GEÇMİŞİN LABİRENTLERİNDE BİR GEZİNTİ VE KOSOVALI ADİGELER

HAPİ Cevdet Yıldız

Yıl 1920, Nisan ayı, Düzce’de Ankara karşıtı, Saray yanlısı bir ayaklanma sürüyor. Ayaklanmanın lideri bir Wubıh (Убых), Sefer Bey (Berzeg), Düzce’nin Köprübaşı (Haç’emzıy/Хьак1эмзый) köyünden ama Düzce’de Çerkes Mahallesinin kuzeyinde,  üç katlı kocaman bir konağı var, orada oturuyor. Saray’a yakın biri (Konağın alt odaları yakın zamanlara değin otobüs yazıhanesi ve Şoförler Derneği olarak kullanılıyordu, sonra bina yıkıldı). Kız kardeşlerini Çerkeslere değil, Türklere vermiş, “Türk’e kız vermek kötü olsa, Sefer Bey vermezdi” denilen zengin ve namlı biri. Ayaklanmaya Abazalar da katılıyorlar, Padişah Düzce Abazalarının damadı (59 yaşındaki Padişah Vahidettin 18 yaşındaki bir Abaza kızını haremine almış ve ondan bir oğlan çocuğu da olmuş).

Kente yakın köyümüzden, Sarayyeri’deki (Къоук1ьэхьаблэ) üç Wubıh (Kovk’ı/Къоук1ьы) ailesinden üç delikanlı isyancılara katılıyor, üçü de ana tarafından akrabam, köyde çoğunluğu oluşturan Şapsığlar ise isyana katılmıyorlar.

Bir süre sonra Ethem Bey (Pşave/Пщао), yıldırım hızıyla Düzce’ye girip isyanı bastırıyor, elebaşları da salkım saçak yağlı urganlara takıyor.

Üç ayaklanmacımız ise, asılma korkusuyla, Sakarya’yı geçip soluğu Yunan işgal mıntısında (bölgesinde) alıyor.

2

Üç isyancının en küçüğü Muharbey Arslan (Kovk’ı) 1948’de Roma’dan (İtalya) köye dönüyor. Çok sonraları anlatıyor:

“Yunan işgal bölgesinde yaklaşık 10 bin kişiydik, bunun 2-3 bini Çerkes, gerisi Türk, Kürt ve her milletten idi. Şurdan burdan geçiniyorduk. Yunanlıların bize para ve erzak yardımı yaptığı da oluyordu. Görevimiz işgal mıntıkalarında güvenliği sağlamak ve Yunan birliklerine yardım etmekti.

“Savaşı Mustafa Kemal Paşa’nın birlikleri kazanınca, kendimizi, hatları yararak,  can havliyle Bandırma limanına attık. Limanda gemiler sıra sıra sıralanmıştı. Her yanı korku sarmıştı.  “Bizi hemen, öncelikli olarak gemilere bindirin dedik, öncelik bize verildi, çünkü yakalanırsak, ötekiler gibi esir alınmayacak, oracıkta idam edilecektik ve Türkler doludizgin gelmekteydiler. Gemilere binip Yunanistan’a gittik. Beni bir başıma 300 haneli bir Rum köyüne verdiler, bana aynen Rumlara verildiği gibi,  5 dönümlük bir bağ düştü. Bağı kiraya veriyor, yazları bağ bekçiliği ve tırpancılık yaparak geçiniyordum (Bağın bedelini taksitle ödemiştim).

“İkinci Dünya Savaşı sırasında köyümüze Almanlar geldiler, erkekleri toplayıp halka biçiminde yere diz çöktürdüler. Kalpaklı olduğumdan komutanın dikkatini çekmiş olmalıyım, önüme gelip tercüman aracılığıyla “Kimsin sen?” diye sordu. “Ben Müslümanım, Türk’üm” dedim, “Sen ayrıl” dedi. Beni bir arabaya bindirip kente götürdüler, orada benim gibi toplanmış bir sürü Türk ve Çerkes vardı.

3

Bizi fabrika işçisi olarak Almanya’ya götüreceklerini orada öğrendim. Trene bindirildik, yolda, Yugoslavya’da bir yerde tren durdu ve bir saat mola verdi. Baktım istasyondaki çocuklar Adigece konuşuyorlar. Yaklaşıp “Adige misiniz? (Шъу адыга?)” diye sordum. Çocuklar yanıt vermediler, koşuşarak yanımızdan kaçtılar. Bir süre sonra köyün boşaldığını ve bize doğru geldiğini gördük. Çocuklar koşup “Trende Adigeler var” diye haber vermişler. Bizi bağırlarına bastılar, ekmek ve yol azığı verip  uğurladılar.

Savaş süresince fabrika işçisi olarak Almanya’da çalıştırıldık. Savaştan sonra İngilizler tarafından  İtalya’ya, kampa götürüldük, orada bir sürü Kafkasyalı Çerkesle de tanıştık. Sonunda kampımıza gelen bir Türk görevlinin verdiği pasaport, para ve biletle,  28 yıl sonra İstanbul’a, oradan da köyüme döndüm.

4

Yıl 1961, İstanbul, Sirkeci Tren Garı. Raslantı sonucu Yugoslavyalı (Kosovalı) bir Adige grubu ile karşılaşıyorum. Yanımda şimdi  rahmetli olan abimin hanımı  var. Kosovalı kadınların basma entarileri ve başlarına örttükleri şalları ya da beyaz yazmaları var. Ayaklarında lastik ayakkabılar. Erkeklerin üst başı eski, dökülüyor, onların da ayaklarında lastik ayakkabılar var.

En yaşlıları Kazım NAÇ, 80 yaşında gösteriyor, aksakallı, ama dinç, çevik ve diğerleri gibi kişilikli ve saygıdeğer biri. Konuşma ve davranışından öyle biri olduğu anlaşılıyor. Ellerini üst üste bitiştirmiş, torunu yaşındaki benim karşımda saygılı bir biçimde dimdik duruyor. Bozulmamış özgün bir Adige tipi.

Bunlar Ağustos 1998’de Adigey Cumhuriyeti’ne kısmi bir dönüş yapmış olan Kosovalı Adigelerin o zamanki bir bölümü, büyükleri idiler. Üst başları iyi değildi, yoksuldular, ama temiz, onurlu ve kişilikli insanlar oldukları her hallerinden anlaşılıyordu.

Kazım Naç anlatıyor:”Köyümüz ilkin 100 hane idi, 60 hanesi şimdi İstanbul Yeni Cezaevleri semtine taşınmış durumda, 40 hanesi ise yerinde kaldı. Burada köyden gelen ziyaretçilerimizi, akrabalarımızı uğurlamak için bulunuyoruz. Biz Yugoslavya’da Arnavut ve Boşnaklardan ayrı sayılıyoruz. Onlar Yugoslavya’daki Türk yerleşimlerine taşınıp Türk yazılmadıkları sürece Türkiye’ye göç edemiyorlar. Bizse Yugoslavya’nın yerli halklarından biri olmadığımız için dilediğimiz her yere gitmekte özgürüz. Baskıcı sistem ve ağır vergiler nedeniyle canımızdan bezdik ve Türkiye’ye yerleştik.

Soruyorum:”Yugoslavya’dan gelme pek çok kişiyi tanırım. Bu insanlar pek de makbul kişi sayılmazlar. Bunların içinde yalancı, düzenbaz ve dolandırıcı kişi sayısı oldukça çok, kendilerine mesafe konur. Öylesine bozuk insanların yaşadığı bir yerde, nasıl oluyor da böylesine temiz insanlar olarak kalabildiniz?

“Тиунэкъощыр” (Kardeşim) dedi Kazım Naç, “İsviçre’de milletlerin gelenek ve görenekleri karşılaştırıldığında, temizlik (dürüstlük) ve incelikte birinciliği Adigelerin aldığını duymadın mı, bizi o tür insanlara nasıl benzetebilirsin?”.

“Сыхэукъуагъ, къысфэгъэгъу” (Yanlış yaptım, bağışla beni) dedim ben de.