MURAT CEMİL TAYMAZ

KUBE Nurhan Fidan
01 Mayıs 2008

Onunla ilk defa on üç, on dört yaşlarımda Uzuntarla’da bir Çerkes düğününde karşılaşacaktık. Bu düğünde bulunmamın benim için önemi ise, ilk defa kendi köylerimiz dışında bir Çerkes düğününe misafir gitmiş olmaktı. Bu misafirliğe ise legal yollardan değil, ağlaya sızlaya annemi ikna edip onun da ablamlara yanlarında beni de götürmezlerse hiçbir yere gidilmeyeceğini söylemesiyle yani cebren ve hile ile gelmiştim. Gelirken de ablamların akşam düğünden sonra ‘zaxes’ olacağını  benim uykumun gelmesi ya da herhangi bir arıza çıkarmam durumunda bir daha kendileriyle beraber gezmeyi  rüyamda bile göremeyeceğim tehditleri de cabası. Ancak ne gam, benim için önemli olan şu anda gidiyor olmaktı ve daha sonra duruma göre neler yapacağım konusunda da oldukça antrenmanlıydım.

Düğün tam bir seremonik Çerkes düğünüydü ve ekip oyunlarından tecrübeli birçok da misafir vardı. Murat Taymaz düğünün as elemanıydı dans etmediği zaman akordeon çalıyor, onu çalmadığı zamanlar zaten dans ediyordu. Hemen hemen bütün oyuncular, ki bunlara ablamlar da dahil, oldukça profesyoneldi. Murat Taymaz düğünün bir yerinde elime bir ‘haluj’ tutuşturup sıradaki kızlardan birine vermemi istemişti. Zaten böyle aksiyonlara kendi köylerimizdeki düğünlerden alışık olan ben denileni yapmakla kalmayıp, kendisini gülümsetecek bir ‘kaşen’ haberiyle de geri gelmiştim.

Bu karşılaşmadan epey sonra onu Bağlarbaşı Derneği’nde ekip çalıştırıcısı olarak görecektik. Ancak ablamında aralarında olduğu bu ekipteki hemen herkes disiplini, oyun figürleri konusundaki  hassasiyeti ve sert tutumundan oldukça muzdaripti. Oyunculara fırça atarken daha sonraları Kafkas ekiplerinde ter dökmüş biri olarak çok da isabetli bulduğum, ”bu danslar bir ruh işidir. Öyle kafası kesilmiş tavuk gibi ortada dönmek değildir. O ruh ve heyecanınız yoksa ekibe gelmenize de gerek yok” derdi. Bu tavizsiz ve sert tutumu ekip çalışmalarına özel bir durumdu. Diğer zamanlar da ise  neşeli ve keyifli olurdu. Özellikle akordeonu öyle aşkla ve keyifle çalardı ki, sanırsınız körükler yırtılıp ezgiler ortalığa saçılacak. Zaten onunla daha sonraki aralıklı karşılaşmalarımızda da neşesiz ve netameli haline hiç rastlamadım.

Heyecanlı sürprizli ve zarifti. Bir akşam üstü Kartal’daki tren istasyonunun paralelinde yanımda bir kız arkadaşımla yürürken kan ter içinde arkamızdan koşarak yetişmiş ve elindeki -ne ara aldığını bilemediğimiz- çiçekleri elimize tutuşturmuştu. Meğer kendisi trendeyken bizi yolda görmüş ve hızla inip bu küçük sürprizi hazırlamıştı bile. Murat Taymaz’ı tanıyan ben hiç şaşırmamış, fakat yanımda bulunan  kız arkadaşım bu hızlı ve zarif centilmenlik karşısında oldukça heyecanlanmış ve hayranlık duymuştu.

Daha sonraları ‘Apeas’ diye bir şirket kurmuş ve çoğunlukla yurtdışında yaşar olmuştu. İki bin iki senesiydi sanırım Kafkas Konseyi’nin ev sahipliğinde, kız kulesinde oldukça prestijli bir organizasyon yapılmıştı. Ben ve arkadaşlarım Çerkes müziği icra etmek üzere İstanbul ve  Ankara’nın fiyakalı Çerkes dünyasının karşısındaydık. Programı gittiğimiz yerlerden artık kanıksadığımız tesisat ve mikrofon sorunları olmadan ve kimi kereler başımıza geldiği gibi acemilikler yapmadan neyse ki bitirebilmiştik. Yemeğe oturduğumuzda Murat Taymaz yanımıza gelip sarılıp tebrik etmiş, benim şarkı söylediğimi hiç bilmediğini orada görünce şaşırıp, sevindiğini heyecanla anlatmıştı. Kız kulesindeki bu oldukça  seremonik ve kentli beyaz Çerkeslere dönük gecede; akordeon çalan, dans eden, hiç kasmadan hesapsız, kitapsız eğlenmenin hakkını veren yine o olacaktı. Neşe provokatörü  gibiydi ve bu hali ona çok yakışıyordu.

İki sene önce İstanbul Kafkas Kültür Derneği’nde bir toplantı arasında hızla içeri dalmış ve ‘hep toplanırsınız, hadi işinizi biraz çabuk bitirin de neşeli bir yere yemeğe gidelim’ demişti. O böyleydi işte, tıpkı Borges’in ‘anlar’ şiirindeki gibi yaşamın her anını gerçek ve keyifli kılan insanlardandı.

Son görüşmemiz ortak bir tanıdığımızın çocuklarının Feshane’deki sünnet seremonisinde olacaktı. Yalnız geldiğini görünce yanına gidip bizim masaya davet etmiş, orada bulunduğumuz iki saat boyunca anıları, şakaları ve anekdotlarıyla yine bizi gülmekten kırıp geçirmişti. Çocuklara hediye getirdiği Gürcistan işi şahane kamaları beğendiğimi görünce de aynı işçilikten bir tanede bana yollayacağını söylemişti. O akşam sahne alan Kafkas ekibine ve Şükriye Tutkun’un şarkılarına keyifle eşlik etmiştik. Yan masalardaki ‘mühim zevatı’ pekte umursamadan, on beş gün sonra zamansız gideceğini bilir gibi…

Başarılı bir işadamıydı fakat sıradan standartlarla hiç işi olmadı. Paranın kendisini görünür kılmasına ihtiyacı olmayacak kadar renkli ve yetenekliydi. Hırsla, hesapla, kendine eksiksiz hayatlar kurmuş zanneden asık suratlı adamlara nispet edercesine, keyifle ve hesapsızda yaşanabileceğini herkeslere gösterdi. Hayata öyle pekte ciddiyetle yerleşmeden coşkuyla, ironiyle telaşla çekip gitti bu dünyadan. Üstü kalsın diyerek belki de?

O dokunduğu herkesi mutlu edebilen ve buna da kudreti olan bir insandı.

Ruhu şad olsun.