DİL FELSEFESİ

Hazırlayan: Mehmet Ali Ceylan

Dil Felsefesi’nin özellikle 20. yüzyılın başından başlayarak felsefenin temel ilgi alanı olduğunu görüyoruz. Site ve forumda dil felsefesinin gündeme getirdiği soru ve yanıtlar üzerine bir çok yazı yer aldı, ayrıca anlama çabamız doğrultusunda söyleştik.
Felsefe Alanları konusunda “dil felsefesi”nin ilgilendiği alt alanlara değinildi. Özetle, dil felsefesi ; değişik söyleme olanaklarını çözümleyen, anlamı anlamlandırmaya çalışan, anlamın nasıl oluştuğunu, dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiğini araştıran, dil gerçeklik ilişkisini açıklayan, dil-iletişim ilişkisini betimleyen, dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici boyutları ele alan bir disiplin.

Kendini bilmek ile “dil”i bilmek arasında çok yakın bir ilişki ve örtüşme olduğunu düşünüyorum.

“Dil” konusundaki felsefece düşünme için bir giriş alanı oluşturmaktan başka iddiası olmayan (ve tabi bu konuya yaşamını adamış düşünürlerin görüşlerinden oluşacak) bir alıntılar demeti sunulmaya çalışılacak burada.

İlk aşamada yararlanacağım kaynaklar:

1) Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları
2) Dil Felsefesi, Waltraud Bumann (Günümüzdeki Felsefe Disiplinleri- Çeviri: Doğan Özlem.) Ara Yayıncılık-1990

Dil felsefesi ilk bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni bir felsefe dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe dalları arasında bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu olmadığı Platon ile Aristoteles’e dek uzanan “geleneksel felsefe”nin hemen bütün filozofları, dili felsefi araştırmanın es geçilemez, değme bir konusu olarak görmüşlerdir.

Nitekim dil üstüne düşünüşün tarihi başta mantık tarihi olmak üzere bir bütün olarak felsefe tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli kanıtı, geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam, us gibi en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma gidilmemiş olmasıdır.

Bu yüzden günümüzde çoğunluk dil felsefesi başlığı altında yanıt aranan soruların önemli bir bölümü geçmişte metafizik, bilgikuramı, varlıkbilgisi gibi temel felsefe dalları altında ele alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe tarihinde dil ile zihin ya da dünya ile dil arasındaki ilişkinin doğasına dair ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da fılozof yok gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın, günümüzdeki anlamıyla bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin temellerinin Hamann, Herder ve von Humboldt tarafından XIX. yüzyılın ilk yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında genellikle kabul edilen bir görüştür.

Ancak dil felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana öteki felsefe dalları için de belirleyici bir konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein’ın “önceki dönem” ile “sonraki dönem” felsefelerinde sergilenen dılsel dönemeç aşamasıyla gerçekleşmiştir.

DİL FELSEFESİ
(ing.philosopby of language; Fr. Philosopbie du langage; Alm. Sprachpbilosophie)

Dil felsefesi en genel anlamda, bir bütün olarak dilin kökenini, yapısını, özünü ve doğasını, kapsamını ve içeriğini inceleyen; farklı diller arasındaki köken ve yapı bakımından ortak özellikleri araştıran; bilim dili, şiir dili, matematik dili,bilgisayar dili, beden dili diye adlandırılan değişik söyleme olanaklarını çözümleyen; anlamın, anlamlı ifade ile anlamsız ifadeyi birbirinden ayıranın neler olduğunu ortaya koyan; dildeki anlamın nasıl oluşturduğunu, anlamların dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiklerini, nasıl anlaşıldıklarını betimleyen; kavramlar ile kavramsallaştırmalar, sözcükler ile nesneler, tümceler ile olgu ya da olgu bağlamları arasındaki ilişkiye odaklanarak dil ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu açıklayan; dil yoluyla iletişimin nasıl ve hangi koşullar altında olanaklı olduğunu özellikle dilin simgeselliğine yoğunlaşarak betimleyen; dilin sözdizimi, pragmatik (edim bilim/kullanım bilim), anabilim, göstergebilim, retorik gibi dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici konumda bulunan boyutlarını araştıran; dilin insan yaşamındaki yerini ve önemini, başta genel felsefe anlayışımıza ilişkin anlamları olmak üzere, bütün yönleriyle sistemli bir biçimde ele alan felsefe dalıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 385-386)

Dilin gücü etkisi kültür varlığının her yanında kendini duyurur: Toplum, din, edebiyat tarih, bilim, eğitim gibi kültürün her yöresi en iç öğelerine dek zorunlukla dili damgasını taşır. Yönü, amacı, kapsamı, başarısı ne olursa olsun, insanın yürüdüğü görünür görünmez tüm yollar dilden geçer. Çepeçevre insan varoluşunun ana koşuludur dil. İnsan konuşan bir varlık olduğu için dil, her çağda güncel bir konu olmuştur. ( Uygur, 2001 s:9)

Dil felsefesi ilk bakışta XX. yüzyılda ortaya çıkmış oldukça yeni bir felsefe dalıymış gibi görünmekle birlikte, henüz felsefe dalları arasında bugünkü anlamda bir bölünmenin söz konusu olmadığı Platon ile Aristotales’e dek uzanan “geleneksel felsefe”nin hemen bütün filozofları, dili felsefi araştırmanın es geçilmez, değme bir konu olarak görmüşlerdir. Nitekim dil üstüne düşünüşün tarihi başta mantık olmak üzere bir bütün olarak felsefe tarihinden ayrılamaz. Bu temel gerçeğin en önemli kanıtı, geleneksel felsefe yapma tarzında bilgi, doğruluk, anlam, us gibi en önemli felsefe kategorileri üzerine düşünmek ile bu kategorileri dil yoluyla ifade etmek arasında bir ayrıma gidilmemiş olmasıdır. Bu yüzden günümüzde çoğunlukla dil felsefesi başlığı altında yanıt aranan sorunların önemli bir bölümü geçmişte metafizik, bilgi kuramı, varlık bilgisi gibi temel felsefe dalları altında ele alınmışlardır. Bundan da anlaşılacağı üzere, felsefe tarihinde dil ile zihin ya da dil ile dünya arasındaki ilişkinin doğasına dair ortaya bir öğreti koymamış felsefe okulu ya da filozof yok gibidir. Bu tarihsel gerçeğe karşın günümüzdeki anlamıyla bağımsız bir araştırma alanı olarak dil felsefesinin temellerinin Hamann, Herde ve Von Humboldt tarafından XIX. yüzyılın ilk yarısında atıldığı dil felsefecileri arasında genellikle kabul edilen bir görüştür. Ancak dil felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana öteki felsefe dalları içinde belirleyici bir konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein’in önceki dönem ile sonraki dönem felsefelerinde sergilenen dilsel dönemeç aşamasıyla gerçekleşmiştir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 386-387)

Çağdaş dil felsefesinin belki de üzerinde en çok durduğu konu, anlam görüngüsünü bütün yönleriyle açıklayacak genel bir kuramın oluşturulması, en azından kendi içinde tutarlı bir anlam çözümlemesine varma arayışıdır. Bu arayış doğrultusunda felsefecilerin en genel anlamda üç ayrı tutum sergiledikleri söylenebilir. Bunlardan ilki dildeki tek tek bütün anlam birimlerinin dünyadaki şeylere karşılık geldiğini dildeki her sözcüğün bir şeye her tümceninse bir belli bir olgu bağlamına gönderme yaptığını savunan göndergeci anlam görüşüdür. Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus adlı başyapıtında ortaya koyduğu resim kuramının doruk noktasını oluşturduğu bu görüş doğrultusunda düşünmeyi sürdürmüş felsefeciler arasında B. Russell, R. Carnap, W Quine ile öğrencisi D. Davidson’un adları öne çıkmaktadır. Söz konusu düşünürler kimileyin olgucu felsefenin geçerliliğini kesinleme kaygısıyla, Wittgenstein’in anlam için söylediklerinden çok önemli noktalarda ayrılan bir düşünce çizgisi izlemişlerdir. Bu düşünce çizgisinin en ayırt edici özelliği, olguculuğunda temel sorunu bir önermeyi anlamlı kılan önermenin ilkece doğrulanabilir olması olduğunu savlayarak anlam sorununun gerçekte bir doğruluk sorunu olduğu sonucuna varmışlardır. Varılan sonucun en önemli içerimi analitik ile sentetik önermeler bir yanda, normatif değer biçici öbür yanda olmak üzere olgucu felsefenin çıkış noktalarından birini oluşturan olgu önermeleri ile değer yargısı bildiren önermeler arasındaki ayrımı sağlama almış olmasıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 387)

Wittgenstein’in TLP (Tractatus Logico-Philosophicus) ye göre dil, olguların ve bütün olarak da gerçekliğin resmidir “ anlam” bu resmin kendisi, “ gösterim” adın gösterdiği şeydir. Dil, olguların mantıksal biçimini yansıtır. Buna göre olgular, mantıksal biçime sahiptir. Bu düşünceler, Wittgenstein’in ikinci döneminde tamamen terlettiği düşünceler arasında başlıca olanlarıdır.

Wittgenstein yeniden felsefeye yöneldiğinde TLP2 deki bir yanlışı ele alarak işe koyulur: ad ilenesne arasındaki karşılıklı o PU ( Felsefe araştırmaları)’ da (Wittgenstein’in ikinci dönem eseri) adın taşıyıcı ile adın gösterimi arasında kesin bir ayrım yapar. Adın gerçeklikte karşılığı olduğu şey -kişi veya nesne- adın taşıyıcısıdır. Gösterimi değil. Adın taşıyıcısı yok olabilir ama ad gösterimini yitirmez. Aksini düşünmeyi Wittgenstein ruh hastalığı olarak görür: “ öyle bir ruh hastalığı düşünülebilir ki hastalığa yakalanan biri, adları yanlızca onların taşıyıcısı ortada olduğunda kullanılabilir ve anlayabilir olsun”. ( Soykan, 1995)
Göndergeci anlam görüşü özünde “Olanın olduğunu olmayanın olmadığını söylemek doğru; olanın olmadığını olmayanın olduğunu söylemekse yanlıştır” sözüyle ilk kez Aristotales tarafından dile getirilen uygunluk kuramı diye biline gelen doğruluk kuramının anlam görüngüsüne bir uyarlamasıdır. İkinci anlam kuramı, anlamların insanların zihinlerindeki tasarımlardan imgelerden ya da bir takım başka ruhbilimsel görüngülerden oluştuğunu öne süren tasarımcı zihinselci anlam görüşüdür. Bu görüşün en çok dile getirildiği akımların başında genel çerçevesi Locke tarafından çizilen İngiliz deneyciliği gelmektedir. Deneyciliğin özünde bir anlam kuramı sunma çabasından daha çok bütün her şeyi açıklama savında olan metafizik bir dizge olması nedeniyle bu dizgide doğal yolla türetilen anlam açıklamasının deneyim olgusunun doğasını kavrama amacıyla temellendirildiği görülmektedir. Bu durumun en temel kanıtı, gerek Locke’ un gerekse Hume’un idealar ile izlenimler arasında yaptıkları ayrıma bakılarak görülebilir. Üçüncü anlam kuramıysa, özellikle Wittgenstein’ in sonraki dönemini yansıtan Felsefece soruşturmalarda ortaya konan kimileyin oyun kuramı adıyla da anılan kullanımcı anlam öğretisidir.

Bu öğretinin savunduğu temel düşünceler, dilsel dönemeçten geçerek dil üstüne düşünmeyi sürdüren J.L. Austin, P.F. Strawson, J. Seatle, G. Ryle gibi Wittgenstein’in izinden yürüyen dil felsefecilerinin çalışmalarıyla oldukça verimli bir biçimde işlenmiştir. Anlam öğretileri arasında günümüzde geçerliliği en çok tanınan bu anlayışa göre, anlam görüngüsü belli bir dil topluluğu içinde belli bir yaşam biçimi çerçevesinde toplumsal uzlaşı yoluyla belirlenmiş birtakım kurallar uyarınca oynanan bir dil oyunu olarak temellendirilmektedir. Bu anlamda bir şeyin anlamını öğrenmek demek o şeyin belli bir bağlamda nasıl kullanıldığını öğrenmek, yani o şeyi uygun biçimde kullanabiliyor olmak demektir. Wittgenstein’in sonraki dönem felsefesinde gerçekleştirildiği anlam sorununu kullanım içerisinde çözüştürmesi, dil felsefesinde önemli bir kırılma aşamasına karşılık gelmektedir. Anlam sorununa yaklaşım yordamında baş gösteren bu kırılmayla birlikte dil felsefesi çalışmalarında öteden beri egemen bir konumda bulunan anlam sorununa yönelik yerleşik soruşturma kalıpları eski yerlerini ve değerlerini yitirmiş; böylelikle de dil felsefesi için yeni bir soruşturma ufku açılmıştır. Anlam sorunları yerine daha çok dilsel kullanım sorunlarının ele alındığı bu soruşturma çerçevesinin en önemli kavramı söylemek ile eylemek arasında geleneksel olarak yapılan ayrımı çözüştürmeyi amaçlayan, aslında bu iki edimin bir ve aynı şey olduğunu gösterme düşüncesi üstüne bina edilmiş söz edimleridir. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s:388)
İçerisinde çeşitli dil felsefesi aralaştırmalarının beraberce yürütüldüğü bu yeni dil felsefesi çerçevesi kimileyin Wittgenstein sonrası dil felsefesi diye kimilerince dilsel dönemeç diye adlandırılmaktadır. Bu yeni dönemde yapılan dil felsefesinin en belirgin özelliği dil felsefesinin artık öbür felsefe dalları arasında bu alana özgü bir takım özel sorunların yanıtlamaya çalışıldığı bir dal olmayıp bütün felsefe soruşturmaları için belirleyici anlamı bulunan genel bir felsefe duruşu olarak değerlendirilmesidir. Dil felsefesinde baş gösteren bu kırılmanın ana nedenlerinden biri hiç kuşkusuz Heiddegger’in Dasein’a, yani insanın yeryüzünde olmaktalığına yönelik verdiği çözümlemeler olarak gösterilebilir. Bu çözümlemelerin en temel iletisi, Heiddegger’in “dil varlığın evidir.” Tümcesiyle özetlenebilir. Dil ile varlık arasında Heideggerce kurulan bu içiçelik ilişkisi, felsefenin bundan böyle kurgusal metafizik yaparak varlık soruşturması yapamayacağını yüksek sesle dile getirmeyi amaçlar.

Bunun yerine Heidegger’in önerisi insan olarak dünyadaki deneyimlerimizin dilsel betimlenme yöntemiyle kavranmasına yönelik kesintisiz bir dil soruşturmaları sürecini başlatmaktadır. Nitekim Heidegger’in felsefesine getirdiği açımlamalardan ötürü “Heidegger’in Köyden Kente İndirme” payesi verilen Gademer “Anlaşılabilecek biricik varlık dildir.” diyerek geleneksel felsefenin başsız sonsuz belgisel saltık varlık tasarımını dil içerisinde alaşağı etmiştir. Kuşkusuz bu sonuç yine Wittegenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” tümcesinde anlam kazanan bir sonuçtur. Bu yeni felsefece duruşun en önemli etkisi, kıta felsefesi ile çözümleyici felsefe arasındaki dengenin kıta felsefesinden yana, özelliklede “yorumsamacı” “varoluşçu” “görüngü bilimsel” dil felsefesinin soruşturma çerçeveleri lehine bozulmuş olmasıdır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 389)
Dil felsefesi araştırmalarında öne çıkan bir başka ana doğrultu başını Chomsky’nin çektiği “söz dizimci yaklaşım”dır. Bu yaklaşıma göre, kullanımcı anlam öğretisi de dilin temel amacının bildirişim olduğunu savunan dil bilim kaynaklı bütün görüşlerde dil görüngüsünü açıklamada yetersiz kalmaktadırlar. Chomsky bu eksikliği gidermek için öncelikle insanın doğası gereği “söz dizimci” bir varlık olduğu geçeğine parmak basar. Buna bağlı olarak da dilin insan kavrayışına ilkece açık bir özü varsa bunun söz diziminde gizli olarak bulunduğunu ileri sürer. Dilin özünün dilin söz dizimi olduğun savunan bu yaklaşımın aşırı uçları dil felsefesinin araştırma alanını söz dizimi ile sınırlamaktan yanadır. (Güçlü ve Diğerleri, 2002, s: 389)

Bu Başlığa İlişkin Kaynakça:
Güçlü, A. Baki, Uzun, Erkan, Serkan, Uzun, Yolsal, Hüsrev Ümit. Felsefe Sözlüğü. Bilim ve Sanat Yayınları. İstanbul: 2002
Soykan, Ömer Naci. Felsefe ve Dil. Kabalcı Yayınevi. İstanbul: 1995.
Uygur Mermi. Dilin Gücü. YKY Yayınları: 2001

Anlam konusundaki görüşleri özetleyelim.

DİLİN GÖRÜNÜMLERİ

İnsan diliyle sınırlanmış dil kavramında çeşitli görünümler karşımıza çıkar. Daha W.v. Humboldt , dilden “ergon” (kurallar sistemi ve sözcükler hazinesi olarak dil) ve “energeia” (sürekli yinelenen bir konuşma etkinliği olarak dil) olarak söz etmiştir. H. Steinhtal bugüne kadar sık sık yinelenegelen bir ayrım yapmıştır. O dilde şu üç öğeyi ayırmaktadır:

1) Konuşma: Dilin burada ve şimdi için düşünülmüş eylemi veya kullanımı.

2) Dil etkinliği: Dil, fizyolojik bir enerjiyi, yani sesi, hece haline dökme etkinliği olduğu kadar, düşünülmüş olan şeyi bu hecelerle dışa vurma etkinliği ve aynı zaman- da kapasitesidir.

3) Dil içeriği: Dil etkinliğinden çıkan ve konuşma sırasında başvurulan, yapılmış öğeler.

Bunlar düşünülen şeyi (objeyi) dışa vurması gereken şeylerdir (“Gramer, Mantık ve Psikoloji”, 1855, s. 137). G.v.d. Gatelentz de Steinthal’inkine benzer bir sınıflama yapmıştır. Ama dilbilimciler çevresinde en tanınmış sınıflama, F. de Saussure ‘un yaptığı sınıflamadır.

Onun;

“langage” (= insani dil yetisi)

“langue” (= somut dil)

“parole” (= dil edimi) ayırımı genç dil araştırmacılarını oldukça etkilemiş, bu ayrımına dördüncü bir moment olarak “parler” ( bireysel dil stili ) eklenmiştir.

Son olarak K. Bühler’in araştırmalarına dayanılarak, dildeki bu dört görünüm, bir şema içersinde şöyle gösterilmiştir:

W.Bumann     

DİL FELSEFESİ

Dil böylesine çok sayıda disiplinin konusu ise, empirik dil bilimlerinin yanısıra bir “dil felsefesi” nin nasıl bir görevi olabileceği sorulabilir. Önce dile yönelen felsefi uğraşları birincil ve ikincil olarak ayırmak gerekir.

Birincil felsefı uğraşlar, doğrudan doğruya dil fenomenine yönelirlerken, ikincil felsefi uğraşlar; dili , belli bir felsefı tematik içinde ele alırlar.

Birincil dil felsefesi bir yandan empirik dilbilimsel araştırmaların metodolojik açıdan temellendirilmesi ile uğraşırken; öbür yandan, elde bulunan veriler çokluğu içinde bu verileri açıklamak için başvurulan ana ilkeleri bir birliğe sokmaya çalışır. O, dilbilimsel araştırmayı hem geliştirmek, hem de bu araştırmanın sonuçlarını bir odakta toparlamak istemesiyle, empirik dilbilimin ulaştığı son nokta veya yer olarak görülebilir.

O çeşitli dilbilimsel araştırmaların sonuçlarına topluca bakmakla, yeni bilgilere yol açar ve yeni problemler formüle eder. Yine o, dilbilime karşıt olarak, dilin kendisini veya “genel dil tipi”ni konu aldığından, öbür yandan “genel dilbilimi” ile aynı düzlemdedir. Hatta, “dil felsefesi,” “genel dilbilimi” ve “dil kuramı” , bu anlamda özdeş kavramlardır. Aslında bunlar, hiç kuşkusuz empirik dil araştırmasının sonuçlarını gözardı etmeksizin ve öbür yandan verimsiz spekülasyonlara dalmaksızın çalışmak zorundadırlar. Bu yüzden dil felsefesinin konusunu, empirik dilbilimin konu ve araştırma sonuçlarını gözönünde tutmadan betimlemek uygunsuz olur.

İkincil dil felsefesi daha çok disiplinler arası bağlantıların felsefe aracılığıyla bütüncül biçimde kurulabileceğine inanan filozoflar tarafından geliştirilir. Bu tür felsefenin temsilcileri, çoğunlukla dil felsefesine ait tüm problemleri bütüncül bir bakış altında çözme iddiasını güderler. Örneğin dil mantığı, dil ontolojisi, felsefı semantik, dıl estetiği, fenomenoloji ve son olarak varoluşçu dil felsefesi bu gruba girer.

DİL KURAMLARI

Genel felsefi kutuplaşmalar dil felsefesinde de kendilerini gösterirler. Ama ayrıca dil felsefesinde çeşitli metafiziksel tutumların çeşitli zamanlarda yenilenerek ortaya çıktıkları ve süreklilik kazandıkları da görülür. Dil felsefesinde dil pozitivizmi ile dil idealizmi arasında sık sık bir temel ayırım yapılır. Burada bu kutuplara ve bunların temsilcilerine ancak kısaca yer verebileceğiz.

Dil pozitivizminden sözedilirken, önce, “yöntemsel pozitivizm” ile “metafıziksel pozitivizm” arasında ayırım yapmak gerekir. Yöntemsel pozitivizm, bilim adamından, kendi araştırma ve bulgularının dışına çıkmamasını, denetlenebilir olgu ve olayları saptamasını talep eder. Hiç kuşkusuz bu yöntemsel pozitivizm, bugün de her bilim ve her felsefe uğraşı için açık bir taleptir.

“Metafiziksel pozitivizm” den ise, deneylenemeyen ve , doğrulamayan herşeyi yadsıyan bir pozitivizmi anlıyoruz. Bu metafiziksel pozitivizm üzerinde burada kısaca durmak gerekir. Çünkü onun izleyicileri, dili, idealist dil kuramlarını toptan bir yadsıma eğilimi içinde, sadece pozitif bir veri sayarlar. Burada dilin yukarıda anılan dört görünümünden bazen biri, bazen öbürü araştırmanın merkezcil konusunu oluşturur.

W. Scherer 1874’de şöyle yazmıştı: “Dünyagörüşleri kendi kredilerini tüketirler… Çünkü sadece ‘ilginç’ olan şeyin bir değeri yoktur. Biz, haklarında bizi yeni bir kavrayışa götürecek olgular nerededir diye soruyoruz… Sorumlu bir olgu araştırması, ilk ve kaçınılmaz taleptir” ( “Yeni Kuşak”, 1874,). Her türlü dil”dil tini” (Sprachgeist), ‘ içkin dil formu ,metafiziğini yadsıyan, “toplum tini” gibi kavramları felsefeden elemek. isteyen bu pozitivizmin kendisinibiz “metafiziksel pozitivizm” olarak adlandırmak istiyoruz. Örneğin “genç dilbilgiciler (gramerciler) okulu’nıın sistemcisi H. Paul “Dil Tarihinin İlkeleri” (6. baskı, 1960) adlı yapıtında şöyle demektedir: “Eğer gerçek şüreçlerdeki etkenleri herhangi bir şekilde belirlemeyi denemek istiyorsak, parolamız ‘tüm soyutlamaları defetmek’ olmalıdır” .

Aynı kalkış noktasından hareketle 1920’li yılların sonunda ortaya çıkan, ama araştırmada tamamen farklı yollar izleyen mantıkçı pozıtıvizmin temsilcileri, dile, tamamen bir işaretler sistemi ve toplum içinde bildirişmeyi sağlayan bir araç olarak eğilmişlerdir.

Pozitivizm içinde ekstrem bir kalkış noktasından hareket eden bir başka grup da Amerikan behavioristleridir. Bunlar aslında mekanik bir materyalizmden hareketle, deney yoluyla elde edilmiş, doğrudan gözlemle aracısız araştırma konusu olabilen dış davranışları (veya: behavio) ele almakla kendilerini sınırlarlar. Her davranış bir duyusal- duygusal etkinin ve tepkinin ürünü olarak betimlenir. Bu, dile uygulandığında, dili koşullu tepkilerin bir sistemi saymaya ve sonradan giderek, bu sistemin kendisinin de işitenleri etkileyen bir etken olarak görülmesine yol açar. Buna göre, dilbilimsel araştırmanın konusu, yukarıda anılan dört ana görünüm içinden “konuşma edimi” ile sınırlanmış olur ve dil, biçimlerden, ses davranışlarından oluşan bir şey, etki-tepki öğelerinden oluşan bir konuşma edimi olarak anlaşılır.

Pozitivizme karşıtlık içinde, metafıziksel dil idealizminin yandaşları için dil, veri olan dilden ve konuşma etkinliğinden çok daha fazla bir şeydir.Dil, bir idenin, logos’un, aklın bir görünüşü, bağımsız oluşan bir tinsel yaşamın meyvasıdır. Dil, bu anlamda, daha Antikçağda (Herakleitos, Stoacılar, Yeni Platoncular ve Yeni Platoncu Hıristiyanlık yandaşları ve mistikler) mutlak ve tanrısal bir tözün açımı olarak anlaşılmıştır. Günümüzde M. Heidegger de, dili, içinde varlığın su yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar: “Dil, varlığın ışıyarak örtüsünü açtığı yerdir” (“Hümanizm Üzerine”). W.V.Humboldt ise şöyle yarar: “Dil, bir yandan, insanın genel tinsel enerjisinin düzenli işleyen bir çark içinde açığa çıkmasıdır; öbür yandan bu çark içinde dilsel yetkinlik idesinin gerçeklikte bir varoluş kazanma çabası vardır. Bu çabaya eğilmek ve onu bu haliyle betimlemek, dil araştırmacısının son ama en basit çözümde, esas görevidir” (“İnsan Dillerinin Yapısındaki Çeşitlilik üzerine” 1836)

Daha sonra Humboldt ‘a dayanılarak, dil araştırmacısından hep buna benzer bir görevi üstlenmesi istenegelmiştir. Örneğin Latin dilleri araştırmacısı (romanist) K. Vossler 1904’de yayınlanan “Dilbilimde Pozitivizm ve İdealizm” adlı yapıtında, pozitivizme karşı tutkulu bir muhalefet içinde şöyle yazıyordu: “Bu yüzden dilbilimin görevi asla şundan başka bir şey değildir: Tüm dil formlarının tek etkin nedeni olarak tini görmek ve göstermek.”

NESNE DİLİ VE ÜST DİL (OBJE DİLİ VE META-DİL)

Dil, bilimsel ve felsefi araştırmaların ele aldıkları tüm öbür konulardan ayrılır. Çünkü dil, bu bilimsel ve felsefi araştırmaların sadece konusu olmakla kalmaz; hatta aynı zamanda bu bilimsel ve felsefi araştırmaların kendilerini de betimler.

Yani dil hem araştırılması gereken bir konu, hem de bu araştırmaların betimlenme yeridir. Felsefi açıdan bakıldığında bu olgusal durum, insanın bizzat kendisi üzerine refleksiyonla yönelebilmesi anlamını taşır ki, “dil içinde dil üzerine konuşabilmek “, sadece insana özgü bir şey olarak kendisini göstermektedir.

Bu dilsel katmanlar arasındaki ilişkiyi araştırmayı,metafiziksel yorumlara asla başvurmak istemeksizin,mantıkçı pozitivizm kendisine görev olarak koymuştur. Mantıkçı pozitivizme göre, mantıksal açıdan bakıldığında günlük dilde birçok çelişkiler vardır ve her şeyden önce de, günlük dilde metafiziksel yoldan oluşturulup dile sokulmuş sayısız sözcük ve kavram bulunur.

İşte dil, öncelikle bilimsel yoldan sağın bir şekilde ele alınmaya muhtaçtır. Ama dili bir konu olarak ele almak için “dil üzerine konuşan bir dil” e , yani bir üst dil ‘e gereksinim vardır ve üst dil ile nesne dili arasında kesin bir ayırım yapılmalıdır.

İlk kez Varşova Mantıkçı Okulu tarafından kullanılan bu terimlerden genel olarak anlaşılan şey buydu. Yani , üzerinde konuşulan dil nesne dili, nesne dilinden sözeden dil ise üst dil olarak adlandırılıyordu. Bu üst dil, bir nesne dilinin betimini ve çözümlemesini üstlenecekti. Böylece giderek bir dil sıradüzeni (hiyerarşisi) oluşturuldu.

Örneğin nesne dili kendi içinde çeşitli basamaklara ayrıldığı gibi, üst dil içinde de bir basamaklanma, örneğin üst dili altına alan bir üst/üst dil (meta/meta-dil) oluşuyordu. Mantıkçı pozitivizm içinde, çeşitli araştırma yönlerinden hareketle çok sayıda bilimsel ve felsefi ‘üst diller kurulmuş ve giderek bu üst diller arasında bir bağdaşım sağlamak amacıyla bir “meta-dialektik”ten de sözedilmeye başlanmıştır. Mantıkçı pozitivizm içindeki bu çeşitlemeler dışında kısaca belirtmek gerekirse, bir nesne dilinden sözeden bir üst dili, nesne dili üzerine geliştirilmiş bir kuram, bir üst kuram (meta-kuram) olarak anlamak gerekir.

DİLİN BOYUTLARI

Dil bir işaretler sistemi olarak kavranırsa, bu sistem içinde her işaretin belli bir işlevinin olması gerekir.

Ch.W. Morris, bir şeyin işaret olarak içinde işlev kazandığı süreci semiosis olarak adlandırır. Bu süreç, bir semiotik model içinde kendisini gösteren üç boyuta sahiptir.

1) Nesne ve nesnel durum açısından bakıldığında, işaret, bir gösterge veya nesne veya nesnel durumun simgesidir.
2) Konuşan açısından bakıldığında, işaret, konuşanın düşünce, istek veya duygularının ifadesi (dışa-vurumu), hatta semptomudur.
3) Dinleyen açısından bakıldığında, işaret, bir uyarıcı, bir apeldir veya belli bir tepkiye yol açan bir sinyaldir.

YAPI OLARAK DİL

Kendi başına ele alındığında, dile bir “yapı” olarak bakılabilir. Böyle bakıldığında, her şeyden önce, bu yapı, gerçeklikle olan ilişkisinden (ki bu ilişki semantiğin konusudur), insanla olan ilişkisinden (ki bu ilişki pragmatiğin konusudur) bağımsız olarak incelenmek zorundadır. Başka bir deyişle, bir işaretler sistemi ve yapı olarak dil sentaktik’in konusudur.

Her zihinsel yapıda olduğu gibi, somut dilde de çeşitli görünümler vardır: Ses, içsel dil formu ve ortak bildirim.

İçsel dil formu, ortak bildirişimi belirleyen tarz olarak, dilde ses ile içerik arasındaki bağı temsil eder. Dilsel yapı öğretisinin merkez kavramı içsel dil formudur ve bu yüzden bu kavramı daha yakından ele almak zorunluluğu vardır.

Felsefedeki iç form kavramı, ama daha doğrusu iç form problemi, Eskiçağdan beri gündemdedir. “Ide”, “entelekheia”, “varlık ilkesi”, “iç yasa”, v.b. türünden kavramlar, felsefede çoğu kez bir iç form kavramı ile birarada düşünülür ve bu yüzden iç form kavramı filozoflar için hep cezbedici bir şey olarak görünür. Iç form kavramını genel felsefeden dil felsefesine ilk aktaran kişi ise W.v.Hıımboldt olmuştur. Ama o bu kavramı asla tanımlamamıştır. Bu yüzden kavram, kendisinden sonra bir dizi yoruma konu olmuştur. Bugün de kavram hakkında karşımızda bir yorum denemeleri çokluğu durmaktadır ve bu yorumlardan bir birliğe ulaşmak giderek güçleşmektedir.

H. Steinthal Humboldt’un iç form kavramına üç açıdan eğilir ve kavramı üç açıdan yorumlar:

1) Statik anlamda iç form, kavram oluşturma, kategorileştirme, düşünsel ilişkiler ve ide dizileri kurma tarz ve türüdür.

2) Dinamik anlamda iç form, düşünceleri açığa çıkartan tinsel etkinlik ve biçim verici ilkedir. Örneğin onun sayesinde bir ulus kendi düşünce ve duygularını dilde ifadeye taşımış olur.

3) Normatif (ideal) anlamda iç form, bir mantıksal-ideal dilbilgisidir. Somut dilbilgisi, yani kendi içinde özel ve genel olarak ayrılan dilbilgisi ona dayanır.

Humboldt’un iç form kavramı, yukarıda da değinildiği gibi, daha sonraları sürekli olarak hep yeniden tanımlanmış ve çok çeşitli biçimlerde yorumlanmıştır.

Örneğin içsel dil forumunu bir mantıksal-ideal dilbilgisi olarak yorumlama eğilimi, Husserl’i bir “salt dilbilgisi” idesine, A. Martys ‘i bir “betimleyici semsioloji” ye, G. Hjelmslev i bir “lingüistik cebir” e, R. Carnap ‘ı bir “salt sentaks” a götürmüştür.

Öbür yandan, içsel dil formu kavramı,,her dili belli bir sistem kılan organik yapı ilkesi anlamında da kullanılmıştır. Bu haliyle iç formun, hem sözcük dağarcığının (vokabüler) birliğini, hem de dilsel formların birliğini garanti ettiği söylenmiştir: Dili bir organik yapı olarak kavrayan bu yoruma göre, bir organik sistem olarak dil içindeki her öğe, sistemi yapan temel organik ilkeye göre hem öbür öğelerle, hem de sistemin bütünüyle ilişkidedir.

İçsel dil formu kavramının H. Steinthal, W.Wundt, G.v.d. Gabelentz, W. Porzgi ve L. Weisberger ve diğerleri tarafından benimsenen bu konumu, özellikle ‘ıçerikli dilbilgisi araştırmalarında ve yapısalcılıkta merkezcil rol oynamaktaysa da, burada da kavramın yine açıklanmadan bırakıldığı görülüyor.

Not: İzleyenler için teknik terimlerin ve yoğun dilbilgisel yaklaşımın anlamayı güçleşdirdiğini düşünüyorum. Ancak fizik bilmeden doğa felsefesine girilemeyeceği gibi “dilbilim” in genel yaklaşımlarını dikkate almadan dil felsefesine girişin olanaksız olduğunu burada alıntıladığım metin de gösteriyor.

Aslında bir dilde söz dağarcığı ile dilin formu arasında sürekli bir birlik olduğu hakkındaki tezler, uzun zamandan beri ileri sürülmelerine rağmen, kanıtlanmamış tezler olarak kalmışlardır. Bu konuda ancak, aynı dildeki veya aynı dil ailesindeki çeşitli ifade araçlarının birlikli bir stile göre değil de, bir uzlaşım yolu üzerinde ortaya çıktıkları söylenebilir.

Söz dağarcığı ile dil formu arasında ancak tipsel olarak karakterize edilebilecek bağlılıklar saptanabilir ve bunları genel kurallara bağlamak olanaksızdır. Günümüzde dil içeriği (söz dağarcığı) ile dil formu arasında bir birlik olduğunu kanıtlama çabaları içerikli dilbilgisi ve-yapısalcılıktan kaynaklanırlar. Her ikisi de, dili, bir yandan ondaki temel ilişki bağlamlarını keşfetmek üzere içerikten hareket ederek; öbür yandan sadece ses formlarından yola çıkarak bir yapı olarak ele alırlar. Her iki yöneliş, dilsel bağlamları açığa çıkarmak ve geleneksel dilbiliminin “söz ve form kadavraları”ndan (G: Müller) kurtulmak istemek konusunda birleşirler.

Dile bu ” bütüncü” bakış, S. Öhman’ın da işaret ettiği gibi, eski atomistik psikolojinin, bütünlük psikolojisinin yaygınlık kazanması sonucu çözülmesiyle aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Bu “bütüncü” bakış, her iki yönelimde de, özellikle “dilsel alanlar” konusunda kendini gösterir.

Dilsel alanlar kavramı, önce içeriği belli akraba sözcük gruplarını belirtmek için içerikli dilbilgisi tarafından geliştirilmiş olduğundan, dilsel yapıların araştırılmasına da buradan geçilmiştir. Bir dilin söz dağarcığını, kavram ve anlam olarak akraba olan sözcükleri gruplar halinde toplamak yoluyla ele almak gerektiği iddiası, daha Leibniz tarafından ileri sürülmüş ve sonradan H.Paul rafından savunulmuştur.

Ne var ki bu iddia, dilbilimde çok uzun süre yankı bulamamıştır. ilk kez 1924’de G Ipsen, “Eski Doğu ve Indocermenler” adlı yazısında alan kavramını dilbilime sokmuş ve onu “anlam alanı” bireşimi içinde kullanmıştır. Daha sonra kavram çok sayıda dilbilimci tarafından benimsenmiş, ama ne var ki bu dilbilimciler kavramı çok çeşitli tarzlarda.kullanmışlardır.

W. Porzig, kendi alan kuramını “Temel Anlam ilişkileri’ adlı yazısında ve daha sonra da popüler kitabı “Dil Mucizesi”nde (3. baskı, 1962) kullanıp geliştirmiştir. Porzig’e göre, her sözcüğün tamamen belirlenmiş bir dilsel alanı vardır ve her sözcük bu alan içinde tek başına bir anlama sahiptir

Örneğin sadece canlılar “soluk alır”, sadece aslan “kükrer”. Ne var ki benzetmeli de olsa, biz “renklerin soluk almasından,”babanın kükremesi”nden de sözederiz. Yani “temel anlam”ların hiç de sabit olmadıklarını, tarih boyunca çözüldüklerini, yeni “temel anlamlar” ortaya çıktığını görürüz.

Hatta benzetmeli sözcük kullanımlarının sonradan “temel anlamlar” taşır hale geldiklerini de biliriz. Buna rağmen Porzig, temel anlam ilişkilerini kuran sözcük ve anlam alanları bulunduğunu belirterek, bunları sentaktik alanlar olarak adlandırır ve ad, fiil veya sıfat bildiren sözcük alanlarının tümünü parataktik alanlar olarak bu sentaktik alanların karşısına koyar Sözcük alanlarının her iki türü birbirleriyle öyle bir ilişki içindedirler ki, sözcükler, daima, bir sentaktik alanın belli bir yerinde değişmeye açık bir parataktik alan oluştururlar.

Porzig, parataktik alanlara yönelmekten çok, dildeki en küçük birlikler olarak sentaktik alanın öğelerine eğilir.

Ona karşı J. Trier, 1931’de, dil alanı kavramını sözcük araştırmalarında ilk kez yöntemli olarak kullanmıştır. O, eski ve orta Almanca dönemlerine kadar inerek, birbirine bağlı sözcükleri gruplamayı denemiştir. Bu araştırma sırasında Trier, kavram alanları ile sözcük alanları nı birbirinden ayırır.

Bir sözcük, kavramsal bakımdan kendi akraba sözcüklerle birlikte bir sözcük alanı oluşturur ve tek tek sözcüklerin biraraya gelmeleriyle oluşan bu sözcük alanı, kendisine karşılık olan kavram alanına uyar. Kavram alanı olmadan bir sözcük öbür sözcükten farklılaşamaz ve bir anlama sahip olamazdı. Trier bu düşüncelerini basit bir örnekle açıklar: “Iyi” notu, dört, beş veya altı değerlerinin oluşturduğu bir derecelenmeyi kapsayıp kapsamamasına göre saptanır ve bu değerlerden birini içerip içermemesine göre anlam farklılığına uğrar. Sözcük alanları dilden dile değiştiği gibi, tarih boyunca aynı dil içinde de durmadan değişirler. Böylece Trier’in sözcük alanları kuramının ana düşüncesi şöyle ortaya çıkmış olur: Bir dilin söz dağarcığı her zaman geçici ve itibarî bir bütünlük taşır ve bu bütünlük basamak basamak kavram alanlarına halkalanır.

Yeni-Humboldtçu L.Weisberger de Trier’in dil alanları kuramını benimser. Weisberger’in genel dılbilimsel savı şudur: Dile bir yandan “ergon”, yani içerikli dilbilgisi açısından, öbür yandan “energeia”, yani dilbilimsel açıdan eğilmek gerekir. Ne var ki, dilbilgisi basamağında dilin içeriğini sadece ses ve form betiminden hareketle açık kılamayız ve dilin insan ve toplumlar için tinselliğin dışa vurulduğu bir ara-evren olarak niteliğini burada saptayamayız. Bu yüzden dilbilgisel basamak, evreni dilsel kavrayış tarzının bir parçasından ibarettir. Weisberger’e göre Trierci anlamda bir dil alanı kavramı da ancak ö le tanımlamak gerekir: “dil alanı, bir organik bağlılık içinde birlikte etki eden dil işaretleri gruplarının oluşturduğu bütünlüğe dayalı olarak inşa edilen dilsel ara-evrenin bir kesitidir …

Herşeyden önce, dilsel alanlar dilin sağın birlikleridir… Bu yüzden onlar, bir dilin evren betimini bilme girişiminde, yani içerikli bir dilbilgisinin kurulmasında temel zemindirler (“Alman Dilinin Evren ,Betimi”, I, s.91-93). Anlaşılabileceği gibi, Weisberger, Trier’in alan kavramını genişletmekte, sadece sözcük alanları değil, hatta aynı zamanda, Porzig’in sentaktik alanlarıyla hiç ilgisi olmayan sentaktik alanlar kabul etmektedir.

Weisberger, dilde ses ve içeriği birbirinden ayırma gereğine de karşı çıkarak, bir “tinsel ara-evren” ve “dış dünya” ayırımı yapmaktadır. Bu nedenle örneğin o ses formuna göre düzenlendikleri için alfabetik sözlükleri ~yadsır; yine bunun gibi, nesneleri sınıflayan sözlükleri de. Çünkü bu gibi sınıflama ve gruplamalar, Weisberger için dilin dışındadırlar. O, bir ses formunun çeşidi anlamlarını araştıran semasioloji ve bir nesneye karşılık olarak konulmuş çeşitli işaretleri araştıran onomasioloji gibi etkinlikleri de yadsır.

Weisberger leksikolojiye dayalı bir sözcük kurma ve oluşturma öğretisiyle ilgilenir ve buradan hareketle, konuşmayı düzenleyen araçlara, yani yaygın anlamıyla dilbilgisel öğelere yönelir. İçerikli sentaksın görevi, önermelerin kurulmasında başvurulan planların yapısını, ara-evren olarak dilin temel formları halinde betimlemektir.

YAPISALCILIK

Yapısalcılık dilsel oluşumların ve yapıların araştırılmasında tamamen değişik bir yönteme başvurur. Ne var ki,yapısalcılık, hiç de birlikli bir dilbilimsel yönelim değildir; bu ad altında çok sayıda görüş ve okul toplanmıştır.

Bunların ortak olduğu nokta, dili kendiliğinden oluşmuş (sui generis) bir yapı olarak incelemektir. Bu yapı, dil-dışı gerçeklikle her türlü ilişkiden çözülmüştür; her şeyden önce de o dili konuşandan. Buna göre dilin neliği (mahiycti) onun yapısında içerilmiştir ki biz bu yapıyı formel bir sistem olarak tasarlayabiliriz.

Bu salt ilişkiler sisteminin araştırılması ise, ancak yapısalcı bir dil kuramıyla olanaklıdır ve böyle bir kuram, doğabilimi modeline göre oluşturulacaktır. Yani kuramın kendisi bir sağın bilim olacak ve her türlü metafiziksel veya ontolojik dil yorumları bir yana atılacaktır.

Yapısalcılığın öncüleri, B. de Courtenay “fonem” kavramını modern fonolojiye kazandıran U. V. Kruszewski ve toplumsal koşulları ve dilin sistem karakterini vurgulayıp senkronik dil araştırmasını diakronik dil araştırmasının önüne koyan F. de Saussure ‘dur.

Genç Dilbilgiciler Okulundan gelen ve ama daha sonra bu okulun eleştiricilerinden olan Saussure, başlangıçta ancak kendi öğrencilerini “Genfer okulu” adıyla anılan bir çevrede etkilemiştir. Başyapıtı “Cours de linguistique general” ( Genel Dilbilim Dersleri ),ilk kez ölümünden sonra 1916’da (Almanca çevirisi: 1931) yayımlanmıştır ve bu kitap karanlık noktaları ve hatta tutarsızlıkları oldukça göze çarpan ders notlarının bir derlemesidir. Bu yüzden kitap çok çeşitli yorumlara konu olmuştur ki, bu durum, çeşidi yapısalcı okulların hepsinin de bu kitaptan yola çıkmış olmaları olgusunu açıklar. Saussure’un öğretisinin merkez noktası, bir dilin bir sistem, öğelerinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu bir bütün olduğu ve bu öğelerin dıştan değil, tersine ancak yine sistemin içinde ve sistem aracılığıyla belirlendikleri, her öğenin sistem içinde belli bir işlev taşıdığı düşüncesidir. Bu demektir ki, sistem bir öğeler bütünü olarak düzenlenmiştir ve bu öğeler, sistemin kilit noktalarını teşkil eden temel ilişkilerce belirlenmiştir. Dil, özünde bir sistem, görünüşte ise bir bireysel özellikler topluluğudur ve dile yönelik bir bilimin görevi, dildeki tek tek özellikleri betimlemekten çok onun sistematik karakterini göstermektir. Böylece, dilbilimin birincil Ve ikincil olmak üzere iki görevi vardır.

Dilbilimin birincil görevi, dili senkronlk bakımdan gözlemek, onu, geçirmiş olduğu değişikliklerden soyutlayarak bir sistem olarak ele almaktır.

Dili tarihsel gelişimiyle birlikte yani diakronik olarak ele almak, dilbilimin ikincil görevidir. Bu kavrayışa göre, dil , bir cebirsel veya mantıksal sistem olduğu kadar, onun bir tarihsel boyutu da vardır. Saussure şöyle demişti: “Bir gün gelecek, dilin özellik ve bağıntılarının, temel doğaları gereği matematiksel formüller yoluyla ifade edilebilir oldukları kabul edilecektir”. Saussure, dildeki değişmeleri;
– Dış etkenler,
– Sistemin tekil öğelerini değiştiren etkenler
– Sistemin bütününün değişmesine yol açan etkenler olarak sınıflar.

Aslında Saussure, yapısalcılara, nasıl yerine getirileceğini belirtmediği bir görev verir ve bu yüzden bu görev, değişik yapısalcı okullar tarafından değişik biçimlerde yorumlanır.

Yapısalcılar genelde üç okula ayrılırlar:
1) Prag Okulu
2) Kopenhag Okulu
3) Amerikan Okulu

Bunlar ortaya çıkışlarına göre kronolojik olarak sıralanırlar.

Prag Okulu

1926’da “Travaux du Cercle Linguistique de Praque” (Prag Dilbilim Çevresi Araştırmaları) dergisi etrafında oluşan Prag Okulu, bu dergide özellikle 1929’dan sonra yayımlanan önemli çalışmalarla ün kazanmıştır. İlk sayıda yayımlanan ve Birinci Slav Dilleri Konferansına (Ekim-1929) da sunulmuş olan “Tezler” başlıklı yazı, bu okulun programını içermektedir. Aslında bu program, dili, belirli bir zamansal- tarihsel hareketlilik içinde bulunan, yani diakronik olarak ele alınması gereken bir sistem olarak görmekle, genel yapısalcılık programından ayrılır.

Benzeri bir yaklaşım, N. Chomsk”nin “Transformationellen Grammatik’ Dönüşümsel Dilbilgisi ) adlı gençlik yapıtında benimsenir. ( Syntacıic Structures ve Chomsky bu yaklaşımını ( Sentaktik Yapılar 1957) adlı yapıtında daha da geliştirir

Chomsky_konuşma ile konuşmayı düzenleyen formlar arasında bir bağlantı olduğunu, ama bu formlara ilksel formlar gözüyle bakılamayacağını belirtir. Aslında bu formlara formların büyük bölümü, veri olan sistem içinde ‘yapısal bakımdan ikincil olarak türerler. Türemiş veya dönüşmüş formları doğru şekilde açıklamak içinse, onların dönüşüm tarihlerini gözden uzak tutmamak gerekir, çünkü bunlar bu tarihin ürünüdürler.

‘Chomsky tezlerini şu terimlerle açıklar: “The picture was painted by a new technique” ve “picture was painted by a real artist’ (“resim yeni bir teknikle yapıldı ve “reşim gerçek bir sanatçı tarafından yapıldı’). Önermelerin her ikisi de formel bakımdan farklı değildirler ve Chomsky bunu belirtirken, öbür yapısalcılar gibi herhangi bir semantik yardıma başvurmaktan kaçınır.

Farklılık ilk olarak ve ancak, edilgin kuruluşlu bu önermelerin etkin önermelere dönüşmeleri sırasında ortaya çıkan Yanı farklılık, her iki önermenin, yapısal bakımdan değişik önermelerin dönüşümleri olmalarında belirir. Çekirdek önermelerin sürekli olarak genişleyen dönüşümlerini izlemek yoluyla bir dilbilgisi geliştiren bir dilbilgicisi, aslında dilin iç hareketini de izlemiş olur.

Prag Okulunun yapısalcılığı sık sık fonoloji ile özdeş tutulmuştur. Ama fonoloji, bu okulun işlevci ana tutumu yanında ancak okul içi bir yönelim olarak kalır. Prag Okuluna atfedilen fonolojinin aslında bu okulun N.S.Trubeızkoy vc R. Jacopson ‘un fonolojik çalışmalarıyla dünya çapında tanınmalarından kaynaklanmıştır.

Fonoloji , bir dildeki hangi ses farklılıklarının anlam farklılıkları la bağlı olduklarını, farklılığı yapan öğelerin nasıl ele alınacağını ve hangi kurallara güre bu öğelerin sözcüklerle bağdaştırılabileceğini araştırır. Buna göre fonoloji, sesi, kendi işlevine göre ele almakta ve seste, yalnız onu öbür seslerden ayıran öğeleri betimlemektedir. Bu yolla tanımlanan sese fonem adı verilir. Fonem, bir dilin işaret oluşturan en küçük yapı öğesidir.

Fonemlerin oluşturduğu daha üstteki birlik ise morfem dir. Morfemler, dilin sentaktik yapısının kendilerine bakılarak okunabileceği temel formlardır. Morfemler, birbirleriyle dilin dilbilgisel kurallarına güre birleşerek önerme leri yaptıkları gibi, her önerme de kendi içinde morfemlere bölünebilir.

Kopenhag Okulu

1923’de iki önemli temsilcisi V. Brondal ve G. Hjelmslev ’in çalışmalarıyla kurulmuştur. Bu okulun yayın organları “Bulletin de Cercle Linguistique de Copenhague”.([green Kopenhag Dilbilim Çevresi Bülteni] – 1934), “Travaux du Cercle Linguistique de Copenhauga” ( Kopenhag Dilbilim Çevresi Araştırmaları ) ve “Acta Lingustica. Revue Intational de Linguistique (kuruluşu: 1939). Sonuncu dergi Hjelmslev tarafından yayımlanmıştır ve tüm öbür okullara bağlı yapısalcıların çalışmalarına da yer vermiştir.

Hjelmslev, Saussure’un düşüncelerini tutarlı sonuçlarına kadar izlemeyi denemiş, ama bu arada somut dilden giderek iyice uzaklaşmıştır. O, bir genel veya mantıksal dilbilgisi ve bir “dilbilimin dilbilimi” veya “içkin dilbilim” ortaya koyma çabaları içinde öylesine bir soyutluk derecesine ulaşmıştır ki, onun kuramını tek tek somut diller için uygulamak verimsiz bir çaba olur. Örneğin onun kuramı, veri olan dil içindeki her türlü metne değil, hatta henüz ortaya çıkmamış metinlere de uygulanma amacı taşır. Böyle bir kuram şunun peşinde olacaktır:

“Dilin dışında bir ‘gerçeklik’ içinde demir atmamış olan bir sabitlik, hangi dil olursa olsun, dili dil yapan ve tikel bir dili tüm çeşitli görünümleri içinde kendi kendisiyle özdeş kılan bir sabitlik”. Hjelmslev’in kuramı “empirik”, “dedüktif’ ve “keyfi” temellere dayanır. Bu dcyimlerden Hjclmslcv’in anladığı şudur: Kuramın sonuçları, ancak öncüllerden, yani kendileri konulmuş şeylcr (keyfi şeyler) olan kabullerden çıkarılabilir ve bu öncüllerin kendileri deneyden bağımsızdırlar. (yukarıdaki “sabitlik” betiminde olduğu gibi). Öncüller deney verilerinin mümkün olduğu kadar çok sayıdaki bir toplamına ilişkindir ki, onların “empirik” olmasından kastedilen budur. Hjelmslev, kuramının bu bağlamda mantıksal dil çözümlemesi ile sıkı bağına işaret eder. Ona göre mantıksal dil çözümlemesi de aslında dilbilimden bağımsız olarak, matematiğe dayalı bir çalışma olmak ister.

Amerikan Okulu

Amerikan Okulu, Kopenhag Okulu’na karşıt olarak, dedüktif-soyut değil, tersine indüktif çıkışlıdır. Burada bir “dilbilimin dilbilimi’ değil, tersine “somut dilin ilişkiler sistemi” üzerinde durulur. Amerikan yapısalcılığının temsilcileri E. Sapir ve L. Bloomfield , deney yoluyla veri olan konuşma ediminin somut çözümlemesine yönelirler ve böylece temelde davranışçı (lıehaviorist) bir yaklaşımla çalışırlar. New York dilbilimciler çevresi, Avrupadan göç etmiş çok sayıda dilciden oluşur ki, bunlar arasında özellikle R. Jakobson ve A. Martinet ‘in adları sayılabilir. Amerikan yapısalcılarının en önemli organları “Language” (kuruluşu: 1925), “Studies in Linguistics” (kuruluşu: 1942) ve “Word” [/green](kuruluşu: 1945)’dur.

DİL VE İNSAN

Dil ve insan varlığı arasındaki ilişki insanın hem dile sahip olması, hem de dil tarafından “kuşatılmış” olmasıyla karakterize olur. İnsanın dilin hem öznesi ve hem de nesnesi olması, antropolojik yönelimli dil felsefesinin başlıca konusudur.

M. Heidegger, dili, ” insan varlığının temeli” insanı insan kılan şey”, “varlığın kendisi aracılığıyla ışıdığı şey” olarak adlandırır. O, “Hümanizm Üzerine” adlı denemesinde şöyle yazar: “İnsan öbür etkinlikleri arasında dile de sahip olan bir canlı değildir. Hatta dil, varlığın evidir, insan onun içinde kalarak, varlığın örttüğü doğruluğa katılarak ekzistens olur

Ama dil aynı zamanda şudur da: “Her dil aynı zamanda söyleme olayıdır; onun içinde bir halk tarihsel olarak kendi evrenine yönelir” (“Holzwege”, s.61) Burada Heidegger “tarihsel” kavramını sadece olup-bitene ilişkin olma (historik) anlamında kullanmaz; hatta daha çok dilin “tarihsel”‘ olması, onun insanın uğradığı (maruz kaldığı) bir şey olmasıdır ve dil bu anlamda bir “akıbet” ve hatta bir ancak Buradan katkılarak dilin kökeninin ne olduğu sorusuna ise, ontolojik yoldan yanıt verilebilir.

W.v.Humboldt , böyle bir yaklaşımla şöyle yazmıştır: “insan ancak dille ” insan olur, ama dili keşfetmek için de önce insan olmak zorunludur . Yani, insan olma ile dile sahip olma, sadece birarada bulunan şeyler değildirler, hata bunlar, aynı bütünlüğün iki görünümünden başka bir şey değildirler. Dilin kökeni sorusuna verilen bu ontolojik yanıt, dilin ortaya çıkışını bir kültür fenomeni olarak gt5ren eski genetik yanıta karşıttır.

Genetik yanıtlar oldukça çeşitlidir. Örneğin burada dili, insanlara tanrı tarafından bahşedilmiş bir nimet olarak anlayan kuramlar vardır. Bu çevrede çok tartışılan konulardan biri, örneğin “Adem’in dili” nin olup olmadığıdır. J.P.Süssmilch, 1754’de “dilin ortaya çıkışını insandan değil de Yaratan’dan yola çıkarak kanıtlama” denemesine girişmiştir.

Dilin ortaya çıkışını insandan kalkarak açıklamaya çalışan antropolojik kuramlar da çok çeşitlidir. Antropolojik kuramların bir bölümü, dilin aracısız duyusal tepkilerden oluşluğunu ileri sürerlerken (Puh-Puh kuramı) bir bölümü dilin doğal seslerin taklidi yoluyla oluştuğunu savunurlar (Wau-Wau kuramı); bir bölümü ise dilin bilinçli bir keşif olduğu kanısındadırlar.

Bugün empirik-antropolojik araştırma dilin ortaya çıkışı sorununa tarihsel açıdan eğilirken; psikoloji, dilin meydana gelmesini sağlayabilecek psişik koşulları göstermeye çalışıyor.

Dildeki değişmeler:

Dil araştırması, kuşkusuz sadece dilin kökeni ve ortaya çıkışı sorunu ile değil, aynı zamanda onun gelişimi ile de, yani bu demektir ki dildeki değişmeler ve bu değişmelerin nedenleriyle de uğraşır. Dildeki değişme, ses, anlam ve işaret değişmeleri olarak görünüm kazanır. Ses, anlam ve işaretler zaman içinde kaybolabilir ve sözcükler yeni anlamlar yüklenmiş olarak yeni kullanımlar kazanabilir. Ama değişme sadece bununla da kalmaz, dilin sentaksı da değişir.

Dildeki değişmeleri açıklama denemeleri pek çoktur ve burada ancak en tanınmışlarından sözedilebilecektir. 19. yüzyılın ikinci yarısında bir kaç dilbilimci, A. Müller’in yönetiminde, dildeki değişmelerin nedenleri olarak iklim etkisi, coğrafi özellikler gibi doğal etkenler üzerinde çalıştılar. Ama bu araştırmalar, hipotezleri hiç dc destekler nitelikte olmadı.

Bir başka kuram, insanın toplumsal donatımından yola çıktı. Rus dilbilimcisi N. J Marr, dilin o dili konuşanların toplumsal durumlarındaki değişmelerle aynı zamanda değiştiğini ileri sürdü. Marksist toplum kuramına uygun olarak, Marx’ın iddialarından hareketle dildeki değişmeleri toplumsal değişme tipleri altında ele almak denendi. Buna göre dildeki değişmeler, ekonomik biçimlere sıkı sıkıya bağlı olarak ve ekonomik yasalara uygun biçimde birbirlerini izlemekteydi. Marr’ın öğretisi, dilin bir toplumun kendi ekonomik düzeninin doğrulanmasını simgeleyen bir “üstyapı” kurumu olduğu iddiasına dayanır: Ama bu iddia pratikte çelişkiler taşır. Çünkü açıktır ki, Rus dili 1917 Devriminde ve Devrimden sonra hiç de önemli bir değişikliğe uğramamıştır. Bu sonuç üzerinde 1950’lerde “Pravda” gazetesinde bir tartışma açıldı ve Stalin kendi-tutumunu şöyle açıkladı: “dilin (ekonomik) tabana dayalı bir üst-yapı olduğu doğru mudur? Hayır bu doğru değildir. Toplumun dayandığı temel, o toplumun belli bir çağdaki gelişiminin dayandığı ekonomik yapıdır. Üst-yapı ise toplumun politik, dinsel, sanatsal ve felsefı kavrayışları ve bu kavrayışlara uygun politik hukuksal ve benzeri kurumlarıdır. Her temel kendisine uygun bir üst-yapıya sahiptir … Dil ise üst-yapıdan tamamen ayrılır … Dil , bu veya şu toplum (tipiyle) koşutluk göstermez; tersine o bir toplumun tarihinin toplu akışından çıkar”.

Bugün yaygın olan bir üçüncü kurama göre, dildeki değişmeler, konusan bireyler ile bu bireylerin topluca konustııkları dilin birbirlerini birlikte etkilemeleri sonucu meydana gelmektedir. Dildeki değişmelerin ana nedenini, Kavimler Göçü gibi büyük tarihsel olaylar sonucu bir dilin yabancı bir halk arasında yayılması nda gören kuram da burada anılabilir. Bir dilin eşzamanlı olarak daha büyük bir insan topluluğu içinde yayılma süresi, ne var ki ancak, çocukların kendi dillerini yetişkinlerden öğrenebildikleri yerde bir sürekliliğe sahip olabilir.

Öğrenim sırasındaki belirsizlikler ve yetersizlikler, kipleri değişik şekillerde kullanma eğilimi, etkili kişilerin taklidi (“önder kuramı”) v.b. etkenler de dildeki değişmelerin nedenleri arasında sayılabilirler. Dilde değişmelere yol açan ve rastlantısal denebilecek bu nedenlerin yanısıra, değişmeyi tek yönde kesinlikle belirleyen nedenler bulunduğuna inananlar da vardır ki, bunlar, bu nedenlerin dilin sistem karakterinden hareketle açıklanabileceğini savunurlar.

Öbür yandan, dildeki değişme problemi, dil ile insan topluluğu arasındaki ilişkiler problemine de bağlanır. W.v.Humboldt ‘un dil araştırmasının kilit noktasını da bu problem oluşturur. O, problemi, ulus tini kavramını dilbilimine sokarak çözmek ister. Ulus tini, özneler-arası ve özneler-üstü düşünülmesi gereken bir kavramdır. Ulus tini, bireylerin salt niceliksel çokluğunu bir ulus haline getiren, bu çokluğu bir birliğe dönüştüren şeydir. Ulus tini tüm kültürel fenomenlerde izlerini gösterir, dolayısıyla dilde de. Humboldt’un ulus tini kavramı 19. yüzyılın ikinci yansında M. Lazarus ve H. Steinthal ‘ın kurucuları oldukları “halklar psikolojisi” içinde empirikleştirilmiş ve metafiziksel anlam yükünden arındırılmak istenmiştir (1860-1890 yıllan arasında bu yazarlarca yayımlandı ve 20 ciltte toplanan “Halklar Psikolojisi ve Dilbilim Dergisi”).

Buna göre halk tininin etkinliği ile sürekli bir nesnelleşme (objektivation) meydana çıkar ki, bu nesnelleşmiş olan şey yine ancak bu tin tarafından kavranabilir. Bu nesnelleşmiş şey, bu “objektif tin”,bir birlik, bir norm ve “ergon” olarak artık en uzaktaki sübjektif etkinliklere bile siner. Hegel’in “objektif tin” kavramına karşı bu “objektif tin” sadece toplumsallıkla sınırlı değildir, o aynı zamanda ve hatta tüm kültür alanını kapsar. Birey , objektif tinin bir öğesi olarak,dille nesne ve durumlara egemen olabildiği gibi , öbür yandan o konuşan olarak, tekrar o dili etkilemektedir.

Daha Herder , dilin sadece bireyin kullandığı bir şey olarak görülemeyeceğini, hatta tersine, dilin bireyin düşünmesini yola sokmaya zorlamakla, bireyi kendisine bağımlı kıldığını belirtmiştir.

Kuşkusuz her somut dil, kendi içinde pek çok halkalara da bölünür. Dilde sadece özel diller (yankesici dili, asker dili, öğrenci dili, argo, v.b.) ve uzmanlık dilleri gibi halkalar yoktur; örneğin bir yüksek dil ve bir günlük dil vardır ve günlük dil de yeniden çeşitli toplumsal tabakalarda farklılığa uğrar. Öyle ki, belli bir dil düzeyi toplumsal düzeyi de ‘belirler ve bunun tersi de doğrudur (Karş.: B. Shaw Pigmalion ) Dilde çeşitli ulus tinlerinin yansıdığı kabul edildiğinde, hiç kuşkusuz dildeki çok-görünümlülük de ulus tinlerinin çeşitliğinden kalkılarak açıklanır.Mitolojik yorumlardan (Babil Kulesinin inşası) yola çıkıldı mı da, bu kez tek açıklama olanağı öyJe bir şey olur ki, dildeki çeşitlilik artık rastlantısal ve önemsiz ses farklılıklarına dayatılır.

Dil sınıflaması.

Tüm dillerin ortak bir mantıksal gövdeye dayandığına inanıldı mı, tüm sınıflama denemeleri artık buna göre yapılır. Dil sınıflaması denemelerine ilk kez 19. yüzyılın başlarında rastlanır. Bu sıralarda, ulus tinlerindeki çeşitliliğe uygun olarak dillerin de çeşitli dil sınıfları olacağına inanılıyordu. Özellikle Sanskritçenin keşfi, dil sınıflamaları açısından çok etkili oldu. Schlegel kardeşler, dilleri üç tipe ayırıyorlardı: yalıtıcı diller (isolierende), sonekçi diller (agglutinierende) ve bükümlü diller (flektierende). Bu ayırım tüm 19. yüzyıl için belirleyici olmuştur. Hegel’in tarih düşüncesi ve Drwin’in evrim kuramı altında, diller bir de genealojik yönden ele alınıp, dil sınıflamaları “dil idesinin evrimi” (Steinthal) açısından yapılmıştır.

Bugün bu eski dil sınıflamaları yerine, “olgunlaşmış” ve “olgunlaşmamış” diller ayırımı yapılmaktadır.

Ayrıca dilbilimsel açıdan yapılan sınıflamalar yanında, matematiksel diziler kuramından hareketle yapılan sınıflamalara rastlanıyor. Bu alandaki en yeni araştırmalar, niceliksel (istatistiksel) derecelendirme yöntemine başvurmaktadırlar. Burada böylece sınıflandırma için bir dizi parametreye başvurulmakta ve diller, belli değişkenlerin istatistiksel değerleriyle karakterize edilip sınıflandırılmaktadır.

Diller çokluğu içinde yine de daima bir dil birliği tutkuyla aranır. Tüm dillerin bir ideal-mantıksal norma sahip oldukları, dillerin bu normdan, kendi iç yeterlilikleri veya yetersizlikleri oranında geliştikleri veya saptıkları iddiası, yani özünde dilbilgisi ile mantığın özdeş oldukları önermesi, bugüne kadar, ne var ki kanıtlanamaz olarak kalmıştır.

19. yüzyıla gelinceye kadar bir dizi “felsefi dilbilgisi” ortaya atılmıştır ki, bunların en tanınmışı, 1960’da anonim olarak yayımlanan “Port Royal Dilbilgisi”dir ve kitabın yazarları A. Arnaııld ve C. Gancelot olarak bilinir. Kitabın oldukça uzun alt-başlığı şöyledir: “Genel kuramsal- eleştirel dilbilgisi. Kitapta konuşma sanatının temelleri açık ve doğal tarzda açıklanmış, bu temellerin tüm dillerde ortak olan mantıksal öndayanakları ve ana türleri yanında Fransız dili üzerine yeni bir çok gözleme yer verilmiştir”. Jenscnist Poıt Royal manastırından ünlü “Port Royal Mantığı”nın çıktığı bilinir.

Dilleri, “tüm dillerde ortak olan mantıksal öndayanakları” açısından ele alan bu anlayışa karşı , Humboldt’un “özel evren kavrayışları olarak diller”den sözetmesi ve dildeki çok-çeşitliliği, “ulus tini” ne, özel evren kavrayışlarına bağlamış olması, dilbilgisi ile mantığın özdeş oldukları iddiasını tartışmalı hale getirmiş; konuşma ile düşünce, dilbilgisi ile mantık arasındaki ilişkiler yeni bir bakışla ele alınmıştır. Ne var ki bu konudaki tartışmalar çoğu kez bir söz düellosuna dönüşebilmektedir. Çünkü “düşünme” kavramı kadar “mantık” kavramı da çok çeşitli tarzlarda anlaşılmaktadır. “Düşünme”den bir yandan salt mantıksal düşünme kastedilir; öbür yandan onun ortak bilinç içeriği olduğu söylenir.

“Mantık”, bir yandan insani düşünme formlarının öğretisi sayılır; öbür yandan ona dilsel formların bilimi olarak bakılır. Aynı mantık bir de düşünme ilkelerinin bilimi olarak kavranır ki, böyle bir mantık artık insaııi düşünme formlarından da, dilsel formlardan da daha fazla bir şey olur.

Mantıksal formlar hiç kuşkusuz dilsel olarak ifade edilirler; ama onlar dilsel formlarla özdeş değildirler. Modern lojistikçi (sembolik mantıkçı) dil çözümlemesi, örneğin, mantığı dilsel formlar bilimi olarak anlar. Bu okul, “Viyana Çevresi diye anılan bir grup filozof tarafından 1928’de M. Schlick’in çabalarıyla kurulmuş, çevreye felsefi eğilimli matematikçiler, H. Hahn, K Gödel ve R. Carnap da katılmışlardır. Çevre, Ýkinci Dünya Savaşı başlarında dağılmış, ama hareket olarak yine devam etmiştir. J. Ayer, G. Ryle, R.v. Mises, A.N. Whitehead B. Russel da bu çevreyle ilgilidirler.

Mantıkçı empirizm, tüm bilimlerin ne empirik ne de mantıksal yoldan kanıtlanabilecek olan ve bu yüzden metafiziksel nitelikli tasarımlar içerdiğinden hareket eder. Bu yüzden, metafiziksel, yani “anlamdan yoksun” önermeler her bilimden elenmeli ve bilim, ancak empirik ve mantıksal temellere oturtulmalıdır. Bir bilimde “anlamdan yoksun” önermeleri saptama yöntemi ise, bilimlerde başvurulan kavram ve önermeleri mantıksal bir çözümlemeye tabi. tutmaktır. Carnap’ın bir makalesinin başlığı, “Metafiziğin Dilin Mantıksal Çözümlemesi Yoluyla Elenmesi” (“Erkenntnis” dergisi, daha sonra: “Journal of Unified Science” dergisi) evrenin temel görüşünü de açıklar.

“Dilin mantıksal sentaksı” ( sentaks=sözdizimi) , dilin dilbilimsel sentaksındaıı ayrılır. Sonuncusu sadece bir somut dilin kurallarını ortaya koymaya, bu kurallara göre dilsel yapıların hangi ögelerden oluştuğunu araştırmaya yönelirken; birincisi dilin mantıksal yapısını araştırır. Mantıksal kurallar dedüksiyon kurallarıdır, dilbilimsel kurallar ise indüksiyon yoluyla, yani tarihsel olarak veri olan bir dilin araştırılmasıyla elde edilirler.

DİL VE GERÇEKLİK

Dil ve gerçeklik ilişkisi konusunda iki temel ve farklı kuram vardır. Birinci kuram sözcükleri, önceden varolan ve insandan ,bağımsız olan bir gerçekliğe ait nesnelerin adlan sayar. Buna göre, dil ve gerçeklik arasında bir karşılıklılık vardır. Burada, ya sözcüklerin nesnelerin benzetmeli temsilleri olduklarından ve bu yüzden sözcüklerden hareketle nesnelerin özlerinin bilinebileceğinden hareket edilir ya da, sözcüklerle nesneler arasında hiçbir iç ilişki olmadığı savunulur. Bu son görüş, geç Antikçağda anomalizm adıyla anılıyordu ve modern dönemde Saussure, mantıkçı pozitivistler (özellikle: lojistikçiler) tarafından da savunulmuştur.

Dil ve gerçeklik ilişkisi hakkındaki ikinci kuram sözcüklerin nesnelere doğrudan uygun düşmedikleri, tersine dilin insan ile dış dünya arasında bir “ara-evren” olarak konum kazandığını savunur. Bu kuram dış dünyayı değil de, dili “gerçek evren” diye adlandıran W.v.Humboldt’a kadar geri gider. Humboldt’a göre, bu gerçek evren , “tinin kendisi ile objeler arasında, tinin kendi iç çalışmasıyla kurulmuştur.” Bu yüzden nesneler insanlar için daima bir bilinç objesi olarak kalırlar ve ancak insani bilinç altında sözcüklerle işaretlenmiş şeylerdir. Her dilde özgül bir evrene bakışı bulunur. Humboldt’un bu görüşlerinde I.Kant’ın bilgi kuramının temel felsefi öğeleri yakalanabilir. Kanı kuşkusuz ki, Ding an sich’i, kendinde şeyi yadsımaz; ama o, ancak insani görü formları içinde bilinebilir ve bu yüzden o, objektif (kendi halinde) değil, tersine ancak, insanın a priori bilinç yapısı içinde sübjektif (insan bakımından) kavranmış olur.

Bunun gibi Humboldt da, dış dünyaya ait nesnelerin aynen bilinebileceğini yadsıdığı için, sözcüklerin nesnelere uygunluğunu savunan objektivist dil kuramlarını da yadsır. Ona göre nesneler, bilgi-kuramsal düzlemde bilinç a priorileri ile sübjektif kavrandıkları gibi, aynı nesneler bir somut dilin (anadil) a priori yapı ögeleri altında kavranmaktadır. Bu yüzden, her dilde (ana- dilde) bir başka evren kavrayışı oluşur ve tüm dilsel evren kavrayışları aynı ölçüde doğru ve aynı ölçüde geçerlidirler.

Dilin gerçekliği “kuran” bir güç olduğu yargısı, Humboldt ‘tan bu yana pek çok izleyıci tarafından benimsenmiştir. H. Steinthal,,E. Cassirer, M. Heidegger, G. Weisberger ve hatta bir arada Amerikalı dilbilimci B.L. Whorf bu izleyiciler arasında sayılabilirler. Örneğin Whorf, Meksika yerli dilleri üzerinde yaptığı araştırmalar sonunda, Alman geleneğinden bağımsız olarak aynı sonuçlara varmış ve “dilbilimsel görelilik ilkesi” ni ortaya atmıştır.

Sorgulayan bir us için “dil” her yönüyle bir çok soruya barındıran bir alan… Yukarıdaki alıntılar genel bir resmi ne kadar ortaya koyabildi ben de kuşkuluyum.

Bilim ve Felsefe bölümünde “Dilin Serüveni” başlığıyla “dil” in insan bilimleri ilgi alanları açısından görünümlerini aktarmaya çalıştık. Felsefeciler dilin kökeni, sözcüklerin etimolojik geçmişi ile pek ilgili değiller.
Dilbilimcilerin dilin yapısal olarak temellendirilmesi çabalarında felsefeciler ile yakınlaştıkları alt alanlar var.

Felsefe dil çokluğunun karmaşasına girmeden , dilin neliği (mahiyeti) üzerine çıkarımlar yapma gayreti içinde.

Dilin farklı yönlerini betimlemek olanaklı.. Dil-kültür ilişkisi, dilin düşünceyi taşıyan biriktiren araç olması, anlam-dil ilişkisi, dilin insan eylemiyle bağlantısı en belli başlıları.

Sözü “Dil Felsefesine Giriş” adlı yapıtın yazarı Atakan Altınörs’e bırakıyorum. Andığım yapıt İnkılap Yayınlarından çıktı.

Dil Felsefesinin Temel Kavram ve Sorunları.

Dil felsefesi, başta analitik(çözümleyici) felsefe olmak üzere birçok kavram ile karıştırılmakta ve bu karıştırmalar sonucunda doğru olmayan sonuçlara varılmaktadır. Birbiriyle ilişki içinde oldukları halde aynı şeyi belirtmeyen dil felsefesi, dilci felsefe (linguistic philosophy), gündelik dilin felsefesi (ordinary language philosophy), analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm gibi kavramlar arasındaki ayrımları belirtmek gerekmektedir.

Dil felsefesi bir felsefe disiplinidir ve onu analitik felsefe gibi bir takım felsefi geleneklerden dikkatle ayırmak gerekir. İnsan felsefesi, etik, tarih felsefesi gibi dil felsefesi de kendisine özgü problemleri ve kavramları olan bir felsefe disiplinidir.

Anlam, gönderge, belirli betimlemeler, düşünme-dil ilişkisi, söz edimleri, vb. sorunlar dil felsefesinin konuları arasında yer almaktadır. Dil felsefesinin analitik felsefe gibi, felsefe etkinliğini tümüyle dilsel çözümlemelere indirgemek gibi bir öncülden asla hareket etmediğinin / edemeyeceğinin altını önemle çizmek gerekir.

Dilci felsefe (linguistic philosophy), Oxford’ta doğmuş ve gelişmiş bir felsefe akımıdır. Dilci felsefe akımı, ele aldığı sorunları salt dilsel sorunlar gibi irdelemektedir. Bu yolla “metafızik nedir?”, “moral nedir?” gibi felsefedeki geleneksel soru formunun yerine “bir ifadeyi metafizik kılan özellik nedir?” , “moral bir anlatım nedir?” şeklindeki dil merkezli soru formunu koymaktadır. Diİci felsefe, analitik geleneğin ancak belirli bir evresini karakterize etmektedir; dolayısıyla da analitik geleneğin bütününe egemen olmuş bir yaklaşım değildir.

Çözümleyici Felsefe

Mantıkçı pozitivizm de bir felsefî akımdır. Bu akım “Viyana Çevresi” adı verilen topluluğa üye olan ya da doğrudan üye olmadığı halde dışarıdan destek veren fılozoflar tarafından geliştirilmiş bir empirizm ve pozitivizm formudur. Bu akım aynı zamanda, analitik felsefe içindeki ilk gelişim evresini oluşturmaktadır. Mantıkçı pozitivizm dil sorunlarına duyarlı bir akım olmakla birlikte, sözgelimi matematiğin felsefi-mantıksal temellerine, çağdaş fiziğin epistemolojik içerimlerine ya da moral sorunlara yönelik ilgisi nedeniyle sadece bir dil felsefesi akımı olarak değerlendirilemez.

Mantıkçı Pozitivizm

Gündelik dilin felsefesi (ordinary Ianguage philosophy) bir felsefe yapma tarzı olarak, mantıkçı pozitivizmin ideal dil anlayışını eleştiren Austin, Searle, Grice  gibi filozofların çalışmalarını nitelendirmektedir. Bu filozoflar, mantıkçı pozitivistlerin ideal dil anlayışının, doğal dillerin olağan kullanımı olan gündelik konuşma formlarını ihmal ettiğini düşünerek bu formları temel alan bir anlam teorisi geliştirmiştir. Onlar, mantıkçı pozitivistlerin tersine, gündelik dilin bayağı ve göz ardı edilebilir olduğunu düşünmemektedir.

Analitik felsefe, yirminci yüzyılın başında Frege, Moore, Russell gibi fılozofların çalışmalarıyla ortaya çıkan ve etkisini yüzyıl boyunca artırarak gelişen, çeşitlenen bir felsefe geleneğidir. Zaman zaman birbiriyle çatışan rakip anlayışları bünyesinde toplayan analitik geleneğin karakteristik özelliği, felsefi etkinliğin, önermelerin mantıksal-dilsel analiziyle özdeş olduğu varsayımıdır. Bu akıma mantığa yönelik bir ilginin eşlik ettiği gözlemlenmektedir. Analitik felsefe dilsel-mantıksal analiz yöntemini yalnızca dil felsefesi alanındaki sorunlara değil, eylem teorisi, etik, bilim teorisi, siyaset felsefesi gibi çeşitli alanlardaki problemlere de uygulamaktadır. Bu bakımından da sadece dil felsefesi konularıyla sınırlı bir gelenek olarak değerlendirilmemelidir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, ele aldığımız terimlerin birbirinin yerine kullanılmaması gerekmektedir. Oldukça yaygın olan analitik felsefe ile dil felsefesini ya da mantıkçı pozitivizmi birbirinin yerine kullanma alışkanlığı yanıltıcı sonuçlar doğurmaktadır.

Dil Felsefesinin temel problemleri.

Anlam sorunu, dil felsefesinin ilgilendiği başlıca sorundur. “Anlam nedir?” sorusuna cevap arayan dil f’ilozofları arasında, dildeki en küçük anlamlı birimin sözcükler olduğunu öne sürenler “sözcük atomcusu” diye nitelendirilmektedir. İkinci gruptakiler ise, en küçük anlamlı birimin cümleler olduğunu iddia eden “cümle atomcuları” dır. Platon ve J. Locke sözcük atomculuğunu savunan fılozoflara örnektir; B. Russell ve L. Wittgenstein ise, cümle atomculuğunu savunan filozoflara.

Diğer yandan, felsefe tarihinde anlam sorunu için önerilmiş çözümler dört başlık altında ele alınabilir. J. Locke ‘ın geliştirdiği “ideci” yaklaşım
bir sözcüğün anlamını, o sözcüğün iletişim etkinliği sırasında taşıyıcısı olduğu “ide” olarak açıklamaktadır. Bir başka deyişle sözcükler, idelerin yerini tutan anlamlı birimlerdir. Locke’ın çözümü bazı araştırmacılar tarafından “zihinci” yaklaşım adıyla da anılmaktadır.

“Göndergeci” çözümler ikinci grupta toplanmaktadır. Bu çözümün savunucuları arasında G. Frege, B. Russell , (I. döneminde Wittgenstein ), A. J. Ayer ve Viyana Çevresi üyeleri yer almaktadır. Bu filozoflar bir önermenin anlamını, o önermenin doğruluk koşullarının bilgisi ya da göndermede bulunduğu olgu durumu olarak tanımlamaktadır. Göndergeci çözümün açıklamalarında kullandığı anlam ölçütü “doğrulanabilirlik”tir. Çözümün savunucuları, dil ile dış dünya arasındaki ilişkilerin tasvirine önem vermektedir.

Üçüncü grupta ele alınan görüşler “davranışçı teori” olarak adlandırılmaktadır. Bu teoriye verilen bir başka isim “etki-tepki” teorisidir. L. Bloomfıeld, W. v. O. Quine gibi filozoflar bir cümlenin anlamını, o cümlenin dinleyicide uyandırdığı tepki ya da tepki eğilimiyle açıklamaktadır. Davranışçı teori, dil ile insan davranışları arasındaki ilişkiyi vurgulayan – tarihsel açıdan – ilk çözümdür.

Son grubu J. L. Austin, J. R. Searle ve H. P. Grice ‘ın temsil ettiği “pragmatik” yaklaşım oluşturmaktadır. Bu yaklaşım , adını, semiotiğin bir alt dalı olan “pragmatik”ten almaktadır. Pragmatik yaklaşımın temsilcileri, bir cümle sözcelemenin (to utter) belirli kurallara dayalı bir davranış biçimi olduğunu ve o cümlenin anlamının, konuşucunun onu dile getirirken yerine getirdiği bu kurallarca belirlendiğini vurgulamakta, anlam sorunu ile iletişim ortamının özellikleri ve konuşmaya katılan tarafların davranışları arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir.

Dil felsefesinin bir başka problemi “gönderge (reference)” dir. Bir dilsel ifadenin anlamıyla göndergesi arasındaki ayrıma dikkat çeken ilk filozof G.Frege ‘dir. Frege bir cümlenin göndergesini, o cümlenin resmettiği nesne olarak tanımlamakta ve o cümlenin anlamından ayırmaktadır.

Frege’ye göre bir cümlenin anlamı, o cümlenin göndermede bulunduğu nesneyi “sunuş kipi (mode oF presentation)”dir. Ancak Frege anlam konusundaki soruşturmasının sonunda, başlangıçta yaptığı bu ayrımı bir kenara bırakarak “göndergeci” biryaklaşımı benimsemektedir. Bu yaklaşımı benimseyen fılozoflar – yukarıda da değindiğimiz gibi – bir cümlenin anlamını (meaııing) o cümlenin gönderıiıede bulunduğu olgu bağlamı olarak tanımlamaktadır. Bu indirgemenin sonucunda, gerçeklik tarzında var olmayan kendilikler (entity) hakkındaki cümleler hakiki anlamdan yoksun sayılmaktadır. Oysa ki “Dünya’ya en uzak gök cismi” gibi bir anlatımın belirli bir göndergesi olmadığı halde , bu anlatım anlamdan yoksun değildir. Diğer yandan “sabah yıldızı” ve “akşam yıldızı” ifadeleri gibi, eşgöndergeli olduğu halde anlamları farklı ifadeler bulmak mümkündür.

Dil felsefesindeki bir diğer problem, Russell tarafından ortaya konmuş belirli betimlemeler problemidir .
Russell ” Waverlynin yazarı”, “Dünya’nın uydusu” gibi belirli bir tekili gösteren ifadelere “belirli betimleme” adını vermektedir. Russell’ın belirli betimlemeler konusundaki teorisi, gerçekte bu türden dilsel ifadeleri elemeye yönelik bir çözümleme çabasının ürünüdür. Zira ona göre belirli betimlemeler, belirli tekillere göndermede bulunuyormuş gibi görünen yanıltıcı cümleler oluşturmaya yol açmakta, bir cümle içinde özne olarak kullanıldıklarında belirsizliğe neden olmaktadır.

Russell’ın eleştirisinin kökeninde, onun mantıksal atomculuk öğretisinin bulunduğu görülmektedir. Russell mantıksal atomculuk öğretisinde, dildeki mantıksal atomların dünyadaki atomsal olgulara karşılık geldiğini öne sürmektedir. Russell’ın anlayışı, cümlelerin dış dünyada var olan şeyler ile bire bir örtüştüğü biçiminde bir ideal dil varsayımına dayalıdır. Ona göre, cümleler – psikolojik betimlemeler dışında – dış dünyadaki olguların tasarımlarıdır ve bir cümlenin anlamı da onun göndermede bulunduğu olgu durumudur. Oysa ki, içinde belirli betimlemelere yer verilmiş cümleler, çoğunlukla göndergeleri bulanık kaldığından çeşitli paradokslara neden olabilmektedir. Bu nedenle Russell, belirli betimlemeleri elemeye yönelik bir çözümleme yöntemi kullanmayı önermektedir. “Fransa’nın günümüzdeki kralı keldir,” gibi bir cümle bu yöntemle çözümlendiğinde, birbirini mantıksal olarak sıkı-gerektiren şu önermelere ulaşılır: I. Fransa’da günümüzde en az bir kişi kraldır. II. Fransa’da günümüzde en çok bir kişi kraldır. III. Fransa’da günümüzde kim kralsa o keldir.

Russell bu çözümleme sonrasında “Fransa’nın günümüzdeki kralı” belirli betimlemesinin ortadan kaldırılmasıyla ilk bakışta paradoksal görünen durumun saydamlık kazandığını ve cümlenin yanlış olduğunun görüldüğünü belirtir. Zira “Fransa’nın günümüzdeki kralı” belirli betimlemesinin içinde bir özel admış gibi kullanıldığı cümle, Fransa’nın şu anda krallıkla yönetildiği biçiminde bir yanlış öncüle dayanmaktadır.

Düşünme-dil ilişkisi de dil felsefesinin konuları arasındadır. Antik Çağ’da Herakleitos ‘tan itibaren filozofların bu ilişkiyi tasvir etme çabası içinde olduğu görülmektedir. Örneğin Descartes gibi bazı filozoflar dil kullanma becerisini, düşünebilmenin zorunlu koşulu olarak görmektedir. Descartes, bedensel olarak ayırt edilmesi imkansız derecede insana benzeyen ve hatta ahlaksal davranışları bile taklit edebilen makineler tahayyül edebileceğimizi, fakat bu hayalin gerçekleşmesi durumunda bu tür makinelerin sahici insanlar olmadıklarını anlamak için elimizdeki iki ölçütten ilkinin konuşma yeteneği olduğunu belirtmektedir. Ona göre hayvanlar da, tıpkı otomatlar gibi bu yetiden yoksundur. Descartes böylece konuşma yeteneğini, düşünebilmenin koşulu ve belirtkesi (index) olarak yorumlamaktadır.

Günümüzde, hayvanlar arasındaki iletişimi araştıran zoologların ve psikologların bulguları ışığında, – birçok hayvan türü gibi – örneğin şempanzelerin problemlere yaratıcı çözümler üretme kapasitelerine bakılarak onların, insana oranla bir hayli basit düzeyde de olsa düşünme ve düşündüklerini iletme becerisine sahip oldukları artık bilinen bir gerçektir (Coco adındaki orangutan otuz yıllık bir eğitim ve ilgi sonucunda ASL işaret diliyle cümle kurabilmekte ve bildiği işaretler iletmek istediği şeyi anlatmada yetersiz kaldığı durumlarda yeni işaretler üretebilmektedir). Ancak insanın sahip olduğu gelişmiş diller sayesinde yürütülebilecek karmaşık düşünsel etkinlikler bulunmakla birlikte, herhangi bir iç konuşmaya gerek kalmadan da gerçekleştirebildiğimiz hatırlama, kıyaslama ya da karar alma anlarının bulunduğu unutulmamalıdır.