KUZEY ANADOLU’NUN TÜRKLÜĞÜ

Mehmet Doğan

Çerkesler

Çerkes adı Kuzeybatı Kafkasya’nın Azak ve Karadeniz sahilleri ile bu sahillere yakın step ve dağlık bölge ahalisine verilmiş adlardan en yaygın olanıdır. (1)

Fakat muhtelif Çerkes kabilelerinin, kendilerini diğer halklardan üstün göstermek için birbirine Adige (hemşehri, aynı kabile) dedikleri bilinir. Öne sürülen tahminlerden birine göre, kuzeyden gelen dolikosefal bir kavim ile, Akdeniz yöresinden gelen brakisefal bir kavim, Karadeniz sahillerinde birbirine karışmış; bu karışımdan mezosefal bir halk ortaya çıkmış ve kuzeye doğru yayılmıştır. (Şimali Kafkasya mecmuası, Ağustos-Eylül sayısı, 1936) Çerkes halkı işte böyle ortaya çıkmıştır, Dolikosefal’e daha yakındır.

Her ne kadar bu mecmua, bu ifade ile Çerkeslerin “Brakisefal olan Türklerden farklı bir ırktan geldiğini” öne sürmekteyse de, ilk cümle ile en azından “Türkler ile karışmış olduğunu” da kabul etmektedir.

Çerkeslerin Kafkasya’ya ne zaman geldikleri tartışmalıdır. Ancak M.Ö. 6. asırdan itibaren Karadeniz’in doğu sahillerine yayıldıkları tahmin edilmektedir. Bir vakitler Çerkeslerin en güçlü kabilesi olan Abazalar, M.S.6. asırda Bizans’a tabi iken, Hazar Türküleri’nin yardımı ile 756 yılında bağımsızlık kazandı. Daha sonra Gürcistan bölgesine de hakim oldu. Abazalar (Abhaz), 13. asra kadar bağımsız yaşadılar.

Abazaların bir kolu kuzeyde Don Nehri’ne kadar uzanmışlardı. 11-13. asra ait Rus belgeleri Çerkesleri “Taman Tarhanlığı’nın komşusu” olarak kaydeder. Batıda Ukrayna’da Çerkesler ile ilgili şehirler bulunması, bu onların İskit grubuna dahil bir boy olduğunu ortaya koymaktadır.

Çerkeslerin, güneye çekilmesi 12. ve 15. asırlarda olmuştur. 15. Asırda Kafkasya’yı ziyaret eden Cenovalı yazar Interiano Giorgio, “Çerkeslerin Karadeniz’in doğu sahillerinden Don Nehri’ne kadar olan bölgede yaşamakta olduklarını ve İskitler (yazara göre “yani Tatarlar” ile) komşu olduklarını” belirtmektedir. (Della Vita dei Zyhi, Venise, 1563-1574) Yazarın İskit ve Tatar kelimeleriyle kastettiği elbetteki bölgede 19. Asra kadar hakim unsur olan diğer Türk boylarıdır.

17. Asrın ortalarında Kırım’dan girerek bölgeyi gezmiş olan Evliya Çelebi ise, Nogay Türklerinin yaşadığı Kuban Irmağı’na kadar bölgeyi tasvir ettikten Sonra, “Çerkesya’nın; güneyinde Abaza vilayetleri olmak üzere, Elbruz Dağları ile Kuban Irmağı arasında, Karadeniz sahillerinden Çengelistan ve Dağıstan’a kadar uzandığını” belirtir. Tabii bununla bağımsız bir devleti değil; Çerkes halkının yaşadığı bölgeyi kastetmektedir. (Seyyahatname 7, sf. 714,764, 772)

Kırım hanlarından 2. Feth Giray Han’ın divan katibi Kefeli İbrahim Efendi Bin Ali Efendi tarafından 1736’da yazılmış olan Tevarih-i Tatar Han ve Moskov ve Deşt-i Kıpçak ülkelerindendir (Bazarcık, 1933) adlı eserde, “Çerkes kavmi bir kabile olup muhtelif adlar ile malum olmakla birlikte, umumiyetle Çerkes ve Abaza diye tanınırlar. Cuci Han’ın (Cengiz Han’ın oğlu) istilasından önce göçebe olduklarından daha geniş bir sahaya yayılmışlardı. Moğollar tarafından Kafkas dağları eteklerine sıkıştırıldıktan sonra, hudutları (yaşadıkları alan) Tun Suyu’nun başından Ejderhan (Astırhan devleti) taraflarında bazı dağlar Terek Kalesi ve Batak-I Kebir’in yarısı ile sınırlı kaldı” der.

Çerkeslerin nüfusu, 1864’de Rus mağlubiyetinden önce 1 milyon kadar tahmin edilmektedir. (Şemseddin Sami, Kamus-ül Âlam) Rus kaynakları 700 bin sayısını vermektedir. Çerkes kaynakları ise, 3 milyon bin olduğunu öne sürer. Aradaki fark, büyük ihtimalle Rusların Abaza ve Kabardey halkını ayrı tutup sadece Çerkes sayısını vermelerinden, Çerkes kaynaklarının ise hepsini toplu olarak göstermelerinden çıkmaktadır.

Yine Çerkes kaynaklarına göre 1860’larda Türkiye’ye göç etmek için yola çıkanların sayısı 1 milyon 500 bindir. Şemseddin Sami o dönemde Türkiye’ye gelenlerin sayısını 200 bin olarak belirtir.

Rus kayıtlarına göre 1926 yılında Kuzey Kafkasya’da 219 bin 338 Çerkes (Adige dahil), 139 bin 925 Kabardey, 174 bin 125 Abaza vardır. Bölgede ayrıca Karaçay, Balkar, Nogay, Kumuk, Türkmen, Asetin, İnguş, Çeçen, Dağıstanlı boyları yaşamaktadır.

Evliya Çelebi’ye (1650’ler) göre, Çerkes kabileleri şunlardır:

Şefake, Kabardey, Abaza, Bozuduk, Mamşuh, Besni, Katuhay, Mamaluk, Birtaç.

Soğucuk Valisi Ferah Ali Paşa’nın katibi Mehmed Haşim Efendi’ye göre (1770’ler) ise, şu kabileler vardır:

Abaza, Abzegh Natukuay, Natuhaç, Shapsugh, Kemürgüy, Bjedugh, Batra, Çiget, Wubıh, Besleney, Sebilde, Kabardey. (Cevdet Paşa Tarihi 3, sf. 147)

1870’lerde Rus hükümeti memurlarından Lulier mevcut Çerkes kabilelerini sıralar, ancak Abazaları bu gruba dahil etmez:

Abzegh, Shapsugh, Natakaç, Kabardey, Besleney, Mohoş, Kemguy, Hatukuay, Bjedugh, Zan, Çöbein, Hegaik, Hetuk (Adalı).

Cevdet Paşa, “Çerkesler arasında 3 sınıf bulunduğunu, bunların pşı (bey) özden (asilzade) ve tokav (avam, halk) olduğunu” anlatır. “Fakat Abaza ve Abzegh halklarında bey sınıfı yoktur. Ecdadı sipahilerden gelen özden grubu bey statüsündedir” diye ekler.

A. Dırr, sınıf taksimatını şöyle yapar: Pşı (bey), work (asilzade), tlokot (halk), pçetl (köle).

Çerkeslerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra bu feodal ilişkiler zayıflamışsa da tamamen ortadan kalkmamıştır.

Aile teşkilatında da bu sınıflaşma göz önünde tutulur, herkes kendi dengiyle evlenirdi. Kabileler arasında da bu adet sürerdi. Mesela bir Adige özdeni ancak bir Kabardey beyinin kızını alamaz, ancak bir Kabardey özdeni kızıyla evlenebilirdi. Çok katı ahlaki kurallar uygulanır. Evlenmede kız kaçırma adeti vardı. Yeni evliler ilk çocuk dünyaya gelene kadar birbirleriyle alenen görüşemezlerdi. Kızlar yalnız zifaf gecesi kocasının açabileceği bir iffet kemeri taşırlardı. Çocukları kendi ailesinde değil de, yabancı ailelerde yetiştirirlerdi. Buna atalık müessesi denir Bu adet Çerkes kabilelerinin birbirine bağlanmasını kolaylaştırmıştır. Çerkes evleri genelde tek göz olurdu. Ancak her evin yanında bir “konak odası” bulunurdu ki, orada misafirler ağırlanırdı. Çerkeslerde kan davası gütmekte yaygındı.

Bu adetlerin ancak bir kısmı günümüz Çerkeslerine yansımıştır.

Şimdi burada durup bir açıklama yapmak isteriz. Çerkeslerin Türkler ile hiç alakası olmadığını, kültür ve adetlerinin farklı olduğunu söyleyenler, en azından “kız kaçırma” adetinin, namus kavramının aynı olduğunu kabul etmek durumundadırlar. Ayrıca konak kelimesi bizim konuk diye kullandığımız kelimedir ki, Kırgız ve Kazak Türkleri de konak der.

Dil konusuna gelince, Çerkeslerin dili üzerine 17. asırdan beri yapılmış çalışmalar vardır. Bunların en önemlilerinden biri olan Lopantinski, Adige dilini üç lehçeye ayırır:

1) Kiah (Aşağı Adige, Lulier bunu “genel Çerkesce” sayar),
2) Besleney (Orta Adige),
3) Kabardey (Yukarı Adige).

Şimdiki durumda Kabardey lehçesini Kabardey ile Besleney kabileleri konuşur. Kiah ise, Çemkuy, Bjedugh, Shapsugh, Abzegh, Temirguy kabileleri konuşur.

Çerkesce, daha yaygın kullanılan ifade ile Adigece, büyük ölçüde Arapça’nın (yani Sami bir dilin) etkisi altındadır. Ayrıca Kırım Türkçe’si, Osmanlıca, Nogayca, Balkarca, Karaçayca’nın (yani Ural-Altay dillerinin) da önemli etkisi vardır. Bilhassa son 150 yılda Rusça’nın (yani Hint-Avrupai bir dilin) etkisi altına da girmiştir.

Adigece’nin grameri bilinen hiç bir gruba uymaz. Yani ne Hint-Avrupai, ne Sami, ne de Ural-Altay dillerinin gramerine benzemez. Tıpkı Kürtçe ağızlar gibi!.. Açıkça söylemek gerekirse, her ikisinin de tutarlı bir grameri yoktur, çünkü hem Adigece, hem Kürtçe kabul edilen ağızlar “toplama-derleme” dildir.

Çerkesce veya Adigece bir yazı sistemi de yoktur. İslamiyet’i kabul etmelerine rağmen Arap harflerinin 19. yüzyıla kadar kullanıldığı da malûm değildir. 1841’de aslen Çerkes olan ŞORA Bekmurzin-Nogmov, Kiril harfleri ile bir Çerkes alfabesi hazırlayıp Rusya İlimler Akademisi’ne vermiş ise de; Akademi üyesi Şegren, “bu alfabenin Arap harfleri olmasının daha uygun olacağı” görüşüyle projeyi uygulamadan iade etmiştir. Ömer Bersey adında başka bir Çerkes, yılında Kril alfabesiyle başka bir alfabe düzenleyip yayınlamıştır… 1904’de Dr. PEÇEHALLUK Mahmud, bu sefer Latin harfleri ile bir alfabe neşretti. 1910’da İstanbul’da ve Mısır’da Arap harfleri ile birer alfabe yayınlandı. (Kafkasya Dağlıları Mecmuası, Paris, 1939) 1925’de Latin harfleri ile 1939’da Kiril harfleri ile birer alfabe yayınlandı.

Alfabe olmadan yazı olmaz, yazı olmadan da edebiyat olmaz. Yazısı ve edebiyatı olmayan da dil olamaz! Dünyada 5 bin kadar ağız vardır ama, bunlardan 200 kadarı dil sayılmaktadır. Çerkesce’nin veya Adigece’nin dil sayılacak hale gelmesi, Sovyetlerin Türk boylarını birbirinden koparıp her birini ayrı bir millet gösterme politikası sonucu ancak 1940’lardan sonradır.

Yazısı olmasa da Çerkeslerin sözlü bir kültürü, dilden dile, ağızdan ağıza, nesilden nesle dolaşan destanları, şarkıları, türküleri vardır. Folkloru, bütün Türk boyları gibi, çok zengindir. Kuzey Kafkasya’da yaşamış olduğu öne sürülen ve Nart adı verilen mitolojik kahramanların menkıbeleri, bütün Kafkasya dağlılarının malı olmasına rağmen, bilhassa Asetinler ve Kabardeylerde yaygındır ve bozulmadan muhafaza edilmiştir. Diğer Çerkes kabilelerinde ise, daha sonraki tarihi olayların etkisiyle bu efsaneler değişikliğe uğramıştır.

Ancak unutmamak gerekir ki, bu efsaneler Balkar ve Karaçay Türeleri’nde de Türkçe olarak yaşar. Bu yüzden tümü unutulmuş büyük bir Kafkas destanının parçaları olduğu ve İran-Turan savaşlarından kaynaklandığı söylenmektedir. (Kabardinsky Folklor, sf. 5)

İş burada da kalmaz… G. N. Potanin, daha da ileri giderek, Kafkas halklarındaki bütün destanların kaynağını Altaylar’a götürmüş, şahıslar ve motifler bakımından bunların tamamen TURANÎ (Türk) olduğunu belirtmiştir! (Vostoçnie Motivt v Srednovekovom Evrop. Epose, Moskova, 1899)

Örnek mi istersiniz? Çerkeslerin Nart menkıbelerinin kahramanı çoban Sos‘un oğlu Sosruko‘dur… Bu kişinin doğumu, Dede Korkut hikayelerindeki Tepegöz’ün doğuşuna tıpatıp benzer. Çelik vücudu, onun vücuduyla aynı özellikleri taşır. Bir tek fark Sosruko, tek gözlü değildir, ama efsanede İnal adında tek gözlü biri vardır… Öte yandan Tepegöz ancak dizinden vurulursa öldürülebilir. Sosruko da öyle!.. Sosruko’nun İnij ile mücadelesi, yine Dede Korkut’un bir hikayesinde Basat ile Tepegöz’ün çarpışmasının bütün motiflerini taşır!

Aslında bu motifler, Grek mitolojine de Amazonlar ve Pelasklar vasıtasıyla yansımıştır. Ulyses meşhur deniz yolculuğunda Tepegöz’le karşılaşır ve onu yener! Greklerin Pelasklar karşısında kapıldıkları kompleks, onlarda bu karakteri kötü gösterme, ve onu yenme şeklinde tepki vermiştir. Öte yandan Truva savaşında Aşil, ancak topuğundan vurulursa öldürülebilir.

Hemen hatırlatalım ki, Firdevsi’nin Şehname’si, aslında Türkleri anlatır!.. İran kahramanı Zaloğlu Rüstem’in başarıları da, İran’ı Türk hakimiyetinden kurtarmaya yetmez. Persler hariç, İran hep Türkler tarafından idare edilir!.. (2)

Bir diğer Çerkes destanı da şöyledir:

Nart kahramanı Nasren Jake, halkından çalınan ateşi geri getirmek isterken devler tarafından yakalanır, Elbruz tepesinde zincire vurulur. Bir kartal her gün gelip Nasren Jake’nin ciğerini yer!..Sonunda bir başka Nart kahramanı Peterez, kartalı okla vurur ve Nasren Jake‘yi kurtarır. Nartlar da tekrar ateşe kavuşur!

Bu efsane de Grek mitolojisindeki Prometeus hikayesini andırmaktadır. Kökeninin Orta Asya’dan bütün dünyaya yayılan Ateş Kültü olduğu açıktır. (3)

KAYNAKLAR:
1)
Bu yazı İslam Ansiklopedisi’ndeki Çerkesler maddesinden yararlanarak hazırlanmıştır. ( 3. Cilt, sf. 377-386, M.E.B., İstanbul, 1977)
2) Bakınız: Dünya Medeniyetinde Türklerin Payı bölümü
3) Bakınız: Büyük Araştırmacı Kazım Mirşan’ın Tespitleri bölümü