KENTE GELEN KÖYLÜ KALAMAZ!

Prof. Dr. Doğan Kuban
CBT – 13 Şubat 2009

Yarım yüzyılda nüfusu 10-15 kat artan kentlerin fiziksel değişimi şaşırtıcıdır. Fakat bu olgunun sosyal, psikolojik ve kültürel sonuçları yeterince incelenmemiştir. Değişmeyi yaşayarak izledik. Fakat hastalıklarının toplum kültürüne bağlı nedenlerini yeterince analiz edemedik. Bu köylülük değil, kente uyum tartışmasıdır. Bugün geleneksel tavırları bırakamayan ve çağdaş kent uygarlığının temsilcisi olamayanların çoğunluk oluşturduğu kentlerde yaşıyor.

1970’lere gelirken, Anadolu’dan gelen köylülerin gecekondu yapmak için uygun buldukları Boğaz yamaçlarında kendime bir ev yapmıştım. Yerleştikleri zaman derme çatma gecekondularda oturuyor, eşleri evlerde yardımcılık yapıyor, erkekler buldukları işlerde çalışıyorlardı. Kışın kuru dalları, olmazsa yaş ağaçları kestiklerinden, koruları korumak için adeta bir savaş verirdik. Yıllarca kadınları köylü giysilerini değiştirmediler. 40 yıl içinde o bölgenin ve insanın nasıl değiştiğini izledim ve yaşadım. Bu arada bazı ailelerle dostluk kurdum. Bu ailelerden biri Doğu Anadolu’dan gelen Alevi bir Türk ailesiydi. Diğeri yine Doğu Anadolu’dan gelen Sünni bir Kürt ailesiydi.

50 yıldır İstanbul’u bilmiyor

Türk ailenin 55 yıl önce İstanbul’a gelen 20 yaşındaki genç annesi bugün 75 yaşında. Alibeyköy’de oturuyor. Fakat 50 yıl boyunca İstanbul’u görmek için bile dolaşmadı. Ne İstanbul’u biliyor ne İstanbul’un yaşamına katılıyor. Okuma yazma bilmiyor, hala köyündeki gibi giyiniyor. Ve köydeki gibi sac üzerinde ekmek pişiriyor. Ömründe tiyatro, konser, opera görmedi. Kitaba da, gazeteye de dokunmadı. Gerçi köydeki gibi inek ya da koyun sağmıyor; yağ, yoğurt yapmıyor. Tarlada çalışmıyor. Üç katlı bir apartmanda oturuyor. Oğlu okuyan bir vatandaş, devlet memuru olarak emekli olmuş bir şoför. Oldukça iyi okuyan, Türkiye’nin politikasından haberdar ve çocuklarını üniversite ve lisede okutan bir kentli vatandaş.

İkinci ailenin babası 10 yaşında İstanbul’a amcasının yanına geldi. Bir iki yıl okumuştu. Diploması yoktu. Boğaz vapurlarında ayakkabı boyardı. Büyüyünce köyden amcasının yine okuma yazma bilmeyen kızıyla evlendi. İki çocuğu oldu. Irgatlık yapıyordu. Çalışkandı. Bir kamu kuruluşuna girmek için birkaç yıl çalışıp dışarıdan ilkokul diploması aldı. Belediye fidanlıklarında çalışıp oradan sigorta emeklisi oldu. Aile bir araya gelip imece ile kendilerine bir gecekondu yaptılar. Karısı evlerde yardımcılık yaptı. Çocukları ilkokulu bitirdi, fakat ortaokulu bitiremediler. Oğlu küçük yaşta çalışırken bir iş kazasında bir parmağını kaybetti. Şoför oldu. Kız evlendi. Anne artık çalışmıyor. Köylü gibi giyinip, köylü gibi yaşıyor. Okuma yazması yok. Eve gazete girmez.

İstanbul’a gelen hiçbir ailenin hikayesi aynı değildir. Karadeniz yöresinden hali vakti yerinde bir köylü ailesi tümüyle İstanbul’a göçtü. Hepsi okumuş, liseyi bitiren var, üniversite bitiren yok. Fakat kız çocuklardan biri lisenin fen bölümünü bitirip kendi gibi köy kökenli bir öğretmenle evlenmiş. Onların çocukları üniversiteye gidiyor.

İstanbul’a gelen iki tür köylü

İlk gelenler çokluk daha fakir ve topraksız köylülerdi. Daha sonra topraklarını bırakanlar geldi. Bu iki grubu toprak ağaları izledi. Köyde hala akrabaları var. Fakat gençlerin hiçbiri köye dönmek, tarlada çalışmak istemiyor. İstanbul’un bütün eziyetini, fakirliklerine karşın, çekmeye hazırlar. Çünkü İstanbul’un en kötü mahallelerinin bile köyden fazla konforu var. Temiz hava dışında.

Okula devam giderek artıyor. Köyden ya da küçük kentten gelen doğal bir asimilasyon ve eğitim sürecinden geçiyor. Değişmenin yavaş olduğu da söylenemez. Kanımca Türk kırsal insanında çok kıvılcım var. Bazıları ateş de oluyor. Fakat bu ateş çağdaş uygarlık düzeyine yükselmeden söndürülüyor. 1980’den sonra bunun mekanizmaları sistematik olarak yurtdışında kuruldu. İçlerinde bulunduğu koşullar bu halkı Nietzsche’nin sözünü ettiği sürü davranışına katıyor. “Bağımsız ve üstün bir zeka bu toplum için bir tehlike olarak algılanıyor.” (Nietzsche, “İyi ve Kötünün Ötesinde”, 1886).

Dışarıda çalışmayan ve okuma yazma bilmeyen kadınların kentli gibi düşünüp davranmaları söz konusu değildir. Davranışları Avrupa’daki gettolarda yaşamaya devam eden Türklerinkine benzer.

Çocuklarını okutma isteği Türk köylüsünde var. Fakat ekonomik olanakları çocuklarını okutmaya elverişli değil. Onun için minimumla yetiniyorlar. Fakat dünyayı TV’de izliyor ve ekran önünde tüketici oluyorlar.

Köy ve kasabada iken

Köylü köyünde, kasabalı kasabasında otururken yerleşmiş bir kurumun üyesidir. Yüzlerce yılda oluşan geleneklere uyarak yaşar. Maddeci ve pragmatist’tirler. Yaratıcı değildir. Edilgendir. Değişmeye karşı dayanıklı bir kültür yapısı vardır. Tutucu ve dindardır. Duygusaldır. İstekleri bilgileri ile orantılı olarak sınırlıdır. Dünyayı kendilerine yansıtan kavramlar çok azdır. Sözlükleri de sınırlıdır. İnanç dünyalarından aktarılmış pratik bir ahlak eğilimi dışında, bir dünya vizyonları yoktur.

Köylü tarih boyunca folklor, el sanatları ve aşık edebiyatı dışında bir şey üretmemiştir. Kırsal düşünceye egemen olan dinsel söylem, ritüelle belirli, değişik boyutlarda günlük yaşamla iç içe geçmiş, analizi zor, belki de olanaksız bir söylemdir. Bu kendi sınırlarında yorumlanmış bir halk İslam’ıdır. Kentlerde dinsel niteliğini yitirten bir politizasyona uğramıştır. İçerdiği nadir tepkiler dinsel niteliğinden değil, dinsel düşüncenin köktenciliği ile beslenmiş dünyasal endişelerden kaynaklanır.

Köylü ve küçük kasabalı büyük kente geldiği zaman bu özelliklerin hangileri değişiyor? Kente göç eden köylü artık yerleşmiş bir kurumun üyesi değildir. Yerleştiği yere, çalıştığı yere, çevreye, giyime, yemeye, içmeye ilişkin uyum sorunları vardır. Köydeki büyük aile, aşiret, klan örgütünü kentteki mahallede yaratmaya çalışır. Mesken edinebildiği yere yerleşir. Fakat köysel stabilitesi kaybolmuş, yabancılaşmıştır. Çok sınırlı bir geçim düzeyinde yaşarken kent konforuna istese de sahip olamaz. Kentin sağladığı olanaklara çabuk kavuşamaz.

Yine de kentteki yaşamı, köydekinden daha iyidir. En büyük handikabı bilgisel ve davranışsaldır. Köydeki bilgi kente yetmez. Ne var ki kente gelen köylüyü otoritesi ve sayısal çokluğu ile eğitecek bir kent artık kalmamıştır. Kentli davranışı, kırdan göç karşısında azınlıktadır.

Yağma Ekonomisi

Gecekonduyla harekete geçen dev yağma mekanizması değişik bir ekonomi yaratmıştır. Ancak yerleşmiş kentlide olabilen toplumsal, çevresel, estetik ve ahlaki kaygı azınlıkta kalmıştır. Herkesin kabul ettiği %60 kaçak yapılaşma bunun sonucudur. Çöp, ulaşım, trafik, hava kirliliği, estetik, kitap okuma, gazete, kaldırım, otopark kabadayılığı, devlet arazisi ve orman yağması, belediye örgütlenmesinin yetersizliği, dinin politik simgeye dönüşmesi, tarihi mirasın yok edilmesi , belediye örgütlerinin karmaşık kent olgusunu anlamakta zorlanması kentlileşememiş göç insanının doğrudan olmasa bile dolaylı gösterileridir.

Kent kentsel davranış yoksulu, onu öğrenmeye vakit bulamamış kalabalıkların, daha doğrusu onları manipüle eden benzer kültürlülerin elindedir. Kır kenti esir almıştır. Ne var ki böyle bir analizde, kırdan köyden gelenleri istilacı gibi görmek yanlışına kapılmamalıdır. Gelişmelerden huzursuz olmanın verdiği tavırlarla olumsuz sözcükler nesnel bir analizi amacından saptırabilir. Bizim durumumuz, ulusal devlet sınırlarının, demokrasi denilen genel geçer politik oyunun, emperyalizmin, İslam dünyasının ortaçağda kalmış düşünce yapısının neredeyse determinist bir sonucudur.

Kentlileşememiş insan bilgi değil iktidar istiyordu, temsilcileri iktidardadır. İktidar onları fakirlikten kurtarmamıştır. Yeni kentlinin tarih bilinci ne ulusalı, ne de evrenseli arayacak niteliktedir. Toplumsal kaygısı kendi geleceği ile ilgilidir. Geçmişi unutmuştur. Geleceğe uzun vadeli bir perspektif içinde bakamaz.

Bu ortamda bütün bilimler, sanatlar, üretimler, bugünü kurtarabilecek geçici kurumsallaşmalar içinde, iktidar oyununun sahneleri olarak vardır. Üniversite kurulur. Üniversite olması tabelasında kalabilir. Araştırma enstitüsü kurulur. Fakat araştırma yapacak bütçesi olmaz. Öğretim vardır. Hocası ve kitabı bir türlü yeterli olamaz. Sayı arttıkça her şey reklam levhasına dönüşür. Eğitim çoktan oy’a kurban olduğu için, kırsal insanın oyunu sağlayacağı düşünülen ortaçağ zihniyeti, çağdaş eğitim yoğunluğuna ulaşmıştır.

İstatistik bir oyundur. Kent bir programsız agglomera’dır. Kente üşüşen toprak yağması isterisi, belediye, plan, imar, tarihi çevre, doğal çevre, sağlıklı çevre kavramlarının içini boşaltmıştır. Çağdaş Türkiye’nin bütün hastalıkları, kırda değil, kent adı verilmekte devam edilen kaotik oluşumlarda, fakat çağdaşa ulaşamamış kırsal kültür temsilcileri tarafından sergilenmektedir. Bu temsilciler ne köylüden, ne de sadece köyden gelenlerdir. Batı’nın 21. Yüzyıl sömürgecilik vizyonunun bilinçsiz temsilcileridir.

Bunlar ne köylü, ne kentli. Sorun da bu yönsüzlüktedir.