KENDİMİZİ TANIMLAMAK

BABUG Ergun Yıldız
26.11.2005

Geçenlerde bir sohbete şahit oldum tesadüfen.

Gençlerden bir tanesi diğerine böbürlenerek  şöyle söylüyordu:
– Biz Çerkes’iz oğlum.
– Çerkes ne yaa, hiç duymadım ben?
– Bizler yüz küsur yıl önce Kafkasya’da yaşıyormuşuz, sonra Ruslar bizi sürmüş topraklarımızdan…
– Vay be!
– İşte o nedenle yıllardır mücadele içerisindeyiz ve sonuna kadar da böyle sürecek.
– Helal sana, doğuştan askersiniz desene… Nasıl bir şey sizin diliniz? Biraz konuşsana…
– Şey… Ben bilmiyorum dilimizi.
– Haydaaa!  Olur mu ya insan anadilini bilmez mi hiç?
– Annem babam konuşuyorlar aralarında ama bana öğreten olmadı.
– Neresi bu Kafkasya tam olarak, hiç gittin mi sen?
– Gitmedim ama biliyorum yerini. Karadeniz ile Kazar mı Hazar mı ne, işte o denizin arasında kalan yer. Orası bizim vatanımız ve düşmandan temizleyeceğiz inşallah bir gün.

Bu diyalog böyle sürdü gitti.

Çok üzülerek söylüyorum ki, bu gün bir kısım kardeşimizin Kafkasya ile ilgisi geçen diyalogdaki karaktere benzer trajikomik bir biçim arz ediyor. .

Kendisini Çerkes, Kafkasyalı olarak tarif eden bazı kişilerin adına söz söyledikleri kültür ile, halk ile, toprak ile uzak yakın bir alakaları kalmamış.

Onları mı suçlamalıyız, yoksa kendimizi mi?

Bana kalırsa en az onlar kadar kendimizi de suçlamalıyız bu konuda.

Eğer bizler yetişen neslimize sahip çıkmış olsaydık, eğer bizler bu gün boşalan yerleri yarın onların dolduracaklarını hesaba katmış olsaydık, şimdi bu karakterlerle karşılaşmazdık hayat sahnesinde.

Çerkes olmanın sadece saygıdan ,kurallara (çoğu zaman niçin olduğunu bile anlamadan) riayet etmekten, içerisine girilen topluluğa uyum adabından öte bir yüzü daha olduğunu öğretmedik gençlerimize.

Cemiyete karşı sorumluluk duygusunu, vatan duygusunu, vatana karşı sorumluluk duygusunu hiç işlemedik bu güne kadar.

Ait olma hissini veremedik.

Kendisini ait hissetmeyen kişi doğal olarak sorumlu da hissetmez.

Kendisini sorumlu hissetmeyen kişi de sahiplenme savunma duygusu geliştiremez.

Dolayısıyla, çıkan en küçük bir engelde iki seçenek vardır önünde:

Ya sırtını döner gider.

Ya da böyle olursa ben varım diyerek kendi şartlarını dayatır.

Her iki durumda da fedakarlık bekleyemezsiniz, sabır, azim, kararlılık ve mücadele duygusu bekleyemezsiniz.

Mücadele kararlılığı, fedakarlık azmi ve aidiyet bilinci olmayan bireylerin oluşturduğu hareket bir hobi faaliyetidir eninde sonunda.

Asla bir dava olarak tanımlayamayız.

İşte bu nedenle önemlidir aidiyet duygusu.

İşte bu nedenle boş övünmelerin ötesinde bir halk olma bilinci, tarihi yaratma ve tarihine sahip çıkma sorumluluğu geliştirebilmek gerekir.

Tam bu noktada kendimizi yeniden tarif etmeliyiz bence.

Biraz Çerkes gibi, biraz Türk gibi, biraz bilmem ne gibi davranarak; hem kendimizi, hem mensubu olduğumuz cemiyetleri aldatmanın anlamı yok.

Kim olduğumuzu, kendimizi neye ait nereye ait hissettiğimizi çok doğru bir şekilde kafamızda netleştirmeliyiz.

Bu gün bizim yaşadığımız sıkıntıların altında yatan  temel neden, bu tanımsızlıkta gizlenen samimiyetsizlik, aidiyet duygusundaki zayıflıktır.

Aslında bu zaafımız nedeni ile insanlarımızı başka mücadelelere kaptırıyoruz.

İnsanlarımız, içerisinde bulundukları politik görüşün/inancın tespit ettiği sorunu kendi halkının önünde duran sorunlardan daha öncelikli görebiliyorsa, bu öncelik sıralamasındaki hatanın sorumlusu yine bizleriz.

Kendi dili yok olurken,
Kendi kültürü günden güne eriyip giderken,
Kendi kaderi başka halkların iki dudağı arasındayken,
Kendi vatanı parça parça başkalarının kontrolüne geçerken,

Mücadele tercihini bambaşka öncelikler için kullanan kişi; ya o halktan değildir ya da gerçekte kendisini o halka ait hissetmiyordur.