KORKAK ÇERKES

Dr. YEDİC Batıray Özbek
24.09.2005

1974 yılı yazında, ninem Goşechuray Jançat’ın; anlata anlata bitiremediği  anavatan Adigey’e Ürdünlü arkadaşım Omran Tahavuch ile birlikte  turist olarak gitmiştim.

O zamanlar turistlere kapalı olan Adigey’e girebilmek için Bonn’da ki SSCB Konsolosluğu’ndan özel vize almamıza rağmen Adigey Avtonom Oblast’a girişimiz önlenmek istenmişti.

Ancak devamlı mücadele sonunda başarılı olduk ve Maykop’a gidip kalma iznini almıştık. Bizden  önce bildiğim kadarıyla Türkiye’den ilk kez sayın Mesut Şurdum girebilmişti .

İşte bu seyahatimizde Maykop Yüksek Öğretmen Okulu rektörü sayın Naçıko ile de görüşme imkanı doğmuştu ve bize sohbet sırasında Doğu Almanya’da ki bir anısını anlatmıştı.

Doğu Almanya’da dünya filozoflar kongresinde yanımda oturan bilim adamı; hangi milletten olduğumu sorar. Adige olduğumu söyleyince, Çerkes’sen kaman nerede, der.

Naçıko ceketinin iç cebine elini atar ve dolma kalemini çıkararak; işte kamam!

Böyle bir cevap beklemeyen bilim adamı;
– Çerkeslerin en güçlü kamayı ellerine aldıklarına sevindim. Bu yeni kamayı da, hakikisi gibi o derece güzel kullanacaklarına inanıyorum, der.

Yine Heidelbeg Üniversitesi Güney Asya Enstitüsü’nün asansörünü çağırmıştım. Asansör gelir ve içeride U. Landmann ve Prof.Dr. Sarkisyanz vardır. Beni gören Landmann;
– Dikkat, bir Çerkes, der.;

Professor;
– Çerkesse kaması nerede?

Bende Naçıko’yu hatırlayarak kalemimi gösterince gülümser ve o da;
– En güçlü silahı ele aldınız. İyi kullanacağınıza inanıyorum.

Şüphesiz ki en güçlü silah kalemdi ve halende kalemdir.
– Çağın en güçlü silahını acaba yeterince kullanmasını öğrendik mi acaba, sorusunu kendi kendime çok sordum.

Ben;
– Hayır, diyorum.
– Hayır, çünkü halen bir alfabede anlaşamadık.;
– Hayır, çünkü halen tarihimizi, kültürümüzü inceleyip yazamadık.
– Hayır, çünkü geçmiş tarihimizi kültürümüzü yeterince biz bilmiyoruz ki, diğer insanlara devletlere ve milletlere nasıl anlatabilelim ve öğretebilelim.

Hayırlar listesini çoğaltabiliriz.

İnternet sayfalarında gençlerimizin çok değerli yazılarını okuyorum. Bazıları asıl adlarını yazmıyorlar. Herkesin kendine göre haklı göstereceği bir nedeni vardır muhakkak. Ancak yazdığı bir yazıya gerçek adını vererek sahip çıkamayan kişiye, okuyucu ne kadar güvenir acaba? Yazdığı yazının sorumluluğunu üstlenmek, medeni cesaretin bir örneğidir.

Bundan otuz yıl kadar önce Stuttgart kentinde Adige ve Abazaların, çoğunlukla gittiği bir kahve vardı. Ürdünlü Tahawuch Imran’da oraya gidiyor ve sohbet ediyordu.

Bir gün Çerkes arkadaşlarına:
– Gelin bir dernek kuralım, der.

Aralarından biri;
– İmran bırak dernek kurmayı. Devletimizle başımızı belaya sokma. İşte bu kahvede bir araya geliyoruz.

Aldığı yanıta şaşırır kalır üzülür bir süre gitmez.

Yine de onlara dayanamaz ve kahveye gider. Dernek kurmaktan çekinen hemşerisini göremez ve nerede olduğunu sorunca;

‘’Bırak devletimizle başımızı belaya sokma’’ diyenin, bir kaç gün önce kahveye gelen ‘’biz buraya bu gün Çerkes kanı içmeye geldik‘ diyen üç kişiyi tabancasını çekerek ‘’Çerkes kanı çok acı olur, içemezsiniz‘‘ diyerekten öldürdüğünü anlatırlar.

Dernek kurmaktan korkan Çerkes.

Ve üç kişiyi öldürmekten korkmayan Çerkes.

Ne demek istediğimi anladığınıza inanıyorum.