KAFKASYA SORUNU

Toktamış Ateş
Bugün Gazetesi, 04 Eylül 2008

Çok eskiden beri anlatılan, hoş bir fıkra vardır. Bu fıkraya göre; adamın biri, bir kahveye girmiş ve kahvede oyun oynayanlara, kendi aralarında konuşanlara, gazete okuyanlara dik dik bakarak; elini masaya vurmuş ve “kim ulan buraların dayısı?” diye. Kimse üzerine alınmayınca, elini birkaç kez daha masaya vurmuş ve “Aranızda bir delikanlı yok mu ulan?” diye narasını patlatmış. Bunların üzerine, oturanların biri kalkmış ve adamı ayağının altına alarak, iyice bir ıslatmış. Eski tavırlarından hiçbiri kalmayan adam; burnunu çeke çeke kahveden çıkarken, “Bir soru sorduk yahu” diyormuş, “Bu kadar kızacak ne vardı?..”

Kafkasya’daki bugünkü durumu, bu fıkraya benzetiyorum. Gürcistan ve Gürcistan’ın, “Harwardlı olduğu söylenen” fakat aklı bir karış havadaki lideri Saakaşvili; uluslararası hukukun tüm kurallarını ayaklar altına alarak, Güney Osetya’ya girdikten sonra;

Rusya’nın kesinlikle beklenen tepkisi sert olunca, “Bu kadar kızacak ne vardı? Neden orantısız kuvvet kullanıyorlar?” denilmeye başlandı. Bu mantıksız düşünceleri dile getirenler arasında, “terör kuşkusunu” bile, en sert biçimiyle müdahale nedeni sayacağını, (bir marifetmiş gibi) açıkça ilan eden ABD’nin başı çekmesi, tam bir kara mizah örneği.

Kafkasya’da ortaya çıkan her sorun; Türkiye’yi, birinci dereceden ilgilendirir. Bunun tek nedeni, “enerji kanalları” ve bunların, Türkiye için yaşamsal önemi ya da Baku-Tiflis- Kars demiryolu bağlantısı ve bu bağlantının, ticaretimize yapabileceği katkı değildir.

Türkiye’nin, Kafkasya’yla birinci dereceden ilgilenmesinin bir diğer önemli nedeni; ülkemiz sınırları içinde yaşamakta olan, Kafkas halklarının uzantılarıdır. Gerçekten, ülkemizde, çok sayıda Gürcü kökenli, Abaza kökenli, Çerkez kökenli vb. etnik unsur yaşamaktadır.

Her ne kadar, 1. Dünya Savaşı sonrasında; Çerkezler, kısa bir süre ayrı devlet hayali kurmuşlarsa da; günümüzde, bu etnik gruplardan hiçbirinin, ayrılıkçı niyetleri yoktur. Kafkas devletçiklerinde, birinci dereceden akrabaları da bulunan bu vatandaşlarımız; Kafkasya’daki olaylar karşısında, çok hassas ve hatta, “taraftır.”

1990’ların başında, Kafkaslarda çıkan çatışmalarda; kimi vatandaşlarımız, etnik aidiyetleri olan devletlerin üniformalarını giymiş ve karşılıklı çatışmışlardır. Savaş sonrasında, oradaki düşmanlıkların yarattığı “kan davası”, Türkiye’de de sürmüş ve birkaç kurban verildikten sonra, bu kan davası güç durdurulmuştur. (Sanıyorum bu konuyu, daha önce yazmıştım.)

Türkiye’nin Kafkaslara ilgisi, salt ekonomik nedenler, enerji ve ülke içindeki etnik grupların duygusallıklarıyla sınırlı değildir. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler açısından, Kafkas sorunlarında birinci dereceden rol alması kaçınılmazdır.

Zira, Kafkaslara uzanan deniz yolunun kilidi, Türkiye’nin elindedir ve bu kilit, İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır. Bu kilidin anahtarı da; 1936 tarihli, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Türkiye’nin bu sözleşmenin koşullarına eksiksiz uymasıdır. Geçen hafta yazdığım bir yazıda, özenle altını çizdiğim ve daha sonra değineceğimi vurguladığım, önemli bir konu var. Bizim yazılı ve görüntülü medyamızdaki, (yani gazete ve televizyonlardaki) “kriz merakı…”

Türkiye, Montrö koşullarına harfiyen uyarken ve gerek NATO savaş gemileri, gerekse ABD savaş gemileri, bu sözleşmenin maddelerine uygun bir tutum içindeyken; bizim medya, “kriz çıktı-çıkacak” telaşı içindeydi. (Acaba bu tutumlarıyla, tiraj ve rating alabiliyorlar mı? Çok merak ediyorum.)

Montrö Sözleşmesi’ne göre; barış zamanında, Karadeniz’e sahili olmayan devletlere ait savaş gemilerinin, 15 bin tondan küçük olmaları ve Karadeniz’de, toplam 30 bin tondan fazla olamayacakları ve toplam 21 günden fazla kalamayacakları belirlenmiş. (Belli koşullar altında, toplam tonaj, 40 bin tona yükselebiliyor.)

Aynen bunlar yaşandı. ABD savaş gemilerinin her biri, 7500 tonluktu. Bu gemiler, Karadeniz’e çıkalı, henüz 21 gün olmadı. 21 günü geçeceklerine dair, bir işaret de yok. Peki, bu “kriz var” manşetlerinin nedeni ne oluyor? Aslında; ABD’nin, “insani yardımı” savaş gemileriyle göndermesinin, saçma bir şey olduğu çok açık. Ama bunda, Montrö Sözleşmesi’ne aykırı bir şey yok. Yani, Türkiye’nin bu konuya karışmasının, hukuki bir zemini bulunmuyor.

Saakaşvili’nin aklının, bir karış havada olduğuna kuşku duymuyorum. Fakat NATO ve Avrupa Birliği’ne girmeye çabalayan bir ülkenin; sınır sorunlarını çözmüş olması gereğini düşündüğüm zaman, “Acaba Saakaşvili, aklımın ermediği bir kumarı mı oynadı?” sorusu geliyor. Şimdi biraz kara mizah gibi olacak ama; artık Abhazya ve Güney Osetya, bağımsızlıklarını ilan ettiklerine göre, Gürcistan’ın hiçbir sınır sorunu kalmadı… Spekülasyonun sonu yok.