar. Uygun değil mi, ey ahali?

Kitle büyük bir coşkuyla bu isteği onayladı.

Nafset de kızların arasından ayrılıp ileriye çıktı. Kızıl yazması güneşe karşı parıldıyor, iki kırmızı yanağı da yazmasının kızıllığına karışıp gidiyordu. Bir Mayıs Günü konusundan Değotluk’un söz ettiği gün, Değotluk’un sözlerinde bazı saklı niyetler bulunduğunu sezmişti, ama bunun ne olduğunu ancak şimdi anlamıştı. Halaho’nun da kızıl başörtüsünü takıp kutlamaya gelmesini Nafset’ten istemiş olmasının da nedenini şimdi kavramıştı. Her ikisinin isteğinde birer gizli amaç bulunuyormuş anlaşılan. Onların böyle bir gizli niyetlerinin olduğunu bilseydi, Nafset, dünyada buraya gelmezdi, ama şimdi ne yapabilirdi ki, artık geri çekilmenin bir yolu da kalmamıştı.

Adige geleneğine yaslanıp hatiyak’o’ya (yöneticiye) “Ablam burada iken, onurlandırıcı da olsa, bana uygun görülen bu görevi kabul edemem” diyebilirdi,  tek çıkar yolu buydu ama Değotluk ile arkadaşlarının üzülmelerini de istemiyordu. Değotluk’un ve yanındaki genç komsomolların (parti gençlik kolu üyelerinin) kaygılı ve rica dolu bakışlarının da farkındaydı, onların kendisini diğerlerinden ayırıp ortaya getirtmiş olmaları kişisel bir seçim olarak görülemezdi sadece. Sürmekte olan devrim mücadelesinde Nafset’e güvenmekte olduklarını da ortaya koymuşlardı, onun kişiliğine ve insanca davranışlarına güveniyor, onun kendilerini bu uğraşta küçük düşürmeyeceğine inanıyorlardı.

Ayrıca, bu gençlerin gittiği yolun üzerinde Bibolet de bulunuyordu… Korkup da geri çekilecek olursa, Bibolet’in yüzüne nasıl bakardı ki…

İki ayrı dünya ve iki karşıt akım yandaşları gözlerini Nafset’in üzerine dikmiş, onun seçimini bekliyorlardı. Ya yiğitçe ve yürekli bir biçimde, kendisinin de özlemini çektiği aydınlık yeni bir dünya için mücadele edenlerin safında yer alacaktı ya da boyun eğecek, eski dünyaya özgü acımasız prangaların boynuna takılmasına razı olacaktı. Bu iki ayrı saftan hangisini seçeceğini kestiremiyor ve bir iç mücadelesi geçiriyor, kaygı ve korku içinde, utanmış ve her iki kesimden de çekinir halde, başını eğmiş duruyordu Nafset…

Bu duraksamalı duruş birkaç saniyeden fazla sürmemişti. Hemen ardından özlediği ve katılmak için can attığı aydınlık dünyaya yüzünü döndürdü. Ayrıca bu birkaç saniye içinde yaşının ve kavrama gücünün alabildiğine geliştiğini, iç engellerini aştığını, eski dünyadan artakalmış hatiyako’lar (çığırtkanlar)  karşısında duraksamamak gerektiğini kavradı ve başı dik biçimde olduğu yerde kaldı.

Şimdilere değin Adigeler, Adige kızlarını utangaç, başı eğik ve ezik kişiler olarak görmeye alışıktılar, kızların da bu durumu ince ve alacalı başörtüleri altında gizlemeye çalıştıklarını görüyorlardı. Şimdiye değin Adigeler böyle tören gegularında (eğlencelerde) bezden kızıl başörtüler taşımazlardı, böylesine şeyler de görmemişlerdi. Bu renk, şimdi yeni doğmuş ve dalgalanmakta olan özgürlük bayrağının da rengini anımsatmaktaydı. Nafset şimdi,  bu özgür dünyanın bir bayrağını elinde tutuyormuş gibi, başı dik ve yukarıda, gönenç ve güven içinde yerinde durmaktaydı. Başındaki başörtüyü daha aşağı indirmeye çalışmıyordu. O şimdi, yeniden değeri iade edilmiş olan önder Adige kadınlarından biriydi artık, kadın olduğu için utanan, ezilip büzülen biri değildi bunan sonrası için. Gözlerinden sevinçten bir ateş fışkırıyor, akıllı ve zeki bir kız olduğu belli olur biçimde yumuşacık dudaklarından gülücükler saçılıyordu. Artık kadınlara özgü ezilmişliğin yerini, insan olmanın verdiği güven dolu bir gülümseyiş almıştı.

Halaho inatçı bir ihtiyar külçesi halinde ve oynamayı istemiyormuş gibi, zorla ve sürüklene sürüklene meydana getirilmiş ve Nafset’in karşısına dikilmişti. Halaho isteksizce yerinde duruyor, lütfen sağa sola dönüyormuş gibi yapıyordu. Ancak Nafset, Halaho’nun ne denli güzel oynadığını kendi evlerinde görmüştü ve ihtiyarı nasıl yola getireceğini düşünüp duruyordu; Nafset, ihtiyar gibi cansız durmuyor, gözlerinden yayılan sevgi dolu bakışlarla onu etkilemeye çalışıyor, konuşmadan, sadece gözleriyle ona ricada bulunuyor ve onu dansa çağırıyordu. Kız, sonunda hızlanıp var gücüyle oynamaya başladı.
– Halaho, Halaho, kız seni bastırıyor, biz yaşlıları utandırıyorsun! Dans etmeyi unutmuşsan, içimizde yerin kalmadı, almayacağız artık seni aramıza! diyerek ihtiyarlar yer yer bağrışmaya başladılar.

Yaşlı genç herkes var gücüyle el çırpmaya başladı. El çırpmaları hızlanınca Halaho, yavaş yavaş tempoya uymaya başladı. Topluluğun el çırpmasını yoğunlaştırması ölçüsünde, oyuncular da tempolarını hızlandırıyorlardı, bu arada komsomollar silahlarını çekip peş peşi sıra boşaltmaya başlayınca Halaho da adeta zembereklerinden boşandı. Hızla dönen bir topaç (пхъэмыупсы чынэ хьакуако) gibi ortaya fırladı.

Hatiyak’o coşturucu naralar atıyor, pşınave de (mızıka çalan) koşup gelmiş, mızıkasını Halaho’nun başucunun üzerine doğru kaldırmış çalıyordu. El çırpma ve tabanca sesleri birbirine karışmıştı. Ortalık barut dumanına boğulmuş, ortalık kara bir sisle kaplanmıştı. Halaho bir kara kartal gibi bu yoğun  barut sisinin içinde bir fırıldak gibi dönüyor, dönüyor, dönüyordu.

Herkes birbirini çiğneyecekmiş gibi yığılmıştı, gerilerde duranlar gösteriyi kaçırmamak ve daha yakından görebilmek için öne doğru hücum ediyorlardı. Herkes şaşırmış, hayran hayran  Halaho’ya bakıyordu. Yer, unvan ve mevki gibi şeyler bir kenara atılmıştı. Adeta zaman durdurulmuştu, kimse kendisini itip duran kişi çokluğu ile ilgilenmiyor, sadece Halaho’ya bakıyordu. Bir süre sonra hatiyak’o elini kaldırdı ve pşınaveyi (çalgıcıyı) durdurdu. Koşup Halaho ile Nafset’in elini tuttu, onları meydanın orta yerine getirip yan yana durdurdu.

Gegudekiler de soluklanmaya, yığılmış olanlar da yeniden açılmaya başlamışlardı. Deri kapma yarışından (шъозехьэ) çıkmışlar gibi sık sık nefes alıyor, eğilip kalkıyorlardı. Tartışıyor ve aralarında konuşuyorlardı!
– Vay anasını be, bu Halaho da ne yaman biriymiş böyle!
– Bu adamın karşısında, gencim diye kendine güvenip sakın yarışmaya kalkışma!
– Nafset de becerisiyle onu oynatmasını bildi!
– Yahu, Vıstanekoların bu küçük kızı da ne yaman bir kız olmuş böyle!

Hatiyak’o yine topluluğa dönüp seslendi:
– Gençler ve yaşlılar olarak sizin belirlemiş olduğunuz bu iki kişi böylesine ortada kalmış oldular. İyilikten iyilik doğmuş olması gelenek gereğidir. İyilik yapmaktan kaçınmayanlar kenara çekilmesinler, ellerini sağ ceplerine atsınlar. Cepte olan böyle günler için gerekli, bu bizim en mutlu günümüz, özgürlük güneşi artık üstümüzde parıldıyor, yeni ve mutlu günlere eriştik. Para toplamaktaki amacımız, dış ülkelerde zor koşullar altında mücadele vermekte olan insanlara, emekçi kardeşlerimize yardımcı olmak içindir. Gencimiz, yaşlımız, kız ve çocuklarımız, sizler,  hepiniz bu hayırlı çalışmaya omuz veriniz.

Hatiyak’o konuşmasını henüz bitirmişti ki Şıvmıl’ Hacıret (Шыумыл1 Хьаджырэт) topluluğun içinde, bulunduğu yerden bağırdı:
– Siz burada toplanmış olan bu halkla dalga mı geçiyorsunuz? Yaşlı yaşlıdır diyelim, kabul, ama ablası bu yerde duran bir kızdan başka oynatacak kız mı bulamadınız?

Gegu derin bir sessizliğe gömüldü. Hacıret’in sağından solundan olumsuz başka sesler de duyulmaya başladı:
– Kız diye buna mı kaldınız?
– Bir  fekol’ (фэкъол1;emekçi köylü)  kızı dışında kız mı kalmamış koca köyde?

Komsomollar da ara sıra onlara karşılık vermeye başladılar:
– Yeter artık, geçti sizin eski günleriniz!
– Zenginliğinize dayanarak kızlarınızı öne çıkarttığınız dönemler geride kaldı artık!

Atışmalar çoğaldı ve iş kavgaya doğru gelişmeye başladı. Karşılıklı bağrışmalar arttı ve kimin ne söylediği fark edilemez oldu.
– Halk sizin soytarılıklarınıza katlanmak zorunda değil!
– Halk kim? Siz misiniz, siz kaç aile ediyorsunuz ki?
– Görürsünüz siz bu köyde ne olup ne olmadığımızı!
– Kendinizi halk yerine koyup caka sattığınız günleri unutun artık!
– Köyü şenlendirdiniz:Ağzı süt kokan, başı da biber gibi kıpkızıl bağlanmış bir küçük  kız dışında ortaya çıkaracak  birini bile bulamadınız!
– Kırmızıdan korkunuz,  size eskilerden kalma bir geleneğiniz (xabzeniz)! Ancak şimdi kurdun kapana yakalanması gibi kızıl bayrağa yakalandınız, kimselere saldıracak bir gücünüz kalmadı!
– Görürsünüz siz bundan sonra olacakları, görürsünüz siz Adigeliği ve insanlığı yok edip edemeyeceğinizi!
– Çatlayıp patlasanız bile, geçti sizin döneminiz, gün bizim günümüz!

Sen ben kavgası sürüp giderken Değotluk topluluktan ayrılıp orta yere geldi. Bağrışmalar sona erdi.
– Hacret neymiş burada senin beğenmediğin şey, diye sordu Değotluk sakin, ama sert bir ses tonuyla.
– Beğenmediğim şey, topluma karşı saygısız davranmakta olmanız! Siz gelenek (xabze) ve insanlık diye bir şey bilmiyor olabilirsiniz, ama toplumun bu değerlere saygısı var! Ablası dururken kız kardeşinin ortaya çıkarıldığı nerede görülmüş, diyerek saygısız ve edepsiz bir biçimde bağırdı.
– Senin gelenek (xabze) demekle kasdettiğin şeyi biz çok iyi biliyoruz. Köylüyü adam yerine koymadan kabarmış hindi biçimde dolaştığın eski günlerini geri getirmek istiyorsun, değil mi? Öyleyse yas elbiseni giy ve odana çekil, sizin gelenek diye istediğiniz şey sona erdi. Senin küçük kız diye küçümsediğin bu kız kadar bir aklın olsaydı bu söylediklerini söylemezdin. Bizim şimdiki geleneğimize göre üstünlük zenginliğe ya da soyluluğa göre biçimlenmiyor, üstünlük bilgiye ve hizmete göre kazanılıyor. Bunu hala anlayamadınsa, artık anlayacaksın!
– Senin değil, köylünün ne dediği önemli! Sen gelenek ve insanlık diye bir şeye değer vermiyorsun, ama köylü veriyor, diye bağırdı biri daha Hacıret’in geri tarafından.
– Köylüyü kendiniz gibi görüyorsanız, yanılıyorsunuz. Haydi soralım bakalım köylüye, diyerek Değotluk başını  kaldırıp topluluğa seslendi:
– Ey ahali, ey köylü! Bu toplantımızın düzenleniş biçimini uygun bulmuyor musunuz?

“Uygun, uygun buluyoruz!”, ”Bunları ne diye muhatap alıp konuşturuyorsunuz! Beğenmiyorlarsa evlerine dönsünler!” gibi tek tük konuşmalar duyulmaya ve sesler yükselmeye başladı. Ardından İshak ortaya geldi. Konuşmaları durdurup durumu yatıştırmak üzere bir konuşma yapmaya başladı:
– Ortaya çıkarılan yaşlımız kimsenin nefretini kazanmamış, doğru sözlü yaşlı önderlerimizden biridir. Kız da bizim kızımız, bugünkü kutlama için köy kızları içinde en fazla emek vermiş olan kızımız. Bütün köylünün gördüğü gibi, göz dolduran bu harfleri yazabilecek kadar  bir becerisi ve bilgisi olan daha başka bir kız göremiyorum köyümüzden. Yaşı küçük de olsa, adı gururla anılan kızlarımızdan. ”Ablası dururken” demeniz de yakışıksız. Onun ablası da aklı başında bir kız, bu kız da onu küçük düşürmek için ortaya çıkmadı. Eskiden de olurdu böyle şeyler. En zeki kızlara, ablası yanında olsa bile,  kızın örnek davranışını ödüllendirmek için, bir günlüğüne, yani süreli olarak ablalık payesi verilirdi. Bunun gibi insanca şakalar yapmak Adige geleneğinde vardır. Adigelerce düzenlenen en akıllıca ve düzgün gegulardan biridir bugünkü bu eğlentimiz de. Yakışıksız hiçbir durum yaşanmadı. Aksine çok güzel bir gegu yaşanıyor!”Sadece senin dans edişin bile yeter saygınlanman için benim güzel küçük şaşım (kızım)!Yaşamın boyunca mutlu olasın”, diye sözlerini Nafset’e dönüp tamamladı İshak.

Ancak Hacret daha da asabileşmiş bir biçimde, uygun ya da değil ayırmadan, terbiyesizce ihtiyara bağırdı:
– Anlaşılan sen de satın alınmışsın İshak, uygunsuzluğa kılıf uydurmaya çalışıyorsun! Sen ucuz bir yaşlısın sadece, gelenek dışı böyle bir uygulamayı hiçbir Adige gegusunda görüp görmüşlüğün de yoktur!

İshak yerine dönerken atılan bu laflar üzerine durakladı ve kızgın bir halde geri döndü. Sopasını sert bir biçimde yere çakıp başını Hacıret’e doğru çevirerek sert bir biçimde onu yanıtladı:
– Sen görmemiş olabilirsin, ama söylediğim şeyleri bizler gördük! Senin gibilerin baktığı ve gördüğü şeyler, sadece  çıkarınız bulunan şeylerdir, asla bilgece ve insanca şeyleri düşünmezsiniz, bunu bil a evladım! Bunu bilmediğin benim gibi yaşlı biri ile konuşma biçiminden bile açığa çıkıyor. Sizin obez (бэскъагъэ;şişman) kızlarınızın zengin kızı diye, öne çıkarıldıkları ve iltifat gördükleri geguları özlüyor olmalısın sen! Geçti o günler, a evladım! Şimdiki köy sizin gibi beş on hanenin emrindeki köy değil artık, şimdiki köy biziz, üç yüz elli hanenin tamamıdır!

İshak kıpkırmızı kesilmiş halde yerine döndü.

Ardından bir kargaşa baş gösterdi. İshak’ın vınekoş’u (унэкъощ) (*) iki genç Hacıret’e sert çıktılar ve onun İshak aleyhinde konuşmasına izin vermediler. Hacıret de “Köy, madem sizmişsiniz, sizin olsun!” diyerek topluluktan ayrıldı ve gitti. Onun ardından kendini soylu gören birkaç kişi daha gegudan ayrıldı. Behuko Hacı da sakalları sallanarak, kızgın bir koç gibi, sopasına dayalı bir süre bekledikten sonra, ”Adi herifler! İmansız ihtiyar!” diye mırıldana mırıldana Alıko ile birlikte toplantıdan ayrılıp gitti.

Oturma takımları getirilip Halaho ile Nafset’in önüne kondu. Komisyon oturdu. Yardım kampanyası başlatıldı. Kargaşadan önce para vermeyi düşünmeyenler de ellerini ceplerine attılar, böylece bir hayli para toplandı. Düşmanın yol açtığı kargaşaya inat, gençler daha dolu ve daha coşkulu bir biçimde yeniden dansa başladılar.

Bugünkü eğlenti süreci içinde hatiyak’o’nun söylediği övücü sözlerden biri akıllarda yer etmişti, bu övgü dolu sözler, övgüsü yapılan kişi dışında,  köylü tarafından da beğenilmiş ve onaylanmıştı:

Kulats Mıhamet’i çağırdı ve ona bir şeyler söyledi; Mıhamet de hatiyak’o’ya seslenip onu yanına çağırdı ve ona bir şeyler söyledi, ayrıca para da verdi;hatiyak’o da üç kez hapşırarak pşıneyi (çalgıyı) durdurdu, ortamı sessizleştirdi ve  daha ince bir dille topluluğa seslendi:
– Hey, hey (Уи-уи)!Nedjehable (**) yönüne (Нэджэхьаблэ) bir baktığımızda bir kız görüyoruz. Bedeni saksağanın beyazı, saçları saksağanın siyahı, iki kaşı kırlangıcın kanatlarını andırıyor, adım atışı ise ceylanın yürüyüşü gibi, kızların içinde gözü ve kirpiği eşsiz olan Vıstanekoların Kulats’ı beni çağırdı ve bana şöyle dedi:”Hey, hatiyak’o, böylesine bir günde çok yoruldum deme, yaptığını çok görme! Bugün çok sevdiğim biricik kız kardeşime köyümüzde verilmiş olan değer, benim açımdan gurur verici, bu konuda duyduğum sevinci dile getirmeye gücüm yetmez! Bugün geguda orta yere dikmiş olduğun bu iki kişi için canım kurban olsun!” diyerek, bana yüz ruble para verdi.
– A benim iki gözüm! A benim kurban olduğum güzelim! Bu parayı Laba ırmağı çakılları arasından çıkarmış olmalısın, çok gurur verici, ama bilgece düşüncen paradan da daha değerli, baharın çiçeklerle kendini belli etmesi gibi, yaşamının da bugün ortaya koymuş olduğun bilge davranışın gibi yinelene yinelene sürüp gitmesini diliyorum, a benim güzelim (сидах)!

(*) Vınekoş (унэкъощ)- aynı soy, sülale mensubu.
(**) Nedjehable (Necehable)-Buradaki “hable” köy değil, büyük bir köyün, 350 haneli Şecerıye köyünün bir mahallesi anlamındadır. HCY

 

XI. AT  YARIŞI (ШЫГЪАЧЪЭР)

Gegu’nun (eğlentinin) ardından at yarışı yapılacağı duyuruldu, gegudakiler ve geguya gelmeyen diğer köylüler, akın akın yarış alanına doğru aktılar. Cadde boyunca ilerleyen kadınların yanında ve kucaklarında çocukları da vardı. Araba (ку) ve kağnılar (тэчанк) tıka basa insanlarla doluydu, bazılarından mızıka (pşıne) sesleri yayılıyor ve hepsi de bir koşuşturma tutturmuş yarışın yapılacağı alana gidiyordu. Atlılar da birbirleriyle yarışırcasına koşuşturuyorlardı. Üstü örtülü olan ve dizginlerinden tutulmuş götürülen birkaç at daha vardı. Bunlara yarışacak olan atlardı.

Kimileri alelacele, kimileri de son takatlerini ortaya koyarak köyden çıkmış yarış alanına doğru ilerlemekteydi. Köyün hemen bitişiğindeki çayırlık alan insanla dolup taşmıştı, bahçe çitlerinin üzerinden dışarı sarkan kabaklar misali, çayırlığın etrafını çeviren çitler kadın ve çocuklarla kaplanmış gibiydi. Erkekler daha çok ortada, yarışın yapılacağı yerde toplanmışlardı. Bazı köşelerden ve sağda solda mızıkalar çalınıyor, oyunlar oynanıyordu. Yarışa katılacak atlar ise daha uzaklarda, ayrı ayrı gezdiriliyorlardı.

Alanın başka bir yerinde atlı ve yayalar karşı karşıya gelmişler, atlıların yaya saflarını yarma girişimini (шыу к1оц1ырыфы) oynuyorlardı. Bazen çayırlıktaki herkesin dikkatini çekecek denli büyük bir çekişme ve nara sesleri ortalığı kaplıyordu. Çocuklar hemen oraya doğru koşmak istiyorlar ama birkaç görevli çocukları ince söğüt dalından sopalarla kovalayıp çocukları oradan uzaklaştırıyordu.

At yarma oyunu yerinde, atlı ve yaya safları arasında uzun boylu Şumaf ile bindiği bücür atı Muştak duruyordu. Muştak durmadan tekmeler savuruyor,  gerisin geri giderek yaya saflarını dağıtıyor ve bozuyordu. Şumefej ise atı ile şakalaşacak ya da dalga geçecek durumda değildi. Şumaf ile Muştak,  birbirlerine kızmışlardı ve inatlaşıyorlardı. Şumaf iyice sinirlenmişti, kırbaç üstüne kırbaç indiriyordu Muştak’a. Böyle bir şeye alışık olmayan Muştak ise, gözleri iri birer armut gibi dışarı taşmış, kızarak yana doğru yatıyormuş gibi fırlamış, yayaların üzerine doğru ilerliyordu, insanlar ise bağrışarak ata yol açıyor, daha uzaktaki kişiler de telaşlı biçimde bağırıyor ve ıslık çalıyorlardı. Hayhuy ve bağrışma sesleri ortalığı kaplamıştı. Sonunda Şumaf, Muştak’ı dizginlemeyi başardı. Muştak meydana girilen ve çıkılan yere doğru gitmeye başladı, mutlu olmuştu, kuyruğunu sallayarak yoluna devam ediyordu. Ancak Muştak boşuna sevinmişti. Şumaf kızarak atının yönünü değiştirtti, atının başını sert bir biçimde geri çevirdi ve onu yarış yerine yeniden yönlendirdi. Sırtındaki bu azman binicisinin kendisini rahat bırakmamış olması Muştak’ı büsbütün çileden çıkardı. Kırbaç indirmesine zaman bırakmadan, binicisini de iplemeden öne doğru fırlayıverdi. Atın değil, binicisi daha iri görünüyordu, at yapışkan sarı toprağı toynaklarıyla bastırıp etrafa sıçratıyor, yere yatmış gibi iki saf halinde dizilmiş insanların arasından koşarak geçiyordu, her iki yandaki insanlar ise durmadan bağırıyor ve ıslık çalıyorlardı.

Beyaz kağıda sarılı parasının düştüğü yere vardıklarında, iriyarı Şumaf aşağı eğiliyor ama eğere takılıyor, kocaman boylu bir çuvalmış gibi, bakanı kahkahaya boğacak bir biçimde baş aşağı atından yuvarlanıp üç dört kez yerde dönüyor. Muştak ise çifteler sallayarak kaçıyor, Şumaf da elleri yanda, hareketsiz bir  halde kalıyor. Kalpağının uçmasıyla,  açığa çıkan Şumaf’ın kel başı güneş altında parıldıyordu, başının tepesinde de iki kımızı kurdele dikilmiş gibi (дэнылъэч идагъэм фэдэу)  iki şerit halinde kan akıyordu.

Koşup Şumaf’ın çevresini kama ucuyla çizip çeviriyorlar. Onun bir kel olduğunu bilmeyen bir çok kişi durumu görmüş, kalpağını bir türlü çıkarmak istemeyişinin nedenini de anlamış oldular…

“Havalandırın, nefes almasını sağlayın!. . ” gibisine bilindik sözleri söyleyip etrafını kuşattıkları bir sırada,  Şumaf yavaş yavaş kendine geldi. Aklı başına gelir gelmez elini başına götürdü, kalpağını uzanıp ldı ve hemen başına geçirdi. Doğrulup oturdu, şaşkın şaşkın bir süre bekledi, ardından hızla yerinden kalktı.
– A, imansız, a Muştak!. . Nereye gitti ki bu Muştak? diyerek, üst başını silkelemeye bile bakmadan kendisini çevreleyen insanların içinden ayrılıp yürüdü.

Bu üzücü durum karşısında kimse Şumaf’a takılmadı, kimse bir şaka yapmaya da kalkışmadı. İyi bir ata  kavuşacak olursa, kimsenin  Şumaf’la  yarışamayacağını köydeki  herkes biliyordu. Şumaf’ın bu başına gelen şey, atsız ve yoksul olmasının bir sonucuydu, bunu  oradakiler şimdi daha iyi anlamışlardı. Bu durum kendilerinin de umarsız olduklarını, bir çıkış yolu bulamadıklarını, özlemlerini gerçekleştirememenin acısı içinde yaşamakta olduklarını onlara da anımsatmıştı. Sonunda üzgün bir biçimde dağılmışlardı. ”O Muştak yüzünden o çocuğun başına bir sürü iş açılacak, anlamalı artık!” gibisine sözler etraftan duyuluyordu. Şıkvotsvırıf  (шык1оц1ырыф;atı yaya safından geçirme) oyunu da bu olay nedeniyle dağılmış oldu.

Topluluk yarış atlarının çıkış yeri yakınlarında birikmeye başladı. Atlı ve yaya hatiyak’olar  (görevli/düzenleyiciler) de harekete geçtiler, meydanda oraya buraya dağılmış olan insanlara yer göstermeye ve onları düzenli bir biçimde yere oturtmaya başladılar. Öte yandan insanlar iyice birikince, yarış atlarını çıkış yerine doğru getirmeye başladılar.

İshak seslenip Mıhamet’i yanına çağırdı. Mıhamet’i topluluğun arasından çıkarıp gizlice ona şunları söyledi:
– Atına yeterince iş  (idman) verilmiş değil, ama yarışa sokulabilecek bir duruma da geldi. Sen son tura odaklanmaya bak. İsmahil’in atı iyi bir at, ama çalıştırıcıları iş (eğitim) vermesini bilmiyorlar. İlk turda onun öne geçmesi doğal, ama koşu uzadıkça senin atının yoramayacağı bir at buraya getirilmiş değil. Bu atlar içinde korktuğum tek bir at var, o da şu sarı tüylü (шыгъо) küçük at. Nereden getirildiğini bilmiyorum, yöremizin bir atı değil  o  (тичылэшэп)…
– Şu küçük sarı tüylü atı mı dedin, dedi Mıhamet, şaşırmış halde. ”Ben onu hesaba bile katmamıştım! Onu getireni aptalın biridir diye saymıştım…
– İşte o, dediğim o küçük sarı tüylü atın ta kendisi. O atın beden yapısını beğendim, çalıştırıcısının da ona iyi iş verdiği belli, dedi İshak, yeniden beğeni dolu bakışını sarı tüylü ata çevirerek. ”O atı geçecek bir at buraya getirilmişe benzemiyor. Birazdan hakem heyeti (комиссия) toplanacak, sen ikişer kez iki tur koşulmasında ısrarcı ol. Daha az bir turu kabul etme, atın kazanamaz. Şimdi atına binecek olan genci getir de onunla da bir konuşayım.

İshak, Mıhamet’in kıratına binecek olan çocuğa talimatını (унашъо) verip gönderdi.

Çocuğun uzaklaştırdığı kırat (шы бырул) iri kemikli ve hantal görünümlü, şiş göbekli ve kocaman ayaklı tipsiz bir attı.

Atların yarışma kuralını belirleyecek hakem heyeti ortaya gelmişti. İshak ile Mıhamet oraya doğru yürüdüler. İsmahil ile Hacıret (Хьаджырэт) de konuşa konuşa hakem heyetine doğru giderlerken,  Mıhamet de onların yanlarından geçti. Hacıret seslenip Mıhamet’i durdurdu.
– Mıhamet, sen nereye gidiyor, neyine güveniyorsun böyle? Zavallı koşum atına ne diye eziyet ediyorsun, diye üzülüyormuş gibi ama içindeki nefreti yansıtan sözler söyledi Hacıret.

Kızıp gegu’yu (eğlentiyi) terk etmiş olan birinin, şimdi hiçbir şey olmamış gibi at yarışına gelmiş olması Mıhamet’in tuhafına gitmişti. Yarışa geldiklerine göre, onların onur konularını da aşan gizli bir niyetleri olmalıydı. Durup konuşmaya kalkışmadan, içindeki nefreti de pek gizlemeden, ama önemsemiyormuş gibi de yaparak yanıtını yapıştırıverdi:
– Bizim de güvendiğimiz bir şey var elbette!. . Atlar bir koşsunlar hele, o zaman görüşürüz, dedi Mıhamet.

Atların nasıl yarışacakları konusunda hakem heyeti ile hayli uzayan bir görüşme yapıldı. Sonunda İshak’ın görüşü benimsendi, iki buçuk kilometre olan koşu parkurunu her biri ikişer kez olmak üzere iki kez turlamaları, arada on beş dakikalık bir mola verilmesi kararlaştırıldı.

Bağırma-çağırma sesleri arasında koşu parkuru açıldı. Bitiş yerinde arka arkaya iki bayrak (flama) çakıldı. Ardından atlar salındı. Herkes sesini kesti.

İlkin atlar uyumlu bir çıkış yapamadılar. İsmahil’in atının vücudu güneşe karşı parıldıyor, güzel görünümüyle insanı adeta büyülüyordu, çevik bir çıkışla kuş gibi atların içinden fırlayıp en öne geçti. İshak’ın işaret ettiği sarı tüylü küçük at ise hemen ardından onu izliyordu. Mıhamet’in kıratı ise ağır bir kalkış yaptı, uzun boylu, hantal ve umursamaz haliyle en arkaya düşmüştü.

İsmahil’in atı ile sarı tüylü at dışındakiler, bir süre bir arada ve toplu bir halde yarıştılar. Ancak turu yarıladıklarında da kesilmeye başladılar. İsmahil’in atıyla sarı tüylü küçük at ise, ilk çıkışlarındaki konumlarını koruyorlardı.

Tur yerinin öteki dönemecinde, iyice alçalmış olan güneşin kızıllaşmış ışığı karşısında atların gölgeleri belirdi. Birbirinden uzaklaşıp dağılmış olan atların en gerisinde de Mıhamet’in uzun kıratı sallapati (сажнэ къеоу) ve dörtnala geliyordu.

İzleyiciler arasında yarışma heyecan ve telaşı baş göstermişti. Büyük bir tartışma başladı. Bir grup İsmahil’in atını, bir grup da küçük sarı tüylü atı şanslı görüyordu. Köylünün çoğunluğu kalben Mıhamet’in kıratını desteklemekteydi, ama geride kalmış olması,  taraftarlarını hayli umutsuzluğa düşürmüştü, ne diyeceklerini bilemez halde bakınıp duruyorlardı. İsmahil’in atını tutanların çenesini ise kimse kapatamıyordu.

İsmahil ile Hacıret’in yer aldığı grubun içinden bağrışma sesleri duyuluyordu:
– Mıhamet, boşuna böbürleniyor, zahmet edip araba beygirini buraya getirmiş.
– Aptalca bir iş peşinde anlaşılan, zavallı kart atına yazık oluyor.
– Ne olup olmayacağı şimdiden belli olmaz.
– Ne yani, biz hiç at mı görmemişiz. Dörtnala koşmak dışında bu atın bir şey yapamayacağı belli değil mi?
– Neyse, attan çok iyi anladığını söylüyordu ya, anlayıp anlamadığı anlaşılır artık!

Atlar koşarak önlerinden geçtiler. İsmahil’in atı yine öndeydi. Ateş gibiydi ve binicisi atı zor zapt ediyordu ve şahane bir koşu da çıkarıyordu. Ancak dökülmeye başlayan atın tüyleri arasından,  solgun ve zayıf olanları seçilebiliyordu.

Sarı tüylü küçük at ise ilk çıkışındaki kararında koşusunu sürdürüyordu, hızını ne arttırıyor, ne de düşürüyordu. Gözleri yerinde ve zeki bir biçimde dışa doğru parıldıyor, başını sevimli bir biçimde öne doğru uzatıyor ve kararlı bir biçimde koşuyordu.

İlk turda kıratın gücünü korumuş (kesilmemiş) olması, Mıhamet’in dostları arasında az da olsa bir umuda yol açmıştı, ama iyi ya da kötü diyecek durumda da değildiler. Kıratın ne yapacağı henüz anlaşılamıyordu.

İnsanların bulunduğu yeri dolanıp ikinci tura geçtiklerinde, kırat dörtnala ve sallapati koşmayı bırakıp daha düzgün biçimde koşmaya başladı. Uzun bedeniyle sanki yere koşut uzanmış gibi, hızlanan bir tempoda koşuyordu. Yavaş yavaş önünde gitmekte olan atların bazılarını bir bir geçti.
– Hey, hey, olup biteni görmüyorsunuz! Bu kırat bir şey yapacak anlaşılan, diyerek birçok kişi sevindi.

Kırat, en geriye düşmüş olan atların bazılarını geçti, İsmahil’in atı ile küçük sarı tüylü ata yetişmek için, önünde iki at kalmışken, hızını kesti. Pozisyonunu korur halde ikinci dönüş çizgisinin bitimine ulaştı.

Atlar parkurdan ayrılınca, atlılar peşlerinden koştular. Binici çocuklar atlardan indiler, atları başka kişilere bıraktılar.

İsmahil’in atı adeta kudurmuş (хьашхъурэ1у) gibiydi. Gücü yerinde gibi görünüyordu, ama tüylerinden ter akmaya da başlamıştı. En az terlemiş olan atlar ise, küçük sarı tüylü at ile Mıhamet’in kıratı idi. Mıhamet’in yandaşları kıratın kesilmemiş olmasının iyiye işaret olduğunu söylemeye başladıklarında, İsmahil ile Hacıret’in grubu yanıt vermekte gecikmedi:
– O kadarcık bir koşuyla, elbette kesilmez! Koşmuyor ki, sadece dörtnala gidiyor.

Mıhamet ile İshak yan yana duruyorlardı. İshak kaygılı değildi, onca koşu boyunca ağzından tek sözcük çıkmamıştı. Mıhamet ise tam tersine, alabildiğine telaşlı ve heyecanlıydı, sadece İshak’ın sakin görünümü onda biraz olsun bir umut oluşturuyordu. Koşuya ara verildiğinde, kıratına güveni iyice azaldı ve bir moral çöküntü içine düştü. Ancak bunu belli etmek istemiyordu, içi buz gibi soğumuş halde, hafif  bir sesle İshak’a sordu:
– İshak, durumu nasıl görüyorsun?
– Ata binen çocuk binici olabilecek, dediklerimi yapıyor, dedi sadece İshak, Mıhamet ise beklediği yanıtı alamadı.

Atlar yeniden koşmaya başladılar. Yine İsmahil’in atı kuş gibi en öne fırladı. Küçük sarı tüylü at da  onu izliyordu. Öne geçmiyor, ama mesafeyi de koruyordu. Kırat yine hantal, dörtnala gidiyor, en arkaya düşmüş atların arasında bulunuyordu.

İsmahil’in atıyla sarı tüylü (шыгъо) at yine hayli önden koşuyorlardı.

Mıhamet’in umudunun iyice tükendiği, atların koşu parkurunu iki kez döndükleri bir sırada, kırat, arasında bulunduğu atları yeniden geçmeye başladı. Ağır ve dörtnala koşmayı bırakmıştı. Ancak yine de acele etmiyordu. Rahat bir biçimde yere koşut uzanmış, uzun bedenini tazı gibi öne uzatmış koşuyordu. Mıhamet’in umudu biraz olsun yerine gelmeye başlamıştı, yanındakiler de kıratın ne yapacağını, merak ve heyecan içinde bekliyorlardı.

Koşu parkurunu bir kez turlayıp ilk çıkış yerine gelmişlerdi atlar. İsmahil’in atı yine öndeydi. Ağzı köpüklenmişti ve ağzından adeta ateş saçılıyordu, ama gücünün azalmakta, kesilmekte olduğu da anlaşılıyordu.

Küçük sarı tüylü at yine onu izliyordu. Kırat ise onlara bayağı yakınlaşmış,  bu iki atın gerisinden koşuyordu. Diğer atlar ise artık çok gerilerde kalmışlar ve öteye beriye saçılmış halde koşuyorlardı.

Atlar ikinci kez yeni bir tura başladılar. Kıratın üstündeki çocuk üç kez ata kırbacını şaklattı. Kırat açılıp uzunlamasına adeta yere yatmış gibi ağır ağır hızlanarak koşmaya ve giderek de hızını artırmaya başladı. Kıratın hızlanması üzerine sarı tüylü at üzerindeki binici de kırbacını şakırdatmaya başladı ve İsmahil’in atının hizasına geldi. İki at yan yana yarışırken kırat da onların hizasına erişti.

Kırat ile sarı tüylü at yan yana, İsmahil’in atı ise geride dönemece ulaştılar, oradan da geriye döndüler.

Topluluğun olduğu yere doğru, önde olan at hangisiymiş belli olmayacak bir biçimde bir süre koşuyu sürdürdüler. Atlara binen çocukların bağırma sesleri, bir turna kuşu sesi gibi duyuluyor, çocuklar birbirlerini geçmeye çalışıyorlardı. Sonucu bekleyen topluluğun heyecanı da doruğuna ulaşmıştı. Atlı hatiyak’olar   (görevliler)  hemen koşuşturmaya başladılar.
– Atların önüne geçmeyin!
– Atlarla yarışmayın, yarışmaya da kalkışmayın!
– Geriye çekilin! Yol verin! gibi bağrışmalar duyuluyordu.

Mıhamet heyecan içinde ve ne yapacağını bilemez halde, uzanıp İshak’ın sopası (asası) üzerindeki elini yakaladı. İshak da öbür elini uzatıp Mıhamet’in elini sıktı ve gülümseyerek konuştu:
– Kaygılanma, kaygılanma yavrum, benim o kırata güvenim tam.

Atı koşar ya da koşamaz denmesine üzülüyor değildi Mıhamet bugün için. Bugün kıratının yarışı önde bitirip bitirmemesi de umurunda değildi, sevmediği kişilerin kendisiyle dalga geçecek olmaları, asıl o kaygılandırıyordu Mıhamet’i. Ancak atının birinci gelmesi her şeyden de önemli olurdu bugün için. Kendisi durmadan çalışıyor, ama bir şey elde edemiyordu, özlemini çekip de ulaşamadığı çok şeye, birçokları hiç çalışmadan ulaşıyorlardı, bu yüzden onlara karşı içinde bir nefret duygusu oluşmuştu, öyle kişilere karşı bir hınç vardı içinde, öyle kişilerin acı dolu sözleri kendisine dokunuyor, bu durum nefretini daha da artırıyordu, her şey iç içe geçmiş gidiyordu. Kıratı İsmahil’in atının gerisinde kalırsa, kendisine kardeşten de daha yakın olan dostlarının üzüleceklerini bilmenin kaygılarını da  içinde taşıyordu…

Binici çocukların bağırma sesleri yakınlaşmıştı. Binicilerin kırbaçları kuş gibi kendileriyle birlikte havada uçuşmaktaydı. Çocukları çıplak  bırakacak ölçüde daracık gömlekleri bel üzerinden  sıkılanmıştı, başları da rüzgara karşı bağlanmıştı, kara yağız görünümleriyle  batan güneşle yarışmakta olan  bu çocuklar sıradan insanlara hiç   benzemiyorlar, çok ilginç kişilermiş gibi geliyordu birçoklarına. İnce kol ve  bedenleri ise,  rüzgarın sallayıp durduğu bahçe korkuluklarını andırıyordu…

Atlar yaklaşmaya başlayınca insanların heyecanı daha da bir arttı. ”Kırat en önde!”, ”Kıratın yaptığı da inanılacak gibi değil doğrusu!”, İsmahil’in doru atı (ишы пц1эгъоплъ)   geride kaldı!”, ”Ot tibi, kıratım benim!” diyerek, insanlar şaşkınlık ve sevinç içinde bağrışıyorlardı.

Yükselen Allah Allah ve dua sesleri içinde, at hatiyak’oları atlarının kap-kap ayak sesleri ile birlikte koşup gelen atları karşıladılar. Başka bir yerden Şumefej de fırladı, atı Muştak’ın karnı yere sürtecekmiş gibi uzanmış, yapışkan toprakları öteye beriye saçarak, kendi de bir Nart atlısı imiş gibi, diğer atların en gerisinden koşup gidiyordu.

Hayhay-huyhuy sesleri içinde, epeyi ürkütülmüş ve gözleri fırlamış bir biçimde yarış atları bitiş çizgisine eriştiler. Kırat en öndeydi, gücünü toplamış, geniş tırnaklarını yere yaymış, uzunlamasına yere adeta yatıklaşmış, burun delikleri yumruk alacak ölçüde açılmış halde,  kırat art arda çakılı iki bayrak arasına ulaştı. Ancak ikinci bayrağa henüz ulaşmadan sarı tüylü küçük at da mızrak başı gibi küçükbaşını uzatıp kurşun gibi kıratla birlikte iki bayrak arası yere fırlayıverdi. Her iki atın da iki bayrak arasını geçtiği bir sırada köpükler içinde İsmahil’in doru atı da geriden bitiş çizgisine geldi…

Mıhamet derin ve rahat bir nefes çekti.
– Varol, kıratım benim (Опсэужь, сибырулэжъ)!Ömrün boyunca benim için artık hiç bir şey yapmasan   bile,  bu başarın benim için yeter!diye kendini tutamayarak adamakıllı bir haykırdı ve kıratına doğru koşmaya başladı.

İnsanlar dağılıp atların bulunduğu yere doğru koşuştular. Hiçbirinin ne dediği anlaşılamayacak bir biçimde konuşma ve tartışmalar meydanı kaplamıştı. Bir iki yerden de mızıka (pşıne) sesleri gelmeye başlamıştı.

Atlar, gezdiriliyorlardı. Mıhamet, kendisini çevreleyen insanların arasından kıratının gezdirilmek üzere götürülüşüne bakıyordu. Bir baktığında İsmahil’in kızgın kızgın bulundukları yere doğru gelmekte olduğunu gördü. Geliş biçimini hiç beğenmemişti, bu nedenle kıratını unutmuş İsmahil’in bu tuhaf gelişini izlemeye başlamıştı. Yanlarından geçerken İsmahil, bir kez Mıhamet’e doğru bir baktı. Kendisini beğenmiş, başkalarıyla dalga geçen her zamanki hali yoktu üzerinde. Rahatsızlanmış gibi gözleri çapaklanmıştı. Mıhamet’i gördü, ama görmek istemiyormuş gibi gözlerini hemen ondan kaçırdı. Bir yerlere erişme telaşı içindeymiş gibi,  dolaştırılmakta olan doru atına doğru gitmeye başladı. Giderken de ceketinin eteğinde bulunan tabancasına elini attı. Durumu görür görmez Mıhammet, topluluğun içinde fırladı.

İsmahil, doru atını dizginlerinden tuttu, tabancasını çekip  şakağına dayadı. Mıhamet hızla yetişti, İsmahil’in elini yukarıya ittiği bir anda tabanca da ateş aldı. Doru at, pırh (пархъ) sesi çıkararak sahibinin elinden kurtuldu ve cin çarpmış gibi sıçradı, başını alıp uzaklaştı.
– Yahu, gerçekten yakışmıyor bu yaptığın şey! diye bağırdı Mıhamet İsmahil’e.
– Ne yapıp yapmayacağımı sadece ben bilirim, atın sahibi ben değil miyim?!diyerek kan bürümüş gözleriyle Mıhamet’e bir bakıp  elini çekti Mıhamet’in elinden.
– İnsanlığın olduğu bir yerde, atına öyle aklına gelen her şeyi yapamazsın! Ata iş vermeyi bilmiyorsan, kusur atın mı oluyormuş! diye karşılık verdi Mıhamet.

Mıhamet çok şaşırmıştı, İsmahil’in o denli kızdığını ve renginin o denli attığını hiç görmemişti. Alaycı-şakacı görünümü gitmiş, şık davranış biçimi de kalmamıştı İsmahil’in,  çirkin görünümü adamakıllı yüzüne yansımıştı…

İnsanlar koşuşturarak geldiler. Yapılan eleştiri ve azarlamalara karşılık verme gereği duymamıştı İsmahil, ne yapacağını bilmiyormuş gibi, tabancası elinde, gözü kararmış, adeta kudurmuş köpek gibi, alık alık bakınarak bir süre yerinde durdu. Ardından tabancasını kılıfına soktu, kimseyle ilgilenmiyormuş gibi de yaparak, tek söz bile etmeden köyün yolunu tuttu.

 

XII. DÜŞMANIN AYAK İZİ (ПЫИМ ИЛЪЭУЖ)

Cuma akşamıydı. Kırda, tarlada çalışmakta olanların evlerine henüz dönmekte oldukları bir sırada, Değotluk köyü dolaşıp komsomol grubu (parti gençlik kolu) üyelerine haber verdi: “Bu akşam toplanmamız gerekiyor, gecikmeden geliniz. Konuşacağımız konular son derece gizli, komsomolun okuma odasında toplanamayız, benim evime gelin”.

Toplantı olduğu haberi, kişiden kişiye üyelere gizlice bildirildi. Tarladan dönüp henüz sofraya oturmuş olan genç, hemen bir arkadaşını evine davet ediyor ve durumu ona bildiriyor. Gencin yorgunluğu hemen son buluyor, olup bitenin ne olabileceği kaygısı içinde içeriye dönüyor. Alelacele bir iki lokma aldıktan sonra, üstü başı toz toprak, kalpağını başına geçirip evden çıkıyor ve yola koyuluyor.

Gençler birer gizli gölgeymişler gibi köyün dört bir köşesinden gelip Değotluk’un kapısının önünde buluştular. Bir şey demeden, ne gibi bir sorun bulunduğunu bilememenin merak ve kaygısı içinde evin içine girip oturdular.

Çoğunluk bir araya gelmişti.

Komsomol örgütüne ilk katılmış üç kıdemli kişi de vardı toplananlar arasında. Behukoların grubunun en zıt bellediği,  birini olsun gördüklerinde salyaları boşanan kudurmuş köpeğe dönüştükleri ve o denli de nefret ettikleri ve görmeye bile katlanamadığı bir üç kişiydi bunlar. Kulak (zengin köylü) grubunun Sovyet karşıtı faaliyetlerinin açığa çıkarılması, bunların yasa gereği devlete ödemeleri gereken vergileri kaçırmalarına fırsat verilmemesi, bu kişilerin ırgatlarının da dava açıp emeklerinin karşılığını almaları gibi oluşumlar hep bu üç kişinin başının altından çıkıyordu. Zenginler bunu biliyorlardı.

Bu üç kişiyi en çok da imamlar (ефэндыхэр)  zıt bellemişlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, hocaların bu üç kişiye karşı nefret ve hınç duymalarının nedenleri vardı. Hocaların foyalarını açığa çıkarma ve onları etkisizleştirme konusunda bu üçü en yetenekli olan komsomollar idiler. Sözleri tam yerinden atılmış birer ok gibi hocaları en zayıf yerlerinden vuruyordu, onların hocalar aleyhlerinde salmış oldukları alaycı sözler,  hocaların gizli-saklı niyetlerini de ortaya döküyor ve bütün köy önünde alay konusu olmalarına yol açıyordu. Şişmiş bir koyun kuyruğu gibi yolda yürüyen bir imam, bu üçünden birini görecek olduğunda, dua okuyormuş gibi söylenerek,  kızmış bir halde yolunu değiştiriyordu.

Bu üç kişi için hocalar  “Yeücüc-meücücler”, Behoko grubu da onlar için “beyaz tavşanlar” (*), ”Uğursuz suratlar”, ”Rastlarsan yolunu değiştir”, ”şeytan boynuzu taşıyanlar” diyorlardı.

Ancak bu üç kişinin gerçek adları da vardı: İlki Değotluk, komsomol hücresinin sekreteri ve köydeki tek komünist; ikincisi Ahmed, üçüncüsü de T’ıhuts’ık’u (Т1ыхъуц1ык1у;Küçük Koç) idi. Bu üç kişi değişik karakterde, ama birbirlerini görmeden edemeyen ve birbirine tutkun gençlerdi.

T’ıhuts’ık’u, kavgacı iri bir koç gibi dolgun ve kalınca yapılıydı. İçinde saklı olan bütün gücü taşacakmış gibi, bir sorunla ilgilenmeden ya da bir sorunu ele almadan yerinde duramayan biriydi. Yorulmak ya da umutsuzluğa düşmek gibi huylar ona yabancı olan şeylerdi. Sürekli neşeli, kabına sığmayan ve fır fır sesleri çıkararak sürekli dönen bir topaç (чыны хьакуако) gibiydi. Kahkahalarına (sürekli gülerdi), ayak tırnağına değin bütün bedeni de eşlik ediyor gibiydi, kahkahaları başkalarını da kahkahaya boğardı, böylesine şen şakrak biriydi. Konuşması da davranışına uygundu. Deli dolu konuşurdu, sözleri arasına Rusça sözcükler de katar, ateşli ateşli konuşurdu. Derinlemesine değil, daha çok fantastik (hayali) biçimde konuşmayı yeğlerdi. Şakacı ve şen şakrak biri idi, ancak verilen görevleri de aksatmaz,  başarıyla tamamlardı. Bir işin peşinde olmadığında ya da çatışacağı birini bulamadığında, içinden geldiği gibi boşanarak konuşur ve hayale (fantezi) dalardı: Yapılması gereken şeylerin planlarını yapar, bunları geleceğin özlemi imiş gibi düşünmeye başlar, böyle olsaydı, böyle gerçekleşseydi deyip durur ve öylece yerine otururdu. Rusça ve diğer politik terimleri, her zaman anlamını bilmese de, sözlerinin arasına katmayı severdi, zayıf bir yönü yakalandığında, bu yönüyle arkadaşlarınca tefe konurdu. Behuko grubundan ya da onlardan yana olup Sovyet iktidarına ve komsomollara diş bileyen kişilerle en fazla karşılaşan ve uğraşan, en çok da sorun yaratan komsomol T’ıhuts’ık’u idi.

Ahmed ise, bambaşka bir karakterdeydi. Ahmed ile ilk kez karşılaşan birinin dikkatini çeken şey,  gözleri olurdu. Berrak gökyüzünü andırır biçimde gözleri yem yeşildi ve gözleri ipekten birer iplik gibi parıldayan siyah kirpiklerle çevrelenmişti. Durmadan bir şeyi düşünen biriymiş gibiydi, yumuşacık ve kibar bir görünümü yansıtırdı bu gözler. Kemane/kemençe (пхъэпщынэ;Çerkes kemençesi, kemanesi)  çalıyordu. Kemençesini alıp çalmaya başladığında, işte o zaman gözleri daha da güzelleşirdi. Dünya sorunlarından sıyrılıp sıradan bir insan olarak özlemini duyduğu konulara daldığında ise, kemençesinin hafif ve yumuşak sesini izleyerek, gözleri hafifçe şehlalaşarak  çalgısını çalıp otururdu. Konuşmayı pek sevmezdi. Kız gibi, özenerek kibar kibar yürür, yumuşak hareket eder; utangaç ve çekingen bir görünüm yansıtırdı. Ancak komsomolların önüne birileri kötülüğüne çıkacak olduğunda, işte o zaman soğuk ve çelikten yapılma sivri bir süngü gibi olur, onun asla geri adım atmayacak biri olduğu yüz hatlarından hemen anlaşılırdı. Yiğitliğini gizleyen, az konuşan, ama işini ciddi biçimde yapan kişilerdendi. Sevdiği kişilere yardım etmede, kötü kişilere de engel olmada sınır tanımazdı. Ahmed’in ağzından gıdım gıdım dökülen sözlerinde, daima bir kesinlik ve kararlılık bulunurdu. T’ıhuts’ık’u ile olduğu gibisine, karşıtları Ahmed’in karşısına çıkmayı öyle kolay göze alamazlardı. Değotluk’dan korktukları gibi ondan da korkarlardı. Ahmed, dul annesiyle birlikte bir başına köy kıyısındaki evinde barınan yoksulun biriydi. Akşamları, boş iseler, Mıhamet ile Değotluk, T’ıhuts’ık’u  da yanlarına alıp kemanını dinlemek üzere Ahmed’in yanına giderlerdi…

Ahmed ile T’ıhuts’ık’u, genellikle, diğerleri gelmeden de buluşur ve otururlardı. T’ıhuts’ık’u, huyu gereği, yerinde duramazdı. Grubu kuşkucu bir sessizliğe gömüldüğünde ya da konuşacak biri olmadığında, Değotluk’un kitaplarını karıştırır, ardından yapılması ve gerçekleştirilmesi gereken işler üzerine kendi kendine konuşmaya başlardı. Tek tek kitapların hepsini elden geçirir, kalkar oturur, dururdu.

Evde toplananlar arasında komsomol örgütü üyesi olmayan, ama kendilerine güvenilen köylülerden Mıhamet ile Amdehan da vardı. Köydeki iki Rus ırgat genci de komsomol olarak toplantıya alınmışlardı.

Gündemde görüşülecek üç konu vardı: Amdehan’ın bir hektar (on dönümlük) buğdayının komsomol örgütü gençler tarafından kaldırılması; Ramazan ayının yaklaşmış olması nedeniyle de din karşıtı çalışmaların hızlandırılması; haydutlar ve tütün kaçakçıları ile mücadele edilmesi.

En çok da din aleyhtarı işlerle komsomolların oruç tutmamaları konuları üzerinde tartışma çıktı. Din konusuna geçilene değin sessizce oturmuş olan Mıhamet birden parladı ve  konuşmaya başladı:
– Tanrı konusunun burada ele alınmasına aklım ermiyor. Sovyet iktidarının önde gelen kişilerinin Tanrının varlığına inanmadıklarını biliyorum, bunun kendine göre bir nedeni olmalı. Siz komsomollar, oruç tutmasanız, ”Tanrı yoktur” deseniz bile, size bir şey diyecek biri değilim. Ancak şimdi, Ramazan ayında, Tanrının olup olmadığı işini katı bir biçimde tartışmaya açacak olursanız, o zaman Behuko grubunun arayıp da bulamadığı fırsatı kendi elinizle onlara vermiş olursunuz. Halkı ayağa kaldırır, sizi sopalarla köyden kovarlar. Ben oruç yiyemem, Tanrı yoktur da diyemem, bu iki konuda beni bağışlayın,  sizinle aynı görüşü paylaşmıyorum. Bunun dışında üstüme düşecek bir görev olursa yapmaya hazırım.

Mıhamet’in konuşmasının ardından tartışma iyice kızıştı. Şimdiye değin dinsel konulara yeterince el atılmadığını, artık atılması gerektiğini, din karşıtı mücadelenin ödün verilmeden hızlandırılması gerektiğini söyleyenler oldu. Bunlardan biri de T’ıhuts’ık’u idi.

Ancak bu işi en sert bir biçimde savunan, ”korkak tavşan misali korkakça tutumun terk edilmesini, işi tam ve ödünsüz biçimde ele almak gerektiğini” savunan biri vardı daha. O da Neğocıko Alıy (Нэгъоджыкъо Алый) idi. Belinden kemerle bağlanmış külodu vardı, Buhara işi kalpağını ise tulum misali başına geçirmişti. Verk (оркъ;soylu) soyundan bir aileye mensuptu ama yoksul aile (беднякыц1э) durumuna düşmüş bir çocuk olarak biliniyordu. ”Adige delikanlısı”  gibi yiğit biri olarak görünme peşindeydi, nerede olursa olsun daima öne, üste çıkmak isteyen biriymiş gibi görünürdü. Silahını yanından hiç ayırmaz, konuşmasının iyi anlaşılması için, geriye bakınıp sık sık sözlerini bastıra bastıra yinelerdi. Köydeki “varlıklı” ailelerin kızlarını ziyaret ederdi, bu arada adı iyi anılmayan kişilerle birlikte görünmekten kaçınırdı. Komsomol toplantılarında da sert konuşanların en başında gelirdi. Ancak, yine de tam olarak neyi savunmakta olduğu da, bir türlü anlaşılamıyordu. Hemen her oturumda, komsomollar içindeki üç kişiye, en çok da Değotluk’a, belli etmeden karşı tavır koyardı.

Değotluk, bir süreden beri Alıy’ın iyi niyetli biri olup olmadığı konusunda kuşkulanmaya başlamıştı. Değotluk, onu komsomola aldığına pişman olmuştu. Katılma öncesinde, yaman bir eylemci gibi bir duruş sergilemişti, komsomolları da aşan bir etkinlik gösteriyordu, bu nedenle de örgüte alınmıştı. Behuko grubu, o sıralar Ali’yi  “Komünist oldu”, ”gavur oldu” diye en sert biçimde ve aralıksız kınamaktaydı. Ancak onca gürültü koparan o insanlardan bazılarının Alıy ile ilişkilerini kesmediklerini, Alıy’ın tenha ve sapa köşelerde o tür kişilerle buluştuğu birkaç kez Değotluk’un gözüne ilişmişti. Ayrıca en çok mermi isteyen kişi de oydu, tüfekli olarak bir yere gönderildiğinde, en çok ateş açan ve mermi yakan da oydu, bu gibi nedenlerle Alıy, Değotluk’un üzerinde bir kuşku ve güvensizlik yaratmaya başlamıştı. Değotluk, komsomola katılışı sonrasında, Alıy’ın en sert konuşan, ama sıra iş yapmaya geldiğinde kaytaran biri olduğunu da fark etmişti.

Şimdi, Alıy’ın yumruğunu sıkmış ve ciddi bir tavır takınmış olarak konuşmakta olması, Değotluk’un ilgisini çekmişti. Aslında konuşmayı dinlemekten çok, Alıy’ı ve davranışlarını izliyordu. İnce belli idi, yakası düğmelenmişti, suratında uğursuzca görünümde bir buruşukluk vardı; ağzının iki yanından tükürük ve köpüklü salyalar dökülüyordu. İki göz çukurundan onun ne düşündüğünü kestirmek de olanaksızdı. Sinsi bir kedi gibi, gözlerinden yansıyacak  gizli niyetini saklamak için olmalı, gözlerini sürekli kaçırıyordu…

Sözü Değotluk aldı. Alıy konusundaki kuşkusunu içinde saklayarak, sakin olarak, ama kararlı ve açık biçimde, gözlerini de Alıy’den ayırmayarak, her bir sözünde Alıy’e gizli bir dokundurma da yaparak konuştu. Mıhamet’in görüşüne katıldığını belirtti. Din konusunun öyle bir iki çalışmayla çözümlenemeyeceğini, insanların yüzyıllardan beri katı biçimde bir inanca bağlanmış olarak yaşamakta olduklarını, insanlar arasında öbür dünya (ahret)  korkusu bulunduğunu, kalbinde kesin bir Tanrı inancı olan onca köylünün, bir çırpıda inancından vazgeçmeyeceğini uzun uzadıya anlattı.
– Bilinçlendirme yapılmalı ve insanın Tanrıya el açmadan yaşamını kendisinin düzenleyebileceği üst bir düzeye erişmek gerekir. Politik bilinç o düzeye çıktığında, yalvarsan bile o insanları artık bir dinin peşinde koşturamazsın. Bizler bugüne değin dini önemsemedik, bu konuda emekçi insanlara yönelik ciddi bir aydınlatıcı çalışma yapmadık. Mıhamet gibi bizi destekleyen gençlerin şimdiye değin dine bağlı kalmış olmaları,  onların değil bizim bir kusurumuz. Ancak sürdüreceğimiz çalışma konusunda dayatma yapmak ve bizi zorlamak isteyen, komsomolu daha hızlı eyleme çağıran, emekçi insanların kalplerinde kalıcı bir yer edinmiş olan dine karşı sert ve delice bir savaş açmak isteyenler de var aramızda. Onlar Behuko grubunun tam da istediği gibi konuşuyorlar. Bunu söyleyen, bunu  bilerek söylüyorsa, o  bir kışkırtıcıdır! diyerek Değotluk, Alıy’e baktı ve sözlerini tamamladı.

Bu konuşma üzerine Alıy’ın görüşüne katılmakta olan iki üç kişi de susup oturdu. T’ıhuts’ık’u, yanlış davrandığını hemen kavradı ve yola geldi. Alıy ise rengi atmış biçimde söze karışıp bağırdı:
– Sen mücadeleden kaç istersen, ama senin gibi kaçmak istemeyenleri kışkırtıcı olarak gösteremezsin! Ancak, eto ne poydet! Kim haklı imiş kim değilmiş, çok yakında anlaşılır! Ancak ben yine, sonuna değin, bir başıma da olsam, bildiğim yolda gideceğim!

O akşam komsomol örgütü (ячейка) toplantısında alınan kararları Değotluk, karar defterine şöyle geçirdi:
1. Komsomollar, Cuma günü eylemci (aktivist) kadın Amdehan’ın bir hektar (on dönüm) tutarındaki buğdayını biçip toplayacak ve yığın haline getirecekler.
2. Gelen Ramazan ayı boyunca, insanların gözündeki din perdesinin düşürülmesi için yoğun bir çaba harcanacak. Ancak hiçbir komsomol oruç tutmamalı, oruç tutmamanın başta gelen bir görev olduğu unutulmamalı.
3. Köyümüze gizlice gelen eşkıya ve kaçakçılara köyde yataklık eden bazı kişilerin olabileceğini düşünüyoruz, bu bakımdan köyün görevlendirilecek kişiler tarafından gizlice ve sürekli korunması, bu işin daha ciddi bir biçimde ele alınması, mücadelenin başarıya ulaşması için köylünün de bu konuda bizimle birlikte olmasının sağlanması.

(*) Beyaz tavşan-Korkak anlamında yöresel bir deyim. -HCY

 

XII. DÜŞMANIN AYAK İZİ (ПЫИМ ИЛЪЭУЖ)

2

Cuma sabahı erken saatte, köy halkı, komsomalların söylediği yüksek sesli şarkılarla uyandı. Köylüler, daha önceleri, bir grup erkeğin karışık bir halde veridade (оридадэ) (*) söylediğini duymuşlardı ama Adigeler şimdiki gibi insanların şarkılar söyleyerek cadde boyunca yürüdüklerini hiç görmemişlerdi. Ayrıca böyle sabahın köründe şarkı söylenmesi de tuhaf karşılanmıştı köyde.

Gecenin sessizliğini delen şarkı sesleri köyü bir baştan öbür başa arşınlayıp kıra doğru yönelmişti. Uzaktan gelen bu şarkı sesleri üzerine, gece elbiseleri üzerlerinde olmak üzere, korkmuş haldeki kadınlar da dışarı fırlamış şarkıları dinleyip duruyorlardı. Daha sonraları o günü her anımsadıklarında,  derinlere dalıp aralarında konuşuyorlardı o günü. Komsomolun ad içmesi ne denli önemli idiyse, bu sabah yaptıkları bu iş de o denli önemliydi, bunu söyledikleri şarkılarından da anlamak olanaklıydı. Bu durum köydeki emekçileri derinden düşündürmüştü. Yeni dünyaya karşıt olanlar, iç savaş (**) sırasında köyün kıyısından geçen Kızılordu birliklerinin söylemekte oldukları marşları anımsayıp  ürkmüş, komsomolun söylediği şarkılar karşısında da korkuya kapılmışlardı.

Komsomol örgütünün (hücresinin) on beş üyesi vardı. Amdehan’ın buğdayını biçmeye gelen sayısı ise öndörttü. Alıy gelmemişti. Amdehan ise biraz gecikmiş, biraz da yiyecek taşıyarak Mıhamet ile birlikte gelmişti.

Gençler tarlaya dağılmış buğdayı biçtiği,  güneşin de hayli yükseldiği bir sırada Aliy’de geldi. ”Bir hektarlık (on dönüm) buğday için on beş kişiyi gece yarısı boşuna kalkıyorsunuz!” diyerek,  topluluğa karıştı. Diğerlerinden hiçbiri ona bir yanıt vermedi. Sadece birer soğuk bakış yöneltmekle yetindiler.
– Verin tırpanı bana, buğday biçmek istiyorum, bağ yapmakla uğraşamayacağım, dedi Alıy, T’ıhuts’ık’u’ya dönerek.
– Sana tırpanımı vermem için bana ne gibi bir iyiliğin oldu ki. Bizimle birlikte gelmemişsin, şimdi aramıza katılmasan da olurdu. Sen olmazsan da biz bu işi bitiririz! diyerek kınamada bulundu yan bakarak T’ıhuts’ık’u.
– Alıy,  öyle bizim gibi eğilip buğday bağı yapacak olursa,  Alıko’nun kızları yüz vermezler sonra ona, dedi Ahmed de, önemsemeyerek ve bakmaya bile gerek görmeyerek.
– Eğer istemiyorsanız aranıza katılmam! Diyerek güneşin yakıcılığı geçene değin buğday demetlerinin üzerinde oturdu. İş bitirilirken de biraz çalışır gibi yaptı.

Buğdayı üç kişi biçiyordu. Tırpancıların başında Mıhamet vardı. T’ıhuts’ık’u onu izliyordu. Ahmed ise en arkadaydı. Mıhamet güçlü kolları ve geniş omuzları ile, bana mısın demeden, tırpanına huaşt (хъуашт) dedirterek buğdayı biçiyordu. T’ıhuts’ık’u bir yandan Mıhamet’e yetişmek istiyor, bir yandan da gerisindeki Ahmed tarafından sıkıştırılıyor, buğdayları sağa sola dağıtıyor, yüzünden ve burnundan adeta ter boşanıyordu. Konuşmak için can atıp durduğunda ve tırpanına dayanacak gibi olduğunda, gerisindeki Ahmed bağırıyordu:
– Topuğunu kesmek üzereyim, çabuk ol! Yoksa Mıhamet’i kaçıracağız.

Değotluk buğdayları bağ yapanların içindeydi.

Değotluk son demetini götürüp yanlarından geçerken, T’ıhuts’ık’u,  tutuşmuş gibi kıpkırmızı olmuştu, gömleği terden sırılsıklam kesilmiş ve vücuduna yapışmıştı, zar zor da soluyabiliyordu, hemen dikilip yalvardı:
– Değotluk, Allah ve Peygamber aşkına yalvarırım, işimi bitirmemden önce bir kez olsun konuşmama izin verin.
– Vay, vay, ayağını kesmek üzereyim! Tırpan vuracaksan vur, tırpan çekmeyeceksen arkama geç, diye kızdı Ahmed.
– Yahu, bu küçücük zavallıyı, siz iki iri kıyım, aranıza almış sıkıştırıyorsunuz, çatlatacaksınız çocuğu! Tırpan nedeniyle olmasa bile, konuşturmayarak çatlatacaksınız onu. Mıhamet hele bir dur! dedi gülümseyerek Değotluk.
– Artık bundan sonra Mıhamet ile Ahmed arasında tırpan çekmeye hiç kalkışmam. Bugünkü gibi zor bir duruma düşmemiştim hiç. Ama bugünkü gibi sevinçli çalıştığım bir günüm olmadı hiç. Aklıma bir şey geldi, söylememe izin tanıyın.
– Söyle bakalım.
-mBiz komsomollar böyle birlikte çalışmak için bir komün oluşturalım. Bu sözünün nasıl karşılanacağını, bir “fantezi” (hayal) sayılıp sayılmayacağını, alaya alınıp alınmayacağını bilemeden, T’ıhuts’ık’u bir süre bekledi.

Değotluk bu söyleneni ilgiyle karşılıyormuş gibi başını kaldırıp uzun uzun T’ıhuts’ık’u’ya baktı.  Değotluk’u etkilemişti. Tütün kesesini çıkarıp bir bağ demetinin üzerine oturdu. Tütününü sarıyordu, hiçbir şey de söylemeden bir süre oturdu ve sonra ciddi ciddi  konuştu:
– Fena bir şey değil bu düşündüğün…

Ancak sözünü bitirmesine fırsat tanımadan T’ıhuts’ık’u sözü yeniden kaptı.
– Düşünün bakalım bu söylediğim içindeki yararlı şeyi:”Şecerıy (Щэджэрый) köyü komsomol örgütü bir komüne dönüştü. Kültürel ekonomi alanında öncü görevler üstleniyorlar, emekçilere örnek oluyorlar, biçiminde “Pravda” gazetesinde bizden söz edildiğini bir düşünün. Merkezden gözlemciler geliyor. Haberler Stalin’e bile ulaşıyor. Düşünün, bu büyük ve yerinde  özlemi! (прямо мировая идея!). Komsomolun makineleri art arda sıralanmış, atları rakipsiz, yoksullara yardıma koşuyor, isteyenleri de saflarına alıyor-pedumay tol’ko… Pryamo kul’minatsiya!-  gibisine özlemini duyduğu şeyleri saymaya başlamıştı T’ıhuts’ık’u.
– Hele bir dur… Çatlayacaksın, soluyup bir nefes al önce,  onca şeyi sıralamaya da kalkışma, diye durdurdu Değotluk onu. ”Evet, fena bir şey sayılmaz bu düşüncelerin, çok beğendim. Ancak, bu senin söylediğin kadar kolay olsa bu işler. Çok iş, çok uğraş gerekir bu iş için. Komsomolların aileleri nasıl karşılayacak bütün bu şeyleri? Atları, makineları nereden bulacağız? Ailelerini dinlemeyip komünümüze katılacak kaç komsomol çıkar ki aramızdan? Behuko grubunun pençesinden kurtarıp onca köylüyü  bizim komsomol örgütümüzün yanına çekmek  için yaptığımız çalışmalar bile çok yetersiz… Bunun için uzun erimli bir mücadele yürütmemiz gerekiyor, diyerek konuştu Değotluk cıgarasını tüttürürken.

Buğday bağı yapma  işini bırakıp konuşmalara dalmış olan kişiler, bağ işine devam edenlerin  bağırmalarına değin konuşup oturmuşlardı…

Akşama doğru buğdayların bağlanıp öbek öbek tarlaya yığılması işi tamamlanmıştı. Amdehan içten bir teşekkür konuşması yaptı, ardından gençler iş şarkıları söyleyerek köye doğru yola çıktılar. Ara sıra başlarını geriye çevirip buğday yığınlarına, işi başarmış olmanın sevinciyle bakıp uzaklaşmışlardı.

Köye iyice yaklaşmışlardı. T’ıhuts’ık’u konuşmaya doymuş gibiydi,  başını geriye çevirip baktığında, Amdehan’ın tarlasının üzerinden beş duman sütununun döne döne göğe doğru yükselmekte olduğunu gördü. Duman sütunlarına abanmak istiyorlarmış gibi kıvılcımlar da göğe doğru hücum ediyorlardı.
– Baksanıza bir! diyerek, korkmuş gibi, yerinde koşuşarak bağırdı T’ıhuts’ık’u.

Geriye bir baktıklarında yerlerinde donup kaldılar. Duman sütunları yayılarak Amdehan’ın tarlasını kaplamak üzereydi.
– Yandım Allah’ım! dedi Amdehan, hepsinden önce kendine gelerek. Aynı sırada, hiçbiri hiçbir şey demeden vargüçleriyle tarlaya doğru koşmaya başladılar. Mıhamet iri adımlarıyla, güneşe karşı parıldayan tırpanı sırtında hepsinin  öne geçmiş koşuyordu…

Amdehan’ın tarlasına yakın baltalık ormana bitişik beş dönümlük alandaki buğday yığınları tutuşmuşlardı. Söndürmek için artık çok geç idi. Geride sağlam kalmış yığınların karşına geçip bir süre baktılar.

Çok geçmeden Değotluk aralarından çıktı:
– On kişi beni izlesin, diğerleri burada kalıp yanmamış yığınları koruma altına alsınlar! Değotluk on kişi ile birlikte dikenli ormana daldı. Ormanı karış karış taradılar. Akşamın karanlığında mısır tarlasından geçen yolu izleyen bir atlının köye doğru doludizgin kaçmakta olduğunu duydu Değotluk. Peşinden koşup birkaç kez bağırdı, birkaç kez de tabancayla ateş etti, ama atlı durmadı…

Ertesi sabah kuduz köpek köyü basmışçasına, köy  bu tatsız haberle çalkalandı: ”Komsomollar Amdehan’ın bir hektar buğdayını kaldırmak için  gittiler, ama tarlayı ateşe verip döndüler”. Har gür içinde, birinin söylediğine ötekisi eklemede bulunarak sevimsiz dedikodular köyü çalkalayıp duruyordu. ”Çalışmasını bilmeyen, başıboş köyde dolanıp duran bir sürü serseri bir araya gelip ürün kaldırılabilir mi hiç! Zavallı dul kadını yiyeceksiz bıraktılar”. ”Bu grup köyde kaldığı sürece, köyde huzur diye bir şey olmaz!”. ”İş bir hektar buğdayla kalsa öpüp de başına koy, koca camiyi ateşe vermeyi aralarında planladıkları da söyleniyor…”

Karalama kampanyası birilerince planlı bir biçimde pompalanmaktaydı. Büyük cami avlusunda oturan yaşlılar arasındaki Behuko Hacı da yeni haberler salmakta gecikmiyordu:”Buğdayın yakılmış olmasını hiç garipsemeyin, bu üç beyaz tavşanın (***) bulunduğu köyün batmamış olması da  bir şans! Zavallı dul kadını buğdaysız bıraktılar… Yaşlı başlı kişiler olarak bu durumu ele alalım, kadına yardımcı olalım,  yardımcı olmazsak günah işlemiş oluruz…”

Ardından Hacı sokakta Amdehan ile karşılaştığında onu durdurdu, hiç adeti olmadığı halde, çok yumuşak ve tatlı bir dille konuştu:
– Başına gelen bu felaket nedeniyle çok üzüldüm. Ne olursan ol, sonunda bir kadınsın, bir başınasın. Bu başıbozuk çocuklara güvenip buğdayını yaktırmamalıydın. Çuval alıp gel, sana bir çuval buğday vereyim. Konuştuğum diğer yaşlı başlı kişiler de senden yardımlarını esirgemeyeceklerini söylediler.

Amdehan Hacı’ya bakmadan, kalın kaşlarını sertçe çattı, dikkatle onu dinledi, ardından yanıtını açıkça bildirdi:
– Hacı, senin gibi kişilerin yardımları ile tatlı sözlerinin arkasından iyi bir şey çıkmayacağını biliyorum. Senin acıma duygun ve  yaptığın şeyler tuzak içerir! Diyerek hızla uzaklaşıp gitti Amdehan.

Hacı çok kızdı, ağzı köpürmüştü, çenesi zangırdıyordu, yolunu şaşırmış halde, ağzına gelen küfrü Amdehan’ın ardından boşaltarak yoluna devam etti.

Yangını çıkaran grubu biliyordu Değotluk. ”Ancak bunu nasıl ortaya çıkarır, nasıl kanıtlarım (яумысык1э амал) diye düşünüyordu. Bu zorlu görevin altından nasıl kalkacağını düşünerek,  bütün bir geceyi uykusuz geçirdi. Sabahleyin erkenden Ahmed’i de yanına alıp Amdehan’ın tarlasının bitişiğindeki dikenli ormana gitti. Aranırlarken at bağlanmış olan bir yer ve üzerinde at dışkıları (шы цуяк1э) buldular. Atın yanında birinin yere uzanıp yatmış olduğunu da anladılar. Yerde yatan kişi sağlam bir kuru dalı ustaca,  sarmal (spiral) biçimde yontmuştu, yongaları da yerdeydi, adamın keskin bir bıçak kullandığı, bu işi ustaca ve sarmal biçim vererek yaptığı ortadaydı.

“Kim ki bu köyde böyle ağaç yontan kişi?” diye düşünürken, otlar arasında bir at bukağısı (köstek;щэлъахъэ) buldular. Bukağıyı kaldırıp baktılar: Sıradan olmayan, at eğer takımına özenen birine göre değilse de, yine de iyi bir bukağıydı…

Başkaca bir suç aleti bulamadan Değotluk ile Ahmed geri döndüler.

Bir iki gün sonra, Değotluk köyde bir toplantı yaptı. Buğdayın hangi biçimde yakıldığını, bunun düşmanca bir sabotaj olduğunu herkese kavrattı. Köydeki emekçilerin dikkatli olmalarını, kendileri için tuzaklar kuran köydeki düşmanların belirlenmeleri için Sovyet iktidarına yardımcı olmalarını istedi. ”Olayı gören, bize yardımcı olmak isteyen var mı?” diye sordu. Kimse bir şey demeyince, kuşkulandıkları birileri varsa, komsomol hücresine bildirmeleri ricasında bulundu. Ardından Amdehan’a verilen zararın komsomollar tarafından karşılanacağı kararını aldıklarını da açıkladı. Ancak buldukları at bukağısı ile sarmal yontulmuş ağaç dalı konusundan hiç söz etmedi ve gizli tuttu.

 

DİPNOTLAR:
(*) Veridade-Kız kaçırıp getirme, düğün, vb durumlarda gençlerin birlikte, çok sesli ve korolar halinde söyledikleri türkülere verilen ad. -HCY
(**) İç savaş-1919-1921 yılları arasında Bolşevik olan kızıllarla, karşıdevrimci beyazlar arasında süren ve Bolşeviklerin zaferiyle sonuçlanan savaş. -HCY
(***) Beyaz tavşanlar- “Uğursuz korkaklar” anlamında. -HCY

 

XIII. GECE GELEN  ATLILAR (ЧЭЩ ШЫУХЭР)

1

Karanlık bir akşamdı. Yıldızların zayıf ışıltıları ancak gölgeleri görmeye yetiyordu. Gecenin ilerlemiş bir saatinde Mıhamet köyden evine döndü, atlara bakmak için ahıra (шэщ) girdi. Bir at ayağı sesini duydu, kapıdaki koca köpek de havlamaya başlayınca, hemen ahırdan çıktı.

Bahçenin tam ortasında bir at karaltısı duruyordu. Zar zor gördüğü at karaltısından bu atın köyün atlarından bir olmadığını hemen anladı. Atlının kendisi de kalınca yapılı biriydi, çevik biri değil, gevşek ve serbest görünümlü ve gamsız biriymiş gibi eğerine kurulmuştu, at binişi Adige usulüydü…

Atlı bir şey demeden duruyordu. Neye yoracağını bilemeden, biraz da korkarak, Mıhamet, atlıya doğru yavaş yavaş yürümeye başladı.
– Kim o, diye seslendi.
– Yanıma yaklaşma! (Podxodi syuda!)

Sesi Adige sesiydi, değişik bir Adige telaffuz biçimi vardı.

Bir Adige’nin böyle Rusça konuşmasını neye yoracağını bilemeden, Mıhamet, daha da korkmuş halde,  atlıya fazla sokulmadan yerinde durdu.
– Fazla yanaşma! (Podxodi blije!), dedi bir daha, bu insanlıktan nasibini almamış kaba kişi.

Mıhamet biraz daha sokuldu. Bahçe kapısına doğru bir baktığında başka bir atlının daha kapı dışında beklediğini, başını başlıkla da sardığını gördü. Bunun üzerine Mıhamet büsbütün korktu.
– Gde seyças Degotluko (Değotluk’u nasıl bulabiliriz?), diye sordu karşısındaki atlı.
– Gde Degotluko? Doma. (Değotluk nerede olabilir ki? Evindedir).
– Evini bilmiyorum. Tanışmak, onu görmek için evini arıyorum.
– Naşa seyças Dogotluko rasxodit, on domoy poşel.
– Seyças on poşel domoy!

Mıhamet atlının iyi niyetli biri olmadığını anlamıştı, verdiği bilgiler için de pişmandı.
– Naşe ne znay, Dogotluko ulitsa poşel, drugoy strona. Naşa domoy poşel.
– Smotri, esli ego doma ne budet, togda tebe ploxo budet, diyerek, atlı hemen dörtnala bahçeden fırladı. Öbür atlı da onu izledi.

Değotluk’un yerini söylemekle hata ettiğini Mıhamet hemen anlamıştı. Pişman olmuş, şaşırmış ve ne yapacağını bilemez halde bir süre yerinde çakılıp kaldı. Ansızın “Onu öldürmeye gidiyorlar!” düşüncesi sert bir şiş gibi beynine çakıldı. Telaş içinde bakınıp hızla fırladı.

Yola doğru değil, bahçe içinden çiti atladı, ”Öldürecekler onu!”  kaygısı içinde, koca çitleri bile bana mısın demeden atlayarak, alabildiğine koşmaktaydı Mıhamet. Peşine düşüp havlayan köpeklerden izlediği yolu kestirebilirdin. Değotluk’un küçük evine varır varmaz gorg (гъуаргъу) dedirterek kapıyı açıp içeri daldı. Evin içi karanlıktı.
– Değotluk, diyerek hafif bir sesle onu çağırdı.
– Kim o?diyen Değotluk’un karaltısı belirdi, tabancasının horozunu çektiği duyuldu.
– Benim, Mıhamet. Haydi, hemen evden uzaklaşalım!
– Sen misin, Mıhamet? Ne oldu, diyen Değotluk’un kibrit çıkardığını duydu.
– Ateş yakma, haydi, hemen evden çık, çık diyorum, hadi! Mıhamet aceleyle uzanıp Değotluk’un elini yakaladı ve onu evin içinden çıkardı. Konuşturmadan mısır bahçesine, mısırların içine götürdü.
– Ne oldu ki, diye sordu Değotluk bahçeye çıktıklarında.
– Ne olduğunu şimdi görürsün. Haydut olduklarını sanıyorum, senin yerini sordular, diye soluyarak, ne yapacağını da bilemeyerek, eliyle onu arkasına alarak Değotluk’u mısırların içine doğru götürdü, ardından sakınarak bahçe kapısına doğru bakmaya başladı Mıhamet.

Değotluk, durumu kavradı, eliyle çekip Mıhamet’i arkasına aldı. Tabancasının horozunu çekerek, bahçe çitinin gerisine çöktü. Aynı anda atlıların ayak sesleri duyuldu. Bahçe kapısına değin gelmediler, bir atlı söğüt ağacının yanında durdu. Biraz sonra, bahçe kapısına yakın, çit dibinden biri seslendi.
– Değotluk!

Ses Mıhamet ile Rusça konuşan kişiye ait değildi, ama onu göremiyorlardı. Biraz sonra diğeri seslendi. Yükse sesle bağıran birinin sesinin kime ait olduğu anlaşılamıyordu. Ancak bu sesi daha önce duymuş, tanıdıkları birine aitmiş gibi gelmişti kendilerine. Biraz sonra üçüncü kişinin sesi de gelince, Değotluk sesin geldiği yeri nişan alıp ateş etti. Ateş eder etmez de Mıhamet’in elinden tutup bulundukları yerden hemen uzaklaştılar. Aynı anda tabanca ve tüfekle hep birlikte mısır tarlasına ateş etmeye başladılar. Değotluk, Mıhamet’e yerinde kalmasını işaret ederek, gizlice yol boyundaki çite doğru ilerlemeye başladı. Çok geçmeden atlılar söğüdün gölgesinden ayılıp dörtnala uzaklaşmaya başladılar. Değotluk çiti atlayıp yola çıktı ve arkalarından birkaç el ateş etti.

Bütün bir gece ve bir sabah boyunca Değotluk, gece kendisini Adigece olarak çağıran sesin yabancı gelmediğini, ama bu sesin kime ait olduğunu çıkaramadan düşünüp durdu. Böyle bir şeyi yapabilecek biri olarak, aklına sadece İsmahil geliyordu. Ancak İsmahil’in sesini bağırırken hiç duymamıştı.  Ardından,  düşününce İsmail’in yumuşak sesinin gece içinde bir kumru gibi çıkabileceğini de aklına getirdi. ”Ateş ettiğimde belki de yaralanmıştır, bir bakayım…” diyerek kuşku içinde evine gidip İsmahil’i sordu.
– Dün İncıc’e (Инджыдж) gitti, dediler. Bunun üzerine kuşkusu daha bir arttı.

Akşamleyin komsomol hücresini bir araya getirip koruma önlemlerini artırmaya karar verdi. Döner dönmez İsmahil’i gözetlemeleri için de iki komsomolu görevlendirdi.

Ertesi gün iki komsomol Değotluk’un yanına gelip gizlice bildirdiler.
– İsmahil döndü, hala köyde, diyerek.

 

GECE GELEN ATLILAR (ЧЭЩ ШЫУХЭР)

2

Silahlı çatışmanın yaşandığı geceyi izleyen bir hafta kadar sonra köy yürütme komitesi (muhtarlık)  önüne korku uyandıran bir atlı geldi ve atından indi. Saldırmaya hazırlanan bir köpek gibiydi,  tepeden tırnağa silahlıydı. Kalın ve kısa yapılı ama sert ve çevik görünümlü biriydi. Muhtarlık önündeki kişilerle ilgilenmeden doğruca yürütme komitesi (muhtarlık) odasına girdi ve direkt olarak komite başkanına sordu:
-Değotluk burada, aranızda mı, diyerek.

Adamın sesi kalındı, kendi de sevimsizdi. Adamı görür görmez başkanın beti benzi uçtu, imza atmak üzere kaldırdığı kalemi elinden düştü, ağır ağır yerinden doğruldu.
-Değotluk rayona (ilçe merkezine) gitti, diyebildi sadece.

T’huts’ık’u (Тыхъуц1ык1у) oradaydı, kuşkulanıp yavaş yavaş uzaklaşmayı denedi.
-Nereye gidiyorsun?!Kimse yerinden kımıldamasın! diyerek elini tabancasına götürdü ve kapı önünü kesti. T’ıhuts’ık’u kıpkırmızı kesilmiş halde yerinde çakılıp kalmıştı.

Bu korkulu ad oradakilerin tümünü ürkütmeye yetmişti, hepsi donup kalmış halde adama bakakaldı.
-Aranızdaki komsomollar kimler, söyleyin, diye sordu ardından, adının topluluk üzerinde yaratmış olduğu ürküntüyü görmüş olmanın sevinciyle sırıtmıştı ayrıca.

Başkan şaşkınlık içinde T’ıhuts’ık’u ile bir başka genci daha işaret etti. Darhoko tabancasını çekti ve odadakilerin hepsini dışarı çıkardı, T’ıhuts’ık’u ile öbür komsomol çocuğu öne çağırdı, sırtlarına birkaç kırbaç indirdi, ardından da sert bir biçimde bağırdı onlara:
-Komsomoldan ayrılmadığınız takdirde, asıl o zaman görürsünüz ne olacağını! Değotluk’un da canına okuyacağım, söyleyin ona! diyerek gençlere ikişer kırbaç daha attı yeniden. “Kımıldamadan yerinizde durun!” diye topluluğa bir kez daha bağırdı ve atına atlayıp hızla uzaklaştı.

Akşama Değotluk dönünce bu olup biten şey komsomollar arasında görüşüldü. Gençler ne diyeceklerini bilemeden kaygılı kaygılı oturuyorlardı.

T’ıhuts’ık’u kendisinin ayıplandığını düşünerek sessizce yerli yerinde oturuyordu:
-Ben hayduta saldırmayı ve tabancasını kapmayı da düşünmüştüm aslında ama bu adamla tek başıma  nasıl başa çıkabilirdim, kimin yardımına güvenebilirdim ki? Başkana mı? Korkup yanındaki iki komsomolu gösteren  o adama mı, hiç olmazdı o!. .

Gençler T’ıhu’yu (**) kınamayı düşünmemişlerdi. T’ıhu kendi kendisini ayıplayan bir hesaplaşma içine düşmüştü. Düşmanla karşılaşmak, zor durumla karşılaşıldığında da kendisini öyle bir yerde göstermek istiyordu, yiğitliklik peşindeydi her zaman için ama şimdi ne duruma düşmüştü…

Komsomollar gece nöbetlerini daha da sıkılaştırmaya karar verdiler. Mıhamet gibi güvenilen gençleri de aralarına aldılar. Değotluk komsomolları askerlikte olduğu gibi, parola vererek nöbet yerlerine yerleştirmeye karar verdi. Parolaları Değotluk’un kendi belirliyordu. Herkese güvenmiyor, nöbetçileri kendi belirliyor ve nöbet yerlerine yerleştiriyordu. Nöbetçilerin yerini gizli tutuyor, kimseye belli etmiyordu. Bir çatışma olsa bile,  nöbetçilerin yerlerinden ayrılmamaları gerektiğini, çatışma olan yere koşacak ayrı bir grup oluşturduğunu ve bu yardımcıları kendine yakın bir yerde tutacağını açıklamıştı.

Birkaç gün işler bu düzende sürdü. Korumalar birkaç tütün kaçakçısını yakalayıp rayon (ilçe) merkezine götürdüler.

Bir gece Ahmed’in nöbet tuttuğu yerden karşılıklı tüfek sesleri geldi. Değotluk yanındaki üç nöbetçi çocuk ile birlikte o yere doğru koşmaya başladı, ama o yere henüz ulaşmadan silah sesleri kesildi. Değotluk nöbet yeri yakınında bir yerde durdu ve Ahmed diye seslendi ama bir yanıt alamadı. ”Bilet” dedi, ardından parolayı söyledi ama yine yanıt alamadı. Üzücü bir durum olabileceği kaygısına kapılmış, saçları diken iken olmuştu. Durup etrafı dikkatle dinledi, bir şey duymadı. Daha da bir kaygılandı. Yanındakilere birbirlerinden ayrılmalarını ve çit diplerine çökmelerini söyledi, ardından bir başına Ahmed’in nöbet tuttuğu yere doğru ilerledi. Ahmed nöbet yerinde değildi. Adamakıllı öfkelendi, korkuyu bir yana atıp, delirmiş biçimde, avazı çıktığınca  “Ahmed!” diye yeniden bağırdı. Uzakça olmayan bir yerden bir inildeme sesi geldi. O yere doğru hızla koştu, yumuşak, ama ağır bir şey ayaklarına takıldı. Değotluk,  kalbi sanki yerinden fırlayıp düşmüş gibi, canlı cansız bir halde oracıkta çakılıp kaldı. Korktuğu şey başına gelmemiş olsun diye, kendi kendisini aldatmak istercesine, soğuktan titremeye yakalanmış biriymiş gibi ellerini yere indirdi. Kendi aralarında sık sık şakalaşmalar olduğundan Ahmed’in avuç içlerini görmeden tanır olmuştu, şimdi Ahmed’in elini tutmuş ve tanımıştı.
-Ahmed!Ahmed! Ne oldu? Diyerek hemen onu sarstı ve uyandırmaya çalıştı. Ahmed, göğsü yere çevrili, iki eliyle otları yakalamış yatıyordu. Son derece bitkin de olsa, Ahmed sonunda kımıldadı. Değotluko’nun yardımıyla zar zor yüzüstü döndü. Değotluk eliyle Ahmed’in başını kaldırdı:”Ahmed, tanıyamadın mı beni, ben Değotluk, diyerek, acele acele birkaç kez sordu, ardından arkadaşlarını “Buraya gelin!” diye seslenip çağırdı. Üç çocuk başlarını eğmiş bekler dururken, Ahmed derin bir uykudan uyanıyormuş gibi, güçlü bir nefes çekti, ardından kendine geldi.
-Değotluk! dedi zayıf bir sesle.
-Buradayım, Ahmed! Yanındayım!
-Parolamızı öğrenmişler, içimizde hainler var, diyebildi Ahmed, pırh ettirerek ağır bir nefes çekti, başı Değotluk’un kucağında bir süre durdu, engellenemez bir biçimde sert ve güçlü bir dönüş yaptı ve öyle kaldı…

Ahmed’in cenazesi törenle kaldırıldı. Komşu stanitsa (Rus/Kazak beldesi) komsomol örgütü, bandosunu da yanına alıp cenazeye geldi. Cenazeye katılan büyük, mahşeri kalabalık, emekçilerin komsomolların ve Sovyet iktidarının yanında olduğunu yeterince kanıtlıyordu. Ahmed’in cenazesinde yapılan konuşmalar arasında, en iç burkucu ve insanın yüreğini dağlayanı Değotluk’un konuşması idi.
-Yoldaşlar! İşte hepiniz görüyorsunuz mücadelemizin basit ve  sıradan bir mücadele olmadığını. Eski ve yeni dünyalar arasında sürmekte olan büyük sınıf mücadelesinin henüz son bulmadığını görüyorsunuz. Köyümüzdeki komünistler ve komsomollar, köyümüzdeki sınıf mücadelesinin bir öncü müfrezesidir. Bu genç müfreze gerçekçi ve bilinçli bir biçimde dinci sömürücülerin ve kulak (zengin köylü) kesiminin entrikalarını ve aldatmacalarını bir yana atmış ve onu aşmış olarak mücadele veren bilinçli kişilerden oluşuyor. Bu nedenle bize düşman olan sınıf, genç komsomollara öncelikli olarak cephe almış bulunuyor. Sınıf (emekçi halkın) düşmanlarının köyümüzdeki komsomollara karşı yürüttüğü sinsi ve amansız savaşa hepiniz tanık olmuş bulunuyorsunuz. Yalan, iftira ve cinayet, bütün bunları,  ellerinden gelen her yolu mubah (sakıncasız) sayıyorlar bu kişiler. Ancak Lenin’in yolunda ilerleyen ve o yolda eğitim alan komsomollar böyle şeylerden yılacak olsalardı, daha işin başında komsomol olmayı göze almazlardı. Biz genç komsomollar ordusu, önderi komünist partisi olan bizler, boyun eğmeyecek bir orduyuz. Sınıf düşmanımız ecel çırpınışları içinde, bu nedenle kudurmuş halde ölüm salyalarını akıtıyor. Gözü korkmuş durumda, gizli açık, umutsuz çırpınışlar içinde, son kozlarını oynuyor. Ancak ona artık fazla bir yaşama şansı tanımayacağız. Bizden biri ölebilir ama o birinin yerini yüzlercesi, binlercesi alacaktır…

Yoldaşlar! Gençlerimiz arasında komsomol bayrağını en fazla taşıyan, en öncü, düşmana karşı en fazla mücadele eden gençlerden biriydi yerde yatan bu genç kardeşimiz. Ancak…”Bu sözle birlikte Değotluk’un içi daraldı, iri gözyaşı damlalarını yutarak bir süre durdu, ardından daha yumuşak tonda, konuşma dışı imiş gibi devam etti”
-Kusuruma bakmayın. Bu genç en yakınım idi, gerçekçiliği ve bilinci ile kalbimin içinde yeri olan ve dünyada daha sevdiğim biri daha olmayan bir kardeşimdi o benim, bağışlayın gözyaşlarımı tutamıyorum. Bilinçliliği yansıtan berrak yeşil gözleri, yumuşak davranışları, ulaşmak istediği yeni dünya yaşamına ilişkin umut ve özlemlerini, aşkını, güvenerek gizlice bana açmakta olması, bütün bunlar aklımdan çıkmayan ve unutamayacağım şeylerdir…

Değotluk’un yeniden içi bunaldı, bir süre daha bekledi. Ardından kendini toparladı ve koca bir kartalı andıran heybetli sesiyle  sözlerini bağladı:
-Ahmed’in canına kıyanlara, bu yaptıklarının bedelini çok ağır bir biçimde ödeteceğiz!

Ahmed’in toprağa verilişini izleyen birkaç gün boyunca Değotluk, ne yaptığını bilmez halde, orta yerde dolanıp durdu. Kendine geldikçe de yapılması gereken işler için karar veriyor, ardından üzüntü içinde ve kendinden geçmiş halde dolanıp duruyordu köyde. T’ıhuts’ık’u da konuşup durmayı ve şakalaşmaları bir yana atmış, keyifsiz ve sessiz biçimde Değotluk’u izleyip gidiyordu peşinden. Ne yaptığını bilemez halde, günde iki üç kez Ahmed’in annesinin yanına gidip geliyordu Değotluk. Ahmed’in katlanmış elbiselerinin yanına oturuyor, el sürüyor, Ahmed’in annesinin ağlama sesini dinliyor, bir şey demeden oturuyordu. Ayağa kalkıp Ahmed’in duvara asılı kemanesinin (***) telleri üzerinde parmaklarını hafifçe gezdiriyordu. Kemane tellerinden yayılan zayıf sesleri dinlerken de gözyaşlarını tutamıyordu. İçeri girişinde olduğu gibi,  hiçbir şey söylemeden dışarı çıkıyor, ırmağa doğru aşağı iniyordu…

Aynı biçimde kendinden geçmiş ve dalmış bir biçimde, bir seferinde Vıstanekoların bahçesine de girdi.

Nafset penceresinden Değotluk’un geldiğini gördü, dışarı fırladı ve ağlayarak başını Değotluk’un omzuna dayadı.

İçeri girdiler, Değotluk,  Kulats’ın başsağlığı amacıyla söylediği sözleri ayakta dinledi ama bir karşılık vermeden pencere önüne oturdu. Nafset de, bir şey demedi, yanında dikilip Değotluk’un başını yavaşça okşamaya ve kendinden geçip boşanırcasına ağlamaya başladı.

Değotluk fazla oturmadı. Derinden bir of çekerek kalktı. Nafset’i omuzlarından tutarak kendine çevirdi, kızın boşanan gözyaşlarına bir süre bakıp durdu, içinden kopup gelmiş gibi konuştu:
-Tam da beklediğim biri gibi çıktın. Bugünden tezi yok, seni anamın doğurduğu öz kızkardeşim gibi kabul ediyorum. Ağlama! Kuşkun olmasın, kardeşimizin canını onlar  pahalıya  ödeyecekler!

Nafset’in başını bir kez daha bağrına basıp ayrıldı.

Ahmed’in cenazesinde söylenen sert sözler karşısında korkup bir süre sinmiş olan köydeki düşman (sömürücü) grubu, üç gün geçtikten sonra kendine gelmekte gecikmedi. ”Bir çocuğun hayatı ile oynadılar, şimdi de savunmasız köylüyü, kendisine kurşun işlemeyen azılı bir kaçağın karşısına çıkarmaya,  telef (yok) ettirmeye kalkışırlarsa, şaşırmayın” biçiminde, kaynağı belli konuşmalar köye yayılmaya başladı.

Değotluk, bir akşam, bir haç’eş’de (konuk odasında) böyle bir konuşmaya tanık oldu. Darhoko’ya kurşun işlemediği sözleri ve haydutlarla mücadele konuları konuşulurken, bu uydurmaları ve yalanları duymuştu. Bu sözlerin nerelerden kaynaklandığını da biliyordu. Avuçlarını sıkıp çatırdatacak denli kızdı Değotluk, ama tartışmaya gerek duymadı, fazla da oturmadı, aklı karışmış, sinirli ve kızgın bir biçimde kalkıp ayrıldı. Sabaha değin yollarda gezinip durdu. Sabah olduğunda kesin kararını vermişti artık. Doğruca T’ıhuts’ık’u’n yanına gitti:
-Korkmaya eğilimli kişileri iyice korkutmak, saflarımızı zayıflatmak için Behuko grubu yeni bir kampanya başlatmış bulunuyor. Bir başımıza haydutlara karşı koyamayız. Korkanları, korkmuş olmaktan utandırmak gerekiyor, bunun için de Darhoko’ya kurşun işleyeceğini göstermeliyiz. Bu işi bir grup olarak değil, bir başına yapmam daha uygun olacak. Ayrıca Ahmed’in kanını da yerde bırakamam. Bu gece dağa (мэз) çıkacağım. Beni soran olursa, Krasnodar’a (****) gitti dersin.
-Ben de senle geleceğim, seni yalnız gönderemem, diye ayak diredi T’ıhuts’ık’u.
-Olmaz, peşime takılma, bir başıma olursam daha rahat hareket ederim.
-Hayır, seni bir başına bırakamam. Yalnız gidersen, Lenin adına söz veririm, bütün komsomolları arkama alıp peşine düşerim! Yine de bu düşünme biçimin çok yerinde. Birlikte gideceğiz, bu konuda seni dinleyemem, kusura bakma, diyerek kestirip attı T’ıhuts’ık’u.
-Peki öyle olsun. Akşamleyin karanlık bastırırken yola çıkarız. Krasnodar’a gittiğimizi de başka birine söyletiriz.
-Çok güzel. Darhoko’nun bana biraz borcu kalmıştı, beni dövmüş olması beni fazla incitmedi ama ben ona artık, nasıl adam dövüleceğini öğretirim…

DİPNOTLAR:
(*) Darhoko-Çerkes haydut. -HCY
(**) T’hu (Koç), T’ıhuts’ık’u (Küçük Koç) adının kısaltılmış asıl biçimi. Halen Türkiye’de “Tıhu” ya “Tuhu” biçimlerinde kullanılır. -HCY
(***) Kemane-Pxhepşıne/пхъэпщынэ-Çerkes kemanesi, bir tür kemençe benzeri, telleri at kılından çalgı. -HCY
(****) Krasnodar-Adigey’in ilk başkenti. 1936’da Adigey başkenti Maykop’a (Mıyequape/Мыекъуапэ) taşındı, Krasnodar, Adigey’i de içine alan daha büyük bir idari birim olan Kranodar Kray (büyük il) merkezi oldu. Adigey, 1991’de Krasnodar Kray’dan kopup ayrı bir kendi başına birim oldu. -HCY

 

1

Akşam vakti iki karaltı köyden dışarıya yola koyuldu. Rayon (ilçe) merkezine giden yoldan ilerlemeye başladılar. Hayli yol aldıktan sonra küçük bir dere yatağına ulaştılar. Önden giden Değotluk, hemen yoldan ayrılıp öndeki ırmağın (çay) yatağına girdi. T’ıhuts’ık’u da onu izledi. Irmak yatağında bir süre ilerledikten sonra, kısa yoldan sola doğru bir dönüş yaptılar. Kurt yürüyüşünü adırır biçimde T’ıhuts’ık’u geriden olmak üzere ilerliyorlardı. Başlarını biraz eğmiş halde, kendilerini dere yatağına gizleyerek ilerliyorlardı.

Terk ettikleri yoldan gelen bir atın ayak seslerini duydular. İki genç ırmağın yamacına uzandılar. Değotluk dikkatle ırmak yatağından yola doğru baktı. Akşamın alaca karanlığı içinde bir atlı karaltısı gördü. Rayon merkezine giden yolu izliyordu. Değotluk atlının anormal bir davranışının bulunmadığını da görmüş ve şaşırmıştı: Eşkıyalar belirdiğinden beri sıradan atlılar geceleri yola çıkmıyorlardı. Köyden rayon merkezine gidecek birinin bulunduğunu duymamıştı.

Neye yoracağını bilemeden atlının geçmesini bekledi, bir süre onu geriden izledi, kendileri de ırmak yatağı boyunca ilerlediler.

Karanlığın bastırdığı bir sırada ırmağın üst yamacına yayılmış söğütlüğe girdiler. Gündüzleri, korkusuzca ırmak yatağına inmek gibi değildi, şimdiki durum, farklıydı. Şimdi kapkara görünümü ve ortalığı inildeten gürültüsüyle ırmak hızla ve çağıldayarak akıyordu. İki gence korku üfürmek istiyormuş gibi, gu-guv, vu-vuv-vu-vuv-vu seslerini yaymaktaydı coşkulu ırmak.

Geldikleri yerde ırmak birkaç kola dağılıyordu. Su ile çevrelenmiş ve dolanılmış adacıklara, haydutlar belirdiğinden beri, insan ve hayvan ayağı basmaz olmuştu, ortalık da çalı ve dikenlerle kaplanmıştı. Tehlikeden kaçıp gizlenmişler gibi, sinmiş, bir sürü orman parçacığı ırmak boyunca sıralanan adacıkları kaplamış durumdaydı. Uzakta, derenin öte yakasında bulunan koca orman da, korku uyandırır bir biçimde,  karanlığa boğulmuşlardı. Bu ormanda bir ejderha barındığı biçimde anlatımlar da yayılmıştı.

T’ıhuts’ık’u buna inanmıyor, haydutların oralarda saklanmakta olmaları nedeniyle, böyle şeylerin uydurulduklarını söyleyen Değotluk’a katılıyordu. Oysa şimdi, bütün bu anlatılanların doğru olduğuna inanası geliyordu.

Çoluk çocuğun yabani elma ve ahlat toplamaya gittiği orman, şimdi insanların ürktüğü ve terk ettiği bir yere dönüşmüştü.

İki genç, artık,  insanların izlediği yolların uzağında ırmak sırtında bir yerdeydiler. Irmak, yüzünü buruşturmuş, kızıp deliye dönmüş bir ejderha gibi, karşılarında gümbürdeyerek akmaktaydı. İçine girdikleri orman, sarmaşıklarla geçilmez hale dönüşmüş olan ırmağın öte yakasındaki orman gibi ürküntü vere derin bir sessizlik içindeydi. Azılı eşkıya, kim bilir bu ormanların hangisinde saklanıyordu? Yalnız mıydı? Yardımcıları var mıydı? Yandaşları varsa, sayıları çok muydu?

T’ıhuts’ık’u ansızın korkuya kapıldı, içine girdikleri bu orman, henüz insan ayağı basmamış bir ıssız vadi imiş (тау-таш) gibi geldi kendisine. Birden birçok şey içinde belirmeye başlamıştı. Her bir çalılıkta ya bir haydut barınıyorsa? Ya peşlerine düştüklerini öğrenmişler de pusuya yatmışlarsa? Gece ırmağı geçmek de kolay bir şey olmaz. Gündüz sığ yerleri görebiliyorsun, ırmağı geçebilirsin ama ya gece ya derin bir yere, bir su gözüne, bir su burgacına düşerlerse, bütün bunlar olabilirdi… Irmağı taşları çatırdata çatırdata geçecek olurlarsa, eşkıya da bunun farkına varmaz mıydı? Eşkıya önlem almadan gizlenmiş olamazdı. Kurt gibi her yanı gözlüyor olmalıydı…”

T’ıhuts’ık’u iyice korkuya kapılmıştı. Değotluk’un kolundan tuttu ve yavaş bir sesle:
– Böyle yalnız yola çıkmamalıydık. Delilik bu yaptığımız…
– Peşime takılma demedim mi sana? Hadi, sen dön. Ciddiyim. Dönersen daha iyi olur, daha rahat hareket ederim ben, dedi Değotluk gücenmeden, ciddi ciddi.

T’ıhuts’ık’u bir süre durdu, ardından yavaş bir sesle ama kararlı bir biçimde konuştu:
– Tamam, yürüyelim!

Değotluk için gece ya da gündüz ırmağı geçmek pek bir anlam ifade etmiyordu, böyle bir yerde doğmuş, ömrü de buralarda geçmişti. Zor olsa da ırmağı geçmeyi başardılar. Geçtikleri yerlerdeki taş ve iri çakıllar birbirine çarpmaya ve ses çıkarmaya başlayınca milli yerleri izlediler. Irmağın karşı yakasına ulaşıp ırmak yamacına uzandılar ve etrafı dinlediler. Hiçbir el ayak sesi gelmiyordu. Su çağlayanının (псыхэожъ) sesi ara sıra tepelerine iniyor gibiydi. Bir yaban ördeği sürüsü kanatlarını çarparak üstlerinden uçup gitti.

Giyinip ormana doğru yollandılar. Şimdi daha korkunç bir ormana girmişlerdi. Azılı ırmak, insanlardan koparmıştı artık onları. Önlerinde, içinde ne yaşadığını bilemedikleri, karanlığın içinden bir karaltı gibi beliren vahşi bir orman uzanmaktaydı. Ancak ırmağı geçmeye başladıkları anla kıyaslandığında, gençlerin morali daha yüksekti şimdi. Soğuk sudan çıkıp kuru elbiselerini giydiklerinde içleri rahatlamış, sıcak bir eve girmiş gibisine sevinmişlerdi.

Karşılarında belirmiş olan bu ormanın kendi köy ormanları olduğunu unutmuş gibiydiler. Bu yerler oldum olası hayvan otlattıkları yerler idiler. Şimdi neredeyse boyunlarına erecek denli ot ve dikenlerle kaplanmıştı buraları. Eskiden var olmayan dikenlikler ve çalımsı söğütler her yeri kaplamış durumdaydılar. Değotluk köyünün kırlarını ve ormanlarını iyi biliyordu, ancak şimdi şaşkınlık geçiriyor, sezgilerinin yardımıyla ilerlemeye çalışıyordu. Taştığı sıralarda ırmağın yarmış olduğu, ama orman ile otlar tarafından örtülü olan çukurlara ve dere yataklarına yuvarlandıkları da oluyordu.

T’ıhuts’ık’u böyle korkulu gece yürüyüşlerini bilen biri değildi. Şimdi bu içine düştüğü durum onu biraz korkutmuş, biraz da kızdırmıştı. Telaşlanmaya ve sinirlerine hakim olamamaya başlamıştı. Korkmuş,  morali tükenmiş biri gibi, bastığı yeri bile fark etmeden, başını kurtarmanın peşine düşmüş gibi ilerlemekteydi.

Suratına çarpan çalı diken dallarına ve karanlığa sayıp döktürerek, kızgın küçük bir boğa gibi de homurtular çıkararak, bir türlü de Değotluk’a yetişemeden peşi sıra gidiyordu.

Karanlıkta kör kör ilerlerken, gümbürdeyerek küçük bir çukura yuvarlanıvermişti T’ıhu. Değotluk hemen ellerini uzatıp onu kaldırdı, sessizce sordu:
– Bir yerin sızladı mı?
– Hayır, önemli bir şeyim yok. Bu içine girdiğimiz alameti bir türlü anlayabilmiş değilim, dedi T’ıhuts’ık’u, canına tak etmiş halde bir de öksürerek. Sözlerinde üzüntü, yakınma ve utanma, hepsinin karmakarışık olduğu belli oluyordu.
– Hele bir otur bakalım, diyerek Değotluk, omzuna dokunup T’ıhuts’ık’u oturttu.

Bir süre sessizce kaldılar. T’ıhuts’ık’u biraz kendine gelmişti. Bunun üzerine Değotluk ona yönelik yumuşak bir serzenişte bulundu:
– Gece yürüyüşüne alışman gerek. Umutsuzluğa kapılır, attığın adıma dikkat etmezsen, ya bir çukura yuvarlanır kafanı kırarsın ya da bir dala çarpa gözünü çıkarırsın. Bu dediğim şeyler korkak olanların başına gelir. Geceleyin çok sabırlı ve dikkatli hareket edilmesi gerekir.

T’ıhuts’ık’u durumu kavradı. Değotluk direkt söylememişti, ama korkakça davranmakta olduğunu sezdirmişti. Bu da içine oturdu. Çok üzüldü ve ürperdi.

“Gerçekten aklım başımdan uçmuş gibi davranmışım! Doğru, bir korkak gibi hareket ettim ama bundan sonrasını görürsünüz siz!” diyerek, bir karara vardı içinden.

Kalkıp yola koyulduklarında T’ıhuts’ık’u kendine gelmiş ve daha sakin olmuştu, küçük köstebek tümseklerine bile ayakları takılmamaya başlamıştı.

Değotluk deneyimli biri olduğundan pek çıt çıkarmadan bir kurt gibi iri adımlarla sessizce ilerliyordu.  Değotluk, T’ıhuts’ık’u’a adeta hiç tanımadığı yaman biri gibi görünüyordu. Hemen her gün onunla birlikteydi, onu sayıyordu ama onun o kadar yürekli biri olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Gerçek Değotluk’u şimdi tanımıştı. İçinde varolan bilinç, oracıkta birkaç kez birden artmış oldu. Kendisiyle alay etmemişti o, bir çocuğa gösterilecek özeni göstermiş ve kol kanat germişti, bu durum Değotluk’u daha da büyütmüştü karşısında. İçinde büyük bir özlem ve sevinç belirdi, sarılıp onu kucaklamak istedi. Onu örnek almaya,  Değotluk gibi davranmaya ve onu dikkatle izlemeye başlamıştı.

Ormana ulaştılar, ormanın kıyısında bir süre yürüdüler. Orman kenarında, içeriye doğru uzanan çayır kaplı bir meydanın başındaki bir ağacın dibine çöktüler. Bir taraflarında ırmak kıyısı boyunca uzanan bir açıklık vardı, oradan etrafı gözetleyebilirlerdi, öbür taraflarında da büyük bir orman uzanıyordu.

Bu yeri T’ıhuts’ık’u da tanımıştı. Ormanın içinden geçip stanitsaya (Kazak beldesine) giden yol işte buradan geçiyordu.
– Gün ağarıncaya değin burada kalacağız, köy ile stanitsa arasında gidip gelen olursa, onların el ayak seslerini buradan daha iyi duyarız. Gerisine de bakarız, dedi Değotluk, koca ağacın dibine rahat bir biçimde uzanarak.

Orman altı ıslak ve soğuktu. Orman kıyılarını kaplayan çekirge ve böcek seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. İnsan kulağı bu seslere alıştığından, sonunda da duyulmaz oluyorlardı. Gece kuşlarının sesleri ve kanat çırpışları da bu seslere karışıyordu. Bazen da oturduğu daldan düşen kuşların kanat çırpışları duyuluyordu.

Bir şey duymadan ve de görmeden yarım saat kadar oturmuşlardı ki, çayırlığın öte ucundan bir kurt uluması geldi. Ardından sağ taraflarından da bir kurt uludu. Üçüncüsü ise tam karşılarında uludu; dördüncüsü ise arkalarından ormanın derinliklerinden uludu. Ara veriyor,  ardından yeniden başlıyor, ölü ağıdı okuyan kadınlar gibi, biri öbürünü izleyerek bir bir ulumaya başladılar. Biri ulumaya başladığında, on tanesi birden ulumuş gibi geliyordu insana, değişik uluma sesleri iki genci kuşatmıştı,  kadın ağıdını andıran ulumalar sürüp gidiyordu.

Değotluk kurt ulumalarını ilk kez duyuyor değildi, ama ne zaman duysa, ilk kez duyuyormuş gibi ilginç geliyordu bu sesler ona. ”Bunların bu denli yakınmakta olmaları niye acaba? Sanki kendileri hiç zarar vermiyorlar da, herkes kendilerine karşı acımasız imiş gibi, çok zorda olduklarını sanırsın bunların…” biçiminde şeyler düşünüyordu.

T’ıhuts’ık’u  da dikkat kesilmiş, adeta soluk almadan kurt seslerini dinlemekteydi. Kurt ulumalarını ilk kez böylesine yakından duyuyordu. Uzaktan çok duymuştu ama uzak ile yakın farklıydı. Uzaktan duyulduğunda köpek havlamasına benzer. Şimdi çok yakındalar, başucundalar, hiç de köpek gibi havlamıyor, bambaşka uluyorlar. Yakınmayı andıran uzun uzun uluma sesleri içinde hırlaşmayı andıran vahşi sesler de duyuluyordu. Bazan ince uluyor, bazen da kalın olarak uzatıyor; bazen sesini çok yükseltiyor, bazen da hırlıyor ve yavaş yavaş sesini azaltıyordu. Ardından aç bir yırtıcı yaratık biçiminde, havlama, hırlama ve uluma karışık, dişlerini gıcırdatarak yeniden ulumasına başlıyordu.

T’ıhuts’ık’u saçları diken diken olmuş yerinde oturuyordu…

Arkadaşının durumunu gören Değotluk, onun bir dost yardımı alması gerektiğini fark etti. Ağzını T’ıhu’nun kulağına dayayıp fısıldadı:
– Kurtlar sakin sakin uluyorlar, etrafta insan yok demektir bu. Bir insan kıpırtısı belirir belirmez kurtlar ulumaya son verecekler…

T’ıhuts’ık’u bir karşılık vermedi, ama bir insan sesi duymuş olması onu rahatlatmıştı. Rahat (гусэфэу) bir nefes aldı ve huzura kavuştu.

Geceyi ağaç dibinde geçirdiler. Sabah erkenden av peşine düştüler. Avları da bilinen vahşi hayvanlar değil, insanlıktan çıkıp vahşi hayvana dönüşmüş olanlar olacaktı. İzledikleri yaratıklar, aslan ve kaplanlardan daha korkunç olan yaratıklardı. Bunların her biri, gördüğünü gözünden vuran birer keskin nişancıydı.

Değotluk bir silahlı çatışma istemiyordu, çünkü karşısına çıkacak olanların kaç kişi olacağı bilinemezdi. İkisinde de fazla mermi yoktu. Vahşi yırtıcıları kendi taktikleriyle avlamayı düşünüyordu. Çok dikkatli hareket etmelerinin nedeni de buydu.

Çıt çıkarmadan sessizce koca ormana daldılar. Hemen her tarafı gözen geçirdiler, ama hiç kimseye ve hiçbir ize rastlamadılar. At bağlanan ya da insan izi olan bir yer de göremediler. Bir patika üzerinde birkaç at ayağı izi gördüler, ancak izler sağa sola sapmadan dosdoğru gitmişti. Çayırlı alanlar tırpancı ve hayvan uğramadığından gürleşmişti. Çalı ve sarmaşıklar nedeniyle orman geçit vermiyordu.

Güneş hayli yükselmişken, ormanın içinden akan bir küçük dereye ulaşıp geçtiler, güzel bir gürgen (пхъэшъабэ) ormanına ulaştılar. Burası tek tük kavak ve söğüt ağaçları da bulunan, dibi çalı çırpı ile kaplı bir yerdi. Taban zencay (зэнджай), kızılcık (зэешъоч), kızılağaç (ек1апц1э), haçı (хьачы) ve benzeri değişik ağaççıklarla sık bir biçimde kaplanmıştı. Yerleri gür otlar ve dikenli böğürtlenler (мэрк1уапц1э) sarmıştı, iki adım ötesini görmek olanaksızdı.

Değotluk, köylünün yakacak odununu aldığı o yeri çok seviyordu, arkadaşı Ahmed’le birlikte oraya gelmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Şimdi de korkulu ve karanlık ormanı terk edip güneş ışınlarının oynaşarak yere yansıdığı bu yere ulaştığında, arkadaşını yitirmiş olmanın dayanılmaz acısı yeniden içine oturmuştu. Yaşam sevinci uyandıran bu güzel orman köşesine ulaştığında, artık yanında olmayan arkadaşının acısını biraz olsun unutur olmuştu, dudaklarında biraz bir gülümseme , ama alnı acıyla kaplanmış durumda, bulunduğu yerde sanki donup kalmıştı.

Değotluk’un iç acısını T’ıhu fark etmişti, ona başka bir konu açıp onu acısından çıkarmak istedi:
– Burada biraz olsun kurulanalım.
– Olur, dedi Değotluk, önemsememiş gibi, yumuşak ve üzgün bir sesle.

İki genç yürüyüşlerine ara verdiler, çiy içinde yürüdüklerinden oldukça ıslanmışlardı, durup güneşte kurulandılar. Biraz emek, biraz da peynir yediler. Yeniden dere ve sel yarıklarından, kurt ve tavşan yollarından ilerleyerek, öğleden sonraya değin ormanı taradılar. Tek tük at izlerini daha sıkça görmeye başladılar. Yanında yanık kağıt parçaları kalmış birkaç sönmüş ateş iziyle de karşılaştılar. Ancak hiçbir insan ve at sesi duymadılar…

Artık umutları tükenmiş, dönmeyi düşünür oldukları bir sırada taze bir at ayağı iziyle karşılaştılar. Terk edilmiş eski bir patika üzerinde bir süre taze izlerin peşinden yürüdüler. Ardından izler saptı ve yandan orman içine doğruldu. Ezilmiş otlardan atın bir süre önce buradan geçmiş olduğu anlaşılıyordu. Gençler izleri izleyerek epeyce yürüdüler, ormanın derinliklerine ulaştılar.

Ansızın Değotluk elini kaldırıp durdu. T’ıhuts’ık’u da yerine mıhlandı.
– Bir at puflaması kulağıma gelmiş gibi oldu, dedi Değotluk, çok alçak bir sesle.

Sessizce ve dikkatlice bir süre dinlemede kaldılar. Oldukça uzaktan bir at puflaması sesini ikisi de duydu. Patikadan ayrılıp tabancalarını çekmiş halde at puflamasının geldiği yere doğru ilerlemeye başladılar.

İlerledikçe at puflamalarını daha yakından gelmeye başladı, biraz daha ilerleyince, atın ayaklarıyla yere vurma sesleri de duyulmaya başladı. İki genç yürümeyi bırakıp sürünerek ilerlemeye başladılar.

Ses çıkmaması için dikenli ormanda ilerlerken hayli de zorlandılar. Güneş alan boş bir küçük çayırlığa ulaştılar. Atın geviş getirme sesi de artık duyuluyordu.

Değotluk çok dikkat ederek ot ve yaprakları araladı, bir baktığında, karşısında bir çayırlık (гъэхъунэ) alan gördü. Alanın ortasında uzun bir iple çok güzel bir kıratın (пц1эгъоплъ) bağlanmış olduğunu gördü. Başka bir şey görmedi.

Değotluk’un o yerden ayrılmaması üzerine telşa kapılan T’ıhuts’ık’u, kendi de bir yer aralayıp baktı. Atı görür görmez kendinden geçti ve hızla Değotluk’un elini yakaladı.
– Darhoko’nun atı bu!. . der demez Değotluk hemen abanıp eliyle T’ıhuts’ık’un ağzını kapadı. İkisi de ürkmüş durumda, yeniden gözlerini çayırlık alana çevirerek, birileri duymuş olmasın diyerek, kımıldamadan bir süre beklediler… Ancak hiçbir kıpırtı olmadı. At yalnızdı. Rahat bir soluk alıp bulundukları yerden ayrıldılar. Değotluk gözleriyle sorarak T’ıhuts’ık’u’a baktı. T’ıhuts’ık’u çok yavaş bir sesle, ama heyecanla soluyarak, Değotluk’un kulağına fısıldadı:
– Darhoko’nun atı bu, o! Görür görmez tanıdım. Köyü bastığında bindiği at buydu.

 

XIV. EŞKIYA YUVASI (БАНДИТЫМ ИХЭЛЪЫП1Э)

2

İki genç de gözünü at ve çayır alanından ayırmadan akşama değin oturdu, ama at dışında görünen olmadı.

Geceleyin de kımıldamadan beklediler ve nöbetleşe uyudular. Geceleyin de görünen olmadı. Sabahleyin son somunlarını da yediler.

T’ıhuts’ık’u “etrafı bir gözden geçirsek” dedi, ama Değotluk karşı çıktı.
– Dileyelim buraya gelirken bıraktığımız izler fark edilmemiş olsun! Etrafı dolaşmaya kalkışırsak, çok iz bırakmış oluruz. Kurt gibi biridir o. En iyisi, ata daha yakın bir yere gidip orada saklanalım, dedi Değotluk.

Yerlerini değiştirip ata daha yakın bir yere geçtiler. Daha uygun bir yeri seçmiş oldular. Ata daha yakın bir yerde oldukları gibi, meydanı da daha iyi görebiliyorlardı.

Öğleden sonraya değin oturdular. Acıkmaya başladılar. Aynı yerde kalmaktan sıkılmış, durumdan iyice bezmişlerdi. Orman içinden bir kuş kanatlanacak olsa ürperiyorlar, ot sallansa diken diken oluyorlardı.

Atı alıp gitmeyi düşünmeye başlamışlardı. Kimse gelmeyecek olursa geceleyin atı alıp gitmeye karar verdiler.

At da bir gün ve bir gece boyunca bir damla olsun su içmemişti, kulaklarını indirmiş bir şey yemeden öyle bekleyip duruyordu.

İkindiye değin beklediler. Güneş meydanın öte tarafındaki büyük ağacın üzerinden batmış, gölgeleri meydana yayılmıştı.

Fazla bir süre geçmemişti ki, atın düşmüş kulakları birden dikildiğini ve bir tarafa doğru bakmakta olduğunu gördüler. Çocuklar da dikkat kesilip o tarafa bakmaya başladılar. Ama bir şey görmediler,  duymadılar. Karşı taraftan küçük bir kuş çay düzlüğünü aşıp yakındaki bir çalının üzerine kondu. Konduğu gibi cıvıldaşarak, ürkmüş bir biçimde uçtu ve bir söğüt ağacının tepesine kondu. Değotluk o yere dikkat kesildi.

Hayli bir süre sonra, o yerdeki bir dalın sallandığını görür gibi oldu Değotluk. Ama görünen olmadı.

Değotluk bir göz aldanması sonucu dalları sallanır gördüğünü sandı. Ancak bir süre sonra aynı dalın aralandığını, üstündeki başlıklı kalpakla (пэ1о сырмае) bir adam başını açıklığa bakarken gördü. At ona doğru kişnedi. Adamın görünmüş olan başı yeniden kayboldu. Ardından yeniden göründü, uzunca bir süre de kımıldamadan bekledi, meydanı gözden geçirdi. Ardından ortaya çıktı.

Değotluk, Darhoko’nun yüzünü görmemişti. Ancak görür görmez T’ıhuts’ık’u  onu tanımıştı, heyecan içinde Değotluk’un elini sıktı.

Kısa ama kalın gövdeli biriydi. Boynunda bir Kabardinka kepenek (к1ако)  asılıydı; sağ tarafında kocaman bir mavzer tüfeği görünüyordu; solunda tabancası vardı. Zalimhan (*) gibi yeşil çuhadan bir elbise giyiyordu. Sarımtırak deriden fişeklikleri çaprazlama göğsündeydi.

Ormanın kıyısında durup bir süre öteyi beriyi gözetledi. Ardından orman kıyısı boyunca birkaç adım attı, bir şeyi arıyormuş gibi geri döndü ve ormanın içinde kayboldu. Bir süre sonra bağlanmış eğerini getirip döndü. Eğeri getirip atın yanında yere bıraktı. Arkası dönük eğeri sökmek için yere çömeldiğinde, Değotluk bir kedi gibi sessizce ormandan çıktı. At ürktü ve fırladı. Darhoko’nun ayağa fırlayıp mavzerine el atmasıyla Değotluk’un bağırması  denk düştü:
– Ruki vverx (Eller yukarı), diye bağırdı Değotluk. Öbürü ise şaşırmıştı, ne yapacağını bilemez halde olduğu yerde donup kaldı. Bir göz açıp kapama süresi kadar elini kaldırmasını geciktirince, Değotluk, daha da sert bir biçimde yeniden bağırdı:
– Eller yukarı! Canına okurum, haydut!

Değotluk’un sert uyarısının ve doğrulan tabanca namlusunun şakasının olmadığı Darhoko,  iyice anlamıştı, isteksiz isteksiz, yavaş yavaş ellerini kaldırdı Darhoko.
– T’ıhu, gel buraya! dedi geriye doğru ama arkaya dönmeyerek ve gözlerini Darhoko’dan ayırmayarak. Bu arada birkaç adım da öne doğru ilerledi.

Ne denli dikkatli olsa ve kritik bir an yaşıyor olsa da, Değotluk şaşkınlık içinde ve gözünü ayıramadan Darhoko’ya bakıp duruyordu. Birkaç çiçek bozuğu serpilmiş geniş bir çehresi ve yayvan bir çenesi vardı, yüzü de demir rengini andırıyordu ve posbıyıklıydı. Gözleri ela rengine çalıyordu ve manda gözü gibi dışarıya taşmışlardı; bilenmiş birer çelikten okmuş gibi acımasız ve bağışlamasız bir vahşiliği yansıtmaktaydılar bu gözler. Dara düşmüş bir kurdun karşı saldırıya (бжъэнтхъожьын) hazırlanışı gibi gibiydi. Pür dikkat ve sevimsiz, gözleri Değotluk’un anlık bir dalgınlığını bekliyormuş gibi fırsatçı bakıyorlardı. Havaya kalkmış elleri kısa ama kalın parmaklı ve bir şeyleri kapmak isterlermiş gibi hafif yukarı kalkıktılar.

T’ıhuts’ık’u geriden Değotluk’n yanına geldi. T’ıhuts’ık’u görür görmez, Darhoko’nun gözlerindeki kurnaz ve fırsat kollayan tavırlar yok oldu, umusuzluk çöküşü içinde kaşlarını kaldırıp birkaç saniye baktı. Şimşek çakarken çıkardığı aydınlığa benzer bir biçimde, dudaklarından ve gözlerinden hafifçe bir gülümseme yansıdı.
– A, a, bak eski dostuma! dedi şaka yapıyor ve önemsemiyormuş gibi bir tavırla.
– Evet, eski dostun! Alacağı kalmış eski bir dostun… diye sözü sürdürdü T’ıhuts’ık’u, soğuk soğuk bir sesle.

Bir gözü açma süresi iki gencin bir dalgınlığını yakaladığını düşünerek sağ elini indirmeye kalkışır gibi yaptı ama göze alamadı. Değotluk durumun hemen farkına vardı ve sert bir biçimde bağırdı:
– Kımıldama! Elini oynatma, köpek gebertir gibi gebertirim sonra seni. T’ıhuts’ık’u da eklemede bulundu:
– Konuşturma bunu! Kımıldar kımıldamaz vur!

Ardından Darhoko’ya sert bir emir  verdi:
– Arkanı dön!

Darhoko isteksizce, ama fazlaca da geciktirmeden sırtını döndü. Değotluk yanaştı, kemerini çıkardı ve bağlarını kesti. Darhoko’nun iki tabancası yere düştü. Uzanıp kısa namlulu karabinayı aldı. Silahları uzağa ittikten sonra cebinden bir ip çıkardı, Darhoko’nun ellerini arkadan sıkıca bağladı.

Değotluk ata eğer vurmak istedi, ama eğerin bukağıya (щэлъахъэ) bağlı olduğunu gördü. Eğeri yere bırakıp bukağıyı ayırdı. Amdehan’ın buğdayı yakıldığında tarla kıyısındaki ormanda bulduğu bukağıymış sandı ama daha dikkatli baktığında, bu bukağının kendi bulduğundan daha parlatılmış olduğunu farketti. Ancak her iki bukağı da aynı biçimde yapılmışlardı. Derisinin işlenmesi ve bağlama halkaları da birbirinin aynıydı ve tek bir elden çıkmış oldukları anlaşılıyordu.

Değotluk bir şey demeden bukağıyı çözüp cebine koydu. Eğeri vurup T’ıhuts’ık’u ata bindirdi. Kendisi yaya, Darhoko’yu bağladığı ipin ucundan tutarak ve onu önden yürüterek yola koyuldular.

Köye dönmeyi göze alamadılar ve haydudu ayrı bir yoldan rayon (ilçe) merkezine götürdüler. Değotluk, haydutu küçük bir karakola teslim etmekten çekinmişti. Ancak GPU (Devlet Politik Amirliği) yetkilisi ilçede değildi. İlçe asayiş amirine (naçal’nik) gittiler. Darhoko’nun ipini bırakmadan nöbetçi milisi (polisi)  haber vermesi için amirine gönderdi.
– “Amirim sanığı nezarete koyun, sabaha gereğini yaparız dedi” diye haber getirdi milis. Getirilen kişinin çok tehlikeli biri olduğunu, gelmesi gerektiğini bildirerek yeniden haber gönderdi Değotluk.

Uzunca bir süre beklediler. Sonunda kısa boylu biri karanlığın içinden sökün etti. Haydutu getiren iki gence bir şey demeden nöbetçi milise döndü:
– Tutukluyu hapse koyun, atı da ahıra götürüp bağlayın.

Değotluk’a ve yanındakine bakmadan odasına girdi. İki genç bu tür bir davranışa anlam verememiş halde bir süre kapı önünde beklediler.

Üç milis geldi ve sevinerek Darhoko’yu hapse götürdüler. Dönüp atı aldılar. Genç milisler ”Bu azılı haydutu nasıl yakalayabildiniz?” diyerek Değotluk ile arkadaşının etrafını sardılar. Bunlar amirleri gibi değildiler: Gençleri dostça ve sevecen karşılamışlardı. Ancak amirin asosyal/soğuk davranışı her ikisine de dokunmuştu, bu nedenle konuşmak için bir hevesleri kalmamıştı.
– Tutanak tutulacak mı,  öğrenmek istiyoruz, amirinize sorun, diyerek Değotluk milisin birini amirin yanına gönderdi.
– Gelin!diye seslendi milis bir süre sonra.

Masanın başında kızıl saçlı ve küçük cüsseli bir adam oturuyordu. Suratı asık, gözleri kanlıymış gibiydi. Gözlerinin altı (нэч1ашэ) birer yastık bağlanmış gibi torbalaşmıştı. Bir baktı, ardından bir kağıdı okuyormuş gibi gözlerini indirdi.

T’ıuts’ık’u kapıya yakın durdu, Değotluk masaya yanaştı. Değotluk bir süre amirin karşısında dikildi, ardından isteksiz isteksiz konuştu:
– Peki, yoldaş amir (naçal’nik) bir tutanak imzalayıp vermeniz gerekmiyor mu?

Amir başını bir kaldırdı, işin ancak farkına varmışmış gibi, bir süre baktı. Ardından karşısındakileri küçümseyen bir tavırla sırtını koltuğuna dayadı, ayaklarını da görünecek biçimde masa altından uzattı. İşin acele bir yanı yokmuş gibi elini cebin attı ve gümüş tabakasını çıkardı. Sigarayı dudağına yerleştirip yan gözle Değotluk’a bakarak konuştu:
– Evet ikiniz için bir tutanak hazırlayıp imzalamayı düşünüyorum!
– Ne diye? Diye sordu Değotluk, böyle bir şey beklemediğinden.
– İşiniz olmayan işlere burnunuzu soktuğunuz için!
– Nasıl yani? Haydutlarla mücadele bütün Sovyet yurttaşları için bir görev değil mi yani?

Amirin uyuşukluğu birden yok oldu, hiddetlenerek ayağa kalktı.
– Görev tabii, ama güvenlik birimlerinin operasyon planlarını bozmamak koşuluyla!
– Bunca süredir, Darhoko  rayonumuzda terör estirirken operasyon planlarınız neredeydi? Değotluk, kızmıştı ve sert bir biçimde yanıt vermeye başlamıştı.
– Bizim operasyon planlarımız senin yetkinde olan şeyler değil! Bunu kafana iyice koy: Bundan sonra bize sormadan bir iş yapmaya kalkışacak olursan, haydut yerine seni hapse atarım! dedi amir, daha anlaşılır bir biçimde.
– Demek haydudu yakalamakla kötü bir şey yapmış olduk, öyle mi?
– Birini yakalayayım derken onunu kaçırdınız, işte bu, sizin bu yaptığınız!
– Darhoko’nun dağda (ormanda) dostu yok, onun dostları köylerde ve beldelerde (stanitsalarda), senin “operasyon planın” oraları da kapsıyor mu bilemem tabii…

Değotluk’un bu ani sert çıkışı karşısında amir alttan almaya başladı. Bu son operasyon planı lafı ve aksi konuşmuş olması amiri düşündürmüş olmalıydı. Daha yavaş  bir sesle konuştu:
– Planın neyi kapsayıp kapsamadığı senin üstüne vazife değil. Yeter, orada kal! Darhoko’nun silahlarını almadınız mı?
– İşte bunlar, karabina, tabanca ve mavzer. Haydudu yakalayan kişi, gereksindiği silahı seçme hakkına sahip. Ben de mavzeri alıyorum.

Burada yeniden takıştılar, karakol amiri yeniden bir hamlede bulundu, ama Değotluk geriye adım atmadı:
– O zaman bu mavzeri sana vermiyorum, Krasnodar’a (**) gideceğim, OGPU’ya (Oblast Güvenlik Teşkilatı Merkezi) götüreceğim, verip vermediklerini görürsün! Dedi. Sonunda Krasnodar’a gidebileceğini, tabancayı da alacağını sert bir biçimde söyleyerek mavzer elde dışarı çıktı Değotluk.

Belde de bir eve konuk oldular, bir süre dinlendikten sonra sabahleyin erkenden köy yoluna düştüler. Değotluk bir iç çekişmesi içine düşmüştü. Karakol amirinin davranışını kuşkulu bulmuştu. Haydudu o amire teslim etmekle iyi yapıp yapmadığını sorgulamaya, işi yarıda bırakmakla hata ettiğini düşünmeye başlamıştı. Krasnodar’a gidip durumu bildirse, kuşkulandığı durumları bildirse, daha mı olurdu düşüncesi içini kemiriyordu. Ancak ne yapacağını kararlaştıramadan köye dönmüş oldular.

İki gün sonra, ”Krasnodar’a götürülürken Darhoko’nun kaçtığı” haberi geldi. Aynı gece rayon merkezine gelip atını ve eğerini de alıp gitmiş…”

Şecerıye (Щэджэрые) (***) komsomol hücresi, en çok da Değotluk ve T’ıhuts’ık’u, bu duruma çok üzüldüler.  . Evlerine girmeden, tabancalarını da yanlarından ayırmadan üç gece üç gündüz geçirdiler. Komsomollar teyakkuz (dikkatli) halde, posta posta nöbetçiler dikerek köyü çepeçevre koruma altına aldılar.

Darhoko’nun kaçışı işinde rayon karakol amirinin parmağı olduğu konusunda Değotluk’un kuşkusu kalmamıştı. Ne yapacağını bilemeden birkaç gün geçirdi. Sonunda doğruca Krasnodar’a gitmeye karar verdi, ancak Krasnodar’a gitmeyi düşünürken rayon merkezinden çağrıldığı haberini aldı.

Çağıran da OGPU adlı oblastın devlet terörle mücadele birliği amiri idi. Amir, Değotluk’u rayonun karakol amirinden farklı bir biçimde karşıladı. Birşeyler yazıyordu, hemen bıraktı, sanki birlikte çalışıyorlarmış gibi, candan ve sıcak bir biçimde onu karşıladı.
– Otur, yoldaş Değotluk, dedi.

Saygılı ve kişilikli biri olduğu hemen anlaşılıyordu. Ama çok yorgun olduğu da anlaşılıyordu, bu durum biraz da olsa gözlerine yansımıştı. Dengesiz bir neşeli ya da sırıtır ya da içten pazarlıklı bir görünümü yoktu. İşi her şeyi imiş gibiydi. Gözleri sanki insanın içini okuyor, söylenen her sözden söylenmemiş birçok şeyi seziyorlarmış gibi bakıyorlardı.

Görür görmez, Değotluk, adama iyice ısınmış ve güven duymuştu. Olup biten her şeyi eksiksiz ona  anlattı. Köyde haydutla ilişkili olduğundan kuşkulandığı kişilerin adlarını da söyledi, iki at bukağısının  (köstek) elide olduğunu da söyledi. Sonunda rayon karakol amirinden de kuşkulanmış olduğunu anlattı.

Rayon karakol amirinin durumunu anlatması üzerine, yetkili şaşkınlık geçirmişti, biraz hızlı, ama sesini alçaltarak konuştu:
– O  konuda kimseye bir şey söyledin mi?
– Hayır, söylemedim.
– Biraz sabret, şimdilik kimseye bir şey sezdirme… Etrafa biraz bakındıktan sonra sözlerine devam etti: Bukağılardan da kimseye söz etme, saklı tut. Şimdilik sende kalsınlar. Onlara da sıra gelebilir. Mavzer artık senin. Nasıl ele geçirmiş olduğunu anlatan ve mavzerin sana ırakıldığını belirten resmi bir yazıyı, Krasnodar’a döndüğümde, şubeden sana göndereceğim.

Konuşmanın sona erdiğini bildirmek üzere ayağa kalktı ve Değotluk’un elini sıkıca sıkı ve ekledi:
– Bundan sonra da böyle yiğitçe ve tüm gücünle mücadeleni sürdürmelisin. Karşılaştığın her düşman izini bize bildir.

Değotluk morali yükselmiş bir biçimde yetkili amirin yanından ayrıldı. Düzgün biriydi bu kişiydi, suç işleyene ve düşmana karşı katı, sevdiğine ve iyi insanlara karşı da sınırsız sevecen biriydi. El attığı her şeyde koku almasını bilen bir kişilikti bu. Bu kişiyi ve onun kişiliğini çok beğenmişti Değotluk. Değotluk’un özlemini çektiği Bolşevik tipi örnek insan, işte bu kişide somutlaşmıştı.

Şimdi belde caddesinde yürürken o adamın sağlam karakterini ve çalışma tekniğini beyninde tartıyor ve kendi kendisini sorguluyordu:”Örnek olanı, benimkinden çok o adamın çalışma biçimi, benimki daha gürültü patırtılı bir çalışma oluyor…”

Bir hafta kadar sonra, başka bir rayonun bir kutırında (****) Darhoko’nun ele geçirildiği haberi geldi. Ardından rayon karakol amirinin de tutuklanmış olduğu duyuldu.

DİPNOTLAR:
(*) Zalımhan-Çarlık döneminde ünlenmiş bir Çeçen abregi, çeteci. -HCY
(**) Krasnodar o zamanlar 1922-1936  yılları arasında Adige Özerk Oblastı’ının merkeziydi. -HCY
(***) Şecerıye-Değotluk’un köyü. -HCY
(****) Kutır (Къутыр)-Birkaç evlik küçük bir Rus yerleşmesi, mezra. -HCY


 

I. KULATS’IN AŞKI  (КУЛАЦЭ ИШ1УЛЪЭГЪУ)

Bu işin nasıl başlamış ve nasıl gerçekleşmiş olduğunu bir türlü anlayamamıştı Nafset. Ancak her akşam Kulats’ın yanına oturmaya ve psetluh (evlenme amaçlı konuşmak üzere) gelen gençler içinden birinin daha sıkça gelmekte olduğunu fark etmişti. O genç, giderek gurup ile beraber gelmemeye, bir arkadaşını yanına alıp grubun gelmediği anlara denk getirerek sıkça Kulats’ı ziyaret etmeye ve oturmaya başlamıştı.

O zamana değin Nafset, diğerlerinden farklı bir şey görmemişti Amzan’da. Ayrıca onu en hoşlanmadığı (ш1ого1уджэ)  delikanlılardan biri olarak görüyordu. Yağız ve endamlıca bir gençti Amzan. Düzletilmiş kuş burnu gibi kısa ve güzel bir burnu vardı. Sakal ve bıyığı tıraşlıydı. Dudakları herhangi birine benzemiyordu, çıplak ve sürekli üzgünmüşler gibiydi,  sinirleri bile ince dudaklarından görünür gibiydi ve birbirine değmiyordu. Gözleri bir kız gördü mü zaaf geçiriyor, güzel ve tatlı bir yuvar oluşturuyordu, aşk arzusu gözlerinden bir yıldız huzmeleri biçiminde saçılıyordu.  Başındaki kısa Buhara işi kalpağının bir derici ustasının elinden çıktığı anlaşılabiliyordu. Kadına hoş yaklaşımı ve yüzündeki tatlı tebessümleri ile uyumlu bir biçimde başını da hareket ettiriyordu. Köydeki kızların yakışıklı diye adını sıkça söyledikleri gençlerden biriydi. Küçük bir çiftçi-emekçi (Фэкъол1) ailesinin bir çocuğuydu, ancak kendisi pek çalışmayan ve kızların peşinde dolanıp duran biriydi. Yüzünden, söz ve davranışlarından, kadınlara karşı duyduğu arzular dışında bir düşünce ve duygu yansımıyordu.

Nafset’in en beğenmediği şeyler bu tür arzular ile başkaca hiçbir arzu ve ilgisi olmayan kişiler idiler. Ama köylü kızları ile her bir konuştuğunda Amzan’ın beğenilmekte olduğunu da görüyordu. Karşısında bir kız olmadığında da, dinlemekten beziyor, uyuklamaya başlıyor ve ne diyeceğini bilmeden otura kalıyordu Amzan. Ancak bir kız gördüğünde ve bir konuşma fırsatı yakaladığında, yeni baştan canlanıyor ve konuşkan birine dönüşüyordu; o gibi durumlarda dilinden adeta bal damlıyor, tatlı bir hava da üfürür gibi sözlerini art arda sıralıyor, kızı büyülüyor, vaftiz edermiş  (умэхъыгъэ) gibi, kızın kalbini çarptırarak onun karşısında oturuyordu.

Adige erkeklerinin birçoğu kadınlara sömürücülerin bakış açılarından bakma ve onları birer hizmetkar (унэ1ут) imiş gibi görme geleneği henüz terk edilmiş değildi. Öyleleri büyüklenir, bey ve yiğit gibi tavırlar takınır, elleri önde (а1эхэр апчанэ итэу), ileriye doğru doğrultarak kızların karşısında otururlardı. Ne denli kız karşısında yumuşamış olsalar da, ardından, eski Adige geleneğine uyarlar, kıza karşı aşk dolu, tatlı ve yumuşak sözler sıralamayı erkeklik ile bağdaştırmazlardı. Amzan ise farklıydı: O aşkını, duygu ve sevincini kızlarla paylaşıyor, bu yolla onların yüreğini eritiyordu. Ayrıca kişiyi etkileme/büyüleme (дэхэш1эн) konusunda zayıf kalmış olan Adigece’nin söz dağarcığını/engelini aşmasını, insanın içini eriten tatlı ve yumuşak sözcükler bulmasını başarırdı. Bu nedenle de kızlar Amzan’ı daha bir beğeniyor olmalıydılar.

Ancak kızlarının geleceği üzerinde titremekte olan sert/katı anaların köydeki en beğenmedikleri kişi de Amzan’dı. Ona “Uğursuz geveze/boşboğaz” (Мыгъо 1упажъэ) diye kızıyorlardı.

Amzan’ın gelişini sıklaştırmış olması Nafset’in de hoşuna gitmiyordu. Ablasını bir başına Amzan’la baş başa bırakamıyor, çocuğun konuşma biçiminden nefret ediyor olsa da zoraki katlanıyordu.

Ancak Amzan’ın bu gelişlerinden Kulats’ın hoşlandığı belli oluyordu. Amzan geldiğinde, Kulats’ın konuşmasındaki ağırbaşlılık sona eriyor, keskin ifadeleri yumuşuyor, sözlerinde tatlı bir yumuşaklık oluşuyor, kendini alabildiğine o tür bir yumuşaklık içine bırakıyordu. Amzan’ın gözlerinden yayılan aşk dumanı Kulats’ın gözlerinde de karşılığını buluyor, büyüleyici bir atmosfer, üstlerini adeta bir tatlı yorganmış gibi örtüyordu. Gözleri ile karşılaştığında, Kulats’ın içi tuhaflaşıyor, göz kapaklarını ve başını indiriyor, yola gelmiş (1acэ хъугъэу) ve içindeki aşk ateşinin esiri olmuş gibi,  sözleri de bir gizli tatlılık havası içinde eriyip gidiyordu.

Karşılıklı duygularını henüz açıklamıyor, ama bir iki söz olsun çıtlatmak için bazı sözcük denemeleri yapıyor ve vaktin nasıl gelip geçmiş olduğunun farkına bile varmadan oturma alışkanlığı edinmişlerdi. Nafset asıl buna hazmedemiyordu. Davranış ve oturuş biçimlerinden de katlanamıyordu. Ayakta durup beklemekten sıkıntı duymaya başlıyordu. Bu nedenle bir dışarı çıkıyor, bir içeri giriyordu. Bazen onları el ele tutuşmuş yakalıyor, telaş içine düşürüyordu onları.

Kulats’ın Amzan karşısındaki yumuşaması gittikçe artıyordu. Kalpten kalbe anlaşmışlar, arzuları aşka dönüşmüş, bedenleri çözülmüş, el örgüsü (дын-шъэн)  gibi hiçbir şeye elleri uzanmadan, uzanıp pencere önlerinde durmaya gelmişti sıra. Kulats, odasından çıkar çıkmaz veranda (хьащпакъ/дыбзык1э)   direğine sarılıyor, bakınıp duruyordu. Bazen de büyük bir sevinç içinde, ateş gibi tutuşmuş halde odasından dışarı fırlıyordu. Onu sevdiği gibi, onun tarafından sevilmekte olduğunun bilinciyle, bazen Nafset’e de sarılıyor ve büyük bir karaltı biçiminde odasına çekildiği oluyordu.

Cin görmüş birinden kaçınırmış gibi, Naset, Kulats’ın bu tür ateşli-kızışmış sarılmalarından iğreniyordu. Kuats’ın bu davranışının ve tatlı sözler döktürmesinin sırf kendisini sevmekte olmasından kaynaklanmadığını biliyor, çok kızıyor ve ondan kurtulmaya çalışıyordu. Ancak Nafset, Kulats’ın içinde oluşmuş olan duyguları kavrayacak olgunluğa erişmemişti henüz. Uzaktan durumu biraz kavrıyordu, ama bu kavradığı şeyler ona yakışıksız ve uygunsuz şeylermiş gibi geliyordu.

Amzan’ın ne zaman geleceğini Kulats’ın hal ve davranışından artık anlar olmuştu Nafset. O zamanlar Kulats daha sıkça pencere önüne koşuyor ve kabına sığamaz oluyordu. Durmaksızın üstünü başını düzeltiyor, giysilerini değiştirip duruyordu. Kendisine bir ev işi buyurulacak olsa, sinirleri beynine sıçrıyordu.

Amzan’ın sık sık Kulats’ın yanına gelmekte olması, en çok da Hımsad’ın homurdanmalarına yol açıyordu. Kartalın gölgesini görmüş olan ana hindi gibi, çaktırmadan yan gözle bakıyordu Amzan’a. Onun her gelişinde Hımsad’ın içi burkuluyordu, işini gücünü unutup bir sinir küpüne dönüşüyordu. Sinirlenmesinin, bu işe onay vermemesinin ve her şeyin sorumluluğunu da Nafset’e yıkıyordu. Nafset’in kızların odasından çıkması halinde kızıyor ve onu derhal geri gönderiyordu. Hamur yoğururken teknede bırakıyor, ne yapacağını bilemeden bir ileri bir geri odasında dönüp duruyor, yine de hırsını alamıyor, suratı buruşmuş halde bahçeye çıkıyor, kaygılı kaygılı kızların penceresinin yakınlarında dolanıyor, sesini sert bir biçimde yükseltiyordu. İçeride ne olup bittiğini öğrenememiş olmanın merakı içinde çatlayacakmış gibi oluyordu. Bazen kızı ve çocuğu kovalamak istiyor, yavaş yavaş iç kapıyı açıyor ve kızın odasının kapısına yöneliyor ve sinirleri tepesine çıkıyordu. Ama bunun yakışıksız olacağını da biliyordu. Bazen de dayanamaz oluyor, yavaş yavaş iç kapıyı açıp kızların oda kapısının önüne geliyordu. Durumu fark edip kapıyı Nafset’in açması ile de irkiliyor, suçüstü yakalanmış gibi, bir çıkar yol bulmaya çalışıyor, cenaze evinde (хьэдэгъуап1э) konuşur gibi çok yavaş bir sesle:
– Çocuklar oturacaklarsa bir şeyler yedirseniz diyecektim, diyor, geri dönüyordu.

Peşinden Nafset’in gelmesi halinde, iç kapıyı kapatıyor, tüm öfkesini ona boşaltıyordu. Nafset, annesinin kendisine böyle kızmakta olmasını nedenini anlayamıyor, üzülerek soruyordu:
– Anne, ne oldu ki, ne diye kızıyorsun bana? Bir şey yedirmek istiyorsan ben ne yapayım? Her gün gelen kişiler bunlar, konuk değiller ki…

Hımsad, suratı asık ve kızmış halde saç tokasını çözüyor, yeniden bağlıyordu. Doğru bir karşılık vermeksizin Nafset’e azarlayıcı  şeyler söylüyordu:
– Senin büyük suçun var! Siz ikiniz de diğer içeridekiler  de tıkınamaz olursunuz, onları ağırlamak  sadece  bana kalsa da!

Nafset, yine söylenenden bir şey anlamıyor, put gibi dikilip duruyordu.
– Hadi, geldiğin  yere dön!. . diye ana yeniden kızıyor ve kızı geldiği yere kovar gibi gönderiyordu.

Bir gün Hımsad, fırının başında, duman içinde ekmek pişirmekle uğraşırken Amzan’ın gelmiş olduğunu göremedi. Odun almaya gönderdiği Nafset de gecikmişti.
– Bu iki deli kız içeride gevezelik (хьакъужъокъу) yapıyor olmalılar, ocaktaki ateşin söneceği umurlarında bile değil, diyerek, açık olan iç kapıdan yürüyerek, daha ilerideki kızların odasının kapısını açtı. Gördüğü şey karşısında da feryadı bastı: Kulats ile Amzan’ın dudakları birbirine yapışmış ve her ikisi de birbirine sarılmış halde odanın ortasındaydılar.

Hımsad, ölü görmüş bir gibi irkilip kalmış, öylece bir süre kapı önünde kalmıştı. Ardından kapıyı iteleyip, kanı beynine toplanmış, siniri ve utancı başına vurmuş halde kendi büyük odasına doğru koştu. Oda kapısını aşar aşmaz, sanki ayaklanmış da göğsünü yumrukluyormuş gibi olan kalbinin sesini bir süre dinleyip durdu. Sonra birkaç adım atıp yeniden durdu. Ocaktaki tavaya (табэ) doğru ilerledi ama sadece demir maşayı aldı ve ateşe ellemeden ocak başından ayrıldı, yeniden odanın ortasında durdu. Bir süre sonra yeniden hazırlanıp geldiği oda kapısına doğru ilerledi, ancak kapıya vardığında durakladı, morali bozulmuş ve elleri boşalmış halde geri döndü. Gözleri hareketsizdi,  bulanık görüyor, zar zor ayaklarını hareket ettirerek oda içinde yürüyebiliyordu. Eline almış olduğu demir maşa da düşmüş yerde yatıyordu.

İçeri giren Nafset annesinin bu halini görünce irkildi. Hemen elindeki odunu (*) bırakıp üstünü bir silkeleyip temizlendi ve hızla annesine doğru koştu, kaygılı bir biçimde sordu:
– Ne oldu, anne, bir fenalık mı geçirdin yoksa?

Hımsad kızının bu sözleri üzerine kendine geldi (къызхагъэшхъожьыгъэ) ve derin bir iç çekti. Büyük bir suç işlemiş biriymiş gibi bir süre soğuk soğuk kızına bakıp durduktan sonra, avazı çıktığınca Nafset’e bağırdı:
– Geçirdim tabii! Tanrı evimi büyük bir günaha boğdu! Sokağa salınmış siz iki dişi köpeğin bugün bana çektirmiş olduğunuz şeyin günahından ebedi kurtulamayacaksınız! Ne utanç verici ve ne de onursuzca bir davranış bu böyle!
– Ne olmuş ki, anne, diye soracak oldu Nafset ama sözleri yarım kaldı. Annesinin kendisini dinlediği yoktu, başını avuçlarının içine almış, ”Ne yakışıksız, ne çirkin bir durum bu! Evimi bir günah yuvasına çevirmeleri için ben hangi suçu işlemişim ki, diyerek oda içinde koşuşturmaya başlamıştı. Sonunda yorulup durakladı, bir süre soluyamaz durumda kaldı. Köz içindeki ekmek tavası gözüne ilişti, ekmek yanıyor, dumanı tütüyordu. Bunun üzerine donakalmış olan Nafset’in üzerine yürüdü:
– Orada ekmeğin ocakta yandığını görmüyor musun? Niye böyle uyuşuk bakıp duruyorsun!

Nafset tavaya doğru koştu, ama o ara Hımsad ekmek derdini de unutmuştu. Büyük bir sorun belirmiş gibi çekik kol yenlerini indirmeye başladı.

Nafset, büyük bir endişeye kapılmıştı, bir yandan annesini izlerken, öte yandan da ateş içindeki tavaya çıplak eliyle dokunmuş parmağı yanmıştı. Ancak o ara annesi tek bir söz bile söylemeden evden ayrılıp bahçe dışına çıkmıştı.

Hımsad komşu eve gidip o evin oğlan çocuğunu çağırdı. Amzan’ın bahçelerine adım atmamasını, bela aramıyorsa bir daha evlerine gelmemesini istediğini kendisine söylemesini çocuğa rica etti. Döndüğünde, ”bu davranışımla dedikoduya kapı aralamış olmayayım…” diye, çocuğa söylemiş olduğu sözlerden dolayı bir pişmanlık da duydu. Bu pişmanlık ve evindeki utanç verici durum, ikisi bir arada, daha da sinirlenmiş halde eve döndü, tüm öfkesini de Nafset’e kustu.

Ne kadar söylenmiş, ne kadar sayıp dökmüş olsa da, Nafset olup biteni yine anlayabilmiş değildi. Annesine bir şey olmuş oluğu endişesi de yavaş yavaş geçersizleşmişti. Sonunda gereksiz yere azarlanmış olduğundan, kendi adına bir  pay çıkararak, küçücük dudaklarını şişirmiş halde kız odasına gitti. Orada Kulats’ı yüzükoyun divana uzanmış hüngür hüngür ağlar halde buldu.
– Ne geldi başına senin de, diye sordu ama bir yanıt alamadı.

(*) Odun (пхъэ)- Romanda odun sözcüğü değil, sık sık ”tezek” (тезэч) sözcüğü geçmektedir. Her tarafı orman ve koru çevrili bir yerde tezek yakmaya gerek olmadığına göre, bu sözcüğe odun dışında bir anlam veremedim. HCY

 

II. İKİ KIZ KARDEŞ (ЗЭШЫПХЪУИТ1УР)

1

O akşamdan başlayarak Kulats ateşlenmiş bir hastaymış gibi yatağa düştü. Ara sıra boşanarak ağlamaya, sıtmaya yakalanmış gibi de titremeye, nöbeti geçtiğinde duvara bakıp yatmaya, konuşmamaya ve yemek yememeye başlamıştı. Böylesine birkaç gün geçirdi. Hmsad ise kızmayı ve utanmayı bir yana atmış, kızının sağlığı konusunda ciddi bir korkuya kapılmıştı. Günde iki üç kez Nafst’i çağırıp önemsemezmiş gibi bir tavırla hastanın durumunu soruyordu. Nafset’in hasta için söylemiş olduğu sözler anne için kafi gelmiyor, kaygılanmasını yine sürdürüyordu. Ancak o birkaç gün boyunca, tek bir kez olsun Kulats’ın yanına da gitmemişti. Ne olup bittiğini bilmeyen Nafset de, iki arada bir derede kalmıştı.

Nafset ablasını sevmiyor değildi. Ancak küçüklüğünden beri amaç ve düşünceleri farklı idi, birbirlerini hiç tanımıyorlar ve birbirine yabancı kişilermiş gibi aynı evde birlikte yaşıyorlardı. Nafset, Kulats’ın bu bilemediği hastalığı nedeniyle hayli korkmuştu. İşin aslını bilmeyen Nafset, annesi ile Kulats’ın birbirlerinden uzaklaşmış olduklarından kuşkulanıyor ve büyük bir korku içine düşmüş bulunuyordu.

Bir akşam Kulats divan üzerinde doğruldu. Çektiği sıkıntı ve açlık nedeniyle bitkin düşmüştü. Bunun üzerine Nafset içeri koştu ve annesini sürüklercesine Kulats’ın yanına getirdi. Annesini görür görmez, Kulats yorganı üzerine çekti, kafasını yorganın altına gömüp yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı…

Annesi ile kızı bu yolla barışmış oldular. Her şeyin suçlusu Nafset’miş gibi, ana bütün güzel sözlerini büyük kızına yöneltti.

Kulats ayağa kalktı, ama tam iyileşmemiş, canı sıkkın, huyu adamakıllı değişmiş bir gibi olmuştu. Şaka ve şarkı sesleri kendisinden duyulmaz olmuştu. Mızıkasını da pek çaldığı yoktu, ara sıra mızıkayı ele alıyor, üzgün bir biçimde başını mızıkasına yaslıyor, bazı küçük acılı aşk şarkısı parçalarını çalarmış gibi yapıyordu. İçindeki acısını mızıkası ile dışa vurmaya çalışıyordu. Gözyaşları dökülüyor, iç çekiyor, ardından inildeyip mızıkayı bırakıyordu. Kaburgaları çıkmış bir kedi benzeri (чэтыу од фэдэ) dolanıp duruyordu odasında. Biçki-dikiş işlerini de bir yana atmıştı. Bazen de nedeni belirsiz bir biçimde kendini yüzükoyun divana atıyor, ağlıyordu. Geceleri sıkıntı içinde uyumaya çalışıyordu, ateş basmış bir hastaymış gibi, sayıklayarak gecelerini geçiriyordu.

Sayıklamalarında sık sık “Amzan” adının söylemekte olması Nafset’in beyninde sorulara yol açıyordu.

Kulats artık dünyayla ve insanlarla ilişkilerini koparmış biri gibiydi. Gençler ve çocuklar her zamanki gibi yine yanına geliyorlardı ama Kulats’ın kendilerine karşı ilgisiz kaldığını gördükçe fazla oturmadan kalkıp gidiyorlardı. Önceleri en çok şakalaştığı kişiler bile artık Kulats’ın ilgisini çekmez olmuşlardı.

İki üç kez Değotluk da gelmişti ama Kulats ona da ilgi duymamıştı. Eskisi gibi tartışmamış ve takışmamışlardı. Hastalıktan yeni çıkmış biri imiş gibi üzgün oturmakla yetindiğini görünce, Değotluk, Kulats ile eskisi gibi şakalaşmaktan ve takılmaktan kaçınmıştı.

Günler böyle geçerken, birgün komşu dul kadın (пхъужъ) eve geldi. Dul Vıstanekoların evine pek uğrayan biri değildi. Geliş nedeni olarak da çok sıkıldığını ve Kulats’ın mızıkasını dinlemeyi özlediğini söyledi. Hımsad ve kızlarla birlikte bir süre oturdu. Ardından Hımsad ayrıldı. Nafset de su ve odun getirmeye gitti.

Diğerleri ayrılınca Kulats mızıkasını eline aldı ve odadan mızıka sesi gelmeye başladı. Ancak mızıkayı isteksizce çalıyordu. Bazen mızıkanın öylesine çalındığını, şarkı başlarının sonu getirilmeden kesildiğini, hemen başka şarkıya geçildiğini duydukça, arada bir konuşma bulunduğu belli oluyordu. Dul kadın bir süre oturup gitti, ardından Kulats da yaşama dönmeye başladı.

Dul kadın artık aralıksız gelmeye başlamıştı. Aralarında konuşmakta olduklarını, kendi girişinde konuşmalarını kestiklerini görmüştü Nafset. Geceleri inilti arasında Amzan’ın adını sayıklaması, hastalandığı günden beri Amzan’ın gelmemiş olması, Nafset’in dikkatinden kaçmamış, Kulats’ın hastalığının nedenini artık anlamaya başlamıştı.

Dul ile Kulats’ın gizli bir şey konuşmakta olduklarını da anlamıştı.
Nafset artık her şeyin farkındaydı. Kulats’a öfkelenmiyordu. Kulats’ın içindeki tutkunun ne denli etkili olduğunun bilincindeydi ama öylesine bir aşk ona budalaca geliyordu. Kulats’ın ağlamalarını ve mızıkasını yakınır gibi çalmasını yakışıksız buluyordu. Kendi, ölse bile öyle yapmazdı. Sevmekte olduğu kişi, kendisine karşılık veriyorsa, bu sevgiye kimse engel olamazdı. Şayet istenmiyor ise, acısını içine gömerdi, Kulats gibi kendisini perişan etmezdi. Öyle düşünüyordu, ancak o duruma düşecek olursa, ne yapıp yapmayacağını Nafset’in kendi de bilmiyordu. Kendisinin gizli bir aşkı ve umudu da vardı. Kulats’a her bir baktığında aklına Bibolet geliyordu. İçinde bir umut, bir sevgi ateşi uyanıyor, içinde koşuşturmya başlıyor, yanakları al al kızarıyor, kalbi atmaya, çarpmaya başlıyordu.

Bibolet’in kendisini sevip sevmediğini aklına bile getirmek istemiyordu. Sevilirse ya da sevilmezse ne olacağı konularını düşünmek bile istemiyordu. Aşkı kalbini kilitlemiş gibiydi, bu aşka inanıp inanmama özgürlüğü bile yoktu kendisinin. Adige masallarında anlatılan kapısına kilit vurulmuş olarak en dipteki evde beslenen üç gizemli güvercine benziyordu Nafset. Sırrını kimseyle paylaşmıyor, kendisi bile onu dile getirmekten çekiniyor, sonucun mutlu mu yoksa mutsuzluk mu olacağını bilemiyordu. Sadece içinde yer etmiş gizli bir umuttu bu Nafset’eki. Sadece kendisini yaşama bağlayan gizli bir özlem olarak kalıyordu.

Nafset küçüklüğünden beri ailesinin düşünüş ve davranış biçimlerini benimseyememişti. Tavuğun çıkardığı civcivler içindeki tek ördek yavrusuna benziyordu, diğer aile bireyleriyle kaynaşamıyordu. Kendi seçmiş olduğu yolda bir başına yürümekteydi. Nafset’e göre aşk ve sevgi denilen şey, insanlığını geliştiren ve o yolda mücadele etmesine güç katan büyük bir güç idi. Kocaya varma derdi yoktu, onun özlemini de çekmiyordu. Kendisi ile konuşanları, kendisine yakınlaştırmaktan kaçınıyordu. Ancak yaşamına yaşam katan büyük bir sevgi de vardı içinde. Bu sevgi, içindeki insan sevgisinin kocaman kanatları biçimindeydi. Yükseldikçe daha yükseğinin özlemine ulaşmayı amaçlayan bir sevgiydi bu. Nafset’in aşkının gerçek olması için, sevdiği kişinin büyük bir bilinç ve insanlık sevgisiyle donanmış, yükseklerde uçma düzeyinde olan, kendisinin de büyük bir özlemle peşinden uçuyor olması gerekirdi.

Kulats ise farklıydı. Yeryüzündeki tek istek ve özlemi, ne olduğunu bile tam bilmediği sevgisi idi. Karanlık içinde boğulup kalmış tek bir aşkı vardı sadece. Bir gece kuşu gibi gözüne ilişmiş olan o tek aşk ateşine doğru kendisini atıp duruyordu. Kalbi aklına yenik düşmüştü. Üzerine atılıp aşk kanatlarını kavuracak ve tek umudunu da elinden kaçıracakmış gibiydi. Görmüş olduğu şey, kendi gibi takılı kalmış olan azıcık kalmış yaşam engelini aşamıyor, uzağa bakamıyor, olduğu yere çakılmış duruyordu.

Nafset, bu olup biteni kavramış olmanın bazı ipuçlarını yakalama düzeyine ulaşmıştı, aklına takılan sorunlara da yanıt verir olmuştu. Kulats’ın aşkının niteliğini de kavrar olmuştu. Bütün bunlar kendi özlemlerine ve dünya görüşüne ters düşen, aptalca şeylerdi. Kulats’ın gözyaşlarını ve arzusunu bayağı buluyor, hiç beğenmiyordu. Yine de ona acıyor ve onu zavallı biri olarak görüyordu. Ancak kendi kanılarını ona söylemeyi ve onu eleştirmeyi de bir kız kardeş olarak uygun bulmuyordu. Biraz acıyarak, biraz da şaşırarak onu süzmekle yetiniyordu. ”Seviyorsa, o kadar da önemli bir şey mi ki bu: evlensin, bitsin” diyordu içinden. Kulats’ın sorunu, kendi başının çaresine bakamamasıydı, bu nedenle ona kızıyordu. İstediği ile evlenmesine izin vermemeleri, onu serbest bırakmamaları gibi şeyleri kabul etmek istemiyordu Nafset. ”Benim kişisel seçimime kim karışabilir ki, kim benim yolumu kesme hakkına sahip olabilir ki?” gibi şeyler düşünüyor ve ulaştığı bu bilince uygun kararlara varıyordu.

Nafset, bu biçimde Kulats’ın işine karışmadan, bir köşede durup gelişmeleri izlemekle yetiniyordu. Ablası bilinçsiz, zavallı, basit ve gülünç düşen biriydi sadec. Ona hem acıyor, hem ayıplıyordu. Ancak dul ile Kulats’ın gizli konuşmalarını engellemek de istemiyordu.

Başka bir gün dul, alelacele içeri koşup Kulats’e bir şeyler söyledi. Ardından da hemen gitti. Sıtmaya yakalanmış gibi gözleri fırlamış halde Kulats’ı bırakıp gitmişti. Büyük bir mutluluğu bekliyormuş gibi Kulats yerli yerinde duramıyordu, oturup kalkıyor, aynayı eline alıyor, üstünü başını düzeltiyordu. Bir dışarı çıkıyor, bir giriyordu.

Bir süre sonra aynı dul bahçe kapısına gelip Kulats’a seslendi. Kulats alelacele dışarı fırladı. Nafset de anlam veremeyerek ablasının ardından dışarı çıktı. Dul seslenip Kulats’ı yanına çağırdı.

Önemli bir şeyi aralarında konuşuyorlarmış gibi bir surat takınmışlardı. Tek damla kanı kalmamış gibi Kulats’ın yüzü solmuştu. Yanlarına Nafset yanaşınca, ”Yarın çamaşır yıkamaya ırmağa gidelim”, diyerek konuşmayı başka yöne çekti. Ancak onların kendisini atlatmak istediklerini de anlamıştı Nafset. İçlerindeki buz gibi soğuk hava işi daha da olumsuzlaştırmıştı. Suya gitme sözünün de, öylesine söylenmiş olduğu, anlaşılır biçimde, hemen unutulup gitmişti. Neyi görmeyi arzuladıkları belirsiz, sokağa doğru bakıp duruyorlardı. Çok geçmeden onların neyi beklemekte olduklarını anlamakta gecikmemişti Nafset. Yanında bir delikanlı Amzan’ın dulun bahçesinden çıkıp gelmekte olduğunu gördü.

 

II. İKİ KIZ KARDEŞ (ЗЭШЫПХЪУИТ1УР)

2

Kulats rengi uçmuş, canlı bir cenazeye dönüşmüş halde bahçe kapısının yanında durdu. Uzatmak için kaldırdığı eli titriyor, kıpırdatamıyor durumdaydı, sonunda elini göğsüne koymakla yetindi. Hafif yandan bakarak Amzan yakına geldi. Amzan’da da güven dolu delikanlı dikbaşlılığı kalmamıştı, yanlarından geçtiği tanıdık kadınlarla şakalaştığı gibi şeyler yapmadan sessizce geçip gitmişti. Onun da Kulats gibi beti benzi ölü rengine dönüşmüştü. Şaka ve esprilerinden, gurur dolu eski yürüyüş tarzından eser kalmamıştı. Acınacak durumdaydı; ürkek ve kaçamak bir bakışla yetinerek önlerinden geçip gitti.

Kulats zar zor başını bir kaldırıp tek bir kez Amzan’a bakmıştı. Bakışları karşılaşınca, Kulats, düşüp yığılmamak için, derin bir iç çekerek zar zor bahçe çitine dayandı. Dul kadın kaygılanıp Kulats’ı yandan yedekledi. Gizli bir acıma duygusu yansıtır biçimde mırıldandı:
– A benim güzel Kulats’ım, yapma, durumunu başkalarına belli etme…

Biraz beklediler, ardından Kulats, Nafset’in yardımıyla zar zor yürüyüp içeri girdi. Kendini yüzükoyun divana atıp ağlamaya başladı. Nafset, artık sabredemedi, ablasının başına dikilip büyüğümdür demeden kızmış halde konuştu:
– Peki, onu o kadar çok seviyorsan, niye onunla evlenip işi bitirmiyorsun? O da seni aynı ölçüde seviyorsa, ağlayıp durman gereksiz!

Kulats hemen yerinden fırladı, gözyaşları donmuş ve korkmuş biçimde konuştu:
– Sen bunu nereden biliyorsun?
– Senin bu davranışlarından onu bilmek zor bir şey değil!
– Annemiz sana bir şey dedi mi?
– Henüz bir konuşmuşluğumuz yok.

Kız kardeşinin işi olmayan şeylere burnunu sokmasına biraz kızmış olduğu anlaşılıyordu Kulats’ın konuşmasından. Nafset de durumun farkına varmış, fazla üstelememişti. Daha küçüğü olduğu gibi bir anlayışı terk edeli hayli zaman olmuştu. Büyüğün küçüğü ile konuşmasında olduğu gibi, lafı dolandırmıyor, ciddi ve azarlar biçimde konuşuyordu ablasıyla. Durumu anlayan Kulats yatışmıştı; Nafset’in gözlerinden yansıyan soğuk ama akıllıca bakışlarının ve sözlerinin ne anlama geldiğini anlamış, sesini alçaltmıştı.

Kulats, öncesinden de Nafset’in sağlam karakterini ve bu karakterin gerisinde saklı olan gücü biliyordu. Bu nedenle ondan biraz özeniyor, biraz da çekiniyordu. Kulats, başının çaresine bakamayacak ve güçsüz biri olduğunun her zamankinden daha fazla farkındaydı. Büyüklüğü bir yana bırakmış, içi ferahlamış olarak divanına uzandı. Yeniden bir ağlama tutturacakmış gibi yakınmaya başladı:
– Elimde olsa, ona varırdım ama…
– O da seni seviyorsa kim sana engel ki? Büyüğü imiş gibi poz takınarak sordu Nafset.
– Annemizle babamız tabii. Annem bana söyletti:”O oğlana varacağına, ölüsünü şerefiyle toprağa vermeyi yeğlerim…” diyerek.

Nafset donup kalmış, bir süre ne diyeceğini bilemeden bekleyip kalmıştı. Ardından hemen Kulats’ın yanına, divana oturdu, ablasının üzerine eğilip buz gibi soğuk sözlerle ve çok alçak bir sesle sordu:
– Gerçekten annemiz sana bunu söyletti mi?
– Öyle tabii, yoksa ağlar mıydım hiç, gülerdim!
Nafset doğruldu. Beklenmedik üzücü bir şey duymuş gibi oldu. Gözleri donuklaşmıştı, korku, ayıp ve üzüntü karışık, hiçbir şeyi görmüyormuş gibi bir süre öyle yerinde kaldı. Kendi kendisine söylenir gibi yavaş bir sesle konuştu:
– Annemizin böylesine acımasız biri olabileceğini demek ki anlayamamışım…

Nafset bir süre daha öyle oturdu, gözlerinden ateş gibi öfke boşanır halde, küçücük başını dik dik kaldırdı ve ayağa kalktı, ne diyeceğini tartıyormuş gibi ağır ağır ama kararlı bir biçimde konuştu:
– Ben olsam ana ve babamın ne diyeceğini fazla önemsemezdim! Seni bir bey (pşı) ya da han ile mi evlendirmek istiyorlar ki? İnsanın asıl değeri, bundan böyle malı ve mülkü ile değil, kafası ve iki bileğindeki becerisi, yaptığı iş ile ölçülüyor. Onlar henüz bunu öğrenememiş kimseler olmalılar. Kadının istediği ile evlenememesi, kadının ruhunu mal ve mülk ile takas etmeye hazır bir dizi yaşlı başlı kişi arasında bizim anne ve babamız da dahil demek ki!

Annesi adına ablasından duyduğu bu üzücü ve nefret dolu haberle sarsılmış olan Nafset, gidip pencere pervazına dayandı.
Artık şaşırma sırası Kulats’a gelmişti. Nafset’in böyle içinden gelerek konuştuğunu ve ne denli yerinde sözler etmekte olduğuna ilk kez tanık oluyordu. Henüz anlamını tam kavramadığı ve Nafset’den duyduğu bu sözler, azıcık da olsa uygunsuz sözler gibi gelmişti Kulats’a.

Ana ve babayı dinlememek, yaşlı başlı kişiler için ayıp sayılacak sözler söylemek! Bir kadına böyle şeyler söylemek yakışmazdı!

Kulats, artık kendi üzüntüsünü unutmuş, Nafset’in daha başka uygunsuz sözler söylemesinden çekinerek, sesini ve soluğunu kesmiş yatıyordu yerinde. Nafset ise yüzünü dışarıya dönmüş pencere önünde duruyordu. Nafset bir anda toparlanıp gözleri ateş saçar halde Kulats’ın yanına geldi, yumuşakça el sürerek konuşmasına yeniden devam etti:
– Sen sadece küçük bir aşka kapılmışsın, bunun dışında olup biten hiçbir şeyin farkında değilsin. Sen hala seni ağlatan eski uygulamaların sona erdirilmekte olduğunu bile bilmiyorsun. Kadının mal-mülk, nikah ve çocuk üzerinde karar verici ve hak sahibi olmadığı, bahçedeki bir inek misali satıldığı dönemleri yaşatmak isteyen insanlar gibi görüyorsun bu dünyayı sen hala! Geçmişin o uygulamalarını bir insan hakkı imiş sanıyorsun. Değotluk, her geldiğinde, ”Okumak gerekli ve iyi bir şeydir; kadın artık özgürleşecek; yenidünyanın güneşi herkesi aydınlatmalı” dedikçe, sen bu sözlerin ne anlama geldiğini düşünmek bile istemedin. Sadece seninle muhabbet etmek için gelenlerin ileri geri konuşmalarını dinlemekle yetindin. Satılmak için beslenip pazara hazırlanan bir hayvan gibi, bakınıp duracağına düşünmeye, yeni yaşamı kavramaya çaba göstermen gerekirdi, ama bu konuda hiçbir çaba göstermedin. Şimdi senin elden çıkarılma zamanın geldi, isteklerine önem verilmediğini, yapacak bir şeyin de olmadığını anladığın dövünüyor, ağıtlar yakıyorsun. Değotluk şunları söylemek istiyordu: Geleceğini bir erkeğin takdirine bırakma, yaşamını önce kendin düzenle. O sözlerden anlaman gereken işte buydu. Ancak bu kadarını bile anlamak istemedin. Kaderi başkalarının elinde umursamaz bir beklemeyi yeğledin. Yeniyi değil, kadına hak tanımayan eski yaşam biçimini üstün tuttun. Bu eskimiş yaşam biçiminin sunduğu engellerle sadece evlenme konusunda karşılaşmakla kalmayacaksın. Kendi yaşamını kendin düzenleyemeyecek, yaşamın boyunca yeni engellerle karşılaşıp duracaksın. Kocası tarafından boşanmış onca dul kadın var köyümüzde, gün gelir seni de boşayacak olurlarsa, ne yapacağını hiç düşündün mü?
– Amzan beni boşar mı diyorsun, diye ürküp oturdu Kulats.
– Kocaya varan her kız, hiç boşanmayacağını sanır, kendini buna inandırır. İşte görüyorsun, heveslerini aldıktan sonra boşayıp atıyorlar onları. Kızlar birer dul, zavallı birer kadın durumuna düşüyorlar. Onlardan üstün ne gibi bir özelliğin var senin? Genç kızlığının çekiciliğine güveniyorsan, bir yıl içinde bu özelliğinin de uçup gitmiş olduğunu görebilirsin.
– Güzelliğimin gidip gitmeyeceğini sen nereden biliyorsun, öyle bir ön görün mü var? Tiksintili bir bakışla sordu Kulats.
– Yitireceğin onca şeyin ötesini göremiyorsan, yaşam koşullarına ilişkin çok az şey biliyorsun demektir. Bunları başımdan geçmiş olduğu için söylemiyorum ama başkalarının başına gelmiş olanları görüyorum, kitaplarda yazılı olanları da okuyorum, yanlış yapmamak için çıkış yollarını araştırıyorum. Gençlik sadece bir konuda gerekli olacak bir şey değil. Karşılaştığın bir güçlük dışında bir şeyi umursamadan yaşayacak olursan, sana daha başka hangi yaşam yolu kalır ki? Karşılaşacağın şeyleri görüp bir düşün. Malıkoların dulu sana oranla çirkin mi sayılırdı? Onun gençliği ve güzelliği mutlu olmasına yetti mi? Onu aşacak hangi üstün özellik var sende? Onun ve benzerlerinin başına gelmiş olan şey, şayet senin de başına gelirse, bir çıkış, bir kurtuluş yolun mu var? Bir hazırlığın, bir düşündüğün, ir çözümün mü var? Taze ve güzel bir kız olman dışında, bir insan olarak, sarılacağın bir mesleğin, bir sanatın ve bir bilimin mi var?
– O kadar çok şeyi sayıp duruyorsun, peki senin benden fazladan neyin varmış ki? Onuru incinmiş ve kızmış bir biçimde sordu Kulats.
– Şimdilik benim öyle fazladan bir özelliğim yok, ama olması gerektiğini biliyorum, bendeki fazlalık işte budur. Ben bilinçli biri haline gelmek için durmadan okuyorum, okumaya da devam edeceğim, yeterli güvenceye kavuşmadıkça da evlenmeyeceğim!
– İstediğini söyleyebilirsin, Amzan ile ben hiçbir zaman birbirimizden asla kopmayız!

Kulats oturamayarak ayağa kalktı.
– Birbirine değer veren, insan gibi anlaşarak birlikte yaşayan hiç kimse yoktur demek istemiyorum, ama eşlerin uyumlu görünmesini sağlayan da kadının tek yanlı özveride bulunması oluyor genellikle. Uyum için kadının hizmetçi konumunu, sayılmamayı kabul etmesi, özlemlerinden vazgeçmesi, erkeğinin paspası olması gerekir ama bütün bunları yeterli bulmayan erkekler de vardır.
– Aman Allah’ım, neler söylüyorsun sen böyle? Nereden çıkarıp buldun bu sözleri? Nerede doğmuşsun sen böyle?
– Aklına gelmemiş onca şey gibi o da, sana bu son söylediklerimi de beğenmediğin anlaşılıyor. Yoksa öğrenmek mi istiyorsun? Kitabın birinde okuduğum bir şeyi istersen sana anlatayım. Kitapta bir Rus kadının eskiden ne denli zor bir yaşam sürdürdüğü, çektiği sıkıntıların dayanılmazlığı anlatılıyor. Eski, gelenekçi insanların anlayışsızlığı, o tür kişilerin kadına çektirdiği acılar, çarpıcı biçimde o kitapta ortaya konuyor, diyerek sandığının içinden bir kitabı çıkardı Nafset.

Birkaç gün boyunca kitabın söylediklerini Kulats’a aktardı Nafset. Adige masallarında anlatıldığı gibi, kırdaki bir tepe üzerinde oturup ak cinlerin dünyasının izlenmesi gibi, Kulats’a anlatılan bu dünya da çok değişik bir şeydi. İnsanların bilinç düzeyleri farklıydı, ama kadınların dünyasında yaşanmakta olan acımasızlık, kendi karşılaştığı şeye çok benziyordu. Yaşlı ama zengin birine verilmek üzere olan bir genç kızın içinde oluşabilecek duyguların bir benzeri, Kulats’ın içinde de harekete geçmiş gibiydi. Kitapta anlatılan Rus kadını, üstelik eğitimli biriydi, dünyadaki ilişki ve gelişimleri daha yakından tanıyordu, akıllı, bilinçli ve sevgi dolu bir kadındı. Yine de eski düzenin prangalarını parçalayıp kurtulamıyor, bir çıkış yolunu da bulamıyordu. Eski düzenin prangaları onu da sımsıkı bağlamıştı.

Kitapta anlatılan şeylerin birçoğu, Nafset tarafından yeterince aktarılamamıştı. Kitapta Nafset’in bile anlayamadığı ve Adigece karşılığını sunamadığı çok şey vardı. Ancak anlatılan kadarı bile Kulats’e çok ilginç ve değişik gelmişti. Böylece anlayamadığı ve elinden uçup gitmiş olan birçok fırsatın bilincine varmıştı sonunda. Aklına gelmeyen birçok şeyle de tanışmış oldu. Ancak anlatılanların birçoğu Kulats’ın bir türlü anlayamadığı düşünce ve yorumlardan oluşmaktaydı. İnsanın içinde olup da açıklayamadığı şeyler, kitapta sözler biçiminde anlatılmış, değişik düşünceler ortaya konmuş, sözcükler su gibi akıcı bir biçimde dizilmiş, bu durum Kulats’ı şaşırtmıştı. Kulats, özlemini çektiği ama bir türlü ulaşamadığı şeylerin bu anlatılış biçimini dinleyerek oturuyordu. Artık kendi derdini unutmuş, o Rus kadınının derdi ile ilgilenir olmuş, bir iki gününü öyle geçirmişti.

Kitabın okunması bittikten sonra Kulats, bir süre daha kitabın etkisi altında kaldı. Nafset’in değindiği derin düşünceleri tam kavrayamamıştı.
Ulaştığı, farkına vardığı tek şey, eski düzenin kadınları baskı altında tutacak biçimde düzenlenmiş olduğu görüşü ile tanışmış olmasıydı. Ancak kendi yaşamını eski düzenden koparıp yeni düzene uyarlaması gibi bir yaşam biçimine adım atacak bir bilinç düzeyine ulaşmış da değildi. Tek kavradığı şey, kendi aşkını o eski kuralların tutsağı olmaktan çıkarmayı anlamakla sınırlı kalmıştı. Ancak bunu nasıl yapabileceğini de bilemiyordu. Eski geleneğin tutsağı olmaktan kurtulmak için Adige kızlarının tek bir çıkış yolu bulunduğunu kavramıştı, kitabı dinledikten sonra çıkış yolu konusunda düşünmeye başlamıştı.

Kişinin bu çıkış yolunu izlemesi, bir tutsaklık türünden başka bir tutsaklık biçimine geçiş dışında bir anlam taşımadığını anlatmak için Nafset hayli uğraşmıştı, ama başaramamıştı. Kulats’ın kalbinde, yavaş yavaş, aşk ateşi yeniden tutuşmuştu. Kitabın somut yararı, iki kız kardeşi birbirine yakınlaştırmış olmasıydı.

Bir ay kadar sonra, komşu dul kadın, bir gün eve geldi ve Kulats’ın kulağına bir şeyler fısıldayıp ayrıldı. Kulats, o an, yeniden eski kaygılı günlerine dönüş yapmış oldu. Bazen sıtmaya yakalanmış gibi titriyor, bazen yanakları kızarıyor, gözleri kapanıyor, bakmaktan korkuyormuş gibi gözlerini kaçırıyor, elbise sandığını bir açıp bir kapayıp duruyordu. Yerinde duramıyordu. Aynayı da yerli yerinde bırakmıyor, saat başı karşısına geçip üstünü başını düzeltmeye çalışıyordu. Sandığını karıştırırken, şayet Nafset içeri girecek olursa, ürküntü içinde geriye bakıyordu. Çok ürkek (щтэу1улэ) biri olup çıkmıştı.

Sonunda Nafset:
– Şimdi de ne oldu sana?diye sordu.
– Ne olacak ki, hiçbir şey olmadı… Giysilerime uzun süredir bakamamıştım, onları düzeltiyorum sadece. Bu son ay aklım başımdan gitmişti, diyerek önemli bir şey yokmuş gibi yanıt vermişti Kulats.
Ancak gözlerini Nafset’den kaçırıyordu. Bir şeyi gizlemekte olduğu, bunu Nafset’e açıklamaya ya da açıklamamaya karar veremediği davranış biçiminden anlaşılıyordu. Bu son aylarda birbirlerine hayli yakınlaşmışlar, birbirlerine açılmaya başlamışlardı. Ancak şimdi Kulats’ın böyle davranmakta olmasına bir anlam veremiyor, sadece kuşkulanmakla yetiniyor ama bir şey söylemiyordu Nafset.

Kulats kaygılı bir biçimde geceyi geçirmişti. Ertesi geceyi de kaygılı ve uykusuz geçirmişti. Havanın kararmaya başlamasıyla Kulats’ı bir titremedir almıştı. Sonunda dayanamadı, şalını örtünüp uzandı. Bir kapı gıcırtısı ya da bir ses duydukça irkiliyor, yerinden zıplar gibi oluyordu. Nafset, Kulats’ın küçük sandığının masa üzerinde değil de, divanın arkasına alındığını fark etmiş, kuşkulanmıştı ama renk de vermemişti. Nafset lambayı yakmak istedi ama yakmamasını ondan rica etti. Bir süre karanlıkta bekledikten sonra, titreyerekten seslendi:
– Nafset!
– Ne var?
– Yanıma yaklaş.

Nafset yaklaştı, elini ablasının üzerine uzattı.
– Git de, kapı önünde biri var mı, bir bakıver, dedi Kulats dişleri kemane gibi çaldırarak.

Nafset geri döndüğünde onu eliyle tuttu ve kendi yanına çekti. Elleri buz kesmişti.
– Şöyle bir eğil, diyerek kız kardeşini kendine doğru çekti, buz parçası döktürüyormuş gibi çok hafif bir biçimde konuşmaya başladı:”Biricik kız kardeşim, ömrümün en güzel günlerini bu son bir ay içinde seninle birlikte yaşadım. Eğer bana son bir iyilik daha yapmak istiyorsan bu gece göreceğin hiçbir şeyi görme, uyumuyor olsan bile uyuyormuş gibi yap.
– Neymiş seni korkutan şey, diyerek korkuyla karışık sordu Nafset.
– Bu gece Amzan’a kaçacağım…
– Evdekiler biliyorlar mı?
– Bilseler hiç izin verirler mi, bilmiyorlar. Durumu onlara çaktırma, bu konuda bana yardımcı ol.

O gece Kulats gizlice kaçtı. Evden ayrılırken Nafset uyumuyordu. Ablası kendisine sarılıp vedalaştı, küçük sandığını alıp ahırlarının gerisinden gelen kukumav kuşu sesine doğru gitti…

Sabahleyin uykusunu en derin bir anında, annesinin azar dolu sesi üzerine Nafset uyandı…

Evdeki tüm öfke Nafset’e boşaltıldı. Adigeler arasında gelenek olduğu üzere, Kulats’ı artık evlat saymadıklarını, büyütmediklerini, bağışlamadıklarını ve bağışlamayacaklarını söyleyerek, ailesi konuyu kestirip attı. Ancak çok geçmeden annesi Kulats için tasalandığına ilişkin sözler söylemeye başlamıştı.

 

III. ADAMIN ÜZÜNTÜSÜ

Kulats’ın kaçması sonrasında, iki üç ay geçer geçmez, bir sürü delikanlı Nafset’in peşine düşüvermişti. Ablası gidince, delikanlıları ağırlama görevi Nafset’e kalmış ve bunun için bir oda ayırmıştı. Delikanlılar kızı bellemişler ve hemen her akşam ona yıkılmaya başlamışlardı.

Evlenme ve iyi bir kısmet dışında derdi olmayan kızlar açısından, böylesine bir “pseluh/yavuklu bolluğu” arzulanan bir şeydi. Ablasının evlenmesi geciktiği için yakınmakta olan kız sayısı da az değildi.

Ancak Nafset’in durumu farklıydı. Eve gelip gidecek olan onca gençle ilgilenmek şimdiye değin Kulats’ın görevleri arasındaydı; Nafset, ablasının gölgesinde kalıyordu ve oldukça rahattı. Adige gençlerinin uluorta konuşmalarını şimdiki gibi dinleyip oturmak zorunda kalmıyordu. Daha akılca ve daha bilinçli konuşmalar yapıldığında, küçük divanın yanında dikilir, bir küçük kız kardeş olarak, konuşmaları sessizce dinlemekle yetinirdi. Canı sıkıldığında odadan ayrılabiliyordu. Çoğunca da öyle yapıyordu. Kitaplarından birini alır, evin ana odasına gider, anası azarlasa ve iş buyursa bile, fazla gücenmez, solgun lamba ışığı karşısında okumaya dalardı. Yüklenmesi gereken işleri ve nerede oturmakta olduğunu unutur, kitaba dalar, okumasına devam ederdi.

Ocak başında, lamba ışığı karşısında, değişik insanların yaşam biçimlerini ilgiyle öğrenmenin yolunu bulmuş olurdu. Sanki iki ayrı dünya yan yana gibiydi. Biri kendisi de içinde doğmuş olduğu dünya, diğeri kitapların anlattığı bir imrenilesi dünya. Kendi köy ve çevresi dışında bir dünya tanımıyorum derken, kitapları okudukça bilincine erdiği mutlu bir dünya, kendini ve kalbini o dünyaya ait saymaya başlamıştı. Bu koca dünya karşısında, kendisi, içinde yaşamış olduğu bu dünya karşısında bir avuç yer bile kaplamazdı. Nice kara ve denizler, ormanlar, dağlar, susuz ovalar, bozkır ve çöller, sıralanıp gidiyorlardı bu dünyada. İnsan her yerde bir uğraş, bir yaşam kavgası veriyordu, ama bir türlü mutlu bir yaşama kavuşmayı başaramıyor, durmadan ormanları yağmalıyor, tahrip ediyor, dağları parçalıyor, ücra vadileri bile talan ediyordu. Nafset de, okuduğu kitapta anlatılan kişinin peşine takılmış, koca dünyayı arşınlıyormuş gibi oluyordu, değişik yolculuklarda yer alıyor, okyanusları ve çölleri aşıyor, tropik ormanları geçiyor, değişik insan toplulukları ve değişik yaşam biçimleri ile tanışmış gibi oluyordu. Köle/ırgat olan insanların zavallılığını, güçlü/varlıklı kesimin sömürü ve zulmünü her yerde görüyor, bütün bunları kitaptan okuyordu. Mutluluğa nasıl ulaşılacağını bilemeyen ve boyuna didinip duran değişik insan topluluklarının çektiği sıkıntıları anlıyor ve onların özlemlerine arka çıkıyordu Nafset de. Kitapların bazıları yüzyıllar öncesi olaylarına uzanıyor, o çağlarda olup bitmiş olayları anlatıyorlardı; bunlar geleceği ve bundan sonrası için izlenmesi gerekli olan yolu aydınlatıyorlar; oradan günümüz dünyasına dönüş yapıp çok yönlü bakış olanağı sunuyorlardı kişiye.

Böylece çok değişik konularla tanıştıkça, Nafset’in bilinci de gelişmeye ve bir kuş gibi kanatlanmaya başlamıştı. Kitabın tadına varmıştı ve kitap okumaktan zevk duyar olmuştu.

Okumaya yeni başladığı sıralarda Nafset’in Rusçası zayıftı, çoğu şeyi anlayamıyordu. Kitaplardaki ilginç noktaları, yani şifreleri çözemiyor, bazı sözcüklerin anlamlarını bilemiyor, bunlar birer kara perde gibi görüş ufkunu kesiyorlardı. İşte bunun kaygıları içindeydi. Rusça okumakta zorlanınca, Adigece kitapları aramaya başlamıştı. Ancak Adigece yayınlanmış kitap sayısı henüz çok azdı. Rusçaya dönüş yapmak zorunda kaldı. Vargücüyle uğraşıp dururken bir çıkar yol da bulmuştu. Kitapta takıldığı sözcükleri bir deftere yazmaya başlamıştı. Bunları Değotluk’a ve köyün bayan öğretmenine soruyordu, böylece daha fazla sözcüğü kavrar olmuştu. Bıkmadan uğraştıkça, karşılaştığı sözcüklerin ne anlama geldiklerini sezgileriyle çözebilir olmuştu. Böylece bir konuyu daha iyi kavramaya, karşılaştığı bilinmedik sözcüklerin anlamlarını da, anlatım akışı içinde çözmeye başlamıştı. İşte bu aşamalarda kitabın tadına da varmış oldu.

Önceleri kitaplarda yazılı olan bazı görüşlere katılmadığı, onları tepkiyle karşıladığı oluyordu. Ancak okudukça görüş açısı gelişmeye, köydeki öretmen bayanın da yardımıyla bilinç düzeyi yükselmeye, kitaplarda yazılı olanları ve değişik yaşam biçimlerini derinlemesine kavramaya başlamıştı.

Kitabı daha derinlemesine kavramaya başlaması olayında dönüm noktası, öretmenin kendisini payladığı bir an olmuştu. Okuduğu kitapları öğretmenden alıyordu. Kitapta işine gelen yerleri okuyor, beğenmediği ya da anlamakta güçlük çektiği yerleri/bölümleri atlayıp kitabı vaktinden önce bitiriyor, ardından öğretmene geri götürmeye başlamıştı. Bir gün öğretmen bunu fark etmiş, gelip kitapta anlatılan olayları bütünüyle okumamasını eleştirmiş, olaylara yol açan nedenleri de öğrenmesi gerektiğini, uyarı anlamında Nafset’e söylemişti. Nafset, önce bunu anlayamadı. Ancak zor da olsa, içinden pek gelmiyor olsa da, öğretmeni kıramadığı için, önceleri atlamakta olduğu bölümleri de dikkatle okumaya başlamıştı. Ayırdına varmadan farklı düşüncelerle tanışmaya, çok şeyi yavaş yavaş kavramaya, yaşam koşullarını, insan özlemlerini anlatan sözcüklerin, sanki bir elmas madeni işleniyormuş gibi ustaca dile getirilmekte olduğunu görmeye ve bunların tadına varmaya başlamıştı. Yemyeşil yapraklardan öte bir şeyi olmayan bir gül fidanında açan bir goncanın farklı güzelliği gibi, kitapta anlatılan şeyler de, güzel örülmüş, yazılmış, derin görüş ve üstün bir bilinç anlayışının yansıtıldığı yerlerdi, onları bir gül ağacındaki gonca gibiymiş gibi görmeye ve algılamaya başlamıştı. Bunları defterine yazmaya ve onları yapraklar arasındaki kurutulmuş çiçekler gibi taşımaya başlamıştı. Okuma süreci içinde, böylece Rusça’sını da ilerletmiş ve güçlendirmiş oldu.

Okumanın tadına tam vardığı bir sırada, delikanlılar da, gelenek gereği yanına oturmaya gelmeye başlamışlar, Nafset de onları karşılamak ve onları dinlemek/katlanmak zorunda kalmıştı. Ev işleri okumasını engellediği gibi, akşamları oturmaya gelen gençler de, ayrılmalarına değin onu bağlıyorlar ve okumasını engelliyorlardı. Yeni yaşamın ne anlama geldiğini ilk kavrayan, ama eski geleneğin yükünü taşımak zorunda kalan Adige kadınları arasında Nafset de bulunuyordu. Eski Adige kızlarına ait bağlardan boşanıp özgürleşememiş olan Nafset, bu durumuyla uzakları görmeye ve bir genç Adige kızından kolay beklenemeyecek olan bir bilinç düzeyine erişmeye başlamıştı. O artık daha iyi bir yaşam ve mutlu bir gelecek özlemi taşıyordu. Eski Adige yaşamı ona yetersiz, dar gelmeye, bir pranga gibi kendisini boğmaya başlamıştı. İnsan gibi yaşamak istiyor, kitaplardan öğrendiği değişik yaşam biçimlerini karşılaştırıyordu, bunların içinde Sovyet diyarının özgür insanlarını seçiyor/beğeniyor, kendi de onlardan bir olmak için elinden geleni yapıyordu. Özlemi de, kadın erkek herkesin eşit, insanlığın en yüce değer olduğu, herkesin uyumlu ve birbirine saygılı olacağı bir toplum düzenine ulaşmak idi.

Nafset.

Ancak kendisi hala eski geleneğin tutsağı durumundaydı. Saatlerin nasıl birbirini izlemekte olduğunun farkında olmayan, insanın tek bir yaşam yolu dışında hiç bir şey bilmediği, zengin olmanın insan olmanın üstünde önem taşıdığı acımasız bir geçmişe ait prangalar hala Nafset’in üzerindeydi. Kulats evdeyken, o prangalar biraz daha gevşek konumdaydı. Şimdi, evlenme sırası kendisine gelince, kendisini bağlayan zincirler daha bir ağırlaşmıştı. Şimdi kitaplardaki tadı, özlemleri ve kendisi ile yeni dünya arasında uzanmakta olan tek köprü de yıkılmaya çalışılıyordu. Kendisine artık kitap okumak değil, bakmak için bile zaman tanınmıyordu.

Koca kalpaklı bir genç grubu geliyor ve evine kuruluyordu. ”Tüm benliğim ve her şeyim ile en beğendiğim…” diye başlayan ve sonu belirsiz pseluh (yavuklu) konuşmaları devam edip gidiyordu. Tüm söyledikleri kadına karşı olan arzuları ile sınırlıydı. Bir bilinç ve geleceğe ilişkin bir dünya anlayışı içermeyen boş sözlerden oluşmaktaydı bu tür konuşmalar.

O tür kişilerin ne denli kıt görüşlü olduklarının farkındaydı Nafset. Okuduklarından, içinden bilincin yansıdığı, bir elmas/pırlanta kolyesi gibi sözcüklerden oluşma konuşmaların bulunduğu kişiler olduğunu da bilmekteydi Nafset. Beğendiği ve arzuladığı kadına değer veren, ona insanca yaklaşan ve onunla anlaşma kuran başka yaklaşımlar bulunduğunu da anlamıştı. Birinin görüşünü diğerinin paylaştığı, bilinç düzeyi yüksek konuşmalar yapıldığını da öğrenmişti. Ortak amaca, iyiye ve insan özlemlerine dayalı duygularla iki bireyin bir araya geldiğini, işte bu noktaya gelmenin en iyi bir seçim olacağını fark etmekteydi Nafset. Ancak şimdi yanına pseluh (evlilik konuşmaları yapmak) için gelen koca kalpaklıların o tür şeylere ilişkin bir dertleri yoktu. Bilinçli bir gelecek arayışı, birlikte bir özlem, bir arzu, insani duygularla bir araya gelme gibisine kaygılar yoktu o gençler arasında. Bir Adige kadını, neyi düşünürmüş, neyi özlermiş, erkekler açısından bunların değeri yoktur, kadını her zaman için kendilerine bağlı kalması ve karşısında sesini yükseltmemesi, erkeğinin isteği dışına çıkmaması gereken kişiler olarak görürler, son söz kadın hakları kısıtlanmış biri olmalıdır. Kadını, eski Adige geleneğinin prangasına vurulmuş olarak görmüşlerdi/bulmuşlardı ve onun öyle kalmasını istemekteydiler.

Kendisine de kadına karşı duyulan basit bir arzuyla bakılmakta, düşüncelerine ve kişiliğine değer verilmemekte olması Nafset’i üzüyor, kendisini aşağılanıyormuş gibi görüyordu. Yine de eski Adige yaşam biçimini benimseyemiyor ve içine sindiremiyordu. Bir şey de yapamıyordu. İlişkileri kendi anlayışına göre düzenlemeye kalkışsa, Adigelik anlayışına ters düşmüş olurdu. Bilincini erkeğin karşısına çıkaramazdı, Adige geleneğine göre, Adige erkeği her zaman için kadının beyi (пщы) konumundaydı, başkaldırma/diklenme yetkisi yoktu. ”Ben şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum, sizin boş sözlerinizi dinleyip oturamam, kendime yeni bir yaşam yolu çizmek için uğraş veriyorum, aşmam gereken daha birçok engel var!” diyerek görüşlerini belirtmeye kalkışırsa, maazallah içinden çıkamayacağı ağır bir bedel ödeme durumu ile karşı karşıya kalırdı. ”Bir kızın, evlenmek ve evlenmeyi düşünmek dışında bir amacı olabilir miydi? Pseluhlar (istekliler) peşinden geliyorsa, bundan mutluluk duymalı!” düşüncesindeydi koca kalpaklılar.

İstedikleri zaman gelirlerdi, kızın bir derdi var mı, içinden ne geçiyor, durumu uygun mu, diye hiç düşünmezler, gelişi güzel konuşup otururlardı, eğer kız yatmış ise kaldırırlardı, bu Adigeliğe aykırı bir şey değildi. Kız biraz ters davranacak olursa, bunu çok uygunsuz bir şey olarak karşılarlardı. Peki Nafset ne yapsındı, Adige geleneğinin kalın ipleriyle bağlanmış halde şimdi tam karşılarındaydı, aralarında sinir bozucu biri varsa şayet, ona da katlanmak zorundaydı. Sadece, ”Evlenecek çağa gelmiş olsaydım, o zaman size bir yanıt vermeye çalışırdım…” türü sözlerin ardına gizlenmeye çalışıyordu. Yavaş yavaş, farkına vardırmadan konuşmaları düşünce alışverişi platformuna çekmek için didindiği oluyordu.

Bilime ilgi duyan, bilinci uyanmaya başlamış olan gençlerin bulunduğu söyleşilerde, Nafset o olanağı yakalayabiliyordu. Basit konuşmalar dışına çıkılıyor, bilinç içerikli konuşmalara başlıyor, kitaplar ele alınıyor, gençlerin “Canla ve başla…” diyerek başlattıkları pseluh konuşmaları bırakılıyor, Nafset’in de bir kadın olduğu unutuluyor, anlattıkları yerinde bulunarak, onu dinleyip gece yarılarına değin oturdukları oluyordu.

Ancak koca kalpaklılar, verk (оркъ/soylu) kökenliler, parlak çizmeli ve gümüş kemerli olanlar çoğunlukta olduklarında, durum karışıyordu. Onlar, Adige geleneğine uygundur, uygun değildir dar görüşü dışına çıkamamış, çıkmak da istemeyen kimselerdi. Onlar eski Adigelik anlayışına bağlı kalmış ve onun ötesine uzanmayı istemeyen kişiler idiler. Onlar kendi kavlaşmış beyinlerinin almadığı şeyleri delilikmiş gibi görüyorlardı, onun dışında bir şey bilmiyorlar, bilmek de istemiyorlardı. Verk kaşlarını çatmış halde otururlardı. Gümüş kemerleri ve pırıl pırıl çizmelerinden daha değerli bir şey, insanlar bulunabileceğini düşünmek bile istemiyorlardı. İşlerine gelmeyen şeyler söyleyen Nafset de umurlarında değildi onların:”Kadı kız (ukala), Adigelik, insanlık gibi şeylerden nasibini almamış küçük bir kız. Bir kız imam/hatibe (ефэнды) vaazı dinlemeye gelmediğimizi anlayamıyor bir türlü!” diyerek içlerinden Nafset’i çekiştiriyorlardı. Pseluh konuşmalarını durduruyor, erkek bir hindi gibi kabararak, , burunları havada, pek de konuşmadan, bir süre oturup kırılmış halde kalkıp gidiyorlardı…

Böylelerinin gitmeleri Nafset’i sadece sevindiriyordu, ancak o tür kişilerin hoş olmayan birtakım sözleri köye yaymış olduklarını da duyuyordu.
Sonunda köydeki gençler Nafset konusunda ikiye bölünmüştü. Bir grup Nafset’in bilincine ve insanca davranışlarına değer veriyordu. Akşamları yanına gidip konuk olduklarında, Nafset ile söyleşi yapıyor, daha da bilinçleniyorlardı. Onlar pseluh için değil, düşünsel platformda söyleşilerde bulunmak üzere Nafset’in yanına gelmeye başlamışlardı. Bu gelenler arasında ikomsomol olanlar çoktu. Onlar kültürel konularda konuşma amacıyla Nafset’in yanına gelmekteydiler, giderek de Vıstanekoların evine gelmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.

Öbür koca kalpaklı grup ise, ”Sıradan bir kadı (gevze/bilgiç geçinen) kız diyerek, beğenmiyorlarmış gibi yaparak, sonunda Nafset’den uzaklaşmıştı.
Koca kalpaklı gruptan olup Nafset’den kopmayan ve gelmeye devam eden tek kişi kalmıştı. O da İsmahil idi.

 

III. ADAMIN ÜZÜNTÜSÜ (Л1ЫМ ИШЪХЬАК1У)

İsmahil, Kulats’ın henüz evlenmediği sıralarda Nafsetlere ara sıra gelirdi. Kulats’e  takılanlar arasına pek katılmamaya çalışır, Nafset ile ara sıra şaka yapar gibi konuşup otururdu. Bir çocukla şakalaşıyormuş gibi, başka bir görüntü vermeden Nafset’le konuşurdu. Nafset kendisiyle evlilik üzerine konuşma yapmaya kalkışanlardan uzaklaşıyor, kendisine arkadaşça ve bir ağabey gibi yaklaşımda bulunan İsmahil’e karşı ise, giderek bir yakınlık duymaya başlamıştı. Akıllı biri olduğunu belli eden kapalı ve  yumuşacık dudaklarını, artık  fazla dayanamayıp açıp gülümsemeye ve giderek de  içinden kahkahalar  yükselmeye başlamıştı sonunda. Dostça ve insanca şakalaşmayı seven biriydi Nafset. Bu bağlamda İsmahil’in şakalarından hoşlanmaktaydı.

İsmahil yakışıklı biriydi. Yakışıklılığına uygun bir biçimde dik yürümeyi, kendine ve sözlerine değer vermeyi, birçokları gibi  uluorta konuşmalardan  kaçınmasını bilen biriydi İsmahil. Her zaman için bir gizli güvensizlik ve kuşkulu durum sezilirdi davranışlarında,  üstün biri olarak  görünmek ister, bunu asla elden bırakmazdı. Nafset, ortamı unutup İsmahil’in yabancı olduğu bilim ve eğitim  konularına daldığında, beriki hemen başka bir konuya atlar, işi şakaya vurdup hiçbir şeyden anlamadığını Nafset’ten gizlemeye, hemen başka bir konuya geçmeye çalışırdı. İsmahil, artık geçerliliğini yitirmiş  eski Adige değerleri dışında bir şey bilmeyen, yeni yaşama yabancı  biriydi, bu eksikliğini birtakım şakalarla örtmeye, gizlemeye çalışıyordu. Böylesine hileli şeyleri bilecek yaşta olmayan deneyimsiz küçük kızı kandırmak ve kalbini çalmak için ustaca  yaklaşımlarda bulunmaktaydı. Başlarda Nafset bunun farkında değildi, kalbini ve birçok duygusunu, candan bir arkadaşı olarak algıladığı İsmahil’e açmaya başlamıştı. Bir başka açıdan, İsmahil gibi, üstün görülen ve köy kızlarının peşinden koştuğu birinin  kendisiyle konuşmakta ve dostça ilgilenmekte olması, Nafset’in de hoşuna gidiyor ve bundan  gurur da duyuyordu.

Bir kızı nasıl elde edebileceğini bilen ve bu yolda kurnaz ve deneyimli bir avcı gibi sinsi yaklaşımlarda bulunan İsmahil’in gerçek niyetinin henüz farkında değildi Nafset.

Ancak Nafset, sonunda ve yavaş yavaş,  İsmahil’in  gerçek niyetini ve yakınlık vermesinin  nedenini anlamaya başlamıştı. Bazen İsmahil’in arzulu bakışlarıyla göz göze geliyor ve korkmaya başlıyordu Nafset. Bazen İsmahil’in şakaları karşısında katıla katıla gülüyor, ama İsmahil’in arzulu bakışlarıyla karşılaştığında, sevinci kursağında kalıyor, utanıp yanakları kızarıyor, gözlerini ağlamaklı  indiriyor, kalbi de atıyordu. İsmahil’in sinsice isteklere dayalı olarak kurmayı başardığı bu yakınlık, birden sona eriyor, ona karşı bir korku ve güvensizlik duygusu  oluşuyordu içinde. Ancak İsmahil, kız böyle yapıyor diye, kıza  kırılmıyordu. Nafset’in irkilmiş olduğunun farkında değilmiş gibi davranıyor ve işi şakaya vurdurup kızın gönlünü almaya, kendi asıl niyetini gizlemeye çalışıyor, yeniden onu avlamaka için yeni oyunlar tezgahlamaya başlıyordu.

Nafset’in İsmahil’den  tam korkmaya başladığı gün, Ahmed’in öldürülmesi üzerine Değotluk’un kendisine söylemiş olduğu sözler ve bu sözlerin  ne denli korkunç şeyler  içerdiğini anlaması sonrasındaydı.

Kulats’ın evlenmesi sonrasında İsmahil, Nafset’in yanına  daha sık gelmeye başlamıştı. Kendisine bir başka kişi görüntüsü veriyor, bir genç grubu ile birlikte gelmeyi ve o gençler içinde oturmayı kendisine yakıştıramıyor, Nafset’in yalnız olduğu anları kolluyor ve  yalnız gelmeye bakıyordu. Daha çok da, kendi gedikli arkadaşlarından birini yanına alıp geliyordu. Ancak bazen, Nafset’e olan dostluğunu belirterek, işi espri ve şakalara vurdurarak yalnız  gelmelerini de sıklaştırmıştı. Bu şakacı tavrını sürdürmeye özel bir  özen gösteriyordu. Sonunda  kendisine/Nafset’e karşı bir kaşenlik/evlenme amacı olduğunu da belli etmeye başlamıştı. Nafset ise, bundan ürkmüştü,  bu nedenle yakınlaşmayı bitirmek için geri çekilmek istiyordu. Ancak, İsmahil buna fırsat tanımıyor, şakacı ve koruyucu görüntüler takınarak işin içinden sıyrılmanın yoluna bakıyordu. Asla geri çekilmiyor, tam aksine, yavaş yavaş, işi şakaya vurdurarak kaşenlik/evlenme işine sıranın gelmesini bekleyerek Nafset’le ilgisini sürdürmeye çalışıyordu. Nafset ise, artık çok sakınıyor ve çok dikkatli hareket ediyordu. Öbür kaşenlerine karşı ne söylüyorsa, İsmahil’e de  aynısını söylüyor, ”Evlenme yaşına gelmiş olsaydım, sana bir yanıt vermeye çalışırdım…” gibisine bilindik/klasik karşılıklar veriyordu. Bu sözleri yeterli görülmediğinde,  kendi asıl özlemlerini belli etmeye çalışıyordu.

İsmahil, kızın tüm özlemlerini kabul etmiş ve onları benimsemiş biriymiş gibi görünmeye çalışıyordu. Ancak Nafset, İsmahil’in aradığı kişi olduğunu pek sanmıyordu. Nafset’in okumak istemesini de  anlamsız buluyordu İsmahil. Kızın okuduğu kitaplar, bir ipek entari gibi taşınan birer şık şeyler, kutular olmak dışında anlam taşımıyorlardı. ”Evlenme öncesinde kendisini kitap okuyan biri olarak göstermek, tanıtmak isteyen bir kızdı bu sadece. Evlendiğinde bu uçarılıkları bitecek,  iyi ve uslu bir ev kadını olacaktır…” diye düşünmekteydi İsmahil. Kitapların kızın görüş ufkunu açmış olabileceği, başka dünyalara bir atlama yaptırmış olabileceği İsmahil’in aklının köşesinden bile geçmiyordu. Nafset’in ulaşmış olduğu bilinçli insan denen şeyin  ne anlama geldiğini de bilmemekteydi İsmahil. Ancak, yine de  Nafset’in farklı biri, evlenme peşinde koşuşturan sıradan kızlardan biri olmadığının farkındaydı, bu durum İsmahil’in arzusunu daha da kamçılıyordu.

Ancak İsmahil’in kızın dünyasını kavrayacak ve ona saygı duyacak düzeyde biri değildi. Neresini beğenmekte olduğunu bile bilmiyor, sadece kızı bir kadın olarak arzuluyordu. Şimdiye değin görmediği farklı bir kuş ile karşılaşmış bir avcıya benziyordu İsmahil. Bu işin iyi ya da kötü olacağını bile bilemiyordu, ancak usta bir avcı olarak, sonuna değin bu avın üzerine yürümekte kararlıydı. Onu yakalayamayacak ya da öldüremeyecekse, zaten bir avcı, bir adam sayılmazdı!Kızı elde edemezse, çatlardı, ama bir yakaladığında da, kanatlarını yolup değersiz bir kuş gibi eve hapsedip çıkardı işin içinden…

Nafset de İsmahil’in kalpağının tepesinin nereye uzandığının, gizli amacının ne olduğunun  ayırdına varmıştı. Şakamsı sözlerinin gerisinde yatan niyetini de artık biliyordu. Kendine göre daha yaşlı başlı olmasına değer vermesi, şakalarına şakayla karşılık vermesi gibi şeyler bitmişti. Yapmacık şakalarının ve büyüklenmelerinin ardındaki niyeti anlamış, söylediklerinin şifresini de  bir iki kez açığa çıkarmıştı. İsmahil’in suratına da manalı bakmıştı. İsmahil’in kötü niyetinin bilincine varmıştı. İrkildi. Ne yapsındı şimdi: Bu utanmazın karşısında Adige geleneğinin prangalarına vurulmuş, zincire bağlanmış umarsızın biri olarak  oturmak zorundaydı. Öbür pseluhlar/evlenmek için gelenler gibi, bu askıntı kişinin elinden kolay kurtulamayacağını  anlamıştı. Bu kişi Adigelik gereği diyerek her türlü kurnazlığı, taktiği ve olanağı kullanmasını bilen biriydi. Şu durumda her ikisi de, şakayı elden bırakmayarak, birbirinin açığını yakalama peşindeydi. Şaka ve pseluh/evlenme konuşmaları sürdükçe, İsmahil, yavaş yavaş diş göstermeye, tüm güzellik dileklerine karşın, kendisine yar olmayacak birine, ne gerekiyorsa onu denemekten kaçınmayacağını, başkaları  için söylüyormuş gibisine laflarının arasına sokuşturmaya başlamıştı.

Bu sözlerin ardından köyde ikisine yönelik bazı söylentiler de yayılmıştı:”İsmahil, Nafset’e vuruk, ama kız ona varmıyor” biçiminde… Söylenti ekleme ve oynamalarla zenginleştirilmiş biçimde, yayıldıkça yayılıyor, kimisi inanıyor, kimisi de inanmıyor, kimisi ikisini birbirine yakıştırıyor, kimisi de söylenenleri asılsız buluyordu.

Söylentiler karşısında Nafset’in ödü patlamıştı: En başından beri, evlenme işini İsmahil’in  bir gurur sorunu  haline getirmesinden ve kendisine düşman olmasından  çekiniyordu, iş oraya doğru gitmekteydi. Kim yaydı ki bu söylentileri?Niye peşine düştüler ki böyle?Nasıl çıkılır  bu işin içinden?Bir kadın nasıl olur da kendi geleceğini belirleyemezmiş bu dünyada?Kim İsmahil’e umut vermiş ki, kim yalan söylüyordu bu konuda?Evlenme konusu kimin ağzından yayıldı ki?Okumak istemesine niçin kızıyorlardı ki?Bu gibi kişileri kendi seçtiği ve özlemini duyduğu yeni yaşam yolundan kopartmaya kim  yetkili kılıyordu ki?Nafset yerli yerinde duramıyordu bir türlü. Kızgınlık ve korku ile karmaşık bir duygu kaplamıştı içini.

Bu arada İsmahil Nafset’in evine gelmelerine birkaç gün ara vermişti. Bir gün Nafset,  bahçesinin önüne diktiği çiçekleri sulamaktayken, ansızın  İsmahil bahçeye giriverdi. Yanında kabadayı gibi gömleğinin etekleri sarkık ve kısa boylu biri olan arkadaşı Lıhuj da vardı. İsmahil şık giyimiyle uyumlu bir üstün kişi görünümünde, ama yanındaki kısa boylu arkadaşına da değer verir bir biçimde Nafset’e doğru gelmekteydi.

Nafset’in ödü koptu. Elleri çamur, elinde kova olduğu halde, yerinde çakılıp kaldı. Ürkmüş,  yerinde donup kalmış gibiydi, en korktuğu kişi, gözlerini dikmiş kendisine bakıp  duruyordu.

Hiçbir şey olmamış gibi, İsmahil, her zamanki şakacı gülümsemesiyle söze girdi.
– Bu çiçeklere değer verdiğin gibi, bize de değer veriyor olsaydın, içimizde bitmeyecek bir sevinç yaratmış olurdun, dedi her zamanki gibi gülümseyerek. Ancak bu alaylı gülümsemesinin ardında gizli bir niyet ve bir kötü amaç da seziliyordu, gözleri sivri bir demir biz (dıdı) gibi,  batıcı bakıyor, Nafset’i süzüyordu. Kızın açık gömlek yakasından görünen boyun teninden başlayıp ince gömleğinin altından rahat anlaşılan göğüslerine değin her yerini bir bir  gözden geçiriyordu. Kızın sıvamış olduğu kollarına değin her yere bakmayı da ihmal etmiyordu. İlk gelişlerinde olduğu gibi, utanmaz ve kötü niyetli bakışlarını gizlemeye çalışan  gözleri kalmamış, bu gözler şimdi arzulu  bakışlarla Nafset’i süzen utanmaz gözlere dönüşmüşlerdi.

Nafset İsmahil’in bu bakışlarının ayırdında idi. Korkusuna utanması da eklendiğinden yanakları bir solgunlaşıyor, bir kızarıyordu. İsmail’in sözlerine bir karşılık verecek durumda da değildi. Adige olmanın gereğini yatı. Elindeki kovayı bırakıp hemen elini  temizledi.
– Buyurun! dedi sanki onları hiç tanımıyormuş, ilk kez görüyormuş gibi eve buyur etti ikisini.

Nafset  ellerini hemen kuruladı, ürkmüş, odanın içinde ne diyeceğini bilmez halde, gözlerini öne eğmiş  masanın başında ayakta duruyordu. Ancak oturunuz  demeyi unutmuştu. Onların ayakta kalmış olduklarını  gördü ve alelacele:
– Otursanıza, oturun! dedi.

İsmahil tepeden direkt kendisine bakıp duruyordu. Bakışında  bir sorgulayıcı tavır, yakışıksız bir görünüm ve haydutça bir yaklaşım vardı. Bu bakışlar Nafset’i adamakıllı ürkütmeye yetecek  bir boyuttaydı. Sonunda bir şey söylemiş olmak için:
– İsmahil, uzun zamandan beri gelmelerine ara vermişsin, bir yere mi gitmiştin yoksa?
– Gelmeyişimi böyle önemseyeceğini bilseydim, çok daha erkenden gelirdim…
– Gelmenden rahatsız olmadığımızı biliyor olmalısın, herhalde kendin gelmek istememiş olmalısın…

En olmayacak, hiç söylememesi gereken sözü ağzından kaçırdığını anlamıştı.  Nafset, asla söylememesi gerekeni, istemediği kişinin arzulayacağı şeyi söylemiş olduğunun farkına varmıştı, bu nedenle  hemen dilini bir ısırdı, ama İsmahil’e de lafa girme fırsatı  tanımış oldu.
– Köyde ikimize ilişkin söylenenleri duymuşsundur diyerek gelmelerime biraz ara vermiş oldum…, diyerek,  İsmahil gözlerini kıza dikti. Nafset’in korktuğu şey elinde olmaksızın başına gelmiş oldu, bet benzi sarardı ve yüzünü öne eğdi.
– Köyde gezinen her dedikoduyu ciddiye alacaksan, yaşayamazsın, diyebildi zar zor.
– Öyle ama, bir yerde oturuyorsan orada senin için söylenenleri de duymazlıktan gelemezsin.

Nafset, bu söze verecek bir yanıt bulamadı. Bir açmaza girdiğini anlamıştı. Bu oluşan kıskaç karşısında düşünme yeteneği uçup gitmiş gibiydi. İsmahil, yant bekleyerek bir süre oturdu, ardından yine şakaya vurdurarak sözlerini sürdürmeye başladı:
– Nafset, birlikte bunu bir düşünsek diyorum, köylünün ikimiz için söylediği şeyleri nasıl aşarız diye…
– Köyde neler söylendiği benim umurumda değil . Sen de  öyle olmalısın diye düşünüyorum…
– Senin umurunda olmayabilir ama adı söylenen İsmahil’in üzülmediğini iddia edemem. Bu bakımdan Aranızda konuşup çözmeniz  gereken bir şey varsa bunu  konuşmanızda yarar vardır, dedi şimdiye değin ağzını açmamış olan Lıhuj (Л1ыхъужъ).
– Köylünün ne demiş olduğu  değil, Nafset’in ne diyeceği önemli. Benim hiçbir ilgim olmadığı halde, bu durum beni daha açık konuşmaya zorluyor, diyerek, hayli de lafı dolandırarak, İsmahil, Nafset’in kendisiyle evlenmeyi kabul edip etmediğini söylemesini, kendisine kesin bir yanıt vermesini istedi. Nafset, yine Adige kızlarının yaptığı gibi davranmaya çalışıyor, İsmahil’e hayır demesinin  geleneklere aykırı düşeceğini biliyordu. İsmahil gibi biri, kendisi gibi sıradan bir kızdan daha  iyisini/güzelini bulabilirdi, kendisi ise şu sıralar evlenmeyi hiç düşünmüyordu. Evlenmeyi düşündüğünde, İsmahil de o zaman evlenmeyi yine düşünüyor olursa, işte o zaman kesin bir yanıt verebilirim…gibisine bilindik sözlerin ardına saklanmaya çalışıyordu ama bir türlü de, kendisine çıkış yolu bırakmak istemiyorlardı. İsmahil, tek çıkış yolunun Nafset’in kendisi ile evlenmesi oluğunu dayatıyor, lafı yeniden başlatıp kızı zorladıkça zorluyordu. Bu olanağın güzel bir çıkış yolu olduğunu ve bunu  kabul etmesini Nafset’ten istedi. Kendisiyle evlendiği takdirde kendisinin bir cennet, bir prenses  yaşamına kavuşacağı sözünü verdi. Bu arada kız bulamayan biri olmadığını, ama Nafset’i kızların hepsinin içinden seçtiğini, eğer  köyde adı dile düşmüş olmasaydı, bu işin peşine böyle düşmeyeceğini, şimdi kendisiyle evlenmeyi her şeyden önde tuttuğunu söylüyor,  üsteledikçe üsteliyordu. Arkadaşı da ona eşlik ediyor, ikisinin arasında, kendisi de  bir karar verici kişiymiş gibi davranıyordu. İsmail adına bu işin bir gurur sorunu haline geldiğini demeye getiriyordu. Bu iş güzellikle olsun derse, her şeyin güzel olacağını vurguluyordu. Güzellikle olmayacak olursa, İsmahil’in yine gerekeni yapmaktan geri kalmayacağını belli etmek istiyordu. Bir küçük ceylanın peşine düşmüş iki yolunuk köpeğe benzer bir biçimde, biri sustukça diğeri başlayıp Nafset’e zorlu anlar yaşattılar.

Sonunda Nafset’in canı tak etti ve kararlı bir biçimde yanıtını döktürdü:
– Köyde birilerine yakıştırılan her bir kişi, buna göre hareket etmek  zorunda kalacaksa, bu şey çok zalimce bir şey olur. Bu söylenenlerden ötürü benim bir kusurum olabileceğini sanmıyorum. Bu sözlerin benden çıktığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz, doğduğumdan bugüne değin evlenmek diye bir şey düşünmüş, ağzından tek sözcük dökülmüş biri değilim, bugüne değin  evlenmek üzerine kimseyle konuşmuş biri de değilim. Benim yaşama ilişkin özlemlerim evlenme işinden çok önde gelir. İsmahil’in benimle yaptığı şakaları insanca, arkadaşça şakalardan sayıyordum ve bundan memnun oluyordum. O sözlerin ardında öyle niyetler bulunacağına hiç ihtimal vermemiştim, bilseydim farklı davranırdım.

İsmahil şakacı tutumunu bir yana attı,  kapkaralaşmış gözlerini birbirine iyice yaklaştırıp sert bir biçimde Nafset’e baktı:
– Nerede büyütülmüşsün bilmiyorum, ama bir erkek bir kızın yanına sık sık gitmeye başlarsa, onun bir arzusunun olduğunu ve başkalarının  bir şeyler düşünebileceklerini bilmesi zor olan bir şey değil. Bunu bilmiyor olamazsın. Bunu bilmediğini bilseydim, ısrar etmez, hemen geri çekilirdim. Ancak şu durumda geri çekilme diye bir şey olamaz. Sana ilişkin duygularımda yanılmış olsam da, ok yaydan çıktı artık. İnsan  gurur adına canını verebilir. Nafset, işte bu sözlerimi iyi düşün ve ona göre bize kesin bir yanıt ver, diyerek kestirip attı. Şimdi Nafset, İsmahil’in şakasının ve anlayışının ne menem bir şey olduğunu, maskesinin düştüğünü, sahte gülümseyişlerinin ardındaki gerçeği görmüş,  onun ne denli terbiyesiz ve kaba biri olduğuna,  ilk  kez böylece  tanık olmuş oldu.

Yıldırım çarpmış, taş kesilmiş gibi, kızı ayakta bırakıp  çıkıp gittiler. Nasıl bir bela içine düşmüş olduğunu, sonunda gözleriyle görmüş oldu Nafset. Adigelik gereği, Adige semerkovu/şakası diyerek bu azılı vahşiyi kendisi başına musallat etmişti. Uzaktan görüp insan sandığı bu kişi, sonunda tam vahşi bir hayvan olup çıkmıştı. Yakından tanıdığında ürkmüştü ondan, sadece ürkmekle kalmamış,  içinde kalıcı bir korkunun oluşmasına da neden olmuştu. Küçükken bir örümcek yüzünden başına gelmiş olan bir olay, şimdi İsmahil yüzünden, yeniden başına gelmiş oldu.

Küçükken Nafset örümcekleri çok seviyordu. Bir gün büyük bir örümcek pencerelerinin bir köşesinde bir ağ örüyordu. İnce ayaklarını geçiştiriyor, ince beyaz ipliklerle çok ustaca bir biçimde ağını örmeyi sürdürüyordu. Güneş yükseliyordu, güneş ışınları yarı örülmüş örümcek ağına yansıyor, örümcek ağını gümüş ipliklerden örülme bir ağmış   gibi parıldatıyordu, örümcek ise kımıldamadan, deri üstündeki  kocaman bir siğil gibi ağın üzerinde oturuyordu. Bu arada küçük bir sinek ağa takılmıştı. Sinek ölümün geldiğine yakınırmış gibi  vızıldıyordu. Örümcek harekete geçti, önce dikkatle bir duraksadı, ardından hızla koşup sineğin kanını emmeye başladı.

Nafset bir tabureye çıkıp örümceğe daha yakından bir baktı. Gördüğü manzara karşısında çocuk irkildi. Uzaktan ilginç ve sevimli bir şeymiş gibi gördüğü bu örümcek meğer ne kokunç bir yırtıcı imiş:Sivri biz gibi bükük kıskaçlarla kaplı çenesini iğrenç bir biçimde kullanıyor, yağa batırılmış gibi sapsarı ve küçücük gözleri pis bir biçimde ve kımıldamadan bakıyorlardı. Çok çirkin ve vahşice bir manzaraydı bu gördüğü şey…Nafset, o gördüğü şey nedeniyle  örümcekten korkmaya başlamıştı.

Şimdi İsmahil’den de  korkmaya başlamıştı. Onun da gözlerinin örümceğin gözlerini andıran bir biçimde baktığını görmeye, İsmahil’in burulmuş kara karabıyığını da örümceğin kıskaçlarla kaplı  çenesine benzetmeye başlamıştı. İçinde büyük bir sıkıntı ve acı belirdi. Bağırıp ağlayacak ve kendisine yardım edecek biri için yalvaracak duruma düşmüştü. Ancak başa gelen şeyi bağırmakla geçiştirmek, bu olabilir  miydi, yakınıyorsun diye kim yardımına koşacaktı ki? Aksine seni deli, saçmalayan biri sanırlardı. Peki şimdi ne yapmalıydı?Başına gelecek olan şey gelmeden, kimse söyleyecek olan şeylere inanır mıydı, iş başa  geldikten sonra, yadım edilse ne olacaktı ki?

Çünkü, Nafset, en güvendiği kişi olarak Değotluk’a açmıştı bu korkusunu sadece ama o da bunun üzerinde pek durmamış ve  önemsememişti.
– Bu dönemde, kimse, İsmahil gibileri kadına karşı bir şey yapmaya yeltenemezler. Yeltenecek olurlarsa, onları pişman eder, kollarını kırarız! demişti Değotluk.

Bu büyük kaygı içinde, tek güvendiği kişi olarak, Bibolet’e durumu yazıp bildirmeyi düşündü.

Her an düşündüğü tek kişi de oydu, yaşadığı sıkıntıyı ona da duyurmak istiyordu. Ama aklına gelen her şeyi yazmayı uygun bulmadı, utandı. Sıradan, dostça sözlerle sınırlı bir yazı yazdı. Yazdığı şeyleri bile kendisine fazla bulmaya başladı. Bunları kendi gizli aşkının bir ilanı gibi sanırsa diyerek irkildi. Okudukça her iki yanağı ateş gibi kızararak mektubu bir hafta koynunda taşıdı.

Sonunda mektubu postaya vermesi için Değotluk ile gönderdikten sonra, tek umudu Bibolet’den bir yanıt almaya kalmıştı. Biricik sevdiği bu yazdıklarının anlamını kavrar ve gerekli yanıtı verirse, işte o zaman kendisine bir korunma gücü kazandırmış olacaktı. Gönderdiği mektubu Bibolet’in okuyup bir yanıt göndermesini  düşünüp dururken, öteki kaygılarını bir yana atmıştı. Değotluk’un her gelişinde ya da bahçeleri önünden her geçişinde umutlanıyor, soluğu kesiliyor, mektubu getiriyor olabilir diye ona doğru koşuyordu. Ancak her seferinde düş kırıklığı ile karşılaşıyordu. Umutları bir anda yok oluyor, karamsarlık ve umutsuzluk içini kaplıyor,  beti benzi atmış atmış halde geri dönüyordu. Ateşin kavurup buruşturduğu bir yaprak gibi büzülüyor, şakası ve sevinci uçup gidiyordu.

Bir ay geçti ama Bibolet’den bir mektup gelmedi. İki ay, üç ay geçti. Artık umudu kalmamıştı. Umuttan daha çok, umutsuzluk ve incinme duyguları kaplamıştı içini. O mektubu yazmış olduğuna pişman oldu. İçinde Bibolet’e karşı da bir güvensizlik oluşmaya başladı. Yine de Bibolet’e karşı olan umutları tam yok olmamıştı, zaten içinde  tek umut olarak sevdiği kişi kalmıştı.

…Birgün, Değotluk, isterse, kendisini rayon (ilçe) merkezinde yapılacak olan özerklik kutlamalarına (автоном джэгу)  Mıhamet ile birlikte götürebileceklerini söyledi. Ardından olayı kendi bilmiyormuş gibi davranarak eklemede bulundu:
– Orada Bibolet ile de karşılaşabiliriz!. .
– O niçin rayona gelecekmiş, Moskova’da değil mi o?
– Hayır, Bibolet’in şu sıralar Krasnodar’da (…) bulunduğunu duydum. Öyle de olmalı, çünkü şu sıralar okullar kapalı, yaz tatili. Duyduğum doğruysa ve Bibolet Krasnodar’daysa kutlamalara gelir. Ben de onu görmek istiyorum, iyi bir genç o!

Nafset, sevinci, kızgınlığı, umudu, umutsuzluğu, hepsi bir arada, çok şeyi düşünerek ve çok şeyi de anımsayarak, sessizce durduğu yerde dikiliyordu.

(…) Krasnodar- O sıralar, 1936 yılına değin Adigey’in idari merkezi idi. -HCY

 

  1. ÖZERKLİK BAYRAMI (АВТОНОМ ДЖЭГУ) -01Değotluk ile Mıhamet rayon merkezinden köy çıkışı yönünde hayli yürüdüler, yol boyundaki küçük bir dükkana doğru ilerlediler. Dükkanın önünde oturanlar köy dışındaki kırlara doğru bakıyorlardı. Yol doğruca, dümdüz  köy merasına doğru uzanıyordu. Köy merasının/otlağının üzerinde, kalın bir sis ya da gür bir su taşkını gibi, kavurucu güneşin ışınları oynaşıyorlardı. Bir atlı o kavurucu güneş yalazı içinden, atının belini çökertircesine atına binmiş, rahvan bir yürüyüşle geliyordu. Atlı sele yakalanmış adamın biri gibiydi: Dalgalanan güneş yalazı ile birlikte dalgalanıyor, insanın gözünü alacak biçimde bir kayboluyor, bir görünüyor ve parıldıyordu.
    – Şu dünyanın düzeni gerçekten ilginç. Peki, bu gördüğümüz şey, bir ırmağa değil de neye benziyor? Atlı da selden çıkıp geliyormuş gibi görünüyor, dedi oturanlardan biri.
    – Ya, ilk kez mi görüyorsun güneş ışınlarını böyle, diyerek konuşmaya katıldı yanındaki de.
    – Ne diye büyütüyorsun  bu görünümü? Ömrün boyunca gördüğün başka  şey  yok mu yani? diyerek öbürü de oldukça  katı bir karşılık vermişti.

Değotluk ile Mıhamet de duraklayıp o tarafa doğru baktılar. Güneş ışınlarının şaşırtıcı bir biçimde oynaştığını da gördüler. Öğle vaktinin  ışınları tıpkı taşmış bir ırmak gibi kırlarda oynaşmaktaydı. Atlının biri dere yatağından   düzlüğe tırmanmış gibi görünüyor ve kendilerine doğru geliyordu.

Dükkana girip tütün aldılar. Çıktıklarında dükkan önünde oturanların  atlıdan hala söz etmekte olduklarını duydular.
– Kim ki bu?
– Deri mont ve deri kasket giydiğine göre, bir komünist olmalı.
– Doğrusu bu komünistler ilginç kişiler! Gerçekten yaman kişiler olduklarını biliyorum komünistlerin, hem yere sağlam ayak basıyorlar, hem de ata iyi biniyorlar. Görüyorsun atına nasıl bir rahvan yürüyüşü verdiğini, diye laf attı Mos ortaya. ”Nereli olduğunu bilmiyorum ama tam bir Adige gibi atına binmiş.
– Adige desen bile, Adigelerin hepsi bir değil. Bir Adige’den daha yaman at binen Ruslarla da karşılaşabilirsin ama yerde olsun, at sırtında olsunlar, bana göre en iyi  hareket eden kişiler çekistlerdir (*).
– Biraz önce komünistler demiştin ya?
– Komünistlerle çekistler aynı kimseler  ya!
– Yahu, Mos, ilk önce at görmüş biri gibi, çok tuhaf konuşmuyor musun bugün?
– Senin gördüğün bu Mos, dünyayı yeterince görmüş olmalı…
– Neyi düşündüğünü bilemem ama tam bir şıh gibi konuşmaya başladığını söyleyebilirim…
– Evet,  sizin henüz ulaşmadığınız bir yere benim varmış olduğumu söylemeliyim…-diyerek Mos şaka yapar gibi sözlerine ekleme bulundu. Bir süre sessiz oturduktan sonra yeniden söze başladı:”Bu, bugüne ilişkin bir sonuç değil, birkaç yılın bizde yarattığı bir birikimin ürünü olan bir düşünce. Adige’nin “iyi bir adamdı”, ”insandı” dediği şeylerin aslında boş sözler olduğunun ayırdına ancak henüz varmış bulunuyoruz.
– Sen bu aşamaya henüz ulaştığını söylüyorsun ama kızlarımız çok zamandır o aşamaya ulaşmışlar bile: Komünist değilsen seninle evlenmeyi  kabul etmiyorlar…
– Siz ne derseniz deyin, bu gelen atlı, ata binişine göre  bir Adige olmalı, diye söze karıştı oturanlardan şimdiye değin sessiz kalmış olan biri, gelen atlıyı süzerek.
– Kimdir bilemem ama yarınki özerklik bayramı için geliyor olmalı.
– Adige de Rus da olsa, o benim gördüğüm atlı sıkı birine benziyor, diyerek Mos’un hemen yanında oturan kişi kaptı sözü. ”Görmüyor musunuz atı ne denli rahat ve rahvan sürdüğünü! At binicisine göre hareket eder!Atın hareketinden binicisinin nasıl biri olduğu anlaşılır:At yürüyüşünü kesintisiz rahvan olarak sürdürebilir, bazen de tırısa geçebilir, at kırbaç şaklatılmayıp kendi bildiğince gitmeye, koşmaya başlayacak olursa, o zaman binici hemen kendini tanıtır. Ancak kırbaç indirildiğinde tırısa geçecek, kırbaç bırakıldığında da tembel tembel yürüyüşe geçecek bir at ise, öyle bir atın binicisi sizin olsun!

Dükkan önündekiler böyle konuşup otururlarken, atlı iyice yaklaştı.
– Vay be, bu Bibolet değil mi?  dedi Mıhamet yerinden fırlayarak.
– Evet, o! Diyerek Değotluk atlıya doğru koştu. ”Bibolet!” diye de seslendi.

Bibolet gerisine doğru baktı, atını geri çevirip atından indi.

Selamlaşma ve kucaklaşmalardan sonra Değotluk sordu.
– Yeni mi geldin, diyerek.
– Evet, şimdi geldim. Siz de erken gelmişsiniz!
– Rayonda bazı işlerim vardı, onun için biraz erken geldim.
– Sizin dışınızda köyünüzden kimler geldiler?
– Bizim dışımızda gelmesi gereken başlıca kişimiz de geldi, dedi Mhamet, biraz gülümseyerek ve biraz da laf dokundurarak.
– Kim ki?
– Kızlarımız en iyisini, en güzelini de yanımızda getirdik…
– Kimi?
– Nafset de bizimle birlikte geldi, diyerek Değotluko, Mıhamet’in sır perdesini kaldırdı.
– Nafset mi dedin! Nerede o şimdi? Ansızın Bibolet sevindi ve gülümsedi.
– Burada bir akrabalarının yanına bıraktık.
– Yalvarırsan, ancak o zaman seni onun yanına götürürüz. İlk gördüğün zamanki gibi değil, yaman bir kız olup çıktı şimdi, dedi Mıhamet. Adige pseluh şakacılığını bırakmamıştı hala Mıhamet.
– Sahi nasıl ki o kız? Bildiğimiz  Adige kızlarından biri olarak mı kaldı yoksa okuma olanağı buldu mu?
– Pek okuyabildiğini söyleyemem ama hala kitap okumanın peşini bırakmıyor. En eylemci kızlarımızdan, komsomola almayı düşünüyoruz. Akıllı bir kız, oturaklı, kültürlü. Bilindik Adige  kızlarından değil, okuma isteğinden de vazgeçmiş değil, dedi içten gelen bir duyguyla Değotluko.
– Görsek iyi olurdu.
– Kızları uzaktan izleyip durursan, sıkı  eler, ince dokursan, kendi dediğin gibi, yani bir  filozof gibi hareket edersen, hiç evlenemezsin Bibolet. Kızı beğeniyorsan, hadi gidelim, dedi Mıhamet, kıza ilişkin Bibolet’in davranışını biraz da eleştirir bir serzenişle.
– Şimdi olmaz, aslında ben dün gelmeliydim. Önce rayon yönetimi merkezine uğramam gerekiyor. Bu akşam vaktim olursa buluşup gideriz.
– Gidelim, onu görmen gerekiyor, Bibolet. Nedendir bilemiyorum ama Nafset sana biraz  kırgın, dedi Değotluk.

Nafset’le ilişkisinin Değotluk’u da kaygılandırdığını anlamıştı Bibolet. Karşılayış ve konuşma biçiminden, Değotluk’un şaka yapmadığını, eski bir dost imişler gibi içten konuştuğunu da anlamıştı. Kendisinin de, Değotluk ile  aynı duyguları paylaştığını anlayınca, içinden bir gülümsedi, Mıhamet ile zaten uzun bir zamandan beri iyi birer arkadaş idiler, ancak  yabancı kişiler imişler gibi birbirlerine şakamsı laf dokundurdukları durumlar oluyordu. Değotluko’yu ise sadece bir kez görmüştü. Ancak çok uzun bir zamandan beri tanıdığı birçok kişiye göre onu kendisine çok daha yakın buluyordu. ”Bu çocuğun işi bizim işimiz, arzuları da bizim  arzularımız, ihanet etmeyecek biri, gerçek bir yoldaş” dedi içinden Bibolet. Sanki ilk kez gördüğü biriymiş gibi süzmüştü  Değotluk’u. Öncekine göre daha bir toparlanmış, olgunlaşmıştı. Siyah kıvrık bıyıkları vardı. Bakışları da öncekine göre farklılaşmıştı. Daha önceki görüşünde, kendisini bir yetim, uğursuzun biri imiş gibi aşağılayanlara karşı gözlerinden bir kin, bir nefret duygusu fışkırıyordu Değotluk’un gözlerinden. Doğru yolu bulma kaygıları ve bir başına kalmış olmanın umarsızlığı da  gözlerinden okunuyordu. Şimdi, sağlam bir yol seçmiş olmanın özgüveni içindeydi, seçmiş olduğu bu yolun zafere giden yol olduğunun  bilinci içindeydi. Gözlerinden umut okunmaktaydı, adam olmuş bu sonunda, diye içinden geçirmişti Bibolet.

Bu duygular içinde bir süre Dğotluk’u süzdükten sonra, Bibolet  yanıtını verdi:
– Doğru, Nafset’in bana gücenmesi için nedeni olmalı: Sözünü yerine getirmezsen, gücenme ötesi, sana daha kötü bakılabilir. Gideceğiz, onu zorunlu olarak görmeliyiz. Ayrıca Nafset’in nasıl biri olduğunu da görmek isterim.

Akşam buluşmak üzere diyerek, atına atlayıp uzaklaştı Bibolet. Ancak köye gelişinde olduğu gibi  atı artık rahvan gitmiyordu. Nafset’in adını duyunca, iki yıl boyunca aklından çıkmayan ve bir türlü peşinden ayrılamadığı  düşünceler yeniden Bibolet’in Kafasında uçuşmaya başlamıştı. Nafset’e karşı acımasız davrandığını anımsadıkça sevinci son buluyor, içi burkuluyordu. ”Sana yardımcı olurum, yeter ki oku diyerek kıza umut ver, ardından da sırra kadem bas. Zavallı kız canından bezmiş, korku içinde mektup  yazmış, sense yanıt bile vermemişsin!” diye kendi kendisini kınıyor ve ayıplıyordu. Utancından iki yanağı ateş gibi tutuşmuştu.

“Artık onu unuttun mu yoksa? ” diye bir iç hesaplaşması içine girmişti.

Unutmak mı, iki yıl boyunca Nafset’in hayali gözlerinin önünden hiç gitmemişti ki. Düşündükçe,  onu, karşılaştığı diğer kadınlardan daha çekici, daha büyüleyici bularak geçirmişti günlerini. Nafset’in de aynı duyguları paylaşmakta olduğunu kendisine yazmış olduğu mektubundan anlamıştı. Sıradan tanıdıklara yazılmış gibi olan dizelerle, kızın kendisine söylemeyi arzulamış olduğu şeyleri, yazılmamış oldukları halde, yansıtmayı başarmıştı. Kalbinin bir köşesinde gizlenmiş ve  saklı kalmış olan aşk ateşi, sanki bir yıldırım gibi gürleyerek Bibolet’in içinde  yeniden harekete geçmişti. İlk gördüğünde saf temizliğini ve insanca güzelliğini algılamıştı. Ancak Bibolet, o kızın kendi kültürel düzeyine ayak uydurabileceğinden kuşkuluydu. Ancak kızı her düşündüğünde, Nafset’in insanca kişiliğini ve temizliğini daha bir beğenir olmuştu. Yazmış olduğu dizelerden Nafset’in eğitsel düzeyinde  hızlı bir  sıçrama gerçekleşebileceğini anlamıştı. ”Sadece beğenmiş olmak, onun kültür düzeyini yükseltmek için yeterli olabilir mi? . . ” biçimindeki soru ve kuşkuları da giderek azalmaya başlamıştı. Köyden alıp  kol kanat olayı,  onu üst bir kültürel düzeye ulaşması için yardımcı olmayı, onu okutmayı düşünür olmuştu. Farkında olmadan kız, kendi kişiliğinin, ruhunun  bir parçası haline gelmişti. Bu oluşum, kişinin ömrü boyunca karşılaşacağı yegane aşk duygusu olmalıydı. Bu aşk duygusu, paraya ve soy-sopa bağlı olmayan, her güçlüğü omuzlamaktan kaçınmayacak olan iki gencin ruhunu bütünleştiren insanca gerçek bir aşk idi.

Birbirlerine hiç umut vermedikleri ve birbirlerini görmedikleri halde, kendiliğinden  mektup yazmayı göze aldıracak denli Nafset’in gönlünde yer etmiş olması, bir pseluhun peşine takılmamış olması, Bibolet’in aşkını daha da bir güçlendirmekteydi.

Kızın mektubunu alalı üç ay olmuş ama hala bir yanıt vermemişti. Okuma derdi ve çalkantılı günlerin harareti içinde, farkında olmadan günler gelip  geçmişti. Kızı tek gün için olsun unutmamış, vereceği yanıtı da içinden hazırlamıştı. Ancak bir yanıt göndermemişti, bu da bir gerçekti.

Kendisini kınayan, utanç ve üzüntüler yanında,  yeni arzular da uyandıran  karmaşık duygular içine dalmış giderken birden kendine geldi. Atının yol ortasında durduğunu, tek tük otları yemeye kalkıştığını görünce, tüm kusurları ona yükleyip atına sert bir kırbaç şaklattı ve yeniden yola koyuldu.

Rayon yönetim merkezine gidince  sıkı bir çalışmanın içine daldı. Yarınki özerklik bayramı kutlamaları için eksik kalmış çok iş vardı. Üstüne yığılı kalan bir sürü iş karşısında Nafset’i unutup gitmişti.

Sırtına yüklenen en zorlu görev ise, bir gösteri yürüyüşü düzenlemesi görevi idi. Adigeler öyle bir sıraya dizilip uygun adımlarla yürüyüş yapmaya alışkın kişiler değildiler. Atlı olduklarında bile gruplar halinde, bir kurala bağlı olmaksızın, dağınık halde  yola devam ederlerdi. Herkesin kendi anlayışına göre, karışık bir biçimde yürüdüğü eski zaman alışkanlıkları  hala geçerliydi. Atlılar neyse, onlar idare edilebilirdi ama yayaların  yana yana ve art arda sıralara dizilip uygun adımlarla yürütülmeleri nasıl sağlanacaktı… Onlara böyle bir  düzeni benimsetmek kolay olmazdı! Zaten bir arada ve toplu olarak yaya yürümeyi de sevmezlerdi Adigeler. Bibolet  işi başaramama kaygıları içindeydi.

Gösteri yürüyüşü düzenleme işi ile uğraşırken  Bibolet akşamı getirmişti. Sonunda gösteri yürüyüşünde öncülüğü öğrencilere vermeyi ve yürüyüşü de öyle başlatmayı karar verdi. Okula gidip Rus öğretmenle konuştu. Yolda Moskova’da okuyan iki öğrenci ile karşılaştı, onları da görevlendirdi.

Nafset’in yanına gitmeyi düşünüyordu ama  bir türlü işten kurtulamamış, akşamı geçirmişti.

Sabah erkenden öğretmenle birlikte köydeki bütün küçük öğrencileri topladılar. Bir küçük Rus devrim şarkısı Adigece’ye çevrilmişti, şarkıyı hemen öğrencilere  öğrettiler. Çocuklar ikili sıralar halinde arka arkaya dizildiler, ellerine birer küçük kızıl bayrak tutuşturuldu, hep birden şarkı söyleyerek ilçe yönetimi merkezine (райком) doğru yürüyüşe geçtiler. Bu şarkı sıradan bir şarkı/nakarat  (оридэдэ къодый) olmayıp çok kişi tarafından söylenen ve bir sınıf bilincini yansıtan bir şarkı olarak köyde ilk kez duyuluyordu.

Evlerden fırlayan kadınlar yürüyüşü şaşkınlık içinde ve ilgiyle izlemekteydiler.

Bu küçük öğrenciler geçmişin prangaları ile bağlı değildiler, şu yasak bu yasak (емык1у-ек1угъэ) gibi engellerle bilinçleri bastırılmış da değildi. Coşku içinde, seslerini de yükselterek neşeli neşeli şarkıyı söylüyorlardı. Öğretmenin verdiği komutları dinliyor, gerçek bir asker olmuşlar gibi uygun adımlarla yürüyorlardı. En küçük sınıf öğrencileri bile, kendilerine büyüklük süsü vererek, göğüsleri kabarmış bir halde büyük öğrencilere ayak uydurmaktaydılar.

Öğrencilere böyle bir yürüyüş yaptırılabileceğine Bibolet de inanamamıştı başlarda. İşin yoluna girmiş olmasının sevinci içinde, küçük çocuklarla beraber olduğunu  unutmuş, bayan öğretmenle birlikte öğrencilerin önünden marşlar söyleyerek ilerliyordu.

Topluluk RİK (hükümet binası) önünde birikmişti. Bahçe içi ve sokak, kimi oturan, kimi ayakta duran bir sürü insanla dolmuştu. Birkaç yaşlı hükümet binasının ana kapısı önündeki kazığın yanında bekleşiyordu. Kamalı ve Adige elbiseleri giyinmiş birkaç yaşlı da topluluğun en önünde dikiliyordu. Bu yaşlılar Bibolet’in  tanıdığı kişilerdi. Bu insanlar köyün en varlıklı, sözü dinlenen ve insanları yönlendirmede becerikli olan kişileriydiler. İçlerinde gerçek kulak (köy burjuvası/köy zengini)  olanlar da vardı.

Bibolet’in niyeti, ilkin yaşlıların yanına varıp gençlerin yürüyüşe katılmaları için  onlardan yardım istemek  idi. Ancak öndeki yaşlıları görünce bu niyetinden vazgeçti. Kurnaz  kulak yaşlılarla bu işin olmayacağını hemen anladı. Gençler yaşlılardan çekinirler, utanırlar diyerek yürüyüşü iptal etmek de olmazdı. Bu zengin köylülerin diline düşmüş olurlardı. Gençleri Sovyet iktidarı lehine  yürüyüşe katarmış gibi yapacaklarını ama onların, önemli durumlarda zengin sınıfının  çıkarlarına göre hareket edeceklerini kavramıştı Bibolet. Kulakların/zenginlerin  yardımıyla bir başarı elde edilemeyeceğini de bilmekteydi.

Bibolet çocukları yaşlıların önünden geçirdi ve daha büyükçe bir  topluluğun bulunduğu bir yere götürüp orada durdurdu.

Bibolet’in hiç sevmediği o ihtiyarlar, çocukların yürüyüşünü nefret dolu bakışlarla izlemişlerdi. Bunlar eski dünyadan  artakalmış  birer boş/antik araba gibi yerli yerlerinde kaldılar. Onların bakışlarının hangi anlama geldiğini çok iyi biliyordu Bibolet:”Küçücük çocuklarla birlikte adım atan bu budala kişi kimin deli oğlanı ki? ” gibisine  düşünceler vardı içlerinde onların. Bibolet yılmadı. Onların üzülmesi ve ayıplaması gibi şeyler onun umurunda bile değildi. Topluluğu yürüyüşe katmanın uğraşısı içindeydi.

Tam o sırada Değotluk ile Mıhamet, Bibolet’i görüp yanına geldiler.
– Tam zamanında sizi buldum! diyerek sevinçle karşıladı her ikisini de Bibolet. ”Gelin buraya, saflarda yer alın. Nereye gitsem Mıhamet, seni hep destekçim  olarak yanımda buluyorum. Yeni dünyaya giden yolu ilkin sen aç.
– Nerede duracağım? Bunların -çocukların- arasında mı duracağım!. . Biraz ürkmüş halde Mıhamet yerinde dura kaldı.
– Geri döndüğümde ve yeni yaşam mücadelesini başlattığımızda, bana yardımcı olma sözü vermiştin,  unuttun mu yoksa bunu? Yoksa benim yanımda durmayı kendine yakıştıramıyor musun?  diyerek sert bir biçimde konuştu Bibolet Mıhamet’e karşı.

Mıhamet bir süre yerinde kararsız durdu, ardından o da kararlı konuştu:
– Bibolet, sen nerede durursan ben de orada dururum, asla utanmam, sözümden de caymam.
– Öyleyse tam sandığım bir kişisin sen. Değotluk ile ikiniz şu yürüyüş kolunun başına geçin. Değotluk, sen bayrağı al, tanıdıklarını da buraya çağır.
– İşte yürüyüşe katılacak olanları sıraya dizecek kişi de geliyor. Değotluk gelen gence işaret ederek (1эут1э фиш1и) çağırdı. ”Köy parti hücresinin sekreteri işte bu genç” dedi ve çocuğu Bibolet’le tanıştırdı.
– Birbirimizi tanımadan yürüyüş başlatmaya kalkışmış olmamız, ikimiz için de  birer kusur olmalı. Hangimizin daha kusurlu olduğunu ise, daha sonra ele alırız, senin şimdiki görevin burada toplanmış olan kalabalığı saflara sokup yürüyüşe geçirmendir, dedi Bibolet sekretere.

Sekreter yaman bir çocuk çıktı.
– Olur, onu hemen şimdi yaparız, deyip  topluluğun içine girdi ve en genç olanlara doğru seslendi:”Hadi, buraya gelin!” diye işaret de ederek.

Sekreter dönüp karşı tarafa da aynı biçimde seslendi.

Biraz daha genç olanlar niçin çağrıldıklarını tam anlayamadan ve biraz da duraksayarak, çekingen biçimde gelmeye başladılar. Gelen her kişi, sekreter tarafından şakayla karışık karşılanıyor ve sıraya  diziliyordu. Küçük bir grubun Mıhamet ile Değotluk’un ardında dizildiğini gören birçok genç de kendiliğinden gelmeye ve sıraya girmeye başladı. Sekreter birkaç genç daha buldu ve durumu anlamaları için onları topluluğun yanına gönderdi. Çok geçmeden Mıhamet ile Değotluk’un ardında dörder saflı uzun bir sıra oluşmuş oldu.

Uzunca bir yürüyüş kuyruğu oluşmuşken sekreter kızgın bir halde geri döndü.
– Denemeden insanı tanımak olanaksız. İki komsomol üyesi genç, yürüyüşe  katılmaya yanaşmadı, kendilerini verk (оркъ;soylu) olarak görüyorlarmış bu efendiler!
– Dert etme bunu, daha yakından bakarsan daha çirkinleri ile de karşılaşabilirsin. Şimdiye değin onlara gerektiği gibi bakmadığın için kusur sende. Onlar gelmese bile, burada dizilmiş olanlar bize yeter, dedi Bibolet.

Topluluğun çoğu yürüyüş kolunda yer alınca,  geride kalanlar da utanıp kendiliklerinden sıraya katıldılar. Topluluktan ayrılıp gidenlerin bazıları da geriye dönüp yürüyüş koluna katıldılar. Hükümet konağının önünde sadece birkaç yaşlı kalmıştı. Sonunda yürüyüş başladı.

İyi giyimli bir adam, yürüyüşte yer almayı kendine yedirememiş olmalı yaşlıların arasında durmuş bakıyordu. Yürüyüş başlar başlamaz bu kişi yaşlıların arasından ayrılıp yürüyüşe katıldı. Yurt içinde kalmış eski beyaz (**) subaylardan biriydi bu kişi. Ummadığı bir biçimde insanların sıraya dizildiklerini görünce,   hemen saflara katılmış, ardından  “düzgün yürüme” için komutlar vermeye başlamıştı. Kamalı, şık giyimli ve büyüklenen biri de  gelip onunla birlikte   sıraya girmişti. Sanki yürüyüşü kendileri başlatmışlarmış gibi öteye beriye komutlar vermeye başlamışlardı.

Bibolet parti sekreterini çağırdı:
– Bu iki soytarı safa katılacaklarsa doğru düzgün katılsınlar ya da ayrılsınlar. Yürüyüşe komut verecek olan, yürüyüşe öncülük eden öğretmendir, bize Beyazordu subaylarının komutları gerekli değil.

Sekreter eski subayın yanına gidip kendisini uyardı, bunun üzerine subay ayrılıp gitti, durumu gören öteki hatiyak’o  (komut verici) ise, yerini değiştirdi  ve sesini kesti.

Marş söyleyecek olan  öğrenciler en önde yer aldılar. Çocukların gerisinde de büyükler sıralanmışlardı. Bayrak Değotluko’nun elindeydi, Adige tarihinde  ilk kez gerçek bir yürüyüş başlamış oldu. Büyükler ayak uydurmayı pek başaramıyorlardı ama yine de  peş peşi sıra ilerliyorlardı. Ancak tanıdıkları, kendi çocukları olan  sekreter yanlarına geliyor ve yürüyüşe ayak uydurmalarında yardımcı oluyordu.

Miting alanına gitmek için gecikmiş olanların da koşup saflara katılmasıyla uzun bir kuyruk, uzun bir yürüyüş kolu oluştu sonunda. Köyün ana caddesi boyunca ilerleyerek gösteride bulundular, ardından başka köy bir yolundan geri dönerek   miting alanına doğru yöneldiler.

Yürüyüş işi yoluna koyulunca Bibolet başka işlerin peşine düştü. Geri döndüğünde mitingin sona erdiğini ve halk danslarının (джэгу) başlatıldığını gördü.

Kalabalığı yarıp meydana ulaştığında ise, tam karşıda, kızların içinde duran Nafset’i gördü.

(*) Çekist-Devrim karşıtlarıyla mücadele etmek üzere kurulmuş Devlet Güvenlik Komisyonu  (ВЧК) mensubu kişi. -HCY
(**) Beyaz-Karşıdevrimci beyazordu mensubu subay ve erlere o zamanlar verilen ad. -HCY

 

ÖZERKLİK BAYRAMI (АВТОНОМ ДЖЭГУ) -02

Kadın olduklarını unutmayan ezilip büzülen utanan ve alacalı bir saf oluşturan kızlar içinde Nafset’in çok farklı biri olduğunu anlamıştı Bibolet. Geçmişin prangalarından kurtulmayı başarmış serbest ve özgür bir kız görünümü vardı Nafset’in üzerinde. En başta kendine saygılı olduğu anlaşılıyordu. Adige dansları sırasında Adige kızları,  süslü birer bez bebek gibi yerlerinden kımıldamadan ayakta durmaya alıştırılmışlardı. Bu durumu kınar gibi bir görünümü vardı. Aklı başında, gözlerini indirmeden bakıyor, başını dimdik yukarıda tutuyordu. Bazen bir kuş gibi ansızın başını çevirip çevresine bakındığı da oluyordu ancak kimseye bakmıyor, topluluğun dışındaymış da kendi aklından geçen bir şeyleri düşünüyormuş gibiydi.

Nafset oldukça boy atmıştı. Küçük elli ve ince bacaklı o eski kız yoktu artık. Şimdi uzun boylu, fidan gibi bir kız vardı ortalıkta. Başındaki altın işlemeli küçükbaşlığını/şapkasını da şaka olsun diye takmışa benziyordu. Kepini diğer kızlar gibi derinlemesine değil; gururlu, biraz da geçmişi eleştirir gibi hafifçe başına geçirmişti.

Nafset, topluluğun üzerinde uzunca bir süre bakışlarını sürdürdü. Bibolet’in bulunduğu tarafa da baktı ama Bibolet’i göremedi. Bibolet, kızın kendisini gördüğünü sanıp başıyla bir iki kez selam verdi ancak kızdan bir yanıt alamadı. Buna bir anlam veremedi. Tasalandı ve üzülmeye başladı.

Sonunda Nafset de onu gördü. Uçmaya hazırlanan bir kuş gibi yüzünü iyice göstererek gülümsedi. Kızın yanaklarında açılmış olan pembeliği Bibolet durduğu yerden bile fark etti.  Kaçamak bakışlarla gözleri ve kaşlarıyla konuşuyor ve seviniyormuş gibi bir süre durdu. Ortada oynamakta olan gençler engel olmadıkları sürece birbirlerine bakıp duruyorlardı.

– Yoldaş Mozokov, niye seni göremiyoruz? Dün akşama değin seni görmek nasip olmadı, -diye birinin elini tuttuğunu fark etti Bibolet. Geriye döndüğünde tanıdı. Bu kadın, Adige Özerk Oblastı Yürütme Komitesi’nden (oblispolkom)  özerklik kutlamasına gelmiş olanlardan biriydi. ”Bizi konuk edeceğini ve her konuda yardımcı olacağını unutmuş olmalısın!

– Şimdiye değin sizi buyur edecek birilerini bulamadınız mı, diyerek kadının elini tuttu.

– Bulduk ama senin bize daha çok yardım edeceğini umuyorduk. Sözünü yerine getirmen gerekiyor! diyerek takılıyordu kadın.

– Adige danslarını nasıl buldun?

– Ах, как чудно! (Aman, çok değişik!). Ne de güzel oynuyorlar?

– Bir şey yediniz mi?

Tanıdık kadınla konuşurken bir yandan da Nafset’e bakmaya çalışıyordu Bibolet. Ancak kız eskisi gibi istekli bakmıyordu. Bazen baktığı oluyordu ama soğuk soğuk bakıyordu.

– Yoldaş Mozokov, şuna bir bak, ne yaman dans ediyor o! Ayakları yere değmiyor gibi! Köyde gezsen bile bu kadar güzel bir kız olduğunu bilemezsin. Ne de güzel kızlar var içlerinde. Şu tarafa bak, başında küçük bir yuvarlak şapkası olan şu uzun boylu kızı görüyor musun? Hep senin tarafına bakıyor. Çok gösterişli bir kız o. Kendine güvenli, başını dik tutuyor o kız, hele bir bak o kızın o dik duruşuna! Okumuş bir kadına benziyor.

Öbür kızlar gibi utanan, ezilip büzülen bir kız değil o. Akıllı biri olmalı o kız, diyor. İlk kez Adige danslarını görmüş olan Rus kadını Bibolet’i lafa tutmuş, esir almıştı.

Bibolet de “evet”, ”öyle”, ”oyunları ilginç bulmana memnun oldum”  gibi zoraki birkaç sözcükle yanıtlar veriyordu kadına. Bu arada Nafset’in kendisine artık bakmamakta olmasının nedenini anlayamıyor, üzülüyordu.

– Yoldaş Mozokov, çok susadım. Bana içecek su bulursan çok sevinirim, diye ricada bulundu kadın.

– Oyun bitsin,  bira içersin dediyse de kadını yatıştıramadı, kadın için birlikte su aramaya gitmek zorunda kaldı.

Döndüklerinde Nafset bir kez daha baktı ardından hiç bakmadı. Rengi sararmış, üzgün ve çoğunca başka yere bakıyormuş gibi bir süre durdu. Bibolet gözünü ondan ayırmıyordu ama bir türlü de göz göze gelemiyordu.

Derken dans sırası Nafset’e geldi. Akordeon (pşıne), bir sığırcı sürüsü cıvıltısı gibi sesler eşliğinde İslamıy havasını çalmaya başladı. Hızlı ve yakışıklı,  gençten bir delikanlı gelip Nafset’i dansa çağırdı. Nafset, soylu bir yürüyüşle adeta bir kuğu gibi süzülerek delikanlının peşi sıra meydanı bir dolandı. Ardından delikanlıyı takmıyormuş gibi bir dönüş yapıp sırtını döndü. Başını kibirli bir biçimde yukarı kaldırıp dansını sürdürdü. Görkemli, çok güzel bir heykel gibi duruyordu ortalıkta kız. Kurşuni bir sis gibi bileklerine değin uzanan başörtüsü de yele kapılmış uçuşmaktaydı. Rüzgar gibi bir tur yaptı, Bibolet’in önünden geçti ama bir kez olsun başını çevirip bakmadı.

Delikanlı ise geride kalmıyor, kızı bir kartal gibi amansız kovalıyordu ama kız aldırmıyor, kendinden emin bir havada rüzgar gibi yoluna devam ediyordu. Delikanlı nazik davranıyor, sol yanına geçiyor, onunla birlikte hızlı bir dansa kalkışıyor ama kızmış gibi kız onu iteliyor, ardından delikanlı kızın yanında yeniden bitiyor, ”Anla artık benim ne yaman bir delikanlı olduğumu!” der gibi, kolunu kızın başına doğru kaldırıyor ve onunla sanki bir yüzme yarışına kalkıyormuş gibi yapıyordu. Nafset yine aldırmıyor, soylu görünümüyle başörtüsü kollarından dökülmüş ellerini kaldırmış delikanlıyla birlikte o da yüzüyormuş gibi ilerliyordu. Delikanlının içine aşk ateşinin düştüğünü anlamak için yoruma gerek yoktu. Ayakları sırra kadem basmış,  parmakları ucunda dans ediyor ve kızı yönlendirmeyi başarıyordu.

Bazen birbirlerinden soğumuşlar gibi uzaklaşıyorlar, meydanın karşı uçlarında danslarını sürdürüyorlardı. Ardından kız delikanlıya kıyamıyor, bu denli uzaklaşması delikanlıyı denemek için olmalı. Tatlı bir dil ve gülümsemeyle yeniden adeta uçarak delikanlının yanına doğru koşuşturuyordu. Delikanlı da kanatlanmış bir kuş gibi ona doğru uçuyordu. Ancak kız kendisine biraz daha kur yapmasını bekliyormuş gibi yeniden naz yapmaya kalkışıyordu. Çocuğu beğeniyor ama beklemeli bu delikanlı, henüz yeterli değil, biraz daha sınamak, anlamak gerekir onu der gibiydi. Birbirlerine saygılı bir zefak’o (Çerkes dansını) oynuyorlardı. Sonunda kız delikanlıya karşı kuşkulu ve isteksiz tutumuna bir son vermişti. Biraz kurnazca, biraz da gülümseyerek başını döndürüyor, sırtını da yumuşak bir biçimde salıyordu. Yana kalkmış kolları başörtüsü ile sarılmış halde çocuğa doğru yaklaşıyor, şaşımsı bakışlarıyla delikanlının çevresinde fır dönüyordu. Çocuk da, dünyalar artık benimdir dercesine büyük bir mutluluk içinde coştukça coşuyor, bir kasırga gibi döndükçe dönüyordu. Ancak çocuğun beklediği umut hep bir başka bahara kalıyor gibiydi. Kız bir süreliğine çocuğun etrafında dönüyor, çocuğu umutlandırır gibi yapıyor ama yine onu bırakıp hızla uzaklaşıyordu. İlkinde olduğu gibi gözü yine yükseklerde, yele kapılmış güzel bir kuş gibi uçup kaçıyordu.

Delikanlı öylesine şaşırtıcı tavırlar sergilememişti. Gittikçe kızıyor, daha kararlı bir biçimde kızın peşine düşüyor, bir fırtına gibi kızın üzerine esiyordu. Bir anaç tavuğa saldıran koca bir kartal gibi kızın çevresini sanki tavuk tüylerinden oluşmuş gibi toza dumana boğuyordu.

Sonunda kız tam da Bibolet’in karşısına düşen meydanın öte yanında durdu:”Şimdi,  delikanlıysan delikanlılığını göster, beğeniyorsan istet beni, varırım sana”  der gibi,  delikanlıya alkış tutarak durdu. Artık aşk üstün gelmiş kızgınlık uysallığa dönüşmüştü. Çocukta bir yeni umut daha doğmuş, şimdiye değin tutturamadığı bir dans çıkarmış, bu çocukta ayak ve bacak diye bir şey yok mu acaba dedirtmiş, kızın çevresinde bir fırdöndü gibi boy göstermişti. Kız ile delikanlı bakışarak birbirlerini anladıklarını belli ettiler, karşılıklı olarak el ve omuzları kalkık, geri geri çekilerek uçarcasına birbirlerinden  ayrıldılar…

Birer usta bale sanatçısı imişler gibi her ikisinin uyumlu ve daha eskiden tanışıyorlarmış gibi dans  edişlerini şaşırtıcı bulmuş ve bir anlam da verememişti Bibolet. O denli figür, o denli uyumlu tempo ve o denli de bir dans ummuyordu Nafset’ten. Sadece akıllı değil, aynı zamanda onun arzulanacak bir kız da olduğunu anlamış oldu. Çantada keklik gibi gördüğü bu kız, şimdi arzulayanı, taliplisi çok,  çekici, güzel bir kız olup çıkmıştı. Birlikte dans ettiği o yakışıklı genç de, dansında sergilediği coşkusu gibi kuşkusuz Nafset’le evlenmek için tutuşuyor olmalıydı…

Bibolet’in içine bir sıkıntıdır düştü. ”Kültürel işlerin derdine düşerek kızın temiz duygularını ve umutlarını yıktın!” diyerek kendi kendine içlendi. Bu beş dakikalık dans, Nafset’i büsbütün büyütmüştü gözünde. Kızın, beklenmedik bir biçimde erişilmesi zor bir düzeye yükseldiği kuşkusuna kapıldı.

Dans sırasında Nasfet, üç dört kez Bibolet’in önünden geçmiş ama bir kez olsun başını çevirip Bibolet’in yüzüne bakmamıştı. Bir kez çok yakınlaştığında kaçamak bir bakış yapmıştı sadece ama kalsın öylesi,  hiç bakmasa daha iyiydi:Öfke ve aşağılama fışkırıyordu bu bakışlardan…

Tatlı bir aşk duygusu yanında bir umarsızlık, bir huzursuzluk kaplamıştı Bibolet’in içini. Nerede ve ne konumda olduğunu unutmuş bir bakar mı acaba diye umarak Nafset’e doğru bakıp duruyordu. Nafset, yanakları tutuşmuş halde yerine geçip durdu ama bu tutuşma Bibolet’in bakışları nedeniyle değildi. Hızlı dans onu yormuş olmalıydı, göğsü kalkıp inip solumaktaydı. Bir kuş bakışıyla etrafı süzüyordu bazen. Bibolet’e ise hiç bakmıyordu.

Bibolet’i gelip çağırdılar, yapacak çok iş olduğundan uzun bir süre oyunlardan uzak kalmıştı.

Nafset’in kendisine gücenmiş olduğu kaygısı içinde bulduğu ilk fırsatta oyun alanına döndü. Oyunun dağılma zamanıydı ama ortalıkta Nasfet yoktu. Bibolet ortalığı kolaçan etti ama Nafset’i göremedi. Ardından yine çağrıldı, konuklara sofra teşrifatçısı yapıldı, derken ikindi oldu. Rayon merkezinde koşuştururken Değotluk ile karşılaştı. Lafı dolandırmadan hemen sordu:

– Nafset nerede? Niye erken ayrıldı oyun yerinden?

– Başım ağrıyor diye rica etti, ben de onu akrabalarının evine bıraktım. Hemen köye dönelim dedi ama olmaz dedim. Yarın rayon yönetimiyle görülecek işlerim var, dedi Değotluk.

Bibolet rayon merkezinden hemen ayrıldı ve birlikte yola çıktılar.

Bibolet ile Değotluk’u bir odaya aldılar. Lambayı yaktıklarında bir oğlan çocuğunun uyumakta olduğunu gördüler.

– Görüyor musun bu delikanlıyı, danslara katılıp yorulmuş olmalı, diyerek çocuğun başucuna dikildi Bibolet.

– Bu delikanlı bayrama katılan ve öğrettiğiniz şarkıyı da öğrenenlerden, dedi kendilerini karşılayan genç.

– Hangi şarkı?

– Yürürken hep birlikte söylemiş olduğunuz şarkı. Ayakta kaldınız, otursanız ya.

– Öyleyse bu çocuk çok çabuk öğrenmiş oldu o şarkıyı! dedi Değotluk.

– Çok ilginç şey! Uyandırıp bir söyletsek. Hangi sözcükleri öğrenmiş acaba, dedi Bibolet şaşkınlık içinde.

Ev sahibi genç çocuğu uyandırmaya başladı. Çocuk uyandı, gözlerini ovuşturarak oturdu.

– Nav, Nav!Hadi bugün söylemekte olduğun şarkıyı yeniden bir söyle!diye delikanlı çocuğu sıkıştırdı. Çocuk  uyku mahmurluğunu üzerinden atamamıştı, ıh mıh diyerek gözlerini ovuşturmayı sürdürünce, delikanlı başka bir yola başvurdu: ”Nav, Nav! Hadi şarkı söyle. Bak konuklar var, seni dinlemek istiyorlar. Şarkı söylersen yarın ben seni ata bindireceğim. Doru ata bindireceğim seni.

Küçük çocuk hemen gözlerini açtı. ”Doğru mu söylüyorsun?” diye soruyor gibi bir süre oturdu, ardından hiç nazlanmadan başladı:

-Kaldıl baylağı yükseklele, haydi, haydi! (lат былакъэл лъагэу, малджэх хъужьын!)

İki üç kez tekrarladıktan sonra yeniden uykuya daldı.

– Uyumazsa onu zaptetmesi zor, diyerek ev sahibi delikanlı dışarı çıkmak istedi.  Bibolet, delikanlının amacını anladı ve onu durdurdu.

– Bir şey yapayım deme. Kalmayacağız.  Nafset’i bir görelim diye geldik. Onu bizim için bulursan bu yeter bize.

– Öyleyse geç kalmış oldunuz. Oyundan döner dönmez yeme içme bile düşünmeden hemen gitmeliyim diye bastırdı. Ne dediysek de durduramadık. Bir daha kendisiyle konuşmayacağımı söylediysem de dinlemedi. Bari birlikte geldiğin arkadaşlarını bekle dedim yine laf geçiremedim. Arabamızı koşturup gönderdik. Onu bir süre burada bırakmayı düşünüyorduk ama başım ağrıyor, gitmeliyim diye ağlamaya başlayınca zoraki yolcu ettim.

Bu haber Bibolet’i adamakıllı sarstı.

– Öyleyse çok gecikmiş olduk. Çoktandır görmediğimden görmek istemiştim onu, dedi durumu çaktırmak istemediğinden. Nafset’in bu davranışını anlayamıyor, bir soruyu ikinci soru kovalıyor ancak ne diyeceğini bilemiyor, öbürleri de bir şey söylemiyorlardı. Bir süre böyle oturdular. Ardından delikanlının sofra getirmesini beklemeden evden ayrıldılar.

– Ne geldi ki başına? Hastalandı mı acaba, dedi Değotluk olup biteni yorumlayamayarak.

– Bilmem ki, sizin kız arkadaşınız. Kız arkadaşınız sizden habersiz gittiğine göre bir konuda size gücenmiş olmalı, dedi Bibolet biraz şakaya getirerek.

Değotluk, Bibolet’in kızı gerçekten görmek istediğini anlamıştı. Bu nedenle kırıcı sözler söylemeyi uygun bulmadı. Bibolet de kuşku ve kaygılar içine düşmüş, Deotluk ile konuşmayı bile arzulamaz olmuştu. Hükümet binasına cenazeden döner gibi üzgün üzgün döndüler. Hükümet binası önünde Bibolet  bir süre anlamsız bakınıp durdu, ardından toparlanıp konuştu:

– Değotluk, burada bir süre kalacak mısınız?

– Hayır, yarın sabah işimizi görüp gideceğiz.

– Bu akşam işten başımı alacak durumum yok, yarın da çalışmam gerekiyor. Buradaki işleri bitirir bitirmez yarından tezi yok köyünüze geleceğim. Ablamı da sizi de daha yakından görür,  özlem gideririm.

– Geçen yıl olsun bu yıl olsun ne diye hiç gelmedin ki, diye sordu Değotluk yeniden konuşmaya başlamış olmalarının sevinciyle.

– Geçen yıl, dinlence süresince uygulamaya bırakıldım. Bu yıl da Krasnodar’da alıkondum, orada çalıştım.

Bir süre konuştuktan sonra ayrıldılar. Bibolet hükümet binasına, rayon yönetim merkezine girdi. Ancak orada da duramadı. Sıkılmış halde dışarı çıktı. Tenha bir köşeye gidip dolaşmaya, daralmış bir halde solumaya başladı. Uzunca bir süre de orada kaldı. Ertesi gün Şeceriye’ye gitmeye oracıkta karar verdi.

GECE YARISI ÇIĞLIĞI

Ayşet’le kocasının, geçen yıl Behuko ailesinden ayrılmış olduklarını duymuştu Bibolet ama taşındıkları evi bilmiyordu. Sorarak evi buldu, köyün hayli dış kenarındaydı. Bahçeyi görünce içi daraldı. Saz damlı küçük bir ev, yanı başında yarı çökük ve neredeyse yere gömülmüş küçük bir at ahırı ve bitişiğinde de bir tavuk kümesi. Bahçedeki her şey buydu. Bahçeyi çevreleyen çitlerin yarısı çakılı değildi. Ayşet sevincinden, sayıp döktürerek Bibolet’i karşıladı. Ayşet’le karşılaştığında, içini burkan eski elbise kokuları yeniden burnuna çalındı. Girdiği oda ve bahçe, eskisine göre çok daha yoksul görünümlüydü, evin ancak yarısı toprak boyayla boyanabilmişti, yoksulluk evin her yerinden fışkırıyordu. Kap-kacakların dizildiği tek raf, simsiyah is ile kaplıydı. Canlılık taşıyan tek şey, tüten ocaktı. Küçük süt çüveni, her zamanki gibi tavana asılıydı, Ayşet ocakla ilgileniyordu. Bu yoksul yaşamın Bibolet’i kaygılandırmakta olduğunun farkında bile değildi Ayşet. Kardeşi bir gün ışığı gibi belirmişti karşısında ya bu yeterdi, onun verdiği mutluluk dışında bir şeyi düşünecek durumda değildi. Soru ve sevinç içinde adeta yüzüp duruyordu.

Bibolet, Ayşet’in yanına, ocak başına oturdu. Biraz ısındı, bir şeyler de yiyince, ortama biraz alışmış oldu. Karşılaştığı üzücü durumu da biraz üzerinden atmış oldu. ”Ne denli perişan olsa da, kardeşimin sağlığı yerinde ya” diyerek, Adigelerde gelenek olduğu üzere, bir teselli yolu buldu. Evi şöyle bir gözden geçirdikten sonra sordu:
– Çok zengin bir aileden ayrıldınız, bu kadarcık mı verdiler size, yıllardır boşuna mı hizmet ettiniz  onlara? Sağlam bir yuva kurmanıza niye yardımcı olmadılar ki?
– Bana sözünü etme onların! Sağ salim ellerinden kurtulduysam, ona da şükür, sense “vermediler mi?” diyorsun! O bildiğin Hacı mal dedin mi adamın gırtlağını söker. Üstümüzdekini başımızdakini alıp bizi kapı dışarı etmediği için şanslı sayılırız yine.
– Hacı mal mülk düşkünü, bilyorum ama kusur yine sende, ne diye hakkınızı istemediniz ki?
– O denli üstelemeyi beriki (*) uygun bulmadı ne de olsa, babamız, yaşlı biri, diyerek işin peşine düşmedi.
– Böylesine uysal olursanız sizi yiyecek çok kişi çıkar!
– Hayır, ben hakkımı yedirmedim. Bizim için ayırdıkları tek ineği, yavrulayınca vermek istemediler, bunun üzerine İvan’a gittim. Değotluk ile İvan birlikte geldiler, gözden çıkardıkları kısır ineğin yanına benim yavrulu ineğimi de ekleyip ikisini de bana getirdiler. Ayrıca yargı yoluyla tüm hakkınızı alınız dediler ama üzerlerine varmadık. Gözyaşı ve ah bulunan şeyleri istemiyoruz…
– Kim miş o İvan?
– Bilmiyor musun Behukoların eski garip ırgatını? Şimdi yaman biri oldu o. İşçi önderi (raboçkom) mi ne diyorlar ona. Ben durumu biliyorsun sanıyordum, diyerek İvan ile Behuko arasında geçmiş olan olayları bir bir anlattı.
– Peki Yusıf ne yaptı?
– O da evlenince babasının izinden yürümeye başladı.
– Yusıf evlendi mi?
– Duymadın mı? Geçen yıl evlendi. Evlendi, babasına layık bir evlat oldu, bir köpek gibi baba mülkü üzerine sessizce kondu.
– Çok çabuk kabuk değiştirmiş. Son gelişimde, eninde sonunda babasının yolunu izleyeceğini fark etmiştim ama  bu kadar çabuk  değişeceğini doğrusu düşünememiştim.
– O senin tanıdığın Yusıf yok artık. Hacı’nın gölgesine saklanıp adam kılığına bürünmek istiyor ama Hacı’yı aratacak biri o. Ayrılışımız sırasında, ortalıkta görünmemeye dikkat ediyordu ama alacağımız şeyleri azaltmak için fısıltılı konuşmalar da yapıyordu.
– Desene İvan, Hacı’nın canına okumuş!
– E-e, Hacı’nın da, ailesinin de, diyerek Ayşet bitmez tükenmez yakınmalarını yeniden başatacaktı ki, Bibolet konuyu değiştirdi.
– Vıstaneoların küçük kızı ne durumda, diye Nafset’i sordu Bibolet.
– O kızı sen mırın kırın karşıladın ama o kız tam senin istediğin gibi, ileriye dönük, tam bir insan ve bilinci gelişmiş yeni yetişme kızlardan biri oldu. Let (**), alsana onu bize.
– Evet, tam da buldun, evlenmek dışında bir derdim kalmamış sanki, diyerek aldırmazmış gibi bir tavır takındı Bibolet. ”Okuyacaktı, bir şeyleri okumaya çalışıyordu da?”
– Olur mu hiç, bir Adige’ye öyle bir şans verilir mi hiç!İyi okuma, yazma öğrendiği söyleniyor. Öyle biri için okuma şansı, senin gibi birini bulması ve okutması ile olur, yoksa Adigeler ona okuma fırsatını tanımazlar.
– Nafset, kendisini okutacak birini bulursa okur. Ancak yiyecek ve giyecek bulduğunda, ev içinde ağ ören örümcek misali seni bile okutmaya kalkışacak kızlar da az değil, asıl öylelerinden çekiniyorum. Sırtındaki giysileri dışında değerli bir şey  taşımayan, taşımayı da düşünmeyen birine yakalandın mı… diyerek kaygılarını döktürmeye başlamıştı Bibolet.
– Her şeye bir bahane bulursan ebedi evlenemezsin sen! Nasıl olursa olsun birini bize getir tek, başka şey istemiyoruz dedi Ayşet. Ardından yine kendi dertlerine dönmeye kalkıştı ama Bibolet konuyu yine istediği yöne döndürdü.
– Nafset evlenmemiş mi hala?
– Evlenmedi ama seni bekleyip oturacak da değil! Etrafında dolanıp duran bir sürü delikanlı var. İsmahil hırsızın teki ama yakışıklı biri, köydeki kızlar ona vurgun. O ise Nafset’e tutkunmuş.
– Peki kız ne diyor?”Farkında olmadan bu sözler Bibolet’in ağzından dökülmüştü.
-Köyde çok şey söyleniyor. Kız onunla Adige muhabbeti, şakası yapmış olmalı, adamın şaka yapmadığını, ciddi olduğunu anlayınca, kızın geri çekildiği söyleniyor. Adam da bunu gurur meselesi yapmış diye anlatılıyor. Zorla kızı kaçıracak (pşaşer yıhışt) diye bir laf dolaşmıştı köyde. Ailesi kızın İsmahil’e varmasını istiyor ama kız ne düşünüyor, bilemiyorum, seni bekliyormuş gibi geliyor bana.
– Kaçıracaklar mı dedin? Böylesine bir çılgınlığa kalkışacak kişiler kaldı mı artık?
– Var tabii, hırsızın, soyguncunun biridir o İsmahil, aklına koyduysa hiç bakmaz, yapar onu. Kaçırır, kızcağıza da boyun eğdirir, Adige geleneği deyip işi kapatırlar.

Kaçırma konusu gündeme düşünce Bibolet’in içinden bir ürperti geçti. Bir süre söylenenler üzerinde düşünüp oturduktan sonra, Bibolet,  köy Sovyetine (Muhtarlığa) gitmeliyim diyerek evden ayrıldı. Daha dün Nafset’in özerklik gegusundan (danslarından) erken ayrılıp acele köye dönmüş olması, İsmahil’in niyeti, kaçırılma endişesi, Nafset’in o beklenmedik dansı, ilk bakışmalarındaki sıcaklık, ardından gelen kızın soğuk bakışları, bütün bunlar, çevresinde dönüp koşuşturan  bir at, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. İçini büyük bir sıkıntı kapladı.

Komsomol örgütüne gitti, bir çocuk gönderip Değotluk’u çağırttı. Onunla Nafset’i konuşmayı umuyordu ama olmadı. Değotluk kendi derdindeydi.

– Ne iyi ettin de geldin, Bibolet! Bu akşam komsomol örgütümüzün bir toplantısı var. Tam da zamanında geldin. Artık bizim için uluslararası durum üzerine bir konuşma yaparsın. Geleceğini hiç ummamıştım ama gelirsen diyerek çocuklara senin konuşmanı dinletmek istiyordum, çocukları da umutlandırmıştım, diyerek Değotluk sevinçle karşıladı Bibolet’i.

Bibolet, iş toplumsal bir konu olduğunda hayır diyebilecek biri değildi. Nafset’i ne denli görmeyi istiyor olsa da, konuşma yapması isteğine hayır diyemezdi. ”Nafset’in yanına yarın gitsem de olur. Bir şeye bozulup dönmüşse, bunu bana Değotluk’un kendi söylerdi. Köydeki komsomollarla konuşmak da çok önemli” diye düşünerek toplantıya katılma ve konuşma yapma kararı verdi.

Toplantıya komsomollar dışında Mıhamet ile Amdehan da gelmişlerdi. Moskova’da okuyan öğrenci bir konuşma yapacak diye duyurulunca hayli insan gelmişti. Kalabalık bir kitle toplanmıştı. Bibolet içindeki kaygıları bir yana atıp uzunca bir konuşma yaptı. Konuşma sonrasında çok sayıda soruyu da yanıtladı. Derken gece yarısı oldu.

Konuşma sona erdi ama Değotluk bir örgütlenme işi daha var diyerek, gitmek üzere olan kitleyi durdurdu.  Tam konuşmaya başlayacaktı ki, köyde, uzakça bir yerden, gecenin sessizliği içinden bir kızın çığlık sesi duyuldu. Çığlıkla birlikte köpek havlamaları da arttı. Topluluk bir anlık bir duraklama geçirdi. Bibolet ile Değotluk aynı anda dışarı fırladılar.
-Komsomollar, haydi, çabuk, diyerek bir yanda da komut verdi Değotluk.

Koşmaya başlamışlardı ki tüfek sesleri de geldi.

Bunun üzerine bahçe, avlu ve sokakları şudur budur demeden atlayıp geçmeye başlamıştı Bibolet de. Avluları, mısır bahçelerini geçip topluluğun koştuğu yere doğru koşuyordu durmadan. Köpekler de havlayarak topluluğu izlemekteydiler. Ormandan duyuluyormuş gibi, öteden beriden, karanlığın içinden insan sesleri geliyordu.

Tüm köy, yarışırcasına bir yöne, Vıstanekoların evine doğru koşuyordu. Vıstanekolara doğru koşmakta olduklarını da konuşmalardan anlamıştı Bibolet:
– Ne oldu ki?
– Vıstanekoların kızını kaçırmışlar!

Bahçe kapısında bir topluluk vardı. Bahçenin içinde de,  karaltı biçiminde bir başka grup daha vardı. Bahçedekilerin zapt edemediği, Nafset’in anası olmalı,  sayıp döktüren bir kadın vardı.
– Evine yemine’inin (***) uğradığı kişi benim! diyor, zorlanıp kurtulmaya çalışıyor ve çığlık  üzerine çığlık atıyordu. ”Yavrumu vakisiz aldılar benden! Bırakın beni! O eşkıya bozuntusu yaptı bunu. Bırakın beni!Evlerini ateşe verip yaşlı genç hepsini yakıp geçeceğim!Gece yarısı evimi basıp bana bunu yapanların Allah  kökünü kurutsun!Yanmış olan benim!

Bahçe içindeki gruba uzak olmayan bir yerde, endişe içinde, bastonuna dayanmış duran beli bükük biri daha vardı. Bu kişi Nafset’in dedesi Karbeç idi.
– Ne oldu, diyorum?Ne oldu, diyorum?Hala öyle şeyler yapılabiliyor mu?Günah ve insanlık diye bir şey kalmamış mı, diye sayıp döktürüyordu Karbeç. Kimsenin Karbeç’i dinleyecek durumu yoktu. Kendisi de daha ileriye gidemiyordu, çünkü gelini orada, topluluğun içindeydi…

Vıstanekoların bahçesinin biraz ötesinde karaltı gibi bir grup insan daha vardı, konuşmalar duyuluyordu. Bibolet ile Değotluk oraya doğru koştular.

Bahçe dönüşünde bir at arabası kalabalık tarafından çevrilmişti. Tek bir at koşuluydu. Bibolet ile Değotluk vardıklarında, sağdaki koşulu atın inildeyerek yerde yatmakta olduğunu gördüler. Biri soluk soluğa bir şeyler anlatıyordu.
– Durun, dedim para etmedi. Durun, ateş ediyorum, dedim olmadı. Sürücüye bir el ateş ettim, vurdum mu bilmiyorum, kendini ön tarafa attı. Arkadaki, arabadakilere ateş edeyim dedim, kızı vurursam diye çekindim. Atı vurursam kaçamazlar diyerek ata iki kez ateş ettim. At yığılır yığılmaz arabadakiler tabancayla karşılık vermeye başladılar. Karşılıklı ateş sürerken diğerleri kızı alıp köy içine doğru kaçtılar.

Yetişir yetişmez Değotluk haberi anlatan kişiyi çağırdı.
– T’ıhu, gel buraya, diyerek.
– Değotluk, sen misin?Çok dikkat ettim ama beni oyuna getirdiler, diye sesini alçaltıp yanlarına geldi T’ıhutsık’u.
– Çok dikkatli olmuşsun, çok dikkatli olmuşsun, diye karşılık verdi Değotluk da. Dikkat etmen gereken kişileri kaçırmışsın!Ne tarafa gittiler, görebildin mi?
– Şu sokaktan kaçtılar, diyerek T’ıhutsık’u eliyle bir sokağı işaret etti.

Bibolet köydeki sesleri dinledi. Köpek havlamalarıyla durumu kestirmek olanaksızdı. Köpek havlamaları seyrekleşmiş, işaret edilen taraflardan tek tük köpek sesleri geliyordu. “Ya köyden dışarı çıktılar, ya da bir eve girdiler” dedi Bibolet, hemen Değotluk’u bir yana çekip konuştu:
– Hemen silahlı komsomollara köyü çevirttir. İlk önce kaçtıkları bu kesimi arattır. İkimiz Muhtarlığa (selsovete) gidelim. Sırayla evleri arattıralım.

Değotluk komsomolları gruplardan çağırtıp hepsini görevlendirdi. Mıhamet de komsomollarla birlikte gitti. Kendileri birkaç gençle birlikte muhtarlığa doğru yürüdüler.
– Kim bu T’ıhu dediğin kişi? Nasıl olmuş da o kişi grubun evi tam bastığı bir sırada,  tüfekle önlerine çıkmış? Komsomol mu yoksa, diye sordu Bibolet, yolda giderlerken Değotluk’a.
– O en iyi komsomollarımızdan biri. İsmahil’in Nafset’e ilişkin niyetleri köye yayılınca, kız kaygılandı, ben de bu son iki gecedir gizlice sırayla iki silahlı komsomol görevlendirmiştim ama kızı kaçırmaya yeltenmelerine değin T’ıhutsık’u niye onlara ateş etmemiş ki anlayamıyorum…

Muhtarlıkta büyükçe bir kalabalık toplanmıştı. Muhtar sert gözüküyor, öteye beriye koşuşturuyormuş gibi yapıyordu. Adamlar da kaygılıydılar, birbirleriyle konuşup durmak dışında bir şey yapmıyorlardı. Muhtarlığa ayak basar basmaz Bibolet topluluğa dönüp seslendi:
– Şeceriyeliler! Sovyetler ülkesinde yaşıyorsanız, bu gece köyünüzde olmaması gereken en kötü bir olay yaşanmış. Zorla kız kaçırmak, haydutluğun, kötülüğün ta kendisidir. Bunun açıklaması olmaz. İnsan görünümlü de olsa bunu yapan, bir insan olamaz. Bunu yapan kudurmuş köpekten (хьашхъурэ1у) daha adi biridir, diye başlayıp kor gibi yakıcı sözlerini topluluğun üzerine yağdırdı.
– Ayıp, köyünüzün ayıbı, utancı hepinizin utancı. Kudurmuş köpeğe dönüşmüş bu kişileri bulmak köyünüzün borcu. Hemen bütün köyü seferber etmeniz gerekiyor. Köyü, her evi, gerekirse yakın mezraları bir bir aramalı. Bu durum sadece köyünüz için değil, tüm oblast (****)  için de utanç verici bir olay, diyerek konuşmasına son verdi Bibolet.

Topluluk kaygılandı, doğru söylüyor, çok ayıp yapıldı gibi sözler odanın içinde yankılandı.

Kısa boylu ve bol gömlekli biri topluluğun içinden çıkıp kalın sesiyle konuşmaya başladı:
– Konuk, sen de ayıbettiğini bilmiyor olmalısın, yavuklun (kaşenin) olan bir kız kaçırıldı diye, gece yarısı köyü birbirine katmaya kalkışıyorsun? Biraz olsun Adigelik-insanlık diye bir şeyin kalmışsa öyle konuşmaman gerekirdi! Yapılabilecek bir şey varsa, sabahleyin gündüz gözüyle de yapılabilir. Her zaman için kız kaçırılır, her zaman olan bir şeydir bu. Yarın her iki aile de anlaşır, köylüyü fitlediğin ve söylemiş olduğun bu sözler de yanına kar kalmış olur!. .

Daha sözünü bitirememişti ki, Halaho bastonuyla adamın üzerine yürüdü.
– Görüyor musunuz bu imansızı! Senin Adigeliğinin, insanlığının ne olduğunu hepimiz çok iyi biliriz!Kızı götüren kart köpeğin yardakçısısın sen!Biz seni çok iyi tanıyoruz!Senin gibi ayakkabı paralayan köpekleri köyden sürdürmekte gecikmişiz anlaşılan, diyerek Halaho adama bir sopa vurmak için ileri adım attı. Hemen atlayıp Halaho’yu durdurdular.

“Bu bol gömlekli bodur adamı ben nerede görmüştüm ki?Bu kalın sesi de nereden tanıyorum ki?diyerek içinden bir süre düşündü Bibolet. O bir anlık zaman içinde geçmiş gözlerinin önünde yeniden canlanıverdi. İlk kez, Nafset’in yanına giderlerken karşılaştıkları İsmahil’in refakatçisiydi bu kalın sesli bodur kişi.  Halaho’nun söyledikleri ile kendi anımsadıklarını bir araya getirdiğinde Bibolet, bu adamın ne türden bir adam olduğunu hemen kavradı. İçinde tutuşmuş olan kızgınlık ateşi soğuk bir nefrete dönüştü.
– Hele bir durun, diyerek elini kaldırdı Bibolet.

Uğultu dinince, adama dönüp yavaş yavaş ama kararlı bir biçimde konuştu:
– Senin ne olduğunu şimdiye değin bilmiyordum. İkimiz de farklı dillerden konuşuyoruz. Senin Adigelik ve Adige insanlığı gibi sözlerin insanlıkla ilgili sözler değiller, vahşi hayvanlara özgü olan şeyler. İnsanları köleleştiren, insanlara pranga vuran kişilerin sözleridir senin uygun-uygun değil (yemık’u-yek’uğe) gibi sözlerinden yansıyan anlam. Benim öyle bir “Adigeliği”, öyle bir “insanlığı” savunduğumu kim söyledi ki sana? Biz şimdiki Adigeliği senin ölçülerinle değerlendirmiyoruz. Bizim Adigelik anlayışımız gerçek insanlık anlayışının ta kendisidir, her bir bireye, tüm insanlara eşitliği getiren, kadına gelişmiş haklar getiren ve soygun düzenini dışlayan bir insanlık anlayışıdır. Ne yazık ki, senin gibi düşünen tek tük kişiler hala Adigeler arasında bulunuyor. Senin gibilerin kimlerin şarkılarını söylediklerini çok iyi biliyoruz ama çatlasanız da patlasanız da, istediklerinizi gerçekleştiremeyeceksiniz. O senin gizli kapaklı, yağmacı işlerini de, senin şarkılarına tempo tutanları da, hepinizi süpürüp atacağız toplumun içinden. O kızı da çantada keklik sanıyorsunuz ama o kız hiç ummadığınız bir iş açacak başınıza! Ben bu sözleri senin gibi hırsız ve düzenbazları eğitmek için değil, buradaki dürüst insanlara durumu anlatmak için söylüyorum.

Bibolet’ten sonra bir iki yaşlı daha konuştu. ”Böyle bir günde köyde böylesine vahşice davranmaya kalkışanlar, gerçekten birer kudurmuş köpek olmalılar. Biz de onlara, kudurmuş köpeklere yapıldığı gibi davranacağız. Kızı nerede saklıyor olurlarsa olsunlar mutlaka bulmalıyız. Kızı bulmadan durmak olmaz. Böylesine adice bir davranış yüzünden Sovyet iktidarının gözünden düşmeyi kabul edemeyiz” biçiminde kararlı konuşmalar yapıldı.

Bibolet konuşurken, bir ara, Değotluk’un kendisine bir şey söylemek istediğini anladı, bol gömlekli bodur adamı gözüyle işaret edip “Bu adama dikkat et!”   anlamında bir işaret yaptı. Değotluk iki gençle birlikte sezdirmeden dışarı çıktı.

Bol gömlekli bodur adam, kalabalığın hır gürü içinde olmasından yararlanıp sessizce sıvışmak istedi. Bunun üzerine Bibolet:
– Nereye böyle, hele bir dur bakalım, diye adama seslendi.
– Ne yani, istediğim yere sana sormadan gidemeyecek miyim, senin kölen miyim ben, diye sert ve soğuk bir yanıt verdi adam Bibolet’e.
– Senin sözlerin senin iyi niyetli bir kişi olmadığını gösteriyor. Sen köylüden yana değil, köye düşman olanlarla birliktesin. Kızı buluncaya kadar burada kalacaksın. Yerinde olmaz mı, diye sordu oradakilere Bibolet.
– Doğru, doğru! Kaçmasına fırsat vermemeli, gidip durumu öbürlerine anlatır, dediler oradakiler.

Muhtar bir bekçi gözetiminde adamı muhtarlığın nezarethanesine kapattırdı.

(*) Beriki-Adige geleneğine göre kadının kocasının adını söylemesi, kurallara (h’abze) aykırı düştüğünden, çok ayıp olduğundan, ”beriki”, ”evdeki” gibi sıfatlar kullanılıyordu. -HCY
(**) Let, Bibolet’e çok yakınlarının verdiği kısaltma ad, bu da Adigelerde görülen özelliklerden biriydi. -HCY
(***) Yemıne-veba. Adige mitolojisinde ve Nart destanında “Yemıne”, ”Yemınej” adları kötülüğü simgeleyen biri olarak geçer. -HCY
(****) Oblast-O zamanki “Adige Özerk Oblastı”, şimdiki Adigey Cumhuriyeti’nin 1920’lerdeki adı. -HCY

 

VI. ESKİ DÜNYA YOLU ÜZERİNDE BİR GECE YOLCULUĞU -1

Felaket, beklenmedik bir anda, ansızın, Nafset’in üzerine gelmişti. Son dönemde başına kötü bir şey gelmesinden iyice korkmaya başlamıştı. Böylesine kötü bir şeyin başına gelmesi için geçerli bir neden göremiyor, bunun insanca bir davranış olamayacağını da biliyordu. Ancak karşısına çıkan İsmahil’in kötülükten kaçınmayacak biri olduğunu da biliyordu.

Ancak Özerklik Bayramı sırasında karşılaşmış olduğu durum, üzüntü, bu korkusunu geri plana itmişti. Umudu ve kendisini bir kuş gibi kanatlandırıp uçurmakta olan tüm sevinci bir anda yok olup gitmişti. Güzel Rus kadınını Bibolet’in yanında görünce, Nafset durumun umutsuz oluğunu anlamıştı. Mektubuna bir yanıt gelmemesinin nedenini de anlamıştı Nafset…

Dünyası kararmış, gözü dansları (gegu) ve hiçbir şeyi göremez olmuştu. Dansının ardından, inadına inat bir süre oyun yerinde kalmış, dayanamaz olunca da çıkıp gitmişti. Bir an önce evine dönmek istemiş, bildiğimiz gibi ağlar yakar evine götürtmüştü kendisini.

Dönüş yolu ne kadar sürmüştü, yakın mıydı uzak mıydı ayırtına bile varmamıştı. Sanki zaman durmuştu Nafset için. Üzüntü, kaygı ve utanç, bunların her biri birer ateş olup tutuşmuştu içinde. Bir tek aşkı, birçok anılarla sarılmış halde aklını almış başucunda dolanıp duruyordu. ”Delice umutlara kapılmıştı. Yalancı bir özlem duymuş, bir rüya görmüştü.

Kendisine göre üstün olan birine vurulmuş, elde edemeyeceği bir istekte bulunmuştu. Bibolet’in içinde bulunduğu eğitimli kadınlarla kendisi hiç boy ölçüşebilir miydi!Dengi olmadığı birini istemiş diye, Bibolet’i suçlamak olur muydu. Mektubu okuyup “Kız delice bir umuda kapılmış anlaşılan” diye gülüp mektubu da bir köşeye atmış olmalıydı. Üzmemek için yanıt bile vermemişti muhakkak . Peki suçlayabilir miydi onu bunun için? Aşk ölçülemez değerde (псэ уас), çok özel, kim verir ki aşkını sana, acıyıp da? Bu işte Bibolet’in hiçbir kusuru olamaz. Nafset’in kendi, özlemini duyduğu insanca bir yaşama, Bibolet’e ulaşmak için ne yapmıştı ki? Canından çok sevdiği o çocuğa yaraşır biri olmak için ne yapmıştı ki!Kimseyi dinlemeden okumak için okula gitmesi gerektiğini söyleyen Değotluk gibi bir dostu bile dinlememiş ve işin önemini anlayamamıştı. Komsomola katılmayı istiyordu, ama ilk kadın olarak o ilk adımı atmayı göze alamamıştı. Bibolet’in isteyeceği kız, böylesine gevşek davranacak bir kızın budalaca sevgisi olamazdı. Bibolet gibi birini isteyen ve özleyecek kız sayısı az olmamalıydı…”

Baba evi, kendisine doğup büyüdüğü ev gibi gelmiyor, boş, soğuk ve yabancı bir yer gibi geliyordu artık. Yaşadığı ortamı, uğraşları, alıştığı şeyleri, bahçeyi, dahası dedesinin küçük bahçesini, bunların hepsi birer kötü karabasanmışlar gibi tatsız geliyordu. Bibolet’i düşünmek, sözünü bile etmek istemiyordu. Ama Bibolet’siz bir şey de yavan geliyordu ona. Kendisine daha iyi, daha lüks bir yaşam sunacak birilerini aramamıştı ki hiç. Evlenmek amacıyla tek bir başka erkeğe olsun bakmamıştı. Şayet bakmış olsaydı, istediği gibi biri olmasa da, razı geleceği birini bulabilirdi. İdeal bir evlilik yapmamış olsa bile, birileri ile geçinmesini bilen kadın az mıydı?

Öyle ama Nafset’in aşkı başka bir temel üzerinde kuruluydu. Yeni bir yaşam ve insan olmanın bilinci vardı onda, bütün özlem ve düşünceleri Bibolet’le sarılıp gitmişti. Sezdiği ama ne olduğunu bilmediği örnek insan tipini Bibolet de bulmuştu. Kafese kapatılmış halde güneş ışığına hasret bir kuş gibi, kendi de eski Adige geleneklerinin demirden dar kafesine tıkılmış durumdaydı. Gerçek insanlığı özlüyor, bu yeni dünyaya uyanan insanların bilincinin yüksek ve özgür olduğunu ilgiyle izliyordu. Özlemini çektiği şeyleri bir arada, insanca ve yücelerde uçar bir halde Bibolet de buluyordu. Kendisine özgürce kanatlanma bilincini ilk kez aşılayan kişi de Bibolet idi.

Bu konuda kendisine ilk yardım sözünü veren de oydu. Umudu ve özlemi o olmuştu artık. Ona verdiği değer, özlemle birlikte, farkında olmadan kalbi onunla kaplanmıştı. Derin bir aşka yakalanmış kişilerin tutkusuyla sevmişti Bibolet’i. Paylaşmayı benimseyen bir yaşam ve tek bir aşk yerleşmişti yüreğinde. Nafset’in kendi bile bu başına gelenin tam anlamıyla farkında değildi. Bu ayrımın bilincine varmış olsa bile, artık o durumu benimsemesi düşünülemezdi. Aşka ihanet etmeyecekti, aşkı yüce bir değer sayan kişi, aşktan korkardı kural gereği. Nafset, içinde yerleşmiş olan Biblet’e ilişkin duygularına bir ad vermekten çekiniyordu. Ancak farkında olmadan aşkı, düşüncesi, sevinci, tasa ve kaygıları hep Bibolet olup çıkmıştı. Farkında olmadan Bibolet kalbine yapışmış, onun bir parçası olmuştu. Şimdi onu yapıştığı bu yerden söküp atmanın zamanı gelmişti.

Bir kalp yarası almış, yemez içmez olmuştu. Annesi de üzüntü içinde, gözlerinden hoşnutsuzluğu okunarak, kaygılı bakışlarla kendisini izliyordu. Sıtmaya, kızamığa yakalanmış gibi iki gün iki gece geçirmişti Nafset…
Yorgun ve bıkkın halde gece yarısına doğru derin bir uykuya dalmıştı. Çat (гъуаргу) diye yankılanan büyük bir sesle uyanmış korkuyla divanına oturmuştu. Korkulu bir rüya mı görmüşüm yoksa diyerek, yarı uykulu bir süre oturdu.

Annesi yer yatağında yatıyordu. Korkmuş halde, ”Kimdir o? Kimdir o? ” diye bir süre sorup durdu, ardından çığlık attı. O anda bir sürüklenme, bir gürültü ve sesi evin içinden yükseldi. Biri bir kibrit yakıp hemen söndürdü. Bu kısa aydınlanma anında Nafset, gece kıyafetli annesinin iki adama yapışmış, onlarla boğuşmakta olduğunu gördü. Adamların elinden kurtulma hamleleri yapıp kendini kızının yattığı divana doğru atmaya çalışıyordu annesi. Bunu görür görmez Nafset de çığlığı bastı, divandan atlayıp annesine yardıma koştu. Ancak divandan atlar atlamaz iki kaba ve soğuk el tarafından yakalanıp götürülmeye başlandı. Bunu izleyen birkaç dakika içinde ne olup olmadığını kendi de anlayamamıştı. Ümitsizlik, bağırma, çığlık ve ısırma, tüm bu çırpınışların hepsini yaşamıştı Nafset…

Evden alınıp arabaya atılıncaya değin, Nafset, kurtulmak için çırpınışlarını sürdürmüştü. Aklı başından gitmişti. Kendine gelince yeniden bağırmaya başladı ama ağzı mendille kapatılmıştı. Yamçıyla iyice sarılıp arabaya bindirildiğinde, çırpınmanın artık bir işe yaramayacağını anlayıp sessizleşmişti. At yaralanıp arabadan indirildiğinde de direnmedi. Ağzını tutan kişi elini bir çekse diyor, ağzındaki tıkacı atıp bağırmak için fırsat kolluyordu. Ama ağzını bastıran el hiç fırsat tanımıyordu. Şimdi olup biteni daha iyi anlamıştı.

Artık içine düşmüş olduğu bu beladan akıllıca bir planla, serinkanlılıkla kurtulmanın yolunu düşünmeye başladı. Başında sanki bir fırın dolusu ateş yanıyordu, ama acemice davranışlardan kaçınıyordu. Bağırıp çağırmanın ve umutsuzca çırpınışların bir işe yaramayacağını anlamıştı. İçine düştüğü bu beladan ancak akıllı ve kararlı bir planla çıkabilirdi. Ağzındaki mendili bastıran elin gevşemesini sabırla bekliyordu. ”Gerekli kararlılığı şimdi göstermezsen, hiçbir zaman gösteremezsin. Dikkatli ol, işi bilinçli olarak yap. Yılgınlık gösterme. Bu adi kişilerin önünde gözyaşı dökme, komsomol olmak istiyorsan şimdi tam sırası!” diyerek kendi kendisine moral veriyordu. ”Ne kadar da uzağa taşıyorlardı onu, sonu yok muydu bu gidişin? Koca köyde kimse kalmamış mı, ne diye birileri karşılarına çıkmıyordu? Niye kendisine yardım edecek biri yoktu? Koca köyde sadece köpekler mi kalmışlardı?”

Peşlerini sadece havlayan köpekler izlemekteydi, sadece havlama seslerini duyuyordu. ”Kendini götüren de köpek miydi acaba? Sesini gizleyen, soluk soluğa düşmüş halde kendisini taşıyan ve sadece soluma sesini duyduğu bu kişi de bir köpek olabilir miydi? Köpeklerin arasına düşmüştü anlaşılan!Hemen saldırıp kendisini paramparça edebilirlerdi!. . ”Nafset’in morali bir bozuluyor, birkaç dakika içinde kararlı tutumundan vazgeçiyor, kımıldamaya başlıyordu. Bastırarak ve acıtarak kendisini sıkı sıkı tutmaya başlıyorlardı o zaman. O kaba el, soluk alamayacak bir biçimde ağzını burnunu iyice kapatıyordu. Nafset adamı ısırmak istiyordu ama mendil azını kapatıyordu…

Derken bahçenin birine girip durdular. ”Kimin bahçesi bu? Tuğla evi var”…Evi tanıyamadı.
– Şu eski eve götürün, diye fısıldadı biri.

Eğilerek kızı küçük bir kapıdan içeriye aldılar. İçeride pişmiş sıcak ekmek ve hamur suyu (тэджэпс) kokuları vardı.

Karanlıktan fısıltılar ve döşemeye sürtünen ayak sesleri geliyordu. Erkek sesleri arasına bir kadın sesi de eklenmişti.
– Bir entari giydirin, diyen İsmahil’in fısıltılı sesini duymuştu Nafset.

Kapıyı açıp kapadılar. Ardından sesler kesildi. Ancak kapının yanında bir kıpırtı duydu, biri kalmıştı içeride. Biraz sonra kapı açıldı, yeniden bir fısıldaşma duydu Nafset. Kapı yeniden kapatıldı. Pencerelerin de dışarıdan iyice kapatıldığını duydu.

Birine ait yumuşak bir ayakkabı sesini duydu, ses kapıya doğru geldi, içeri girdi ve bir kibrit yaktı. Bir kadındı. Nafset tanımıştı Şıvmıl’ Hacret’in karısı Hanıy’ı (Хъаный).

Hanıy idare lambasını yaktı, bir sandığın üzerine koydu. Odada büyük bir Rus fırını vardı, ayrıca çuvallar ve fıçılar da vardı. Terk ettikleri eski evleri olmalıydı burası. Nafset bütün bunları öğrenmiş, akla uygun bir çıkış yolu, bir fırsat araştırıyordu.

Hanıy lambayı yakıp hemen Nafset’in yanına geldi.
– A benim güzel Nafset’im, korktun mu? Korkma güzelim. Senin iyiliğini düşünerek seni aldılar, kötülük düşünüyor değiller. İsmahil gibi bir genci böyle yapmak zorunda bıraktığın için sen de kusurlusun. Bir işareti ile onunla evlenmeyecek bir kız var mı koca köyde…İstersen senin için canını bile vermeye hazır. Korkma. İşin zor tarafı, gürültü patırtı kısmı bitti, diyerek, yalancıktan dil döktürmeye, kıza arka çıkıyormuş gibi yapmaya başlamıştı kadın.

Kaçırılan her kız gibi ağlamaktan Nafset’in gözlerinin şiştiğini görmeyi bekliyordu Hanıy. Ama Nafset’in gözlerinin korkusuz olduğunu, sabırlı, akıllı ve öfkeli bakışını da görünce, dilini ısırdı.
– Çöz beni Hanıy! diye ağlamasız ve yakınmasız, kararlı konuşunca Nafset, Hanıy’ı bir korkudur aldı. Bir süre donup yerinde kaldı. Ancak, Nafset’in bu umursamaz tavrını, sonunda kızın da bunu istediğine ve artık yola gelmiş olduğuna yordu.
– Çok iyi Nafset, böyle olmana sevindim. Fena bir delikanlı değil İsmahil. Şimdi hemen seni giyindireyim. O, her şeyini sana vermeye, her şeyi senin için almaya hazır biri. Onun sana giydireceğini giyecek bir kız bu köye daha gelmemiştir…diyerek Nafset’i bağlayan deri kayışları sökmeye başladı Hanıy.

Nafset bir şey demeden, bir şeyi düşünüyormuş gibi, Hanıy’ın verdiği entariyi giydi. Entari bol gelmişti. Annesinin elbisesini giyen bir kız çocuğu gibi olmuştu, kadını da güldürmüştü. Kendi de bunun farkına varmıştı. Kıyafetini beğenmeyen bu kadınla konuşmamak için, üst başını gözden geçiriyormuş gibi yaparken aklına bir şey geldi. Başka üzüldüğü bir şey yokmuş, biraz da utanıyormuş gibi yapıp Hanıy’ın kulağına fısıldadı.
– Bak bu başımıza gelene, şu durumda dışarı çıkman olmaz. Burada yap o işi. Hemen bir leğen getireyim sana.
– Niye olmasın ki!diye fısıldadı kadının kulağına Nafset. Ancak düzenbaz kadın kuşkulanmış, kanmamıştı.

İki kadın böyle konuşurlarken küçük kapıyı açıp içeriye İsmahil girdi, girer girmez de kadın konuşmasına son verip dışarı çıktı.

Nafset alelacele, bir çare düşünüyormuş gibi, içeriyi şöyle bir gözden geçirdi. Fırının arkasında ateşi karıştırmakta kullanılan kalın bir demir çubuğun bulunduğunu gördü. Bu korku ve niyetle sopaya doğru yaklaştı, onu entarisi ile kapatıp durdu.

İsmahil içeri girer girmez kapı önünde, bir şey demeden uzunca bir süre bakıp durdu. Nafset gözlerini ayırmadan, vahşi bir hayvana bakar gibi, öfke dolu soğuk bir bakışla bakıyordu İsmahil’e. Birkaç adım atıp önce İsmahil konuştu:
– Nafset, beni ayıplama. Bunu seni sevdiğim için yaptım. Bu uygunsuz hareketimi bağışla tek, bir daha sana karşı bir yanlışım olmayacak, bunu göreceksin. Ağlama ve üzülme artık, senin için canımı vermeye hazırım, diyerek yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı kıza doğru İsmahil.
– Ağlamıyor, dövünmüyorum da, görüyorsun!Yanıma gelme, diyerek Nafset demir sopayı eline aldı. ”Böyle bir işe kalkıştığın zaman, kalkıştığın işin sonunun nereye varacağını bilmen gerekir. Beni kirletecek olursan, ağlayıp dövüneceğimi ve sana kalacağımı sanıyorsan, adanıyorsun. Sana bir eş olmayacağımı bilmelisin artık. Yaklaşma bana, sınırı geçecek olursan, bir Adige kadınının hiçbir zaman bir erkeğe yapmadığı şeyi sana yaparım!Elinde demir sopa, ateş fışkıran gözlerle bakıyordu İsmahil’e.
– Çocuk olma, Nafset. Sen bana hangi gücünle karşı koyabilirsin ki? Senden daha sert kadınlar da yola geldiler. Kaçacağın bir yer kalmadı. Birlikte güzel bir yaşam yolu seçersek, en iyisi bu olur, aramıza kötülüğü sokma. İyi olmazsan, sadece senin yaşamını Cehenneme çevirmeme neden olursun. Böyle bir duruma düşürme bizi, iş varacağı yere varsın. Seni neden sevdim bilmiyorum, evlenecek birini bulamadığımdan seçmiş değilim seni. Aptal olma!diyerek İsmahil, yavaş yavaş kıza doğru sokulmaya başlamıştı sonunda.

 

ESKİ DÜNYA -2

– Daha ileriye geçeyim deme!, can havliyle ve olanca gücüyle Nafset, İsmail’e bağırdı. Sopayı da hazırladı. “Bir aptallık yapma, ikimizin de kötü duruma düşmememiz için bir geri çekil de akıllıca bir konuşma yapalım.
– Konuşmak için fazla bir zamanımız olmayacak. Hemen yola koyulacağız. Ne söyleyeceksen uzatmadan hemen söyle.
– Nereye gideceğiz ki? Farkında olmaksızın korku ve endişe karışık bu sözler Nafset’in ağzından döküldü.
– Gideceğimiz yer, bizi bulamayacakları bir yer olacak tabii! Bir erkek kumruyu andıran sesiyle sırıtarak konuştu İsmahil.
– Öyleyse, beni dinlemeden beni bir yere sürüklemeye kalkışma. Yanıldığını sana anlatmak istiyorum. Koca bir adam olmuşsun ama dünyanın değişmiş olduğunun farkında bile değilsin, eski düzen yaşamak istiyorsun. Başa gelene katlanan eski kadınlarla şimdiki Adige kadınları arasındaki fark, büyük bir fark. Hala bunu anlayamamışsan, hele bir sınırı aş da görelim bakalım, ben sana onu bu sopayla anlatırım. Sopayla vurarak elinden kurtulamayacağımı da biliyorum, aptal değilim ama o benim vurmam, sana boyun eğmeyeceğimin bir kanıtı olacak. Bundan sana olan ebedi nefretimi de anlatmış olacağım. Bir geri çekil de, sana söyleyeceklerimi anlayabilecek misin, bir bakalım.
– Peki, konuş, diyerek İsmahil, eliyle tabureyi çekip üzerine oturdu.

Nafset bir zayıflık belirtisi göstermiyordu. Kendisini korumaya hazırdı. Gözlerinden tek damla yaş dökülmüyordu ama tiksinti ve nefret okunuyordu. Bu durum İsmahil’in yalandan gülümsemelerini süpürüp atıyordu. Suratı ekşiyor, ”Dur bakalım, ayak tabanımı sana yalatmasam, görürsün!” gibisine kötü niyetler cirit atıyordu İsmahil’in içinde. Rüzgar altında köpüren su yüzeyi gibi, kaşlarını çatarak, kendi de soğuk soğuk bakıyor, ”Ne diyecek, ne yapacak, görelim bakalım…” diyordu içinden. Ardından dikkatle bakıyor, uysallaştırılması zor görünen bu küçük kızı yine beğeniyordu. Bu kızda ne bulduğunu da kestiremiyordu ama bu kız, kendi peşinden koşan öbür kızlara benzemiyordu. Kendisine giydirilen ve etekleri yerde sürünen bu bol entari bile kızın güzelliğini gizleyemiyordu. Yerin altından çıkıp uçmaya hazırlanıyormuş gibi, başı dik, boyun eğmeyecek biri biçiminde, gururla İsmahil’in karşısında dikiliyordu. Gözleri öfke, bilinç ve nefret doluydu. Yine de İsmahil, ”O, bir kadın olarak boyun eğeceği kişiye, sonunda bir eş olur” diyordu içinden. Ancak Nafset’in bu sevimsiz sözleri karşısında İsmahil’in umudu azalıyor, gözlerinden okunan biraz önceki şehevi bakışlar sönüyor, gözlerinde bir umutsuzluk beliriyordu.
Nafset sözlerini süzdürüyordu:
– Bana yönelik niyetlerin varmış, ancak benim, senin isteyeceğin gibi biri olmadığımı öğrenmen gerekirdi. Sen, bir kız kaçırıldığında, o kızın adının dula çıktığını, kızın da başa gelen çekilir, diyerek boyun eğdiğini, çaresiz kaldığını, kaçıranın evinde kaldığını, benim de öyle yapacağımı düşünmüş olmalısın ama yanılıyorsun, Adige kadını artık özgür, bunu anlamak istemeyen bir sürü erkek hala var, sen de onlardan birisin. Bir Adigelik, bir muhabbet ortamında söyleştiğimiz, çatışmadığımız sürece, bana karşı olan niyetlerinde yanıldığını, Adige geleneği gereğince sana söylemekten kaçındım. Şimdi bizim ne tür kişiler olduğumuzu görmüş bulunuyorsun, yanlış yaptığını anlamanı sana anlatmak istiyorum. Baskıya boyun eğmeyeceğimi, seni bir eş olarak da benimseyemeyeceğimi bilmelisin, ben yeni bir yaşam yolunu seçmiş olan biriyim.
Adımı dula çıkararak bana boyun eğdiremezsin. Benim yaşamım sadece bir kız olarak kalmakla sınırlı değil. Ben özlemini duyduğum yeni yaşama kavuşursam, işte o zaman isteğime kavuşmuş olacağım. Ben kararlı bir biçimde o yolda yürümeyi sürdüreceğim. Şimdi sen beni, kurdun kaptığı koyun gibi kapıp kaçırdın, üstüme saldırıp beni parçalamaya kalkışırsan buna gücün yetmez demiyorum ama tek bir canım kalsa dahi, bana yaptığına karşılık vereceğimi, senden ayrılmaya çalışacağımı bilmelisin. Olmazsa, ”Gözünü çıkaranın canını çıkar” (Унэ къе1эрэм ыпсэ е1эжь) derler ya, her gece ve her uyuduğunda seni vurmak üzere yanında hazır olacağım. Bunu anlamıyorsanız, hiçbir şeyi anlayamazsınız, bu nedenle konuşmama son veriyorum. Benim yapabileceğim, sana karşı koymak için ilk elde bu elimdeki sopayı kullanmak olacaktır, bana yaklaşacak olursan onunla başlayacağım sana vurmaya!diyerek sözlerine son verdi Nafset.
– Ha-ha-ha! diyerek hileli ve yüksek bir sesle güldü İsmahil. ”Sadece bana vurmakla bitecekse bu iş, sorun değil, bununla öfkeni atacaksan, vur bana!diyerek ayağa kalktı ve Nafset’e doğru ilerlemeye başladı.
– Al, insanlıktan anlamıyorsan hak ettin bunu, diyerek Nafset sopayı yan tarafından İsmahil’in başına indirdi.

O bir anlık zamanın ardından İsmahil, şaka ve alayı bir yana atıp, yırtıcı bir hayvan gibi saldırıp sopayı Nafset’in elinden kaptı. Saldırdı ama Nafset yana, öbür odaya doğru kaçtı. Önünden geçerken lambaya çarpıp devirdi.

Karanlıkta bir kovalamaca sürerken biri çağırdı.
– İsmahil, İsmahil! diyerek kapı ardından yavaş bir sesle.

İsmahil kapıya doğru koştu.
– Ne oldu?
– Çabuk ol!Gelenler var, sesleri yaklaşıyor. Hemen yer değiştirmemiz gerekiyor.
– Atları koşmadınız mı?
– Hayır. Hacıret’in atları burada değil. At için giden de dönmedi… Çabuk, çabuk! Buraya doğru geliyorlar, dedi aceleyle, sonra da sustu.

İsmahil, hemen bir kibrit yakıp Nafset’in peşine düştü. Yakalamak için bir süre uğraştı. Belinden kavrayıp kapıya doğru sürüklediği bir sırada, bahçeden bir ses geldi:
– Kim o? Her kimsen yerinden kımıldama! Kımıldadığın gibi kurşunu yersin.

Aynı anda kapı önündeki kişinin kaçtığını anladılar. Birden iki tüfek sesi duyuldu.
– Evin arkasını tut! Sen beriki tarafı tut, diyerek komut vermekte olan Değotluk’un sesini tanımıştı İsmahil. Bu sesi Nafset de tanımıştı. Ancak seslenme fırsatı yakalayamadı, İsmahil eliyle kızın ağzını sıkı sıkıya kapatmıştı.

İsmahil ne yapacağına karar veremeden bir süre duraksadı. Nafset kurtulmak istedi ama acıtarak kızın belini daha bir sıktı. Böyle bir didişme sürerken Hacıret’in evinin kapı sesiyle bir kişinin sesi duyuldu:
– Kim o, ne oldu ki?
– Ne olduğunu görürsün birazdan, canından bezmediysen dışarı çıkma!diyerek Değotluk adama doğru bağırdı. ”Siz kızı nerede tuttuğunuzu söyleyin bakalım!
– Ne kızıymış öyle?Ne diye gece yarısı uykumuzu bölüyorsunuz?. .

Tam o sırada Nafset ağzını kurtarıp bağırdı:
– Değotluk!Buradayım!Evde…İsmahil, bir vurup kızın ağzını yeniden kapattı. Arka bahçe penceresine doğru kızı sürükledi. Ayağıyla vurup pencereyi dağıttı. Tekme attığında düşer gibi olup elini biraz gevşetir gevşetmez, Nafset de tüm gücüyle yüklenip İsmahil’in elinden kurtulmayı başardı. Hemen kapıya doğru koşup kapıyı kırdı, bol elbisesi ve saçları rüzgarda salınarak karanlığa doğru koştu.
– Değotluk! diye bağırdı.
– Nafset!diye omzuna dokunarak kızı durdurdu İsmahil.

Evin arkasından tüfek sesleri yükseldi.

Sen şu avlu dibinde saklan, diyerek Nafset’i oturttu, ardından Değotluk evin arkasına doğru koştu. Ancak başka bir tüfek sesi gelmedi. Çok geçmeden yanında bir kişiyle Değotluk geri döndü. Arkadaşı anlatıyordu:
– İlk önce o ateş açmak isteyince, ben de hemen yakından ateş ettim, vurmuş olmam gerekir, ama yine de kaçırdık. Yanında kızın bulunmadığını görünce peşine düşmedim. Yanımdaki peşine düşmüş olmalı, demişken, köy yakınındaki bir yerden tüfek sesleri geldi. ”Karşılaşmış olmalılar, duyuyorsun!”
– Neyse, kaçarsa kaçsın, sorun değil. Uzağa gidemez. Şu tarafa gidelim de Nafset’i götürelim, diyerek kızı araya alıp geri dönmeye başladılar.

Daha birkaç sokak geçmişlerdi ki, başlarında Bibolet, koşarak gelen büyük bir toplulukla karşılaştılar. Topluluk durup durumu öğrenince,

Bibolet:
– Nafset, üzülme artık, başına geleni atlattın. Bundan sonra artık onların eli sana ulaşamaz. Yarın görüşürüz, dedi. Değotluk’a dönüp:”Sen Nafset’i götür…Grup ne tarafa kaçtı?” diye sordu. Kaçanların gittiği taraf kendisine gösterildi. ”Muhtarlığa (selsovete) gel, Nafet’i götüreceğin evin önüne birkaç koruma bırak. Haydi gidelim!diyerek, yanındakilerle birlikte gösterilen tarafa doğru hızla yürüdü.

Biraz sonra köy kıyısından yeniden tüfek sesleri geldi, sonra sustu.
Nafset kendi evlerine değil, Kulats’ın gelin olduğu eve götürüldü. Evin önüne iki genç bırakıp Değotluk muhtarlığa döndü. Bibolet, Mıhamet, T’ıhuts’ık’u, hepsi ve daha birçok kimse oraya gelmişti. İçeri girer girmez, Değotluk’u hemen Halaho karşıladı. Elini tutup okşayarak ve sallayarak konuştu:
– Aferin, Değotluk’um benim!Görevi tam bir adam gibi yerine getirdin. Nafset’imizi, bu altın kızımızı köpeklerin pençesinden aldın, aferin, evladım!Doğruca oraya gitmen gerektiğini nasıl kestirebildin?
– O konuda benim yaptığım fazla bir şey yok, Halaho!Dayanışma ile aşılmayacak zorluk olmaz, dedi Değotluk. Ardından ayaktakilere dönüp: ”Nerede kaldı o her türlü insanlıkla bezenmiş olan o iyi adam?Şu topluluğun karşısına dikin de o adamı, olup bitenin hepsini anlatayım size.

Bol gömlekli adamı nezaretten alıp topluluğun karşısında durdurdular.

Değotluk ortaya çıktı, topluluğa dönüp konuşmaya başladı:
– Şeceriyeliler!Devrim (sınıf) düşmanları ile kötü şeyler yapanların el ele hareket etmekte olduklarını, bu olaya nasıl katılmış olduklarını size göstereyim. İnce Adige geleneğini temsil ettiğini söyleyen bu iyi adam, -bol gömlekli adamı işaret etti-herkesten sonra muhtarlığa geldi. Muhtarlıktan çıktığımda birinin koşarak gelmekte olduğunu gördüm. Koşarak gelen de bu iyi adamdı. Yetişince üst başını hafiften temizledi, bir şey olmamış gibi sessizce topluluğa karıştı. Ardından onun Bibolet’e söylediklerini hepiniz duydunuz. Bu kişi bende kuşku uyandırdı. Bu adam İsmahil’in yanından ayrılmayan, onun yardakçısı olan biri, kızı da bunun evine götürmüş olacaklarını düşündüm. Siz burada toplanmış konuşuyorken, ben de birkaç arkadaşımı çağırıp oraya doğru gitmeye başladım. Yarı yola varmıştım ki, öncü (piyoner) çocuklarımızdan birinin bize doğru koşmakta olduğunu gördüm. Kızın Şıvmıl’ Hacıret’in evine götürüldüğünü bize söyledi o çocuk. Karşılıklı bir çatışma sonunda elimizden kaçtılar. Ancak uzağa gidemezler, Sovyet yargısı onlara hak ettikleri cezaları verecektir. Bakın görüyorsunuz, kumarbaz takımı, dükkan işleten zengin köylüler ve köydeki bütün hırsızlar, hepsi beraberler, hepsi köye, köylüye düşman, hepsi köydeki bütün kötülükleri işleyen kişiler. Gözünüzün önünde değil mi bu durum? Her zaman Sovyet iktidarı ile emekçilere karşı olan bu sınıf düşmanlarının birlikte hareket etmekte olduklarını görüyorsunuz, bunu unutmamamız gerekiyor. O küçücük öncü çocuğu kadar bilinci olmayan çok kişi var hala içimizde. O öncü çocuktan başka kızın götürüldüğü evi gören olmamış mı? Mutlaka çok kişi görmüştür bunu. Köyde böyle bir olay olduğunda herkes uyanır. Kızın Hacıretlerin evine götürüldüğünü görenler olmuştur. Ancak “muhbir” (хащэ) olmayı Adigelik ile bağdaştıramıyorlar ya. Kötüler her kötülüğü yapacaklar, biz de “muhbir sayılmamak” için görmeyecek, susup oturacağız!Bundan sadece bizler zarar görüyoruz. İnsanlığımız ile bilincimiz üzerindeki bu prangaları söküp atmanın zamanı gelmiş olmalı.

Dört kişi-Mıhamet, Değotluk, T’ıhuts’ık’u, Bibolet- birlikte muhtarlıktan ayrıldılar. Başbaşa kalınca, Değotluk T’ıhuts’ık’u’ya sordu:
– T’ıhu, o adamlar seni aşıp evi nasıl basabildiler?
– Şöyle oldu: İki kişi öte yandaki çitin önüne gelip dikildi, ben de gizlice onlara sokulmaya başladım. Yaklaşınca kaçmaya başladılar. Peşlerinden birkaç sokak öteye doğru koştum, ardından kızın evinin tarafından gelen bir gürültü duydum. Geriye doğru koşarken, çit kenarında bir at arabasının durduğunu gördüm. Yani, beni oyuna getirip oradan uzaklaştırdılar. Demek ki, onlar kızı beklediğimizi biliyorlar, içimizden biri bildirmiş olmalı.

Bu anlattıkları T’ıhuts’ık’u ateş gibi tutuşturmuştu, derin bir soluk çekti.
– Böyle biri var mı içinizde?diyerek Bibolet, Değotluk’a sordu.
– Zavallı Ahmed’in öldürülmesinden beri içimizde böyle birinin bulunduğunu biliyoruz, ama ortaya çıkaramıyoruz.
– Kuşkulandığın biri yok mu?
– Sadece kuşku değil, onu bildiğimden de eminim. Ancak suçüstü yapamıyorum…dedi Değotluk, eski acısı yeniden depreşmiş bir biçimde.

 

Ertesi sabah kızın kaçırılma olayı dışında köyde konuşulan bir şey kalmamıştı. Bir evden öbür eve  kız kaçırma olayı değişik renklere büründürülmüş halde dolanıp duruyordu köyde. Çoğunluk yapılanı yakışıksız, köy adına utanç verici bir davranış olarak görüyordu. Birçok kişi toplumsal gelişimin farkında bile değildi, ama birkaç yıllık  Sovyet iktidarı kitleler üzerinde olumlu bilinç yaratmıştı, bu bilinç düzeyi, toplumdaki değişimi belli ediyordu.

Ancak düşman fitne saçmaya devam ediyordu. “Kadın özgürleşti, okuyacak diyerek, kızın başını yaktılar. Gece kaldırılıp  götürülen dulu artık kim alır ki?”, “Yahu, o genç konuk  için okumuş diyorlar, ama kafasızın bir imiş, yanlış yapıyor. Kendisi bir kızı beğenmiş diye, asırlık Adige geleneklerini ne diye iteler ki? Dedikleri gibi bir komünist ve gerçek bir Sovyet insanı ise, şimdi başkasından  düşmüş olan dulu alsın da görelim!” gibi zehir saçan konuşmalar yayıyorlardı köye. İnsanlar böylesine sözler karşısında atışıyorlar ve hırgür içine düşüyorlardı.

Sabaha çay kahvaltısından sonra Değotluk ile Mıhamet, birlikte Bibolet’in yanına geldiler. Köyde dolanıp duran haberleri anlattılar. Hala Nafset’in sorunu  kapanmış değildi, silah ve ev basmayla başarılamayan iş, şimdi eski Adige usulüne göre, fitne fesada boğuluyor, paslanmış prangalar bir bir  ortaya çıkarılmak isteniyordu. Zincire  dolayıp kızın umudunu kırmak, onu köleliği kabule  zorlamak istiyorlardı, kızın karşısında bu tehlike vardı şimdi. Kızı  yırtıcı hayvanların elinden nasıl kurtardılarsa, şimdi de bilinçli bir biçimde bu gibi insanların dilinden kurtarmak gerekiyordu kızı. Kitlelere çıkış yolunu da göstermek gerekiyordu.

Hemen oracıkta, üçü de Nafset’in yanına gitmeye karar verdiler.

Karşıda, pörsüyüp çökmeye yüz tutmuş bir kalpak gibi dökük, saz damlı küçücük bir Adige evi duruyordu. Bu küçük ailenin bahçesinde ev dışında, bir ağıl ve bir de bir kümes vardı sadece. Gerisi ot ve çimenle kaplıydı.

Kulats’ın gelinodasına (leğune) girdiler. Burası da eski/kadim bir Adige odasından başkası değildi:Kabartılmış yastıklar divana dizilmişti. Evlerine girmiş olan kutular (къамлан)   bir  masanın üzerinde toplanmıştı. Kutuların üzerinde  cam bardaklar , benzeri kap kacaklar ve öte beri diziliydi. Arasında özel bir yer ayrılmış bir çift lastik kadın ayakkabısı da vardı. Odada biraz da bir ekşime/rutubet  kokusu vardı.
Üçü de konuşmadan oturuyordu, konuşma isteği de duymuyorlardı. Üçü de Nafset’in başına gelen olayın üzüntüsü içindeydi. Başsağlığına gitmiş gibi, üçü de üzgün üzgün oturuyordu.
En üzgün olanı da Bibolet idi. Her zamanki akılcı ve sabırlı yaklaşımları uçup gitmişti artık. Bir çıkış yolu, belli bir düşünce çizgisi izleyecek durumda değildi.  Üzüntüsü, aklını başından almış gibiydi. Nafset’e karşı duyarsız davrandığı için kendi kendisini  kınıyordu durmadan. Üstüne üstlük, bu son günlerde içinde, aşk ateşi yeniden belirmiş ve iyice tutuşup yükselmişti. Üzüntü, pişmanlık ve tasa içini kaplamıştı, umut ve  umutsuzluk, bunların hepsi bir atlıkarınca gibi dönüp duruyordu kafasının etrafında. Sabırsızca Nafset’in gelmesini bekliyordu ama biraz da korkmuyor değildi: “Beni nasıl karşılayacak acaba? Dans sırasındaki soğuk bakışı, yine sürecek mi? Yoksa…“

Vıstanekoların evine gittiği ilk akşam, Nafset’le karşılıklı olarak kitaba asıldıkları sıradaki bir dakikalık göz göze bakışmaları, tatlı bir anı olarak yeniden  belirmişti içinde. İki yıl geçmişti aradan ama görüntüsü hala yok olmamıştı bu bakışmanın…
Kapıya doğru yaklaşan bir ayak sesi duyuldu. Bibolet’in kalbi iyice atmaya başlamıştı. Kendinden geçmiş, açılacak kapıyı bekleyip tabure üzerinde oturmaktaydı.
Ancak kapıyı açıp içeri giren Nafset değildi. Evlenme öncesine göre, daha utangaç bir görünüme bürünen Kulats idi gelen.
Kızlığındaki güzelliğinden  bir şey kalmamıştı geride. Giysileri yıpranık, kendi de çok solgundu. Evlenmiş sıradan bir Adige kadını gibi, bir kadıncağız olmuştu sonunda. Başka bir zaman kesitinde olsaydı, Bibolet, Kulats’ın bu görünümü üzerine bir akıl yürütebilirdi. Şimdi öyle şeyler düşünecek durumda değildi. İçi iyice daralmıştı, “Niye Nafset gelmiyor? Başına bir şey mi gelmiş yeniden?”
Başlarına bir şey gelmişse, bunu Kulats’ın davranışlarından sezmeye çalışıyordu Bibolet. Ancak Kulats renk vermiyordu, sadece konuk karşılanırken gelenek gereği  söylenen  güzel sözlerle yetiniyordu. Bibolet’in Kulats’ı dinleyecek hali kalmamıştı, gözü kulağı kapıya odaklanmıştı.
Kulats ile daha çok Mıhamet ve Değotluk konuştular. Sıradan konuşurlarken kapıya gelmişti Nafset. Hepsinden önce  Bibolet görmüştü onu. İçeri girmeyi göze alamıyormuş gibi bir süre kapı önünde oyalanmıştı Nafset. Sonunda başka bir  yol kalmamış olmalı, hemen başını kaldırıp baktı. Bir anlık süreyle göz göze geldiler, Bibolet, arzu ve umut diye bir şeyin Nafset’in gözlerinde kalmadığını görmüştü. En sevdiği birini toprağa vermiş, cenazesi olan birinin bakışları vardı Nafset’in gözlerinde.
Ancak, bu bir bakışı ile içindekileri  anlatmayı başarmıştı. Ardından hızla toparlandı Nafset, içindekini belli etmemeye çalıştı, keyifsiz ve soğuk tavrına yeniden büründü. Büyük bir arzusu olan birinin sıradan dostlarını karşılayışı gibi giriverdi odaya. İçindeki soğukluğu gizleyerek bir hoş gediniz dedi ve gelenlerin ellerini tuttu, geri çekilip masa aralığında ayağa dikildi (*).
Mıhamet’le Değotluk, Kulats ile sürdürdükleri şakalaşmalara bir son verip bir süre sustular. Kulats da “Siz oturun” diyerek odadan ayrıldı.
Bibolet, kalbi durmuş halde gözlerini ayırmadan Nafset’e bakıp duruyordu. Bu gece yaşadığı bela karşısında dudağını kemirmiş olmalı, kızın dudağındaki ısırıkları öncelikle fark etmişti. Sıtmadan yeni kurtulmuş biri gibi yüzüne pişikler yayılmıştı. Yanaklarından fışkıran kanı çekilmiş, iyice solgunlaşmıştı. Vücudu, önceleri olduğu gibi, yine dimdik idi, ancak başını, geçirdiği felaketin ağırlığı nedeniyle olmalı, farkında olmaksızın öne doğru eğmekteydi. At nalı altında ezilmiş güzel bir kır çiçeğine benziyordu, içindeki gençlik duyguları, kendisine uzanan  yabani bir  el tarafından çiğnenmişti. Eski çocuksu hareketliliği, şık giyimi ve bütün bunlar artık güneş ışığı karşısında parıldamıyorlardı, canını dişine takmış, yıkılmadan ayakta durmaya çalışıyor, arzularına gem vurmuş gibi üzgün üzgün  dikiliyordu.
Oysa bir bilinci olan insan zor ve ölüm karşısında bile kirlenmez, aksine daha da arınır, yenilenir. Nafset de başına gelen bu acı durum karşısında yıkılmadı, boyun eğer  bir tutum da takınmadı. Kalbinde açılmış olan yarayı, bütün gücünü toplayıp sarmaya çalışıyor, bunun çabasını sürdürüyordu. Gençliğinin verdiği, çiçek görünümü yansıtan gözleri,  eski çevikçe davranışları, artık kedere dönüşmüştü, ama bilinçli olmanın kazandırdığı değer ve insanca güzelliği de daha bir görünür olmuştu.

Bibolet bütün bunların farkındaydı, Nafset’in insanca kişiliğine verdiği değer daha da sağlam bir temele oturmuştu, kıza karşı duyduğu sevgiye de sevgi eklenmişti. İçi  sevgiyle dolmuştu. Kızın başına gelen bu uğursuz olay karşısında, başkalarınınki gibi ona karşı içinden bir soğukluk duymuyor, aksine ona karşı daha da bir  yakınlık duyuyordu. Onu her şeyi ile seviyordu. Başına her ne geldiyse, iki eli, iki ayağı kopup kötürüm kalmış olsa bile, onu sevinçle kucağına alıp dolaştırmaya hazırdı. Kızın insanca tatlılığı ve insanca temizliği kendisi için yetip de artardı.
“Ancak kızın soğuk ve yabancı biri imiş gibi bakmakta olmasının nedeni de ne  olabilirdi? Kızın kendisine karşı o denli soğuk olması acaba nedendi?” diyor, içindeki kaygı daha da artıyordu Bibolet’in. Gözleriyle Nafset ile konuşmak, ona güzel şeyler söylemek istiyor, ne diyeceğini bilemiyor, sadece oturup bekliyordu. Kızın gözlerine bir kez olsun bakmak istiyor, bunun için de kızın başını kaldırmasını bekliyordu. Kızın içindekini gözlerinden okumak istiyordu.
Ama Nafset gözlerini yukarı kaldırmıyordu. Kızın çok üzgün olduğu anlaşılıyordu, bu yüzden de aşağı bakıp dikiliyordu. Bazen başını kaldıracak olsa bile, gözlerini Bibolet’den kaçırıyordu. Başını, kendisini ve oturanları umursamayan bir tavır takınıyor, gözlerini çeviriyor ve  indiriyordu.
“Yaşam umudunu ve mutluluk özlemlerini yitirmiş, öbür Adige kızları gibi kaderine boyun eğmiş, kendisini kapıp kaçırana evet demek gibi bir düşünce mi doğmuştu içinde…”, kurşun yemiş biri gibi, Bibolet’in içinde de bir endişe belirdi. Adeta kanı çekildi, biraz da bir yabancılık, uzak düşme duygusu belirdi içinde. İlk geldiğinde, kıza moral verici sözler söylemeyi düşünmüştü, şimdi böyle şeyleri bir yana atmıştı. Kaygı ve arzularını iteleyip ilk konuşmayı başkasının yapmasını bekleyip oturuyordu.
Konuşmayı Mıhamet başlattı:

– Nedir bu halin Nafset, bu kadarcık bir şey için mi moralini bozdun, önüne bakıp duruyorsun da?  diyerek, biraz üzgün ve biraz da şakacı bir tavırla.

Nafset başını daha da eğdi, bir süre bekledikten sonra, zorlanarak ve biraz da alçak bir sesle yanıtını verdi.

– O kadar da kötü değilim, ama sevinecek durumum da yok.

– Zor durumla karşılaşmayan insan olmaz:Kurt saldırısına uğrayan, kuduz köpek tarafından  ısırılan da olur. Sen de öyle bir durumda olmalısın.
Ancak çok şanslısın, beladan çabuk sıyrılmayı başardın, buna sevinmelisin. Ben senin üzülmen için bir neden göremiyorum. Korktuğun ve kuşkulandığın bir durum varsa, hadi söyle, senin için canımı vermeye hazırım. Asla umudunu kırma.
Nafset, yine bir süre,  eskisi gibi başı öne eğik durdu. Söyleyeceği sözlerinin yaşam yolunun bir dönemeci olacağını düşünerek ve dikkat ederek, ama üzüntü  içinde, içi yanmış ve karar verme güçlüğü çekiyormuş gibi konuşmaya başladı:

– Bu kez bana vermiş olduğunuz desteğin farkında olmayan biri değilim. Yine bana yardımcı olmaya çalıştığınızı da biliyorum. Size karşı olan minnettarlığımı bir sağolun sözcüğüyle dile getiremem. Bana yardımcı olmayacaksınız biçiminde bir düşünce aklımın köşesinden bile geçmez. Ancak sizin yardımcı olamayacağınız, benim kendi başıma çözmem, bunu yolunu bulmam gereken şeyler olması düşündürüyor beni. Bu nedenle önüme bakıp duruyorum.

– Kimsenin sana yardımcı olamayacağı gibisine seni korkutan şey ne olabilir ki? Söylersen, belki biz, senin çözmeyi düşünüp durduğun konuda yardımcı olabiliriz, diye sordu Bibolet, biraz azarlar, biraz da üzülür bir biçimde.

– Bu benim kişisel bir sorunum, içimden gelen bir şey…diyebildi zar  zor Nafset, içi bunaldı, gözleri yaşarır gibi oldu ve başını daha da öne eğdi.

Bibolet, o an kendi içinden gelen duyguların etkisinde olmasaydı, Nafset’in gözlerinin yaşarmasının kendisiyle ilgili bir şey olduğunu, Nafset’ten beklediği sevgi yanıtının o göz yaşlarında bulunduğunu anlardı. Ama seven kişi, karşısındakini kuşkucu biçimde azarlamaya kalkıştığında, hiçbir şeyi fark etmez, gözü hiçbir şeyi görmez olur ve sonunda körleşir. Bibolet, Nafset’in gözyaşlarından yansıyan şeyi anlayamamıştı. Kızın kısa bir yanıt vermesini, kendisine kızdığı, hiçbir  şeyden çekinmediğine yordu. Kızı büsbütün yitirdiğinden kaygılandı, derin bir üzüntü içine düştü. İnadına bir süre bekledi, Nafset’e yardım etme dışında  bir umudu, yolu kalmamıştı, üzüntü içinde sessizce sözlerini sürdürdü:

– Nafset, ilk karşılaştığımız günden beri bana karşı kuşkucu bir tutum içindesin ama Mıhamet ile Değotluk’a karşı kuşku duymana gerek yok. Şu durumda sen, bir başına sorunlarını çözmeye kalkışmaman daha yerinde olur. Bizim sana yardımcı olamayacağımız zor durumların da olabilir, sana yardım edemesek bile sana yol gösterebiliriz. Şu an senin en fazla dikkat etmen gereken şey, yaşam çizginden sapmaman, bilinçli bir biçimde doğru yolda ilerlemeye devam etmendir. Kendi başına yanlış kararlar vermemelisin. Köyün karanlığı içine  gömülmüş olarak  yaşayalar “ne derler” gibisine sözlere aldırmamalısın. Senin insanlığın o gibi şeylere bağlı olmamalı. Senin insanca değerin, sana biçilecek olan saygı, izlemiş olduğun yeni yaşam  yolu, seçmiş olduğun eğitim  yolunun ışığıdır. Bu yoldan uzak düşmemeye her zamankinden daha çok dikkat etmelisin şimdi. Bugüne değin seni engelleyen Adige geleneğinin (хэбзэжъ) köhne yanlarıyla mücadele etmen için şimdi eline iyi bir neden geçti. Kararlı ol, adım atıp köhne sınırı aş, erkek  egemen olmayan ve senin mutluluğunu işaret eden yeni yola geç. Okumaya git.
– Ben  o sınırı aştım. Beni korkutan şey o değil, diye konuşmaya başladı Nafset, sesine biraz daha güven gelmişti. İnsanların benim için ne diyecekleri ile başıma gelenleri o kadar önemsemiyorum. Eskimiş geleneğe göre kısmet bekleyip oturacak olursan başa ne geleceğini yaşayarak gördüm ben. Ancak içinde doğduğun ve büyüdüğün toplumu aşıp bilmediğin bir yola girmek insanı korkutur ve zorluklar yaratır. Her şeyi bir yana itmeden, yavaş yavaş dönüp o söylediğin yola ayak atmak amacındaydım. Ancak o birkaç yıl içinde belirlemiş olduğum yolu bir gecede geçmek durumunda kaldım. Ölüp yeniden doğdum. Çocukça duyguları o bir gece içinde terk etmem gerekti. Umutlanıp oturmakla mutluluğu yakalayamayacağını, mutluluk için zorlu bir çaba gerekeceğini, o bir tek gecede öğrenmiş oldum. O denli şeyi tek gecede yaşamak kolay değil. Beni üzen şey sadece bu, başka bir şey değil. Seçmek istediğim yolu seçmiş oldum. İlk adım olarak, eğer Değotluk da uygun bulursa komsomola katılmak istiyorum.
Nafset bu sözü sesini yükseltmeden ve abartıya kaçmadan söylemişti. Seçtiği mutluluk yolunun güçlüğünü sırtlanmış gibi yavaş ve sabırlı konuşuyordu. Ama oturanlar onun bu sözlerini  bir bomba patlaması gibi karşılamışlardı. Hepsinden önce Değotluk sevinçle ayağa fırladı. Sevinerek ama emin de olamamış gibi konuştu:

– Gerçek mi, içinden gelerek mi söylüyorsun bunu, Nafset?

– Kararımı verdim, ama bir yararım olur mu, onu bilemiyorum. Şimdiye değin özlemini çektiğim yalancı duyguları üzerimden attım, kendi sorunlarımı kendim çözmeye karar verdim.

– O zaman sen yeryüzünün en iyi kızısın demektir!Uzat elini!dedi Değotluk Nafset’e doğru atılarak. Sana olan güvenimin on misli değerindesin. Seni komsomola almaktan öte, seni el üstünde bile taşırız!Genç komsmolların ilk değerli kızkardeşi olursun. Yaşadığım sürece, annemden olma kızkardeşim gibisin. Okuma işini de biz yoluna koyarız.
Bu durum karşısında Değotluk ile Mıhamet’in, başına gelen yüzünden Nafset’in moralinin bozulacağı biçimindeki kaygıları da sona erdi, rahat birer nefes alıp yeniden eski neşelerine kavuştular. Değotluk Nafset’in okuması üzerine planlar düşünmeye ve bunları anlatmaya başladı. Seçtiği bu yeni yolun onu götüreceği yeri Nafset’e bir resim tablosu gibi göstermeye ve ona umut vermeye çalıştı.
Ancak bu tür umut verici sözleri sadece Değotluk ile Mıhamet söylüyorlardı. Bibolet ise, arada bir , bir iki söz söylemek dışında konuşmadan neşesiz oturuyordu. Nafset’in kölelik yolunu benimsemiş olduğu kaygısı ise yok olmuştu. Nafset’in söylemiş olduğu insanca sözler onun değerini daha da artırmıştı. Ne denli ona güveni olsa bile, kızın bilincinin o denli güçlenmiş olacağını ummuyordu. Ona ulaşamama kaygısı yanında,  Nasfetin insanlığı  Bibolet’in gözünde yükseldikçe yükselmişti.

Ancak bunu da ilginç bulacak durumda değildi. İçinde doğan aşk ateşinin karşılıksız kalacağı   korkusu, Bibolet’in  içine düşmüştü. Nafset’in kendisini sevdiğini sanma hatasına düştüğüne inandı. Kızın mektubuna yanıt vermemiş olması da içine oturmuştu. Şimdi kız daha büyük bir sorunla karşılaşmıştı, bu bakımdan kızın, Bibolet’in hatasını geri plana itip  umursamayacağını sanmıştı. Bu durum karşısında Bibolet’in konuşma hevesi de kalmamıştı. ”Bu bana müstahak!Yardım edeceğini söyle, palavralar sık, ardından unutup işin içinden çık. Sözüne sadık kalan ve kızın yardımlarına güvendiği kişiler Değotluk ile Mıhamet idiler, onun için kız onlarla konuşuyor”. Böylesine umutsuz duygular içinde, farkında olacağı ve göreceği bir şey kalmamış gibi, içi daralmış halde oturuyordu.

Nafset de benzeri şeyleri düşünüyordu. Değotluk’un karşısında sergilemiş olduğu mutluluk planlarını aşıp bir şey düşünecek durumda değildi. Odaya ilk girdiğinde olduğu gibi, ayakta başı öne eğik ve üzgün dikiliyordu. Her ikisi de birbirlerinin ne düşündüklerini bilmiyorlar, birbirlerine karşı kanatlanmaya yüz tutmuş olan sevgi umutları artık kalmamıştı, ikisi de bilmeden birbirlerinden uzaklaşmış durumdaydılar.
Bir süre böyle oturduktan sonra Bibolet, bir cesaret bulup Nafset’e sordu:

– Nafset, ne diye bana karşı o denli kırgınsın?

Nafset konuşmaktan kaçınır gibi bir süre bekledi. Ardından başı önüne eğik, zorluk çekerek, zar zor konuştu:

– Ne diye sana kırgın olayım ki? Bana söylemiş olduğun güzel sözler ve şimdi de benim için zahmete katılmış olman durumu dururken, sana karşı ne gibi bir kırgınlığım olabilir ki…
Nafset’in gözleri yaşardı, konuşmasını kesti. Tam o sırada Kulats içeri sofrayla girdi, bunu gerekçe gösteren Nafset de hızla dışarı çıktı.

Rayon merkezine, Nafset’in akrabalarının evine gidip ayrıldıklarında olduğu gibi, şimdi de üç kişi evden çıkmış dönüyorlardı. Bibolet’in içinden konuşmak gelmiyor, sessizce yürüyordu.
Mıhamet ile Değotluk, Bibolet’in niçin üzgün olduğunu biraz fark eder gibiydiler. Nafset’in içinden geçenleri Bibolet’in anlayamamış olduğunu anlamışlardı. Ancak kızla Bibolet’in karşılıklı davranışları üzerine bir şey söylemeyi de uygun bulmuyorlardı. ”Aşık ile aklı  olmayan birdir” (Ашыкъы хъугъэри зиакъыл зимыежьри зэфэд) der gibi bazı sözler Mıhametin aklından geçti, ama gülümsemelerini bıyık altında saklamayı yeğledi. Bibolet’i doğrudan eleştirmeyi uygun bulmadı, biraz da  mecazа (ч1эгъч1элъ)  vurdurarak konuştu.
– İşte bu kız, tam bir kız! Akıl verelim diye gittik yanına, ama o bizden de akıllı çıktı…

(*) Eskiden Kafkasya’da kadınlar ve kızlar erkekler karşısında oturmazlardı. -HCY.

 

I. SORUNLU  YERDE (КЪЫПХЫТХЪЫП1ЭМ)

Küçük göbekli/toparlak biçimli vapur, sık sık cuf cuf ettirerek, hızla aşağıya, Kuban Irmağı ağzına,  Karadeniz yönünde yol alıyordu. Horoz kuyruğu gibi örülmüş sepetler ve bir sürü de fıçı kıç tarafında yığılıydı, gemiye dökük bir sandal da bağlıydı. Sanki ter içinde kalmış, vargücüyle çalışıyormuş ve o yüzden de suya gömülmüş gibi yol alıyordu küçük tekne.

Bibolet geminin baş taraf güvertesinde ayakta duruyor, geminin gittiği tarafa doğru bakıyordu. Kuban nehri (Пшызэ) bir yılan gibi kıvrılmış uzanıyordu, gemi de kıvrımlar boyunca uysal uysal yoluna devam ediyordu. Kuban Irmağı bir ayna gibiydi sanki: Mavi gökyüzü devrilip ırmağın dibine yuvarlanmış gibiydi. Irmağın iki yakasındaki söğüt ve kavak ağaçları, çerçevelenmiş birer tablo gibi ırmağın dibinden yansıyordu.

Her bir kıvrım dönüldükçe, yeni bir tablo ile karşılaşılıyordu. Söğüt ağacı ve otla bezeli/kaplı ırmak yamaçları, altın gibi güneşe karşı parıldayan kum ve çakıl plajları yer yer ortaya çıkıyordu. Tek tük şamandıralar da, eski Adige arı sepetleri gibi, birer ot yığını ile sarılmış, suyun üzerinde yüzüyor ama gemiden uzak durmaya bakıyorlardı. Dönemeçlerde gemi uzun uzun düdük çalıyor, düdük sesleri ırmak boyunca yayılıyor, yamaçlardaki söğüt ağaçlarına ve sağ yandaki dik yamaçlara çarpıyor, bu sesler yankılanarak geriye dönüyorlardı.

Temiz bir ilkbahar havası vardı ve donup kalmış gibi ortalık sessiz ve hareketsizdi, güneş parlak ışıklarını dört bir köşeye dağıtıyordu, yeni sürmeye başlayan söğüt ve otların yaprakları ise ayna camı gibi parıldıyorlardı. Güneş ışınları ve baharın değişik renkleri, birer pırlanta-elmas (налмэс-налкъут) gibi çevreye dağılmaktaydı. Kuban, yavaş, sabırlı ve sessizce akışını sürdürüyordu. Biraz bir yel üfürecek, esecek olursa, bundan hoşlanmamış gibi Kuban, yüzünü buruşturuyor, dünyanın tüm güzelliklerini yansıtan görünümü uçup gidiyordu.

Irmağın sol yakasında Adige yöresi (xэку) uzanıyordu. Bibolet çoğunca o yöne doğru bakmaktaydı. Bazen, dağınık arı kovanları gibi, ırmak boyundaki ağaçlar arasından bazı köyler bir görünüyor, hemen ardından kayboluyorlardı. Yer yer, fil hortumları gibi, suya daldırılmış bazı su çekme hortumlarının bulunduğu fark ediliyordu. Bu hortumlarla yeni oluşturulmuş Adige kolhozlarının (köy kooperatifleri) sebze bahçelerine su çekiliyordu. Masallarda anlatılan yiğitler (пелыуанхэмэ) misali, kolhozlar oluşur oluşmaz, yoksul yaşamın beşik bağları koparıldı ve yeni yaşamın mutlu günleri doğmuş oldu. Emekçiler/ırgatlar kendilerini sömüren sınıf düşmanlarına karşı koymaya, kendi ürettiklerine sahip çıkmaya başlamışlardı. Irmak boyuna yerleşmiş olan yabancıların kurdukları çiftlik ve tesisler de kolhozların içine alındı.

Nerelerden çıkıp geldikleri bilinmeyen, Adigelerle ilişki kurmayan ya da ilgilenmeyen bu yabancı kulak/zengin köylü aileleri, ağını örüp içine yerleşmiş örümcekler gibi, uzunca bir süreden beri ırmak boylarında yaşayıp duruyorlardı. Bahçelerini, örümcek tuzakları/ağları gibi, ırmak boylarındaki kuytu yerlerde örmüşlerdi. Bu gibi bahçe sahipleri ellerine geçen umarsız kişileri sömürerek ırmak boyunca sıra sıra uzana çiftliklerinde yaşıyorlardı. Başkaları ile hiç mi hiç ilgilenmiyorlardı. Sus pus olmuş/gizlenmiş, define arayıcıları, gizlenen ve birilerinden kaçan insanlar gibi yaşıyor, topraktan avuç avuç altın çıkarır gibi para kazanıyor, keyif içinde bir yaşam sürdürüyorlardı. Yaşam gizlerini ve o denli parayı nasıl elde etmekte olduklarını herkesten saklıyorlardı. Yoksulluk ve baskı altında çile dolduran yoksul Adige emekçileri ise, o bahçeci kulakların nasıl zenginleşmiş oldukları gibisine şeylerle ilgilenmeyi akıl edemiyorlardı. Aslında onlara imrenerek bakıyorlardı ama yoksulluğun kendi yazgıları olduğu inancı alınlarına kazılmıştı, bu yüzden içlerine kapanmış, kendi bildikleri biçimde kendi tarlalarında eşelenip vakit öldürüyorlardı.

Ancak kolhoz yaşamına geçer geçmez, Adige köy emekçileri yeniden canlanıvermişlerdi. Daha ilk yıldan başlayarak, ömürlerinde hiç uğraşmadıkları bahçecilik işine de el attılar. Irmağa daldırılan eğri dalgıçlar ve hortumlarla Kuban’dan su çeken motorlar da artık kolhozlara aitti. Bu düzen bu yaz başında kurulmuştu. Su motorlarının birçoğunun üstü hala açıktı, üstlerini örtmek için yeterli zaman bile bulunamamıştı. Bunlar birer iri çark/pervane biçiminde, birer kara kıyım canlılar imişler gibi, ırmak boyunca sıralanmışlardı.

Ancak böylesine bir yeni yaşam sürecine geçişte, büyük bir sınıfsal mücadele yürütmek gerektiğini Bibolet de biliyordu. Zaten yılın çoğunu bu gibi işlerle görevlendirilmiş olarak geçirmişti. Bibolet, genç yaşına karşın, yılının çoğunu devrim düşmanları ile mücadele içerisinde geçirmiş gençlerden biriydi. Dahası bu mücadelede, karşı direnişleri etkisizleştirme görevi yüklenmiş bir öncü gençti. Üniversiteyi bitirmiş, Moskova’dan yeni dönmüştü. Atandığı göreve henüz tam bir uyum sağlayacağı sırada, büyük bir sınıf savaşının içerisine düşmüş oldu. Bir kolhozda iki hafta süren teftiş görevini tamamlamış olarak Krasnodar’a dönüyordu. Yolculuğu bir dinlenme anı yerine geçmişti, şimdi temiz havayı solumanın mutluluğu içindeydi. Çevredeki güzellikleri, sanki ilk kez görüyormuş gibi hayranlıkla seyrediyordu. Bedensel anlamda yorgun düşmüş olduğunu o an anlamıştı. Düşüncelere dalmayı bırakmış, uyuklamamaya çalışıyor ve kendisini rahatlamış hissetmiş olarak, geminin güvertesinde dikilmekteydi. En çok özlediği şey ise, bir hamama varıp yıkanmak ve kirlenmiş çamaşırlarını değiştirmek idi.

Cepheden dönen birini andırıyordu.

Hamama gitme düşüncesiyle gemiden indi, Krasnodar sokaklarına daldı. Adige Özerk Oblastı Komitesi ile Adige Özerk Oblastı Yürütme Komitesi merkezlerinin bulunduğu binaya ulaştı. Döndüğünü bildirmek ve olan biteni öğrenmek için küçük bavulu elinde, binanın üst katına çıktı.

Valizini kabul yerine bırakıp doğruca oblast komitesi sekreterinin  kapısını çaldı.

– Girebilir miyim, diye seslendi.

Sekreter yalnızdı. Bir şeye üzüldüğü, bu yüzden de kaygılı olduğu anlaşılıyordu, başını kaldırmadan bir süre oturdu.

– A-a, Mazokov!  dedi başını kaldırdığında.

Elini sıkıca tutup Bibolet’i koltuğa oturttu. Üzüldüğü konuyu araştırıyormuş gibi, bir süre dalıp durdu. Ardından alıcı bir gözle Bibolet’e baktı. Onun gelmiş oluğunun yeni farkına varmış,  onu biraz üzeceğini hissetmiş gibi, biraz da gülümseyerek konuştu.

– Mazokov, hemen Şecerıye köyüne gitmen gerekiyor.

– Görevden henüz döndüm! Kaldığım odaya  bile gidemedim, bavulum aşağıda, dedi Bibolet, kestirerek.

– Olmaz, işler çok berbat, ertelemeye gelmez, hemen oraya gitmelisin.

– Öyleyse hamama bir gidip temizleneyim, yirmi gündür görevdeydim, diye diretti Bibolet.

– Öyle de olsa gitmen gerekiyor. Orada işler iyice karıştı, oraya senden başka gönderecek kimsemiz de yok şu anda. Sana iki saat izin veriyorum, ne yapacaksan yap, hazırlanıp gel. Seni oraya götürecek araba da hazır olacak, diye  kestirip attı sekreter. Üstelik kalemiyle masaya vurarak.

SON