MUHTEREM KUŞÇUBAŞI EŞREF BEY

Ahmet Özcan
Netpano.com

Yanılmıyorsam, Marcel Proust’un bir sözüydü: “İnsanları yaklaştıran şey fikirlerin ortak oluşu değil, anlayışların ortak oluşudur”, diyordu. “Anlayışlar”… kişilik ve ruh yapıları, hayat içindeki duruş, eşya ve olaylar karşısındaki tutum, hal ve ahval… Fikirlerden daha kavi, daha derin oldukları kesin. Ortak fikirlerle yoldaş, akraba anlayışlarla ise ‘dost’ olunuyor.

Eşref bey, baş döndürücü yaşam öykün, aynı anlayıştan bir kuşağın acıları, yoklukları, kaybedişleri, savaşı ve ölümü çocukça bir oyuna dönüştüren keyifli bir macera filmi gibi. Keyifli mi dedim? Özür dilerim, bir an için bu ifade, sizin kuşağa, bütün Jöntürk-İttihatcı geleneğe her fırsatta küfreden, ‘hayalperest, maceracı, Osmanlıyı batıran, Almancı’ vb. diyerek sizin sayenizde oturdukları koltuklarında üfüren her ’fikir’den cahil ve nankör takımının ağzına yakışır. Bilirsin bizde atavizm güçlüdür.Atalarımızın bir kısmına tapar, kalanına da illaki küfrederiz. Çünkü tefessüh etmiş bir devlet ve toplum düzenine isyan eden tek ahlakımız sizdiniz Ama her ahlaksız gibi, çokları sizin ahlakınızdan hep rahatsız oldu. Varsın olsun, şairin dediği gibi, ’ne çıkar siz bizi anlamasanız da, sahi siz bizi anlamasanız ne çıkar?

Eşref bey,

İtiraf etmeliyim, yaşam öykünüzden başım döndü: Abdulhamit’in Kuşçubaşı Çerkez Mustafa Nuri beyin oğlu olarak girdiğiniz Kuleli Askeri Lisesi’nde, idareye karşı eylem yapıp Edirne’ye sürgüne gönderilmekle başlıyor. Mekteb-i harbiye’yi bitirdikten sonra atandığınız Makedonya’da muhalif faaliyetlere karışınca babanız ve kardeşiniz Selim Sami ile birlikte Hicaz’a sürgün ediliyorsunuz. 1900 yılında Taif’teki hapishaneden kaçış, yakalanma ve üç-dört defa Cidde, Medine hapishanelerinden kaçma girişimi, sonra tekrar kaçış ve Abdülhamit’e karşı Hicaz’da bir çete kurup, ünü bölgeye yayılan eylemler. Medine tören meydanında üç tabur askeri teftiş eden padişahın yaverini kaçırma, padişahın Medine’ye gönderdiği hediyeleri gasp etme, Hindistan’a gidiş, Abdülhamit’in bıktığı için af çıkarması, tekrar dönüş, yine eylemler Bahreyn’e kaçış, tekrar Hindistan ve Türkistan’a gidiş. Afganistan ve İran seyahati.

Babanızın şantaj olarak tutuklanması üzerine Hicaz’daki bir grup hükümet müfettişini kaçırma ve babanızın affı karşılığı serbest bırakma. Çeşitli kılıklarda Mısır’a, Kıbrıs’a ve Paris’e seyahat. İttihat-Terakki’ye katılıp Makedonya’ya gidiş. Orada aynı anlayıştan ‘dost’larla tanışma: Ohrili Eyüp Sabri, Enver bey, Süleyman Askeri, Resneli Niyazi, Sapancalı Hakkı, İskeçeli Teğmen Atıf…Divan-ı harp tarafından idama mahkumiyet, Karadağ’a kaçarken ağır işkencelerden geçme.

Mahmut Şevket Paşa’nın girişimiyle salıverilme. Abdülhamit’in İzmir Tepeköy de uslu durmanız karşılığında verdiği çiftlikte zorunlu ikamet. İzmir’de İTC hücresi oluşturma, tütün tüccarı kılığında seyahat ederek bölgede örgütleme çalışması, Çakırcalı Efe ile işbirliği ve nihayet 1908 Meşrutiyetin ilanıyla yeni yönetim tarafından bölgenin güvenliğini temin etmekle görevlendirilme. Ayaklanmaları bastırırken sert davrandığınız gerekçesiyle tahkikat ve tekdir açılması üzerine istifa…1909’ da ayrılıkçı hareketler yoğunlaşınca İTC liderlerine destek ve 1911’ de İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali üzerine Enver Bey’in eski silah arkadaşlarını toplayarak direniş harekatı başlatma çağrısına uyarak gönüllüler grubuna katılış.

Mısır üzerinden Trablus ve Bingazi’ye sızan 300-400 kişilik grupla birlikte bedevi birlikleri örgütleyip İtalyanlara karşı gerilla savaşı.1912 de Balkan Savaşı çıkınca Enver Bey’in talimatıyla Süleyman Askeri ile birlikte Trakya’da gerilla kuvveti oluşturma ve geçici hükümet kurma çalışması.1913 de Enver Bey’le birlikte Edirne’nin geri alınışı .1914 de Enver Bey tarafından Hindistan’da İngilizlere ve Orta Asya’da Ruslara karşı direniş propagandası başlatmak üzere Hindistan ve Türkistan’a gidiş. İstanbul’a dönünce yeni kurulan Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan bölge sorumlusu olarak Hicaz’a gidiş. 1914-1916 arası Sina,Yemen ve Hicaz’da aşiretleri İngilizlere karşı örgütleme, gerilla savaşı ve cihat propangandası. 1917’de İngiliz yanlısı Emir Abdullah tarafından esir alınarak Malta’ya sürgün edilme.

1920’de Malta’dan dönünce kendini ‘yüzellilikler’ listesinde bularak yaşanan kırgınlık. Fevzi Çakmak’ın kefaletiyle listeden çıkıp İzmir yöresindeki eski Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini örgütleme. Milli mücadeleye silah, para ve adam toplama. Ali Fuat Cebesoy komutasında Geyve Cephesi’nde mücadele ve daha sonra Adapazarı yöresinde Kuvay-ı Milliye kumandanlığı. Cumhuriyetin başlarında Kıbrıs ve Girit’te ve daha sonra Abdülhamit’ten kalma İzmir’deki çiftlikte eş ve çocuklarla sakin yaşama geçiş. 1962’de 90 yaşında vefat.

1957 yılında sizinle Teşkilat-ı Mahsusa konusunda hazırladığı doktora tezi için görüşen CIA bağlantılı Dr. Philip H. Stoddard’a diyorsunuz ki;
“Durmadan çalıştım… bu işe gönül vermiştim,mantık ne derse desin… hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleket için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şey elde etmedim.’
“Ben bir Osmanlıydım. Türkçe konuşan bir Osmanlı , Dağıstan hayali kuran bir Çerkes milliyetçisi veya bir Arap yahut Rum değildim.’
“İçimizden kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktu.

Davamız haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden ufak tefek birkaç daha zafer kazanabilirdik.’

Eşref Bey, aslında sizin kuşağın hemen tümü için sıradan ve belki de zorunlu bir yaşam serüveni bu. Olağanüstü düzenlerin insanları olarak hem birer savaşçı hem de idealist militanlar olarak gelişen kişilik yapılarınız, tabii ki normal zamanların insanları için anlaşılmaz geliyor.
Elbette, ülkemizin ve halklarımızın aynı felaket günlerini yaşamasını istemiyoruz. Ama bunun hala mümkün bir olasılık olduğunun da tabii ki farkındayız. Ben asıl olarak, sizin serüveniniz de bugün için anlamlı olan iki hususa dikkat çekmek istiyorum;

İlk olarak, bizim kuşakların pek tanımadığı şu Teşkilat-ı Mahsusa meselesi.

Sanırım 1913 sonları ya da 1914 başlarında Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya bağlı olarak yarı resmi yarı açık bir ‘Force Speciale’, Özel Örgüt olarak kuruluyor. Aslında kuruluyor demek pek doğru değil, zira 1911 yılında Trablusgarp’ın işgali üzerine Enver Paşa’nın toparladığı gönüllü direniş ekibinin ana çekirdeği 1.Dünya Savaşı’nın başlangıcında biraz daha derlenip toparlanıyor ve daha profesyonel bir şekle sokuluyor. Görevi gereği gizli olduğu için hakkında ayrıntılı bir bilgi edinemiyoruz, kaldı ki o dönemde mebus ve nazırlara dahi teşkilat hakkında, hatta varlığı hakkında dahi onlara güvenilmediği için bilgi verilmiyor. Bugünkü anlamda direniş, örgütleme, gerilla savaşı yürütme, propaganda, casusluk, istihbarat, sabotaj eylemleri, asayişi koruma gibi birbirinden çok farklı birçok işleve sahip.

Yine Trablusgarp’tan Hicaz’a, Mısırdan Trakya’ya, İran, Hindistan, Afganistan, Türkistan, Kafkasya, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Anadolu’da faaliyet gösteren gerçekten özel, kendine mahsus bir örgüt. Üye sayısının 30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Esas amacı, Osmanlının yıkılışını engellemek ve İngiltere ve Rusya’ya karşı tüm Doğu’da topyekun bir direniş örgütlemek. Panislamist karekteri baskın, hatta son reisi Hüsamettin Ertürk’ün ifadesiyle,’Bu teşkilatın gayesi bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yanda İttihat Terakki programındaki Emiri Efendinin panislamizinden, diğer taraftan Ziya Gökalp’ın pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır. (H.Ertürk,iki devrin perde arkası) Teşkilat, padişah/Halife’nin ilan ettiği cihat propagandasını yaymak için tüm İslam dünyasına eğitmen, hoca ve militanlar göndermekle işe başlıyor.

Çoğunluğu doktor, mühendis, gazeteci, siyasetci, subay ve din adamından oluşan hayli seçkin bir kadrosu var.Üyeleri arasında Osmanlı bakiyesi bütün ülkelerde sonradan başbakan, bakan ve benzeri üst düzey görevlere gelen çok sayıda isim var. Hatta Mısır, Irak, Libya, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afganistan gibi ülkelerin 1920’li yıllardaki yöneticilerinin önemli bir kısmı eski Teşkilatı Mahsusa üyesi. Cezayir de Muhammet Abdülkerim el Kattabi, Emir el Kadir Cezayir’in oğlu Emir Ali, Fas’ta Hoca Abbas, Tunus’ta Şerif Burgiba, Ali Başamba, Şeyh Salih el Tunusi, Şeyh Ahmet el Şerif el Sunusi, Mısırda Abdülaziz Çaviş, Ferit Bey, Dr.Fuat, Dr.Nasır, Dr.Tabit Mahcap , Hicaz’da İbn Reşit ve daha birçokları..Türkiye’de ise Milli Mücadeleyi başlatan hemen tüm önde gelen isimler Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu ya da elemanı.

Kuzey Afrika ve Orta Doğu da Arap, Kürt ve Çerkez aşiretlerinin birçoğu teşkilat tarafından İngilizlere karşı direnişe angaje ediliyor. Cihat propagandasının yetersiz kaldığı durumlarda para veya aşiret reislerinin çocuklarını eğitim bahanesiyle İstanbul’a getirip rehin tutma gibi yöntemler kullanılıyor. Süveyş Kanalı’nı İngilizlerden geri almak için hazırlanan birlikler içinde bir Mevlevi tarikatı tugayı da bulunuyor. İngiliz ordusunda yer alan Hindistan’dan getirilmiş Müslüman askerler üzerinde Mevleviliğin etkisinden yararlanmak amaçlanıyor.Teşkilat, bir çok yerde İngiliz karşıtı nümayişler çıkartıyor, dergiler, gazeteler basıyor, Hindistan’da ayaklanma için silah ticareti organize ediyor. Üyeleri öğretmen çiftçi, tüccar, hoca, şeyh ve benzeri kılıklarda faaliyet gösteriyor.

Bazı operasyonlar için namlı eşkıyalar ya da hapishanelerden mahkumlar kullanılıyor. Birçok cephede yardımcı kuvvet olarak orduya destek veriyor. Ancak asıl işlevi Osmanlı coğrafyasında ve diğer Türk-İslam bölgelerinde halkı emperyalist güçlere karşı ayaklandırmak için mümkün olan her yolu kullanmak.

Teşkilat-ı Mahsusa, üzerine yüzlerce film, roman, öykü yazılacak denli zengin faaliyet tarihine rağmen, sonuç itibariyle Osmanlının genel yenilgisinin bir parçası olarak başarısız sayılıyor. Gerçekte ise, Eşref bey, sizin ifadenizle, “Hasta adam o kadar hastaydı ki, onun acılarına son vermek İngilizlerin dört senesini aldı. Bizim işimiz hastayı mümkün olduğu kadar uzun yaşatmaktı.” Yani yenilgiyi İngilizlere pahalı ödetmek! Sonuçta İngiliz arşivlerinde ki raporlardan da anlaşıldığı kadarıyla, İngiltere hiç beklemediği bir çok isyan ve kargaşalıkla uğraşmak, bir çok önemsiz gördüğü bölgeye fazladan kuvvet yığmak, daha fazla altın vermek gibi pahalı diyetler ödemiştir. Nitekim bir İngiliz gözlemcinin raporunda şöyle deniyor; “Bu direnişler öyle çok harcama yapmamıza neden olmuştur ki, bu harcamalar yüzünden yeni nesil ömür boyu kişi başına 2 pens daha fazla gelir vergisi ödemek zorundadır.”

Öte yandan, İngilizler uzun süre sömürgelerindeki anti-İngiliz ajitatorlerin tek bir örgüte bağlı olduklarını fark edemiyorlar. Teşkilat, 1918’ de yenilgi kesinleşince görünüşte lağv ediliyor ve Enver Paşa örgütü Hüsamettin Ertürk’e emanet ederek, ismini Ulum-u alem İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştiriyor. Bu tarihten sonra bir yanda Enver Paşa’nın Orta Asya serüveninde Afganistan, Hindistan, İran ve Türkistan’da faaliyet yürüten kadrolar, öte yanda Anadolu’da son iç kaleyi korumak için Milli Mücadeleyi örgütleyen kadrolar var.Ve dışarıda kesin yenilgi, içeride kazanılan buruk zafer sonrası yeni bir sayfa, yeni bir dönem başlıyor. Teşkilat kadrolarının çoğu, M.Kemal’in yakın arkadaşları Ali Fuat Bey ve Ali Fethi Bey gibiler dahil, genel ittihatçı tasfiyesi ile 1926 yılına kadar parça parça, 1926 İzmir suikasti davası ile tamamen tasfiye ediliyorlar. Geri kalanlar ise, Eşref bey sizin gibi, ya sessiz ve suskun bir hayatı ya da Mehmet Akif gibi sürgünü tercih ederek tarihen ve siyaseten devre dışı kaldılar.

Teşkilat-ı Mahsusa, Jön Türk geleneğinin son örgütlü halkası olarak, çöken bir imparatorluğun görkemine uygun bir son direnme silahı olarak esasında kendiliğinden örgütleniyor, savaşıyor ve sahneden çekiliyor.

Eşref Bey,

Halimize bak ki, Teşkilat-ı Mahsusa’yı, bir Amerikalıdan , P.Stoddard’dan öğrenir olduk. Bu örgütü gizli karanlık işlerle veya ulvi olmayan amaçlarla yürütülen bazı operasyonlarla bir tutanlar oldu. Şevket Süreyya gibi küçümseyenler yada genel Enver ve İttihatçı düşmanlığıyla görmezden gelenlerde var.. Öte yandan Teşkilat-ı Mahsusa, bugün için hiçbir kurumsal ve manevi mirasçısı olmayan, aksine ne için dövüşmüşse onun zıddına uğraşanların bazen kendilerini refere etmeye kalktıkları bir muamma durumunda. Sizin kuşakların hatıralarında satır aralarında geçen mütevazı değinmeler olmazsa, tam bir kayan yıldız gibi kaybolacaktınız.Yine de bu yürekli vatanseverlerin muazzam öyküsü karşısında saygıyla eğilecek kadar haberdar olma şansımız var.

Bugün için anlamlı olan ikinci hususa gelince, Eşref Bey, bugün teşkilatı doğuran koşullar giderek yeniden ortaya çıkıyor.Topraklarımızda yine düşman çizmeleri, başımızda yine işbirlikçi hainler, aramızda yine mandacılar ve göklerimizde yine anlaşılmaz bir sessizlik var. Üstelik bu kez düşman geçmişten ders çıkartarak gelmeden önce bizim bütün potansiyel direnç noktalarımızı, anti-emperyalist solu, onurlu ve bağımsız İslamcılığı, samimi ve gerçek milliyetçiliği budadı. Bu iş için elinde yeteri kadar ‘güvenlik üreticisi’ ajan, millet düşmanı bürokrat ve dolarla euroyla beslenen aydın kılıklı soysuzlar var.

Bir süre önce, sözde ekonomik kriz yaratıp bugünkü Irak işinde ayak sürümesinden ya da en azından görevi tam yerine getirememesinden çekindikleri çok parçalı berbat bir hükümeti yıkıp, bir savaş hükümeti seçimi yaptılar. Görünüşte birçok şey onların plan ve dizaynlarına göre tamamlandı. Sizin döneminize benzemek için geriye tek eksik bir şey kaldı; bu milleti, milletin canlı ve namuslu damarını örgütleyecek her inançtan, etnisiteden, mezhepten soylu vatanseverlerin İttihat Terakkisi, Teşkilat-ı Mahsusası, kuvvası, Müdafa-ı Hukuku, henüz yok.

Bu arada sol ve tarikat kökenli iki provakatör grup peydahlayıp, ‘Biz’e ait ne kadar kutsal ve doğru varsa onlara tapulamak gibi yeni bir şeytanlık deniyorlar. Bu milletin diniyle sorunu olanların ağzından ulus, bağımsızlık, milli onur düşmüyor. Sahiden namuslu vatanseverler neredeyse bunlarla aynı çerçevede görünmemek için bu kavramları ağızlarına alma orucu tutar oldu.

Eşref Bey, Osmanlı yıkıldı ve gitti biliyorduk. Bugün anlıyoruz ki, yıkım hala devam ediyor. İngilizler o zaman cihat fetvasına karşı sömürgelerindeki halklara ‘halifeyi esir almış bir avuç dinsiz İttihatçının zorba idaresinden sizi kurtarıp medeni milletler gibi yaşatacağız’ diye karşı propaganda yapıyorlardı. Şimdi biraz daha rafine bir dil kullanıyorlar; ‘Müslüman demokratik model diyorlar, muhafazakar demokrat, modern Müslümanlık, çağdaş değerlerle barışık İslam!’…

‘Büyük adam’ olmak isteyen, büyük adamlarla oturup kalkmak isteyen, hayatları boyu gizlice öykündükleri oligarşiyi büyük adam zanneden narsistik şişinme içindeki ayak takımımız da bu yavelerden kendine ekmek çıkarmaya uğraşıyor.

Oysa her akil kişi biliyor ki, tıpkı Şerif Hüseyin gibi, tıpkı Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin işbirlikçileri gibi, tıpkı Damat Ferit gibi, bugünkü bütün Amerikancıların da savaş bitince dolacak bir kullanım süreleri var.

Sevgili Kuşçubaşı,

Teşkilatın ikinci adamı Süleyman Askeri’nin Irak’ta Şuaybe ormanı civarında yaşanan hazin yenilgiden sonra bunu kendine yediremeyip 31 yaşında intihar ettiğini biliyoruz. Fahrettin Paşa’nın çok az bir askerle Medine’yi ölümüne müdafaa edişini, Filistin cephesini, Yemeni, Sina’yı, Kutu’l Amere’yi..

Bize emanet olarak gördüğümüz her kutsalı, her karış toprağı kanımızın son damlasına kadar dövüşerek korumaya çalıştık. Bölge halklarını batılı mütecavizlere karşı kendi onurlarını, inançlarını korumaları için isyana çağırdık, cihada çağırdık…

Sonuçta bölgede, senin ifadenle; “..Ahalinin çoğu hareketsiz kaldı. Ne bizden ne de İngilizlerden yana oldu. Hepsi hangi tarafın kazandığını görmek için bekliyordu. Maalesef biz İngilizlerden fazla kaybettik.. Eğer Araplar bizim için dövüşmeyecekse, İngilizlere pek hayırları dokunmamasını temin etmek Teşkilat-ı Mahsusa’nın vazifesiydi.”
Yine Süveyş’e hareket sırasında Kürtlerden oluşan birliklerin komutanı Hilmi Musallimi şöyle diyor:

“Doğu Anadolu’dan gelen Kürt müfrezeleri en azından Sina’da güvenilirliklerini gösterdiler. Ama Irak’tan gelen pek çok Kürt 1916 yılında firar edip İngilizlere katıldı ve daha sonra Hicaz’da Şerif Hüseyin için savaştı.” Biliyorsun İspanyol komutan Cortes, Meksika’yı yani İnka’ları 500 kişilik ordusuyla yenmişti. Çünkü İnka’larla sorunu olan diğer birçok kabile, Cortes’e destek vermişti. Dünya böyledir işte, yenilmeyeceksin, yenilebileceğini hiçbir zaman hissettirmeyeceksin. Aksi halde ne ortak tarih, ne kader duygusu, ne de din, ihaneti engellemeye yetmiyor.
Tabii ki son tahlilde kendine, yani asıl gücüne ve inancına dayanarak kavgaya girmek gerekiyor. Max Weber,” politik bir krizde bir gram ideolojik inanmışlık, bir ton komiser gözetiminden daha değerlidir” diyor.
Bunun ne kadar doğru olduğunu bütün bir çöküş sürecinde sizlerin yürüttüğü o inatçı ve inançlı mücadeleden biliyoruz.

Yalnız, eklenmesi gereken bir nokta var; (gerçi o zamanlar birçoğumuz bunu biliyordunuz, ama yine de bir umut diyerek ses çıkarmadınız,) muhayyel bir İslam dünyası ve onu ayağa kaldıracağı varsayılan bir garip cihat fetvası… Doğrusunu istersen kendi doğallığı içinde bir Müslüman uygarlık düzeni olan Osmanlı’nın periferisine ve dışarısına dönük bir politikası olmadığı malum. Ama çöküş sürecinde Abdülhamit’le başlayan ve Almanların da desteğini alan o özel ‘Panislam’ politikasının hiçbir işe yaramadığı görüldü. Daha doğrusu, o güne kadar ‘halife’ gibi davranmayan Halife’nin bu sahte rolünün cahil Müslüman kalabalıklar için bile sahte olarak algılandığı ortaya çıktı. Demek ki ‘Panislamizm’ bir politik proje olarak ilk ve son deneyinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Aslına bakarsan 1920’lerden itibaren Pantürkizmin de aynı derecede boş bir hayal olduğu görüldü.

Osmanlı, kendi doğal ve içkin Müslüman kimliğinden bir evrensellik üretebilseydi, özünde adalet, kardeşlik ve dayanışma olan bir politik proje geliştirerek süreci karşılasaydı, sonuç başka olur muydu, bilemiyorum. Ama en azından halifelik, cihat, İslam Birliği gibi söylem ve kavramlar yıpranmadan bir kenarda saklı durur, başka koşullar için ‘son tahlilde’ Doğu’nun haysiyet silahı olarak bilinçaltında tutulurdu. Şimdi Müslüman kimlik, sonu bırak daha ilk adımda parayla, altınla, güçle değiş-tokuş ediliyor.

Bunda işte o dönemin derin hayal kırıklığının payı elbette var. Demek ki, kutsal haleleri Pratik/ politik malzeme yapmanın ya da pratik/politik krizlerde yürütülen siyasetleri kutsal kavram ve sembollerle süslemenin ne o kutsallara ne de siyasete bir katkısı olmuyor. Aksine her ikisini de yıpratarak zarar veriyor.

Kuşçubaşı;

‘Biz’, ‘biziz’ ve kendimiz olarak, içinde inançlarımız, değerlerimiz, tarihimiz, coğrafyamız olarak ‘düşünme’ ve buradan yeni bir evrensellik üretme, tüm insanlığa her dinden ve inançtan iyi ve doğru olan insanlığın vicdanına dönük sağlam, kalıcı yeni katkılar, değerler geliştirmenin yollarını aramalıyız. Devletimiz, gerçekten “Kerim Devlet”, milletimiz gerçekten soylu ve onurlu bir millet, ülkemiz gerçekten hakkın ve hukukun üstün olduğu bir uygarlık merkezi, insanımız gerçekten insan olmalı. Bizim, Osmanlılığımız ve Müslümanlığımız, işte bunun için her şeyimizdir., sigortamızdır, haysiyetimiz ve ütopyamızdır.

İşte bu yüzden Panislamizmin yarattığı hayal kırıklığı bahanesiyle o günden beri Osmanlı kimliğimiz ve Müslümanlığımızla uğraşanlara ‘biz’ vatan haini, halk düşmanı ve batı ajanı muamelesi yaparız.
İşte bu yüzden, haksız yere cana kıymak, haram lokma yemek, yetim malı yemek, komşusu açken tok yatmak, helal süt emmeden büyümek, ar damarı çatlamak, hayasızlık ve diğer şeytan işi pisliklere karşı hala ayakta duran yanımız varsa, bu görünmez sigortamız sayesindedir.
İşte bu yüzden, ‘içimizdeki beyinsizler’ yüzünden bu sigortanın da atmasından korkuyoruz.

Evet, korkuyoruz Kuşçubaşı, hem de emperyalizmden, onun silahından, kültüründen, ajanlarından, sabetaycılarından, masonlarından, medyasından, bürokrasisinden, sermayesinden, bankalarından, borsasından değil, onlarla nasıl olsa baş ederiz, ama ruhlarımızdaki komplekslerden, uşak yanımızdan, kör ihtiraslarımızdan, harama tevessül eden o alçak ve kalleş yüzümüzden korkuyoruz.

Üşüyoruz, Kuşçubaşı;

Zemheriden, ayazdan, borandan değil, bizi biz yapan o ateş-i suzan söndüğü için, o meftun ve rindane ruhumuzu yitirdiğimiz için, daussılamızı kaybettiğimiz için üşüyoruz. Bize yine o ateşten lazım, sizin ateşten. Şöyle ısınıp kendimize geleceğimiz, çay demleyip sigara tüttüreceğimiz, tüfek çatıp halay çekeceğimiz, şöyle soysuzlaşanlara, hainlere, hırsızlara, düşmana ‘nerede kalmıştık’ diye şerare yollayacağımız bir ateş… Sahi, nerelere sakladınız, Kuşçubaşı, o ateşi na’ptınız, onu arıyoruz, analarımızın ve çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için, insanlığın gözünün içine bakabilmek için, sizin kabirlerinize bakabilmek için o ateşi arıyoruz. ‘Biz’i ‘siz’lerle aynı anlayıştan kılacak, akraba yapacak o menevişi arıyoruz.. Siz ki, Osmanlıydınız, müslümanlığınız da mertlik, sokaklarınızda adap, sofralarınızda helal rızık bulunurdu. Siz ki, haysiyeti ölüme katık yapar, edeb’i elinize, belinize, dilinize sarardınız. Siz ki, yoksulluğunuz mahzun, yenilginiz mağrur, kahramanlığınız mahcuptu. Siz, bütün hatalarınızla, eksikliklerinizle, yenilginizle bile adam gibi adamlardınız.

Sana, sizlere selam olsun,. Türkmen Ali’ye, Çerkez Reşit’e Arap Hilmiye, Arnavut Selime, Ohri’lı Eyüb’e, Trabzonlu Kemal’e, Giritli Mehmet’e, Kırımlı İbrahim’e çok selam…

Hepinizin ellerinden, düşmana tetik çeken şehadet parmaklarınızdan teker teker öpüyorum. Sizi hiç unutmayacağımızı bilmenizi istiyorum. Sizleri unutturanlar için de sizden özür diliyorum. Allah’ın rahmeti üzerinizden eksik olmasın.

Hoşçakalın.

(*) Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Philip H.Stoddard, Arba yayınları, İst.,kasım 1993