GELENEK, DİN, DEMOKRASİ VE BİZ…

Sezai Babakuş
21.01.2011

Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nde giderek artan radikal dinci terör saldırıları kadar, KBC Yönetimi’nin sorunu eski gelenekler üzerinden ve ‘sivil savunma komiteleri’ yoluyla çözme arayışı da sorgulanmaya muhtaç gözüküyor. ‘Dini kimlik’ ile ‘milli kimlik’i karşı karşıya getirecek böylesi bir yöntemin daha büyük iç çatışmalara yolaçma riski bir yana, belki de asıl üzerinde durmamız gereken, bunun ‘demokrasi ve hukuk’ bakımından ne anlam taşıdığıdır. Hatta vizörü daha da genişleterek, bireysel ve toplumsal yaşam algımızda gelenek, din, demokrasi ve hukuk kavramlarının ne ifade ettiğini ve nasıl önceliklendiğini tartışmak gerekir kanısındayım.

Hiç kuşku yok ki bugün Kabardey-Balkar’ın başına bela olan radikal dinci terör, Kuzey Kafkasya’yı da öncelikli ‘cihat’ alanı olarak gören küresel bir örgütlenmenin eseridir. Çeçenistan’da başlayıp çevreye taşan bu şiddet dalgasının gücü Afganistan, Pakistan, Irak, Ürdün gibi majör ‘cihat’ alanlarındaki gelişmelere bağlı olarak değişse de, temelde Kuzey Kafkasya’nın tarihi ve güncel yapısıyla radikal islami örgütlenme için uygun bir iklime sahip olduğu muhakkaktır.

Evet, Kuzey Kafkasya’da radikal islam bakımından tarihi iklim vardır, zira Kuzey Kafkasya 8. yüzyıldan itibaren islamiyetin fetih önceliğine sahip bir bölge olmuştur. İslamiyetin Kafkasya’yı ‘hıristiyanlığın ve putperestliğin elinden kurtarma harekatı’ üç koldan sürmüştür; Acem, Arap ve Türk (Osmanlı ve Orta Asya)… Dağıstan’dan başlayıp Çeçenistan, İnguşetya ve giderek Batı’ya Karadeniz kıyısına kadar uzanan bir yayı içine alacak şekilde yüzyıllardır devam etmiştir. 15. yüzyıldan itibaren Doğu’da Şafi’liğin, Batı’da Hanefi’liğin egemen olduğu genel bir ‘kurtarma’ gerçekleşmiştir.

Ancak Rus hıristiyanlığına karşı asıl mücadele 18. yüzyılın başından itibaren tarikatlerin Kuzey Kafkasya’da etkin olmaya başlamasıyla keskinleşmiştir. Önce Nakşibendi tarikati etkin olmuş, daha sonra da Kadiri tarikati daha kitlesel bir güç haline gelerek K. Kafkasya’yı Rusya’ya karşı cephe hattı olarak örgütlemiştir. Osetlerin ve Abhazların bir kısmını kapsayamamış olsa da islamiyet Kuzey Kafkasya’nın bütününde ‘başarı’ kazanmıştır. Önceleri birbiriyle rekabet eden bu iki tarikatin 1800’lerin başından itibaren ittifak sağlaması üzerine, 1864’de (hatta 1878’e kadar) yenilgi ve kitlesel sürgünle sonuçlanan büyük savaş yaşanmıştır. Sonrası malum, ‘Sovyet sisteminin baskısı altında geçen’ seksen yıl. Bütün bunlar üst üste konduğunda Kuzey Kafkasya’nın neden islamiyet açısından öncelikli mücadele ve rövanş alanı olduğu kolayca anlaşılmaktadır…

Ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte rövanş için fırsat çıkmıştır. Bildiğimiz gibi Çeçenistan bu fırsatın ilk uygulama alanı olmuştur. Ve de ilk kurbanı. Şeyh Şamil’lerin, İmam Mansur’ların ruhu bu yeni dönemde adeta Kalaşnikoflu Vahabist gerillalar olarak tarih sahnesine çıkmış, rövanş almak üzere bir kez daha meydan okumuşlardır. Yirmi yıldır sürdürülen kutsal ‘cihat’, ne yazık ki yüzbinlerce Çeçen’in ölümü ve sürgünüyle sonuçlanan yeni bir hüsrandan başka birşey değildir. Şimdi, bu hüsranın Dağıstan’a, Kabardey-Balkar’a ve giderek tüm Kuzey Kafkasya’ya yayılarak cephenin genişletilmesine çalışılmaktadır.

Kuzey Kafkasya, tarihi iklimi yanısıra güncel durumuyla da radikal islama davetiye çıkaran bir ortama sahiptir. Çünkü Sovyetlerin yıkılmasından sonra kurulan yeni düzen Kuzey Kafkasya halklarına demokrasi ve refah sağlayamamış, gelecek vaadedememiştir. Yolsuzluk ve rüşvete dayalı bu kara düzen doğaldır ki mutsuz insanların sayısını hızla çoğaltmıştır. Özellikle amaçsız, işsiz ve geleceksiz kalan gençlerin büyük çoğunluğu islami örgütlenmenin hazır tabanı haline gelmiştir. Kuzey Kafkasya’nın hemen tamamında gençleri bekleyen seçenek ya alkol-uyuşturucu olmuştur ya da din. Radikal islam, adeta yolsuzluğa ve rüşvete dayalı kara düzene ve ahlaki çöküntüye başkaldırının çekim merkezi haline gelmiştir. 18-20 yaşlarında gencecik çocukları acımasız katillere dönüştüren dini fanatizm, bir bakıma çaresizliğin ve umutsuzluğun çığlığıdır da. Ve maalesef sadece Çeçenistan, Kabardey-Balkar, Dağıstan değil bölgedeki tüm cumhuriyetler islami yayılma alanlarıdır, çünkü hepsi tarihi ve güncel durum bakımından benzeşiktir.

Tüm bunların yanında, özellikle son çeyrek yüzyıldaki küreselleşmenin islam dünyasında büyük baskı yarattığını da hesaba katmak gerekiyor. Öyle ya, ‘Hırıstiyan-kapitalist Batı kontrollü küreselleşme’ dünyayı hızla kafirleştirmektedir(!). Bu baskı islamın meydan okuyuşunu daha da sertleştirmekte, islam içindeki saflaşmayı da keskinleştirmektedir. Dün hayırseverlik ve toplumsal dayanışma araçları üzerinden birbiriyle rekabet eden mezhep ve tarikatlar bugün daha ölümcül yöntemlerle alanlarını korumaya-genişletmeye ve birbirine üstünlük sağlamaya çalışıyor. Özellikle Suudi Arabistan menşeyli Selefi’liğin uzantısı olarak tüm dünyada nam salan Vahabizm ile İran menşeyli din ideolojisini mutlak kılmayı amaçlayan çeşitli radikal örgütlerin sert mücadele yöntemleri birebir Kuzey Kafkasya’da hayat buluyor. Hergün medyaya yansıyan modern çağın full teçhizatlı mücahitleri, Hasan Sabbah’ın neredeyse bin yıl önce Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak üzere kurduğu efsane olunan Haşhaşi tarikatini ve onun özel suikast timlerini çağrıştırıyor.

İşte küçücük Kabardey-Balkar Cumhuriyeti son beş yıldır harici ve dahili bir ‘cihad’ saldırısının altındadır. Hele son bir yıldır artan acımasız infazlarla karşı karşıyadır. KBC Yönetimi, önceleri asker ve polisleri hedefleyen ve giderek sivillere yönelen radikal dinci saldırılar karşı çare arıyor.

Hiç kuşku yok ki, KBC’deki radikal dinci terörün geçtiğimiz haftalarda tarih ve etnografi profesörü Arslan Tsipinov’u, ‘eski Adige geleneklerini canlandırarak Putperestliği savunduğu’ gerekçesiyle hedef alması, meseleyi ‘din-kurulu düzen çatışması’ yanısıra ‘din-gelenek çatışması’ eksenine de kaydırmıştır. Ve teröristlerin, “bundan sonra kafirlere, müşriklere ve putpereslere saldıracaklarını” açıklamaları, bunların din-gelenek çatışmasını siyaseten hedeflediklerini göstermektedir.

Tam da bu noktada, KBC Yönetimi’nin bu teröristlere karşı ‘gelenek’ üzerinden mücadele edilmesini öneren yaklaşımı ‘bile bile lades’ değildir de nedir? KBC Başkanı Sayın Arsen Kanoko, “sülaleler kanun dışı eylemlerde bulunan bireylerine karşı sorumluluk almalı” diyor ve ekliyor; “bize yeni bir ideoloji lazım”… Yani ‘dini ideoloji’ye karşı ‘gelenek ideolojisi’…

Sayın Kanoko’nun bu genel siyasi stratejisine uygun olarak, dinci teröre karşı ‘sivil savunma komiteleri’ kurulacağı açıklandı. Peki bu sivil savunma komiteleri kimlerden oluşacak? Herhalde milli kimliğine ve geleneklerine bağlı militanlardan. Yani, kimlik ve gelenek ideolojinin neferlerinden. Allah aşkına bu, tam da radikal dincilerin kurduğu bir tuzağa göz göre göre düşmek değil midir?.. Dini kimlikle milli kimliği karşı karşıya getirecek böylesi bir iki uçlu militanlaşma çatışma alanını genişletip derinleştirme riski taşımaz mı? Ve üstelik sülaleler arası kan davalarına yolaçmaz mı? Kontrolsüz silahlı grupların sayısını artırmaz mı? Hukuksuzluğu daha da meşrulaştırmaz mı? Kaosu daha da büyütmez mi?..

Diyelim ‘militan gelenek’ galebe çaldı ve ‘militan dine’a karşı sonuç aldı. Peki sonra? Bu ‘muzaffer’ gurupları kim, nasıl kontrol edecek?. Ayrıca, sözkonusu edilen Adige-Kabartay milli kimliği ve gelenekleri olduğuna ve sivil savunma komiteleri bunlardan oluşturulacağına göre KBC’deki Balkarların yeri ve konumu ne olacak? Bu ayrım Kabartay-Balkar çatışmasını  gündeme getirmez mi? Birkaçyüz radikali bertaraf edelim derken daha yaygın radikalleşmelere zemin yaratılmış olmaz mı?..

İşte, PKK terörüne karşı acze düşüp aşiretlere dayalı koruculuğu icad eden, yetmedi Jitem’i ihdas eden, yetmedi Hızbullah’ı panzehir diye öne sürüp toplumun başına bela eden bir memlekette yaşadınız mı, ister istemez bu soruları soruyorsunuz.

Pekçok ülkede örneği yaşandığı üzere, sınır tanımayan radikal saldırganlığa ve teröre karşı sınırı belli olmayan yöntemlerle mücadele etmek daha büyük yıkımlara yol açmaktadır. Tek yol, gücünü yasalardan alan devlet kolluk kuvvetlerini daha etkin hale getirmek, hukuka uygun önleyici tedbirler almak ve adil yargı sistemini çalıştırmaktır. Asıl önemlisi ise herkesi kucaklayacak bir siyasi-ekonomik iklimin yaratılabilmesidir. Bunu sağlayacak olan da demokratikleşmedir. KBC için de çözüm yolu bu olmalıdır.

Tüm bu belirsiz olasılıklar ve riskler bir yana, meseleye daha geniş bir pencereden bakarsak, sormamız gereken soru, önerilen çözüm yolunun ‘demokrasi ve hukuk’ bakımından ne anlam taşıdığıdır. Hatta daha da ileri giderek, bireysel ve toplumsal yaşam algımızda gelenek, din, demokrasi ve hukuk kavramlarının ne ifade ettiğini ve nasıl önceliklendiğini tartışmak gerekmektedir.

Dünyadaki diğer toplumlar gibi Kuzey Kafkasya toplumları da yüzyıllardır damıttıkları yaşam deneyimlerinı katmerleye katmerleye geleneklerini oluşturup bugüne ulaşmışlardır. Her toplumun ürettiği ve yaşattığı gelenek kendi bakımından önemlidir; hiçbiri diğerinden ne daha üstündür ne de daha değersizdir. Gelenekler hem değişkendir hem geçişken. Her toplum gibi biz de yakın ya da uzak ilişki içinde olduğumuz diğer toplumlarla gelenek alışverişinde bulunmuşuzdur. Gelenek insanoğlunun bilinen tarihiyle özdeştir ve elbette dinlerden hele hele tek tanrılı dinlerden çok daha eskiye uzanmaktadır. Dinlerin doğuşuyla birlikte gelenekler de değişime uğramış, bazen dine hizalanarak bazen de dini kendine hizalayarak yeni koşullara göre yeniden ve yeniden üretilmiştir. Doğaldır ki gelenekle din arasında hem uzlaşma hem çatışma alanları olmuştur ve olacaktır. Sonuçta bugüne geldiğimizde bütün toplumlarda hem geleneğin hem de dinin karşılığı vardır ve her toplum kendine göre bunu yaşamaktadır.

Gelenek değişkendir, her toplum değişen yaşam koşullarına göre yeniden ve yeniden gelenek oluşturur. Toplumsal yaşamda ömrünü tamamlamış, karşılığını yitirmiş gelenekler, ‘eski’ olarak adlandırılır ve toplumsal hafızanın derinliklerine terkedilir. Hiçbir toplum bin yıl önceki feodal gelenekleriyle yaşamaz, yaşayamaz. Hiçbir toplum bin yıl önceki kurallarla yönetilmez, yönetilemez. Herşey bugüne dairdir ve bugün için geçerli kurallar silsilesi toplumsal yaşamı çekip çevirir.

Evet, toplumlar hem geleneklerin hem de dinin birikimlerinden faydalanarak çağa uygun olarak kendine bir yaşam kuralları silsilesi oluşturmuştur. Feodalizmden monarşizme, etnokrasiden aristokrasiye, teokrasiden otokrasiye, despotizmden oligarşizme kadar daha nice yol-yordam geçilmiş ve bugünlere ulaşılmıştır. Bu silsile gelişe gelişe bugun ‘DEMOKRASİ’ diye tanımlanan kapsamlı bir müktesebata ulaşmıştır. Demokrasi insanoğlunun bugüne kadar ürettiği en yalın, en adil ve en kapsamlı yaşam müktesebatıdır. Onu mükemmel kılan kurumsal araç ise hukuktur.

Demokrasi ve hukuk bir bütün olarak bireyin, toplumun ve devletin rollerini, hak ve yükümlülüklerini, birbiriyle ilişkilerini, sınırlarını, yönetim ve etkileşim kurallarını belirler. Demokraside gelenek vardır, din vardır, yasa vardır, ahlak vardır, ayıp vardır, günah vardır, yasak vardır vs. Ama tek başına hiçbiri değildir. Hepsiyle bir bütündür ve herbirinin ne kadar etkin olacağına hukuk yoluyla karar verir. En gelenekçi ya da en dindar toplumlar dahi demokrasi ve hukuk yoluyla varlıklarını bir denge üzerinde sürdürebilirler, ancak demokrasi ve hukukun olmadığı hiçbir toplum salt gelenek’le ya da salt din’le varlığını denge içinde sürdüremez. Demokrasi de hukuk da evrenseldir. Bilim gibi, sanat gibi. Bir toplum, bir ülke ne kadar evrensel demokrasi ve hukuk çıpasına yakınsa, sorunlarını o kadar kolay ve kalıcı çözebilir, refah ve mutluluğa o kadar ulaşabilir.

Çağdaş toplumlarda devletin dili demokrasi ve hukuktur. Bu bakımdan, Kabardey-Balkar’da yaşanan sorunu çözecek olan da demokrasi ve hukuktur. KBC Yönetimi’nin eski gelenekler üzerinden, başka değişle feodalizm üzerinden soruna çare arayan yaklaşımı, bırakın çare olmayı çok daha karmaşık ve derin sorunlara yol açacak siyasi bir yanılgıdır. Kabardey-Balkar’ın ihtiyacı olan şey feodalizm üzerinden yaratılacak yeni bir ideoloji değil, evrensel normlara uygun bir demokratik – hukuk sisteminin kurumlaştırılmasıdır. Ancak bu yolla topluma umut ve gelecek vaadedilebilir, ancak bu yolla topluma ekmek ve özgürlük sağlanabilir ve ancak bu yolla radikalizm minimalize edilebilir. Günümüz toplumlarında sorunlara çare olan tek ideoloji, bizatihi demokrasi ve hukuktur.

Hiç değilse kendi adıma söyleyebilirim ki, bireysel ve toplumsal yaşamın kurallarını dinin ve/veya feodal geleneklerin belirlediği bir ülkede, bir toplumda, bir cemaatte, bir ailede yaşamak istemem. İllaki demokrasi ve hukuk derim.