KAFKASYA İÇERİKLİ YAYINLARDA YAPILAN HATALAR

HAPİ Cevdet
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978, s.446

”Yamçı”’yı  çıkaracağınızdan şahsen haberim olsun isterdim. Olmadı, yine de gücenmiş değilim. En içtenlikli başarı dileklerimi yollarım. Gerek ”Kafkasya” gerek diğer yayınlarda sürekli hatalar yapıldı. Ben elimden geldiğince hatalardan arınmayı savundum. Ama başarılı -tam anlamda başarılı- olduğumu söyleyemem. Hatalar düzeltildiğinde bile sanki inadına inadına hatalar savunuldu. Örneğin bilmemekten ötürü, ”Kaskasya”daki (No: 39-42) ”Adigey’in Kısa Tarihçesi”nde (s. 85) Adige, Karaçay-Çerkessk ve Kabardey-Balkar’ın resmi dili Rusça’dır, denildi. Ancak ”Kafkasya”nın 44.sayısında (s. 2) ve 48.sayısında (s. 13) Adigece’nin de kendi alanında resmi dil olduğu belirtildi. Belge de gösterildi. Özerk bir ülkedeki özellikle Adigeler için olduğuna göre, elbette Adigece özel değil, resmi dil olabilirdi. Mantık da böyle buyurur. Bu konuda şifahen ve yazılı olarak İ. Aydemir’e durumu açıkladım, yazı yazdım. Belki politik sakınca mı ne görüldü, gerçek yayınlanmadı. Yine aynı hataların ”Nartların Sesi”nde (s. 14), hiç hata yapmaması gereken biri aracılığıyla tekrarlandığını gördüm.

M. Lermotov, çağının demokrat bir kişisidir. Ancak, Puskin’e, Lermontov’a ve Tolstoy’a ”Nartların Sesi”nde dil uzatıldı. Oysa ”Kafkasya”nın 39-42 sayısında bu kişilerin Adigelere karşı demokratça tutumları yazılmıştı (s. 94, 134, 140, 141). Okunmadığından, araştırma yapılmadığından, belki de ilkel bir ırkçı anlayış ve gerici bir sağ politik çizgiye takılıp kalmışlıktan ötürü, yanılgıları yenebilmek mümkün olmuyor.

Derginiz yeni elime geçti. Kuşkusuz eleştirilerim olacak. Aynı fahiş hataların işlenmemesi ve gerçeğin halk önünde dile gelebilmesi için.

”Yamçı”nın göçte bir gereksinimi karşılamak için çıktığı doğrudur, sevindirici bir durumdur. Dergi, 1970’teki ”Kamçı”nın uzantısı olduğunu saklamıyor. ”Kamçı” ve inceleyebildiğim ”Yamçı”, kendi çerçevesinde kabaca tutarlıdır. Ben bu kanıdayım. Yine, elime geçen Kasım sayısının sağ çizgiyi yenemediği düşüncesindeyim. ”Yamçı” öncesi yayınların derinlemesine ve bilimsel olarak değerlendirilmiş olmasını dilerdim. Politik ve geleneksel güçlüklerin bilincindeyim ama yine de yapılabilecekler vardır, kuşkusuz.

”Yamçı”, Türkiye’de yayınlanmış ”Kafkas”, ”Yeni Kafkas”, ”Kafkasya”, ”Birleşik Kafkasya”, ”Kuzey Kafkasya” gibi dergilerin şimdilik son halkasıdır.

Yamçı, bu durumu ve belki de tüm yayınları, ad vermeksizin bir kalemde itelemekte, ”Yalnızca ulusun geçmişini aydınlatmaya yönelen bu tür yayınlar, bilimsel araştırmalara dayandırılmadığından gereken ilgiyi görmemiş” ve ”kişisel girişimler” olarak kalmıştır (Yamçı, s. 4), diyerek değerlendirmektedir. Çalışmaların kişisel çizgiyi aşamamış olmasına diyeceğim yoktur. Ancak, ”ilgi görmemeyi” sırf kişiselliğe bağlamayı yeterli bir açıklama biçimi olarak göremiyorum. Bu anlayışa göre, Çunatıko Met İzzet’in yapıtlarını, Gen. İ. Berkuk’un ”Tarihte Kafkasya”sını, ”Kafkasya” dergisindeki ”Adige Edebiyatı” ve ”Adigey’in Kısa Tarihi”ni (No. 39-42’de) ve daha başkalarını ”bilimsel değildir” dememiz gerekecektir. Oysa, kanıtları sunulmadıkça ve doğrusu açıklanmadıkça yöneltilecek iddialar birer ”kuru iddia” olmaktan öteye geçmez. Sayılan yapıtlarda hatalar ve eksiklikler çok, pek çok olabilir. Ancak, bu dahi bu yapıtların uydurma ve değersiz oldukları, anlamını vermez.

”Kafkasya”nın 44.sayısında verilen ”Adige Edebiyatı’nda Eleştiri Sorunları” (ki, asıl başlık adı ”Olgu Değil Yalnızca, Toparlama…”) çevirisi yine değerli eleştirmen Kazbek ŞEŞ’E’nin ”Adige Dramaturgisinin Sorunları”na ilişkin başlanan çevirileri (Kafkasya, No. 45, 56, 48) elbette küçümsenemez. Beygua Ömer’in ”Abhaz Mitolojisi Anaç mı?” adlı yapıtı, kendi masal derlemelerini (”Tembot Kalesi”, ”Topal Fıçıcı ile Tilki”, ”İhtiyarla Develer”, vb.) sanırım bir çırpıda iteklenecek şeylerden değildir. Bunlar halkımızın yaratılarıdır, bizler onları sadece yazıya geçirdik ve belki de böylece ölmezlik kazandırdık. Bundan övünme çıkarmayı küçüklük sayarım. Halklara ve tüm dünya devrimci halklarına kişisel çıkar karşılığında hizmet ettiğimi düşünen varsa, yanılıyordur ve bunu açıklaması gerekir.

Çalışmalar, ”Yamçı” da dendiği gibi, ”yalnızca geçmişe ağırlık verdiği”
(s. 4) şeklinde değerlendirilemez.

Ne zaman ilerisi amaçlanmamıştır? Yazılanlar ne içindir? İleride halkımız ve dünya insanlığı yararlansın diye yazılmıştır yazılanlar…

‘Kafkasya”nın 44.sayısındaki ”Adigeyli Göçmenler ve Tutulacak Yol”, 48. sayıdaki ”Sorunlarımız Üzerine Ciddi Araştırmalar ve Değerlendirmeler Gereklidir” başlıklı yazılar okunsun.

‘Dergi içi sansür”den geçen bu yazılar ileriye yönelik çağrılarda bulunmuyorlar mı? ”(…) dün bir daha yaşanmamak üzere geride kalmış ve şimdi yeni durumlar doğmuştur. Dolayısıyla ”bugünün” ve ”yarının” sorunlarına ilişkin neler yapılabilir? Onlar üzerinde durulmalıdır” demiyor mu?

Söz konusu yazılar, anayurda göçün değil, bulunulan ülkelerde demokrasinin kurulmasının zorunluluğunu yazıyorlardı. Adigelerin tüm halklar gibi, çağdaş hukuka ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne kendi ulusal özelliklerini korumak hakkı vardır. Türkiye bu hakkı, anılan bildirgeye, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’ndaki imzasına ve 1975 Helsinki Zirvesi’ndeki taahhüdüne göre, tanımıştır. Suriye ve Ürdün için de durum böyledir. Birleşmiş Milletler, 1975 Bondung konferansı ve en son 1975 Lima’daki ”Bağımsız Ülkeler” konferans metnine göre, bu iki ülke azınlıkların hukukuna saygıyı kabul etmişlerdir.

Burada, kabul edilenlerin işlerliği söz konusu edilebilir. İşte bunun için mücadele gereklidir. Bu mücadele demokrasiyi getirici mücadeledir. ”Yamçı”, durum bu iken ”Helsinki Zirve Birleşiminin” çıkarcı çocuğu ”detante”… demektedir. Burada söylenmek istenen nedir? Çin ve Arnavutluk dışında aynı yapıyı paylaşacak ülkeler var mıdır? Bu sorular yanıtsız kalmamalıdır…

‘Yamçı”nın bazı yanlış eğilimlerine de kısaca değinmek isterim: ”Dünya Halk Kurtuluş Hareketleri”, ”Muhaceretteki Adige Halkı” (Yamçı, s. 2), ”Türkiye’deki Adige Ulusu” (s. 28), ”Kendi Topraklarında, Kendi Kaderini Tayin Eden Toplum” (s. 2, 8)…

Yüzyılımızda, ”halk kurtuluş hareketleri” yoğunlaşmıştır: Güney Yemen, Vietnam, Kamboçya, Laos, Ilne (Bissau), Mozambik, Angola, vs. bu yoldan kurtuldular. Angola’da MPLA, Endonezya istilacılarına karşı Timor’da FRETİLİN, Faslı ilhakçılara karşı Sahra’da POLİSARİO, İran ve İngiliz Birliklerini kullanan Umman’daki Sultan Kabus yönetimine karşı DOFAR’lı yurtseverler kurtuluş savaşları vermektedirler. Bu tabloya daha başka ülkeler yurtseverleri de eklenebilir. (Bask -ETA, Kuzey İrlanda – İRA, vb.) Filistin Kurtuluş Hareketi ile Kıbrıs Halkları’nın mücadeleleri de en önemlilerindendir. Tüm bu hareketler tekelleşen, çürümekte olan ve can çekişen kapitalizm demek olan emperyalizme, yani dünya halklarını sömüren ve baskı altında tutturan uluslararası tekellerin egemenliğine karşı verilmektedir. Emperyalizm, en gerici, en söven, en terörist kapitalist unsurların açık diktası olan faşizmi her yerde desteklemekte ve ayakta tutmaktadır. Emperyalist dünyadaki ülkelerin kiminde burjuva demokrasisi (ABD, İngiltere Fransa, Almanya, İsveç, vs.), kiminde de faşizm ya da faşizan geri terörist diktatörlükler (İspanya, Brezilya, İran, Ürdün, vs.) vardır. Türkiye, arada yer alır, yani burjuva demokrasisini kurma mücadelesi içerisindedir. Bir yanda elli küsur yıllık egemenliği sürdürme peşindeki sağ ve şoven güçler (kapitalist unsurlar, toprak ağaları, çoğunca müttefikleri teokratik çevreler, sivil-asker üst bürokratik kesim), öte yanda da sol ve demokratik kesim (işçiler, ilerici, sosyalist ve demokrat aydınlar, köylülerin uyanmakta ve demokratik hak talebinde bulunan yoksul kesimleri, etnik grupların ulusal bilinçli kesimleri, vb.) arasında mücadele sürmektedir. Şu gün için ilerleyen demokratik kesimdir.

Şu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi ”Halk Kurtuluş Hareketi”, ilerici, sol olmak, yani anti-emperyalist ve anti-faşist olmak zorundadır. Anti-emperyalist ve anti-faşist mücadeleyi en geniş bir halk tabanına oturtmak için geniş bir yurtsever güçler birliği (halk cephesi) oluşturulmaktadır. Bu birlik ya da halk cephesi her milliyetten ve sınıftan yurtseveri ittifakına alır. Cepheyi sosyalistler (işçi sınıfı sosyalistleri) sevk eder, yani başı çeker. İşçi sınıfı sosyalistlerinin önderliğinde olmayan bir cephe, cephedeki diğer sınıf ve tabakaların şu ya da bu biçimde burjuvazi ve emperyalizmle uzlaşması tehlikesini içerir. Örneğin, 1919-1920 yıllarında devrimcilerin, yani halktan kişilerin önderliğindeki Çerkes Ethem, Demirci Mehmet Efe, Sarı Edip Efe, milis (halk kurtuluş) kuvvetleri, önderliği elde bulunduran ve emperyalizmle uzlaşan burjuva güçlerince tasfiye edilmiş, 1921’den başlayarak faşizan-ırkçı yönetim oluşturulmuştur.

Şimdilerde, Türkiye’de, demokratik kesim, burjuva demokrasisini kurmak için anti-faşist mücadele veren sosyal demokrat politikanın savaşımını vermektedir. Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele verilmemektedir.
Anti-emperyalist mücadele, yalnızca işçi sınıfı sosyalistlerinin gündemindedir ve bu kesim şimdilik örgütlenme safhasındadır. Aynı zamanda anti-emperyalist olmayan bir hareket, her zaman için emperyalizmle işbirliği içindedir demektir.

Ancak faşist güçlere karşı her çeşitten demokratik hareket desteklenebilir. Bu desteğin sınırını faşizmle mücadele belirler. Gerçek anti-faşist mücadele işçi sınıfı sosyalistlerinin önderliğinde verilir. O halde, halkın gerçek kurtuluşu için işçi sınıfı sosyalizmine asla düşman gözüyle bakmamak, onunla İttifaktan ve onun kitle hareketlerinde başı çekmesine karşı çıkmamak gerekir. Aksine bir tutum, halkın demokratik mücadelesine sırt çevirmek, emperyalist ve faşist güçlerin işbirlikçisi durumuna düşmek demektir.

Her tür hakim ulus şovenizminin ve hatta azınlık şovenizminin bile emperyalizm ve faşizm tarafından alabildiğince  körüklendiği  günümüzde, sosyalist önderliği kabul etme zorunluluğu, hayati bir önem taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfı sosyalistlerinin örgütsel denetimi altında bulunmayan bir ulusal hareket, kolaylıkla sağ-milliyetçi çizgiye kayabilmekte, sosyalistlere cephe alabilmekte ya da bazen yenilgiye de yol açabilmektedir. 1919-22 Türkiye Kurtuluş Hareketi ve son Gen. M. Mustafa Barzani önderliğindeki Kürt hareketi, iki değişik örnektir.   Birincisinden sözetmiştik. Irak Kürdistan’ında M. Barzani, ABD, İran ve İsrail desteğinde sağ-milliyetçi bir çıkışla Kürt hareketini çöküntüye uğratmıştır, hareketin çökmesi için emperyalizmin desteğini çekmesi yetmiştir. Bu da gösteriyor ki, emperyalizmle uzlaşarak başarıya, halkın eşitliğe ve bağımsızlığa ulaşabilmesine olanak yoktur.

İspanyol halklarının, özellikle Baskların mücadelesi, işçi sınıfının ve dünya demokratik çevrelerinin mücadele gücünü arttırmıştır. Sonunda emperyalizmin yedek güçleri Franko faşizmi sarsılmış ve Franko’nun ölümünden sonra da yeni kraliyet yönetimi işçi kitlelerinin direnişi karşısında gerileyerek ödünler vermek zorunda kalmıştır. Bu mücadelelerden güçlenmiş olarak çıkabilen demokratik güçlerin İspanyol Faşizmi’ni kısa zamanda devirebileceği kanısı artık dünyaca paylaşılmaktadır.

Yine sömürge halklarının kurtuluş mücadeleleri sonucu Salazar’ın Portekiz Faşizmi zayıflamış buna karşın sömürge halkları ve Portekiz demokrat güçleri kuvvetlenmiştir. Sonunda sömürge halkları (Angola, Mozambik, Gine, vs.) bağımsızlığa Portekiz halkı da burjuva demokrasisine kavuşmuştur.

Günümüzde birçok Avrupa halkı (Bask, Breton, Korsikalı, Gal, Kuzey İrlanda, vb.), Asya halkı (Kürt, Filistin, İran halkları, vs.) mücadelelerini sürdürmektedir. Bunlardan yurtlarının önemli bölümlerini kaybeden ve sürülen Filistin ve Kıbrıs halkları Lima Konforansı’nda ve Birleşmiş Milletler’de kesin destek bulmuş ve saldırgan güçleri tel’in ve tecrit ettirmişlerdir. İlhakçı Fas ve Endonezya Güvenlik Konseyi’nden destek bulamamışlardır.

Bu durumlar emperyalizmin gerilemekte olduğunu göstermektedir. Yukarıdaki açıklamalar sanırım anti-emperyalist ve anti-faşist olmayan bir ”Halk Kurtuluş Hareketi”nin söz konusu edilemeyeceğini belli etmektedir.

Belki Türkiye’deki gibi halkın örgütlenme düzeyinin nicel ve nitel olarak düşük boyutta (ebatta olduğu, yani henüz tam hazırlıklı olmadığı ülkelerde ne yapılmalıdır? Bu durumda yapılması gereken gerici güçlerle uzlaşma yada gerici güçleri kızdırmama politikası gütmek değildir. Herhalde, en iyi tutum, boşuna oyalanmak yerine, halka eğilmek, onun demokratik örgütlenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulunmaktır.

”Yamçı”, bu çizgiyi kavrar ve savunursa hizmeti büyük olacaktır.  Unutulmamalı, demokratik kitle çalışmaları, ancak başı işçi sınıfı sosyalistleri çektiğinde başarılı ve ömürlü olabilir. Şimdiye değin yapılanların ”ilgi görmemesinin” temelinde bu gerçek yatmaktadır kanısındayım. O halde işçi sınıfı sosyalistlerini Adige ve Abazalar içerisinden tecrit etmek için mücadele eden gericilere karşı, halkın demokratik hakları savunma doğrultusunda amansız mücadele verilmelidir ve verilecektir de!

”Muhaceretteki Adige Halkı” saçma bir deyimdir, tutarsızdır. Türkiye, Suriye, Ürdün gibi ayrı ayrı ülkelerde yaşayan Adige ulusal azınlık topluluklarını ”tek bir halk” olarak görmek gerçekçi dayanaklardan yoksun bir saçmalıktır. Halk bir ülkede veya bir ülkenin bir kesiminde yaşayan ve üretime katkıda bulunan insan topluluğudur. Halk birbiri ile üretimsel bağını sürdüren insan topluluğudur. Anılan ülkelerin Adigeleri arasında aynı soydan gelmiş ve aynı kültür kökenine dayanmış olmak dışında hangi ortak ilişki vardır? Örneğin Suriye’nin Golan bölgesinde Adige asıllı bir halk topluluğu vardır. Ancak bu halk topluluğu, Hama, Humus, Münbiç’te yaşayan Adige ulusal toplulukları ile Suriye’de aynı bir ”etnik grup” oluşturur. Bu etnik grup asla Suriye’den, Suriye çoğunluk halk kesiminden ayrı ve bağımsız bir halk oluşturmaz. Yalnızca Suriye’de azınlıkta kalan dağınık bir ”Suriyeli Adige Ulusal Kesimi”ni oluşturur.

‘Türkiye’deki Adige Ulusu” ise, bilimsel tanımlamaya uygun düşmeyen ”gülünç” bir deyimdir, tutarsızdır. Sormak gerekir? Bu ulus Türkiye’nin hangi belirli köşesinde yaşamaktadır? Peki Adigeler bir ilde olsun çoğunlukta mıdır? İkisi de değil….

Adigelerin belki de Pınarbaşı dışında genel nüfusunun yarısına yakın bir nüfus oluşturduğu ilçe de yoktur. Belki de bazı bucak çerçevesindeki idari bölümlerde ve Adige köylerinde bir Adige çoğunluğu vardır. Bu çoğunluklar da birbirinden uzak mesafelerde olmak üzere dağınık kümecikler biçimindedir. Yani, çoğunluğu köy, çok uçuk bir kısmı da bucak ünitesi ile sınırlı Adige etnik rezervlerinden söz edilebilir. Dolayısıyla Türkiye için bir ”Adige ulusu ya da halkı” değil, çok sayıda ”ulusal topluluk” ya da ”cemaat” mevcuttur. Aynı şey Suriye, Ürdün ve İsrail için de söz konusudur.

Peki böylesi durumlarda ulusal yönlü çalışmaları terk etmek mi gerekir? Hayır, asla! Böyle bir şey söylemek istemiyorum. Örneğin Kafkasya’da ”Karaçay-Çerkessk”te 12 bin Nogay, 25 bin Abaza ya da Dağıstan’da 17 bin Tat birer ulus oluşturmuşlardır. Yine ”Kabardey”, ”Çerkes” ve ”Adige” kesimlerindeki Adigelerin her biri birer ulus olarak örgütlenmişler, kendi örgüt ve kurumları (yazar örgütleri, araştırma enstitüleri), yani ulusal örgütlenmeleri ile ilişkiler kurdular ve bu ilişkilerini aralarında sürdürmektedirler.

Türkiyeli Adigeler; dernekleri, dergileri, folklor ekipleri gibi şeyleri ile kendi aralarında ilişki kurmaya ve hatta bu ilişkileri Kafkasya, Suriye ve Ürdün’deki gibi dünyanın başka yerlerinde yaşayan soydaşları ile de kurmaya çalışmaktadırlar. Bunlar koşulların zorunlu kıldığı şeylerdir ve demokratiktir, işçi sınıfı sosyalistleri demokratik kaldığı sürece bu tür çalışmaların karşısına çıkmazlar, desteklerler ama durum bu iken, 19. yüzyılda kolonyalizm, şimdi de emperyalizm yüzünden darbe yiyen Adige halk toplulukları, yani tek halk ya da tek ulus olmanın koşulları oluşmamışken ”Göçteki Adige Halkı” ya da ”Göçteki Adige Ulusu” gibi terimler yanlıştır. Gayri ciddidir. Yanılgılara götürür. Sorunu kavramak için kitaplardan ve yayınlardan ”Ulusal Sorun”u incelemek gerekir.

Dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar, Adigelerin ya da her ulusal topluluğa (etnik asla) mensup insanların kendi ulusal sorunlarını kendilerinin ele alıp çözümlemeleri (en azından tutarlı demokratizme uygun olarak çözümlemeleri), örneğin okullar açmaları, ulusal örgütler ve kurumlar kurmaları, kendi anadilleri ile öğrenim görmeleri aralarında örgütleri aracılığıyla ilişkilerini sürdürmeleri demokrasinin bir gereğidir. Bu gereğin yerine gelmediği yerlerde ya doğrudan bir faşizm ya da aslında faşizan olan sözde bir demokrasi vardır. O halde, ana sorun, milli baskıyı sürdüren şovenist yönetimlere karşı halkın her türden demokratik mücadelesini desteklemek, kitleleri anti-şoven, sosyalist ve laik esaslara göre hazırlamak gerekir.

Bugün, kitlelerin acil talebi, demokrasidir. Bu nedenle, kitlelere demokrasiyi ve en başta demokrasinin düşmanı olan faşizmi ve faşizmin kaynaklandığı sınıfları anlatmak, tanıtmak zorunludur. Adigelerin yüzlerce yıllık özlemi ve acil taleplerinden birisi olan ”anadili ile öğrenimi” gerçekleştirebilmenin başkaca bir yolu yoktur. Bu mücadele, halkın demokrasi için mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Başarı, faşizmi yenecek güçler içerisinde Adigelerin de örgütlü bir demokratik güç olarak yerini alabilmesine bağlıdır. Bu yolda olmayan mücadele, anti-demokratik düşmeye mahkumdur.

Durum bu iken, Kafkasya’da ”kendi kaderini tayin” sloganı hem zamansız ve hem de kitleleri demokrasi mücadelesinden saptırıcı bir slogandır ve ancak egemen güçlere yarar.

Şimdilik bu kadar. Yeni yılınızı kutlarım.