KULEYİ GÖRMEK

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
18.01.2006

Kuleyi bir kez gören asla unutamaz.

“…Kuleleri ilk kez bir akrabasının evinde, eski ve solmuş bir kartpostal üzerinde görmüştü. Bir vadi içerisine kurulmuş dağ köyünün yıkık evleri arasından yükselen kuleler ilk anda fantastik bir yerin kurgulanmış bir görüntüsü gibi gelmişti ona. Yıllar sonra o kartpostaldaki kuleler başka basılı kaynaklarda da karşısına çıktı. Her karşılaşma onlara olan ilgisini pekiştirerek bu esrarengiz yapılar hakkındaki merakını daha da artırdı. Şüphesiz, büyük dedesinin bu yapıların bulunduğu ülkeden göçmen olarak gelmiş olması bu ilginin kaynağını oluşturuyordu. Silik fotoğraflarda yer alan görüntüler yıllar geçtikçe hayalinde kendinden de bir şeyler kattığı silinmeyen imgelere dönüştü. Her yetişkin insanın kendi içinde oluşturduğu ve özenle biçimlendirdiği saklı bir dünyası vardır. Onun için de kuleler, yıllar geçtikçe gün be gün daha da artan hislerle algıladığı yaşamın karmaşasından, acılarından, monotonluğundan yılgınlaşarak en sıkıntılı anlarında adeta kaçarak sığındığı içindeki dünyanın değişmeyen siluetlerine dönüşmüşlerdi.”

Kuleler, işlevselliğinin ön planda tutulması ve yapım tekniğinden de kaynaklanan etkenlerle gösterişten uzak sade yapılardır. Ayrıca bu sadelik onların yapıldığı doğaya da herhangi bir aykırılık içermeden büyük uyum göstermesine neden olur. Uzaktan şöyle bakılarak geçilen bir kule, insana fazla bir şey anlam ifade etmeyebilir. Çünkü kuleler bu uyumun sonucunda öyle doğa içinde ilk bakışta kolayca fark edilemezler. Aslında, görkemli antik kentlere aşina bir insan tarafından kolayca fark edilmemek, bir dağ kenarında veya ıssız vadide yükselen tek bir yapının doğal kaderidir. Yıkık bir kulenin dört duvardan ibaret yükselen kalıntısı, tarihin eski devirlerinden bugüne ulaşmış türlü süslemelerle bezeli oymalı görkemli mermer sütunlu yüksek mimarlık ürünü anıtların yanında ne kadar etkili olabilir ki? Sıradan bir insanın, ünlü bir insanla toplum tarafından tanınmışlık açısından karşılaştırılmasına benzer bir durumdur bu. Ya da, çoğu zaman en yakınımızdaki insanları tanıma fırsatı bulamadan, uzaklardaki bir ünlü şahsiyetin neredeyse tüm özelliklerini bilmemize benzer. Kule de böyledir. Onu tanımak için özel bir çaba göstererek yakınına kadar gitmek gerekir. Ancak, bir fırsat bulup o yıkık dört duvarın yanına gittiğinizde dahi o hemen kendini göstermez. Çünkü kuleye dıştan sadece bakılabilir. Görülmez.! Kuleyi görmek için içine girmek gerekir. O sade ve sadece duvarlardan oluşan yüksek yapının içine girildiğinde anlaşılır her şey. Bir fırsatını bularak ya da tesadüfen konuşulan, konuştukça hayata bakışı, kavramları algılayışı ile hayretler içerisinde bırakan sade bir insan gibi –ki her insan hak eder aslında böyle bir ilişkiyi- o yıkık uçlu duvarlardan ibaret olan yapı da bir anda insanı sarıp sarmalar. Kulenin içinde geçen her saniye bir yaşamın verebileceği kadar anlamlı, türlü düşüncelere sevk eder insanı. Her şeyden önce kulenin içe dönüklülüğü ile kendisi arasındaki var olan benzerlik şaşırtır insanı. İnsan öz’de çok yalın bir varlıktır. Çocuk kadar saftır. Bakmayın bir yetişkinin öyle gizemli göründüğüne, onu yaşadığı çevre, yaşamın getirdiği kişisel tecrübe, kültür ve inanışlar gün geçtikçe daha da karmaşık bir yapıya büründürmüştür. Zamanla insan, hızla geçen yaşamın içinden bir fırsatını bularak, kıyıya çıkar gibi kenara çekilerek kendisini izlediğinde, özünün artık kaybettiği o başlangıç yalınlığına da büyük bir özlem duyar. Yaşamın getirdiği zorluklara isyan ederek kendi içinde oluşturduğu dünyaya kaçmasının nedenlerinden biriside bu özlemden kaynaklanır. Kule içine girerek kendisini görene eşiz bir sığınma mekanı olarak insanın özündeki yalınlığı tekrar hatırlatır. Benzer meziyetlerin insani ilişkilerdeki yakınlaştırıcı bir özelliği vardır. Bu, kule ile insan için de söz konusu olur. İçine giren insan aslında kendisinin de bir kule olduğunun farkına varmıştır. Kulenin içinde, düşünen insan için zaman durmuştur artık. Kule, insanın içine girerek onu kendisine gönüllü bir mahpusa çevirmiş, adeta hapsetmiştir. Kuleyi bir kez gören bu nedenle onu bir daha hiç unutamaz.

Kuleyi görmek demek onu düşünce ve hayal dünyasının bir parçası gibi hep yanında taşımaktır.

“.. Uzakta bir kaya parçası gibi duran kuleye doğru yaptığı yürüyüşüne biraz soluklanmak için ara vererek durdu ve dikkatlice baktı. Tepenin ucundan yıkık bina kalıntıları arasından yükselen kule öyle fazlaca ilgisini çekmedi ilk anda. O, o anda yıllardır görmek için içinde büyük istek duyduğu bir yapı değil de, sanki sık ziyaretleriyle sıradanlaşmış aşina bir yer gibiydi. Kuleye doğru belli belirsiz uzanan ve üzerinde sadece yabanıl hayvan izlerinin bulunduğu ince patikadan tereddütsüz adımlarla yürüyüşüne devam etti. Her adım atışında kuleye daha da yaklaşıyordu. Patikanın dik ve kıvrık köşesine ulaştığında kule artık görülmez olmuştu. Genç, adımlarını sıklaştırarak kıvrımlı yolda yürüyüşüne devam etti. İnce dik yolun sonuna ulaştığında ilk anda büyük bir şaşkınlık geçirdi. Patikanın uzandığı son dönemece kadar, uzaktan tam olarak görülmesi mümkün olmayan yıkık yapılar, bina kalıntılarının zengin ve heybetli varlığıydı şaşkınlığının nedeni. Her biri birkaç katlı kulevari olan yıkık geniş duvarlı taş yapılar yabanıl otlar arasından yükseliyor, binalar arasında yer yer duvarlardan dökülmüş taşlarla kaplı ince sokaklar gözünün önünde alabildiğince uzanıyordu. Aşağılardan bakıldığında görünen kule ise, eskiden büyük bir kasaba olduğu anlaşılan bu metruk yerleşimin en yukarısında, büyük bir anıt gibi yükseliyordu. Kulenin yanına geldiğinde, uzaktan fark edilmeyen büyüklüğü karşısında daha da şaşırdı. Kulenin, hayranlıkla seyrettiği kurumuş ve zamanla kızarmış yosunlarla kaplı taş duvarları ince bir işçiliğin eseriydi. İçinde, kulenin içerisine girmek için büyük bir merak uyandı.  Ancak kulenin giriş kapısı yandaki binaların yıkık duvarlarından dökülen arduvaz taşlarla tamamen kapanmıştı. Kendisine kapıdan girebilecek kadar küçük bir geçit açabilmek için ıslak taşları bir kenara yığdı. Bir süre sonra emekleyerek girebileceği kadar bir aralık oluşmuştu. Sürünerek içeri girdi. Birden ne olduğunu anlamadan, elinin altındaki ıslak taşlardan kayarak kendini kulenin içinde ıslak ve yumuşak bir zeminde kör bir karanlığın içerisinde buldu. Gözü karanlığa alışana kadar bekledi.. ”

“..  Yanında yükselen kule duvarına bitişik olarak inşa edilmiş yapı, içerden beyaz toprak ile sıvanmıştı. Beyaz sıvanın döküldüğü yerlerde altta kalın balçık sıvanın üzerinde sıvacı kadınların el izleri hala görülüyordu. Katlar arasındaki ahşap zeminler tamamen yok olmuştu. Yerde, türlü yaban otları, yıkık duvar taşları arasında görülen kırık yemek kaplarından bir zamanlar mutfak olarak kullanıldığı anlaşılan odanın bir duvarında, kör pencerenin içinden yangın sırasında kararmış bir toprak kaseden kim bilir hangi yiyeceğin eriyerek duvardan aşağı akmış yağlı izleri vardı. Genç adam, yıkıntılar arasında zorlukla yürüyerek binadan çıkarken ayağının altında ucu yanmış bir ahşap parçasına gözü takıldı. Eğilerek yerden aldığı üzerindeki oyma süslemeleri hala belli olan bu parça, bir zamanlar kınalı ellerin ninniler söyleyerek salladığı bir beşiğe aitti.”